3 Ocak 2024 Çarşamba

Bedrettin Cömert - Giotto'nun Sanatı


ÖNSÖZ, 1977

*
Elinizdeki bu kitap, sevgili hocam Suut Kemal Yetkin'in kılavuzluğunda, Mayıs 1974'te Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümünde ikinci doktora tezi olarak hazırlanmış bir araştırmanın, kimi değişikliklerle genel niteliğe büründürülmüş biçimidir.
Aradan üç yıl geçti. Yine de çalışmamın yapısında önemli değişiklikler yapmadım. Üç yıl sonra eklenecek bir şey bulamadığım için mi.? Elbette hayır. Bugün, bırakın eklenebilecek yeni bilgi ve deneyleri, aynı şeyleri bile yeniden yazmaya kalksam, tümden değişik yazardım. Kaldı ki bu üç yıl içinde, sanat görüşümde, çok önemli ayrıntılarda hem gelişme hem olgunlaşma oldu. Boşa geçirilmeyen zaman, insana yeni gözler, yeni duyargalar takıyor. Ben de elbette, bugün aynı resim yapıtlarına yeniden yaklaştığımda, daha bilinçli bir duygulanmayla hazırlanıyorum; daha dikkatli değerlendirme ölçütleriyle, gördüklerimi ve duyumsadıklarımı içimin tarihine oturtuyorum.
Ne var ki, insanın ömrünü, tek bir çalışmayı, saplantılı bir tutkunlukla yetkinleştirmeye adaması da doğal değil. Bu sözlerimle yetkinleştirme çaba ve sürecini azımsadığım sanılmasın. Tam tersine. Düşünce adamının ulaşmayı özlediği yetkinlik, ayrıntı yetkinliği değil; hedefe her varışta (ya da varıldığı sanısına kapılışta), yeni susamışlıklar, yeni atılımlar getiren bir gelişme, bir olgunlaşma ve varsıllaşma çabasıdır. Bu yüzden kişinin her dönemi, hem kendi içinde, hem de tüm yaşamı boyunca yaptıklarıyla karşılaştırılmalı olarak değerlendirilmeli. Hem sonra, istediğince eleştirilmeye elverişli olsun, her çalışma bir yapıdır, örgensel bir bütündür. Tıpkı şiirde olduğu gibi. Belirli sözcüklerle oluşturduğunuz bir dizeyi, sözcüklerin eş anlamlarıyla bile yeniden kurmaya kalktığınızda, ortada ne şiir ne de dize kalır. Bilimsel bir çalışma da yapısını kendisi getirir. Oluşturulduktan sonra, aşağı yukarı o yapıda vardır. Onu başka bir yapıya zorlarsanız, içeriğini de değiştirir; giderek başka bir kimliğe bürünür.
Bu kitap, özde üç yıl öncesinin bir araştırmasının ürünü olmasına karşılık, şu düşünceleri dile getirmekten de kendimi alamadım:
Nerdeyse kemikleşmiş bir önyargıdır bizde. Batı sanatı üzerine pek çalışılmaz. Çalışanlara da öyle iyi gözle bakılmaz. Hele de Giotto, Leonardo, Michelangelo, Caravaggio vb. sanatçılar söz konusuysa yandınız demektir. Çünkü, yaygın ama yanlış bir kanıya göre bu devler üzerine zaten her şey söylenmiştir. Geriye söylenecek bir şey kalmadığına göre, ne gereği var bu büyükler üzerine eğilmenin.! Yapacağınız şey nasıl olsa özgün olmayacak. Ancak bir betimleme, bir aktarma, olacak.
Bu kanıya içtenlikle yanlış diyorum. Diyorum ki, batıyı ancak onu içinden tanıyarak, onu kendi yetişim özelliklerimize göre yeni yorum ölçütlerine vurarak gereğince anlayabiliriz. Batıyı anlamak, batının sanat ve düşüncesini edilgince ve batılının gözlükleriyle öğrenip kendimize yararlı kılmak değildir yalnızca. Batıyı anlamak, onu kendi ulusal kişiliğimize göre yorumlamayı, eleştirmeyi de getirir eşliğinde.
Hem niçin sanat yapıtları, yüzyıllar sonra, bırakın başka ulusları, aynı ulusun kuşaklarına bile değişik görünür.? Niçin her kuşak, sanat yapıtını, o âna dek görülmedik bir yönden yorumlayarak, kendi eleştiri anlayışını, kendi duyarlık ve düşünce çizgisini getirir.? Niçin sanat yapıtı dediğimiz şey, sonsuz sayıda ve çeşitlilikte yoruma karşın, tükenmez bir haz kaynağı olmakta direnir.? Öyleyse niçin bir Türk bilimadamının Giotto'ya, Dante'ye, Tolstoy'a, Eliot'a, Baudelaire'e ilişkin kendi sözü olmasın.? Bu büyükler üzerinde her şey söylendi diye (ki hiçbir zaman sanat yapıtı üzerine her şey söylenmiş olmayacaktır), o şeyleri söyleyenlerin gözlüğünü mi takacağız hep.? O zaman bilimden, bilimsel çalışmadan, özgür düşünceden, özgün duyarlıktan söz edilebilir mi.? O zaman öykünme alışkanlığına kendimizi elimizle tutsak etmiş olmaz mıyız.? Özgünlük, ne titiz öykünme, ne de yoktan var etmedir, özgünlük, insanın eyleminde kendisi oluşudur.
