16 Şubat 2023 Perşembe

Anaïs Nin - Albatrosun Çocukları, İçsel Kentler 2 (Çeviren: Püren Özgören)


Arka Kapak:

*
Anaïs Nin'den Albatrosun Çocukları, kökleri çocukluğun yaralarına kadar uzanan zaaflara, pusulasız kaybolmaktan korkacağınız içsel kentlere ve insanların sığındığı arzu adalarına dâir sarsıcı bir roman.
*
I. KISIM
*
MÜHÜRLÜ ODA
*
''Sayısız engel, çocukluğuna, yeniyetmeliğine acı yüklemişti..''
*
''Yoksulluktan ağırlaşmış, çıplak ayaklı, yayan çocukluğu..''
*
''Ne zaman ayak parmaklarını yere doğru gerse şöyle düşünürdü: Öksüzler yurdundan, fakirlikten, geçmişimden dans ederek, döne döne uzaklaştım.'' (Sayfa: 7)
*
''Dış dünyada, değiştirmeye gücünün yetmediği gizemli, dışsal felaketlere boyun eğmiş bir kadındı; iç dünyasında ise kimsenin uzanamayacağı kadar derinlere sayısız tünel kazmış, yok olmaktan kurtardığı hazinelerini oraya gömmüş ve orada, tanıdığı dünyanın tam da zıddını inşa etmiş bir kadın.'' (Sayfa: 8 )
*
''İçimde kırılmış bir şey var. Ben başkaları kadar kolay dans edemem, yaşayamam, sevemem. Birlikte dünyayı gezecek olsak muhakkak bir yerlerde bacağımı kırarım. Çünkü bu içsel kırık görünmediği gibi, başkaları için inandırıcı da değil.. Herkesin görebileceği, anlayabileceği bir yerimi kırmadan huzura ermeyeceğim.'' (Sayfa: 12)
*
''..hayvanlar yalnızlıklarını uluyarak kovar, çocuklarsa ana babalarını ve ışığı çağırabilirler. Oysa ben..'' (Sayfa: 13)
*
''..insan hiçliğe yuvarlanmadan hemen önce acı körelmeye başlamıştır ve beden otomatik olarak, aslında acıdan değil, onun anısından yakınmaktadır.'' (Sayfa: 14)
*
''Benliğinin bir parçası olgunlaşırken (örneğin sezgileri, kavrama ya da algı yetenekleri), bir başka parçası çocukken edindiği inancı sıkı sıkı korumuştu: Olaylar, erkekler ve otorite bir araya geldiğinde, insanın başa çıkamayacağı kadar güçlüydü ve insan kendi kalıplarının kurbanı olmaya yazgılıydı.'' (Sayfa: 18)
*
''Yüreğin Çin kırmızısı, vernikli odası; zihnin uçuk yeşil ya da felsefe kahverengisi salonu; bedenin deniz kabuğu pembesi odası, belleğin amberçiçeği kokulu, çok eski dolaplarla dolu tavan arası.''
(..)
''..içindeki çocuğun sesi.. Henüz gömülmemiştir ve uzun zaman önce tutturduğu nakaratı yinelemektedir: Sadece olağanüstüyü istiyorum.!
Sonra insan Djuna'nın alçak, yalın sesi: Aşkı istiyorum.!
Ve sanatçı Djuna'nın sesi: Olağanüstüyü yaratacağım.'' (Sayfa: 21)
*
''Çeyizini hazırlayan ebedi bir gelindi Djuna: Öteki kadınlar nasıl diker, işler, süslerse, o da içsel kentlerini süslüyor, donatıyor, boyuyor, döşüyordu; olağanüstü bir aşk için olağanüstü bir dekor hazırlıyordu.'' (Sayfa: 22)
*
''Yalnızdı; herkesin her sabah, her rüyadan sonra olduğu kadar yalnız.'' (..)
''o, söyleyecek anlamlı bir şeyi yoksa hiç ağzını açmazdı (tıpkı rüyalarda, kaçınılmaz olaylarla kaçınılmaz sözler arasındaki o suskunluk gibi. Rüyalarda tek bir boş, saçma sözcük sarf edilmez.!)'' (..)
''Kim gelip ''Bu benim rüyam, ilmeğin ucunu tut ve bütün yanıtları bul,'' der.?