Eski sözcükle demek gerekirse, yalnızca ''kitabî'' bir çalışma değildir bu. Giotto'nun hemen tüm yapıtları, bu yapıtların bulundukları İtalyan kentleri olan Assisi, Padova ve Floransa'da doğrudan doğruya yapıtlarla karşı karşıya gelinerek yerinde incelenmiş, hatta çalışmanın kaburgası yapıtların karşısında yazılmıştır. Yerinde inceledik derken, yalnızca duyarlığımızla yetinip, duygularımızın o yapıtlar karşısındaki devinimini dile getirdik demek istemiyoruz. Duyarlığımız; taze izlenimlerini, diri tepkilerini köreltmeden, o âna dek geliştirdiğimiz bilgi ve eleştiri birikimiyle sürekli ama güdüsel olarak denetim altındaydı. Bilinçle duymaya çalıştık; bilgilerimizi duyarlığın eşliğinde hep diri ve işler tutmaya çaba gösterdik. Bu deneyimiz bize, yabancı din ve kültür geleneklerinin nasıl özümlenerek özgün bir dağarcık haline getirilebileceğini de gösterdi. Ne Aziz Francesco'ya, ne Meryem Ana'ya, ne de İsa'ya o kiliseleri her gün dolaşan birçok Hıristiyanın yaptığı gibi eleştirisiz bir hayranlıkla veya gözü kapalı bir yadsıyıcılıkla baktık. İlkin eylemlerinin anlamlarını kavramaya çalıştık; sonra onları ekonomik ve toplumsal insanın dışında insan olamaz ilkesiyle şu yeryüzüne indirgedik; daha sonra da bu kutsal kişilerin Giotto'nun sanatında nasıl yansıdıklarını, her şeyden önce ''biçim'', ''üslup'' merceğinden bakarak bulgulamaya çalıştık. Bu işi yaparken de, bu konuda sözü dinlenen Giotto uzmanlarına sürekli kulak verdik. Onların yargılarını ilgili sanat yapıtlarıyla karşılaştırarak doğrulama sınavına soktuk; aynı zamanda da kendi görüş açımızı ve yargımızı geliştirdik. Ama hiçbir zaman Anadolulu oluşumuzu unutmadık. Balıkçı, Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat ustaların uygarlık yorumlarını hep baş ilke yaptık ve şöyle dedik: Nasıl olur da bu Anadolu'nun, bunca yüzyıllık bir geçmişin tarihsel ve sanatsal bir ürünü olan bizler, batıyı kendi gözümüzle göremeyiz.?
İşte, elimizden geldiğince, Giotto'yu kendi gözümüzle, Anadolulu duyarlığımızla, Türkiye'nin toplum yapısının içimizdeki zorunlu yansımasıyla anlayıp anlatmaya çalıştık.
Giotto, batı resim tarihinin önemli bir dönüm noktasıdır. Gerek insanlık ve tarih görüşü, gerekse resimsel biçim ve üslup bakımından Ortaçağın ayaklarını yere bastıran ilk devrimcidir. Giotto, yalnızca resim tarihi açısından bilinmesi gereken ''müzelik'' bir tarih halkası değil, her çağın insanına yepyeni bildiriler sunup çok boyutlu ufuklar açan bir üslup ve insanlık serüvenidir. Bu sözlerimizin bir abartma olmadığını, gidip en ünlü sanat tarihçilerinin ağzından öğrenmeye gereklilik de yoktur. Asisi'de yukarı S. Francesco Kilisiesi'ndeki Aziz Francesco freskolarıyla; Padova'da Arena kiliseciğinin duvarlarını ölümsüz bir çağdaşlığa yücelten Anna, Meryem ve İsa öyküleriyle veya Floransa'da Santa Croce Kilisesi'nin iki küçük şapelini solgun bir duygulanım dünyası yapan yapıtlarla karşı karşıya gelmek ne denli yeni ve çağcıl bir ressamla tanışma mutluluğuna erdiğimizi kanıtlamaya yeter.
Kitabın sonunda bir Katalog bölümü bulacaksınız. Giotto'nun olduğu genellikle kabul edilen tüm resim yapıtlarının tam çizelgesini içeren bu Katalog, bir yapıt adları sıralaması değildir. Bu bölümün hazırlanmasında yalnızca yapıtın adı, bulunduğu yer, yapılış tarihi, boyutları, korunma durumuyla yetinilmemiş; her bir yapıtın ikonografik kaynağı araştırılmış, birinci elden açıklayıcı bilgiler verilmiş, bu bilgilerin doğruluk denetiminin sağlanması için kaynağın adı ve dize (ya da satır) sayısı konulmuş, yerinde yapılan gözlemler eklenmiş, böylece, yapıtın estetik yorumu için gerekli tüm veriler biraraya getirilmiştir. Bu nedenle, metinde çözümlemeye çalıştığımız her yapıt için ilkin Katalog'a bakılması yararlıdır, çünkü Katalog'da verilen bilgiler metinde yinelenmemiştir.
Bu Katalog çalışması bir konuyu daha dilimizde sağlam bir düzene sokmamıza olanak vermiştir. Musevi ve Hıristiyan geleneklerine ilişkin ikonografi terimleri, bizde her yazarca değişik biçimde kullanılmakta, hatta çoğu zaman yabancı terimin Frenk ağzıyla Türkçeleştirilmesi yeğ tutulmaktadır. Bu çalışmada, adı geçen terimlerin Türkçe karşılıkları, biçimsel bir çeviri yöntemiyle değil, kaynakların özüne uygun bir anlayışla Türkçeleştirilmiştir. Dolayısıyla Katalog bölümü, aynı zamanda bir terim sözlüğü görevini yerine getirmektedir.
Kutsal Kitaplara ilişkin terim ve anlatımda, dilimizdeki kaynaklardan yararlanılmış olmasına karşın, kullandığımız Türkçe ve anlatım, güzel dilimizin beğenisine göre düzenlenmiştir.
Kılavuzluğunu sonsuz bir bilimsel özgürlükle çakıştırmasını bilen hocam Suut Kemal Yetkin'in yüreklendirmeleri böyle bir çalışmanın doğmasında başlıca etken olmuştur.
Bu çalışmanın Hacettepe Üniversitesi yayını olarak basımına olanak sağlayan Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi Yayın Kurulunun sayın üyeleriyle Fakülte Yönetim Kuruluna teşekkür ederim.
*
BEDRETTİN CÖMERT
Hacettepe Üniversitesi
Beytepe, Mayıs 1977 (Sayfa: 11-14)


Giotto'nun Yaşam Öyküsü:
*
''Giotto'nun yaklaşık 1280-1290 yılları arasında, Cimabue'nin yanında çırak olarak çalıştığını hemen bütün sanat tarihçileri kabul ediyor. Bu konuda Vasari, biraz abartmalı olarak şöyle diyor:
''..Giotto on yaşlarındaydı. Henüz çocuk olmasına karşın, olağanüstü bir zekâsı bulunduğunu gösteriyordu. Bu özellik onu, hem babasının hem de başkalarının gözünde sevimli kılıyordu. Bondone, oğluna, otlatsın diye birkaç da koyun vermişti. Giotto, koyunları otlatırken, resme karşı olan doğal eğilimin itkisiyle, taşların üzerine veya yere, durmadan bir şeyler çiziyordu. Birgün Cimabue, bir iş için, Floransa'dan Vespignano'ya giderken, yolda Giotto'ya rastladı. Onu, düzgün bir taşın üstüne, bir kömür parçasıyla bir koyun resmi çizerken gördü. Bunun üzerine çocuğa, yanına çırak girmeyi isteyip istemediğini sordu. Giotto, Babası razı olduğu taktirde, bu öneriyi severek kabul edeceğini söyledi. Cimabue, çocuğun babası Bondone'ye durumu iletti. Bondone, Cimabue'nin Giotto'yu Floransa'ya çırak olarak götürmesine izin verdi..'' (Vasari, s. 299-300)
Divina Commedia'nın adı bilinmeyen açımlayıcısının yaklaşık 1395'te verdiği bir bilgiye göre, Giotto, önce bir süre çıraklık yapmış, ama aynı zamanda Cimabue'nin dükkânına devam etmekten de geri kalmamıştır. (Baccheschi, s. 83)
Bu durumda, Giotto'nun, Cimabue'nin yanında çalışmaya başlaması Vasari'nin anlattığı gibi öyle çarçabuk olmamış, oğlunun resme eğilimini gören babası Bondone, onu yün işlerinden alarak temelli Cimabue'nin yanına vermiştir.'' (Sayfa: 18)