Yoksa bütün rüyalar yalnız mı yaratılır.?'' (Sayfa: 24)
*
''Uykusuzluğun sıcak çarşaflarında yatarken, rüyanın aldattığı bir insan vardı.
Uykusuzluk, kulağı kirişte olanlar, önemli bir ziyaretçi bekleyenler içindi.'' (Sayfa: 25)
*
''..ne zaman böyle sarılıp sarmalanmış, korunmuş bir halde yürüyüşe çıksa, yürüyen iki kadın varmış gibi geliyordu ona hep: Biri, işgale karşı tuzaklar ve kapanlar kurmayı sürdüren; öteki, birinin giriş kapısını bulmasını ve onu yalnızlıktan kurtarmasını dileyen.'' (Sayfa: 26-27)
*
''Otları ezmedi; tek bir çakıl taşı onun ayaklarından yakınmadı, tek bir bitki boynunu bükmedi, kopmadı.
Danstan farksızdı; dans eşinin ruh haline uygun, duygulu bir menuet*; adımları öyle hafifti ki havada, boşlukta, sessizlikte usulcacık kayıyordu: Her bir ritmi yansılayan, yaprak yeşili gözleri, armoniye duyarlı bedeniyle, en küçük bir uyumsuzluktan, yanlış bir adımdan korkarak, partnerinin niyetini her an kollayarak. (..)
Talan etmeye, el koymaya, ezmeye gelmemişti.''
*
*Menuet: Üç tempolu, ağır ve eski bir dans, bu dansın müziği. (Sayfa: 27)
*
''..ışığını yitirenleri artık sevmiyordu. Bir türlü çözememişti: Duygu iplikleriyle, birlikte dokunmuş, bir yankı gibi birbirini yanıtlayan iki kişi, karanlıkta fosfor gibi ışıldayarak birleşmenin kimyasal kıvılcımlarını mı saçıyordu, yoksa biri ötekinin üzerine içsel rüyasının ışıldağını mı tutuyordu.?'' (Sayfa: 28)
*
''Genç oldukları ve hâlâ kendi arzularının etrafında körlemesine dolanıp durdukları için, birlikte yaptıkları dans, birinin ötekini tekeline aldığı bir dans türü değil, bir tür menuet idi: amacı el koymak, yakalamak, dokunmak, iki karaltı arasında azami boşluğun ve mesafenin akışına izin veren. Çarpışmalardan, birleşmelerden kaçınarak, uyum içinde devinmek. Birbirinin çevresinde dönmek, secde etmek, aynı saçmalıklara gülmek, kendileriyle dalga geçmek, duvarlara asla birleşmeyecek ikiz gölgeler düşürmek. Bu tehlikenin etrafında dans etmek: Bir olma tehlikesinin.! Dans boyunca eşinin kendi kulvarında kalmasına özen göstererek. Omuz omuza, yan yana salınmaya izin var ama kendini ötekine adamak, onun içinde eriyip gitmek yok. Bir evcilik oyunu; adım adım, birlikte aynı kitabı okuyarak, şehvetin hemen sınırında bir sakınma, kaçınma dansını sürdürmek; ışıl ışıl parlayan çemberin dışına çıkmayarak ama çemberi tutuşturacak olan nüveye asla değmeyerek.
Ustalıklı, hünerli bir ''sahiplememe'' dansı.'' (Sayfa: 29)
*
''Asla şöyle demedi: Acım var. Onun yerine, kollarını çaprazlayıp ağrıyan yerine bastırdı; isyankâr bir çocuğu yatıştırmaya, bu öfkeli sinir ucunu sallayıp tıpışlamaya çalışırcasına. Bir kez olsun, korkuyorum, demedi. Ama bir odaya hep parmak uçlarında gözleri pusuları tarayarak girdi.'' (..)
''Tarihsel kişilikler, edebi sevdalar sayesinde, birbirleriyle iletişim kurmanın en karmaşık, en muğlak yolunu bulmuşlardı da en küçük bir temas, parmak uçlarının değmesi bile bu düşsel dünyayı havaya uçurabilirdi sanki.'' (Sayfa: 30)
*
''Kendi aşklarına odaklanabilmek için önce tarihin ve edebiyatın bütün aşklarını yaşamak zorundaydılar sanki.'' (Sayfa: 31)
*
''..o günkü masumluğu ve cahilliğiyle şu büyük kehanette bulunması olanaksızdı: ..ondan kaçmakla arzusunu, tutkusunu ele veriyordu.'' (Sayfa: 33)
*
''..çocuğun doğallığı; söylediği, yaptığı hiçbir şeyin, karşısına dikilen olanaksız ölçütlere uymadığını, ulaşamadığını hissettiren ana babasının katılığı yüzünden her seferinde yenilmiş, başarısızlığa uğramıştı. Çinlilerin kız çocuklarının ayaklarını bağlamasından, doğal büyümeyi durdurmak için metrelerce bezle sıkı sıkı sarmasından daha korkunç bir baskı. Böyle zorba, zalim bir kumaş, çözülmeden, kesilmeden çok uzun süre kullanılırsa sonunda kişiyi mumyaya çevirirdi.'' (..)
*
''Cezalar bu kadar mı büyüktü.. Özünün yaşayan parçalarını, çok sevdiği bir hayvanı, iç dünyasını yansıtan bir günlüğü yok ettirecek kadar.?
''Kişiliğimizin, ebeveynimize gösteremeyeceğimiz ne çok yönü var.''..'' (Sayfa: 42)
*
''Hiçbir hüzün onun her gün bol keseden dağıttığı bu sevgi ziyafetine, bu delice karnavala direnemezdi; her sabaha ilk kahvesini yudumlamanın, yeni bir günün keyfiyle başlayan, karşısına çıkan ilk kişiye ânında yönelttiği sevgiyle süren, erkek, kadın, çocuk ya da hayvan, herhangi bir canlıdan gelen en küçük bir işaretle alevlenen bir tutku, bir yaşama sevinci. Şanssızlıklar, dertler, güçlüklerle toslaştığı zaman bile sarsılmayan, hiç azalmayan bir yaşama coşkusu.'' (Sayfa: 45)
*
''Dans ederek yaralarını sararlardı; coşku ve ateşte kusursuzca birleşerek birbirlerini sağaltırlardı.'' (Sayfa: 46)
*
''Hiçbir zaman sağlam bir ev, dayanıklı mobilyalar istememişti. Bütün bunlar birer tuzaktı. Onlara sonsuza kadar bağlanabilirdin. O, yerinden kolayca oynatabileceği, en küçük bir pişmanlık duymaksızın içeri ya da dışarı sürebileceği dekorları, sahne donanımlarını yeğlerdi. Az sonra dağılıp giderler, sen de herhangi bir şeyi yitirmiş olmazdın. Geride kalan, yaşamayı sürdüren tek şey canlılık, parlaklık olurdu.
Bir keresinde, koltukların artık yirmi yıl bile dayanmadığından yakınan bir kadına şöyle demişti: ''İyi ama bir koltuğu yirmi yıl boyunca sevemem ki.!''..'' (Sayfa: 49)
*
''O derin, mavi gözleriyle, hiç ağlamamış gözleriyle kadına baktı; kadının gözleriyse ıslak, parlak ve duruydu; bu gözler daha önce ağladıklarını unutmuştu.'' (Sayfa: 60)
*
''Kendini bildi bileli gizliliğe zorlanmıştı çünkü dışa vurduğu her şey kınamayla ve cezayla sonuçlanmıştı.
1001 Gece'yi gizlice okumuş, sigarayı gizlice içmiş, hayallerini gizlice kurmuştu.
Ana babası onu sadece, daha sonra suçlamak için sorgulamıştı.'' (Sayfa: 64)
*
''İnsanların çoğu sadece engeli görür ve zınk diye durur.'' (Sayfa: 66)
*
''Erkeklerin bütün kişisel güçlüklerden paçayı sıyırmak için başvurdukları o uzaklaşma, uzaktan bakma yeteneği.'' (Sayfa: 69)
*
''Beyaz atkı, ona dokunamayan sayısız şeyi simgeliyordu..'' (..)
''Eve bir kez daha, erkeklerin sıradanlığı aşmak için başvurdukları nesnelerden biriyle dönerdi: bir kitap, bir resim, bir müzik parçası; dünyaya bakışını değiştirecek, genişletip derinleştirecek bir şey.
Beyaz fular yalan söylemezdi.'' (Sayfa: 71)
*
''Annesi bir doğum günü pastası yapmış, üzerini yayılmaya, genişlemeye karşı uyarılarla, yeni arkadaşlara ilişkin öğütlerle süslemiş, kenarına da kremadan, şu, resmî bahçelerdeki çitleri andıran bir bant çekmişti; serüveni engellemek, alt etmek için gereken bütün töreleri, kuralları vurgulamak istercesine.
Babası satrancı sessizce oynuyordu; özenle hesaplanmış, ölçülüp biçilmiş hamleleri, yüreğin her türlü aykırı, dik başlı dansını, bedenin kaprislerini nasıl şiddetle kınadığını dile getirmekteydi: Özellikle de Paul'ün şu an, şurada olmasını sağlayan o temel dürtüyü; sofralarını paylaşan bu göz alıcı, ışıl ışıl delikanlıyı dünyaya getiren o birleşme eylemini.!
Ona yedirdikleri şey, uyarı pastasıydı: Bütün insanlardan kork; Toplum Rehberi'nde adı bulunmayan bütün erkek ve kadınların niyetlerinden kuşkulan.
Mumlar onun yaklaşan özgürlüğünü kutlamak için değil, şu gerçeği bir kez daha hatırlatmak, başına kakmak için yakılmıştı: Bir tek bu mumların aydınlattığı çember içinde, yalnızca anneyle babanın yörüngesinde tam anlamıyla güvende olabilirsin.!
Küçük bir çember. Bu çemberin dışı: Kötü.
Böylece annesinin eliyle yaptığı ve içine aşkı, genişlemeyi ve özgürlüğü köreltecek en güçlü büyüleri, iksirleri kattığı pastayı yedi.'' (Sayfa: 73)
*
''Gündoğumunu birlikte karşılamak, âşıklara tanınan tek düğün törenidir.''


''Birlikte Cesar Franck'ın D minör senfonisini dinliyorlardı.
Ve aynı anda, böylesi müzik kavşaklarında hep olduğu gibi Djuna'nın çelişen, çatışan benlikleri birleşiyor, eriyip tek bir ruh haline dönüşüyor.
Senfoninin teması sevecenlik.'' (Sayfa: 74)
*
''Ölümcül bir darbe kadının hayat akışını kesmiş ama onu yerle bir edememişti. Yalnızca zaman duygusunu felç etmişti; o da oturup yitik aşkını bekleyecekti.'' (Sayfa: 76)
*
II. KISIM
*
KAFE
*
''Erkeklerin hayallerini karşılamaktan, onları doğrulamaktan daha zor bir şey yoktur. Bir kadın için erkeklerin rüyalarını gerçekleştirmekten daha kırılgan, daha çetin bir çaba olamaz.'' (Sayfa: 85)
*
''..insanın, göze alabildiği sıklıkta, başlangıç yapabileceğine inanıyordu. İçinde taşıdığı tek asit, hayatın onun duyarlılıklarının çevresinde oluşturduğu nasırları eritmek içindi.'' (..)
''Bir insan kendisine ve ona ihanet ettiği zaman, çektiği acıyı önemsemiyor, tam tersine küçümsüyordu - altı üstü doğum sancılarıymış gibi.'' (..)
''Bir araştırma yapılsa, ölenlerin çoğunun fiziksel felaketlerden çok, fırlatılıp atılan hayaller; bebek kürtajından çok hayal kürtajı; fiziksel hastalıklardan çok umutsuzluk mikrobu yüzünden öldüğü ortaya çıkardı.!'' (Sayfa: 105)
*
''Nesneler insan sıcaklığına gereksinir; tıpkı çiçek açmak için insanın insana gereksindiği gibi. Bir lamba, kişinin içsel aydınlanmasına bağlı olarak cılız ya da gümrah bir ışık saçar. Toz zerrecikleri yüzeylere, ev sahibinin meşrebine göre konarlar. Tozun bile ışıldadığı bazı odalar vardır. Umursamazlığın bile canlı, kıpır kıpır olduğu odalar vardır; tıpkı daha önemli bir şeylere koşturan birinin arkada bıraktığı dağınıklık gibi.'' (Sayfa: 109)

Hiç yorum yok:

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...