GIOTTO ASSİSİ'DE:
*
Kutsal Kitap Öyküleri: Giotto'nun olduğu genellikle kabul edilen Kutsal Kitap öyküleri, girişten birinci ve ikinci bölmelerin sağında ve solunda bulunanlardır. Bu öyküler, Resim 4'teki sıralamaya göre şunlardır:
*
A. ESKİ AHİT ÖYKÜLERİ (sağda):
1. Yakup'un İlkoğulluk Hakkını Alışı
2. İshak'ın Esav'ı Geri Çevirişi
3. Yusuf'un Satılması
4. Benyamin'in Torbasında Kadehin Bulunması
5. Habil'in Öldürülüşü
*
B. YENİ AHİT ÖYKÜLERİ (solda):
7. İsa Golgota Yolunda
8. İsa'nın Vaftiz Edilişi
9. İsa Din Bilginleriyle
10. Ölü İsa'ya Ağıt
11. İsa'nın Dirilişi ve giriş duvarının içinde
12. Pentikost
13. İsa'nın Göğe Yükselişi (Sayfa: 27)

Resim 12: GİOTTO: Aziz Francesco'nun Yükselişi, Assisi,yukarı kilise. (Sayfa: 36)

San Francesco d' Assisi'nin yaşamı ve öğretisi:
*
''1182 yılında, İtalya'nın Umbria bölgesinin Asisi kentinde doğan Francesco'nun babası Pietro Bernardoni, o zamanın olanaklarına göre zengin sayılırdı. Hem manifatura dükkânı işletir, hem toptancılık yapar, bu amaçla da Fransa'nın büyük pazarlarına mal almaya giderdi. Bütün Bernardoni ailesi, dikkânda aile başkanına yardımcı olurdu.'' (Sayfa: 43)
*
24 Şubat 1209'da, Santa Maria Degli Angeli Kilisesi'nde, dinsel töreni dinliyordu. İncilin kimi sözlerinin etkisinde kaldı. Bu sözlerde yoksulluğun övgüsü yapılıyordu. Emekçi kimse, besinini, kendisi çalışıp kazanır, deniyordu. Artık yolunu bulmuştu Francesco. Mutlak yoksulluk anlayışına ulaşmıştı zaten. Birikmiş parayla değil, kendi emeğiyle günbegün yaşama ilkesini ise her gün uyguluyordu. Şimdi kesinlikle öğrendiği şu olmuştu: Sürdüğü bu yaşam türü, İsa'nın ilk gerçek izleyicileri için istediği bir yoldu.
Bugün adı Santa Chiara olan, San Giorgio meydanında vaaz vermeye başladı. Asisi'liler, Pietro Bernardoni'nin oğlunu dinlemeye gittiklerinde gördüler ki, bu vaiz, öyle alışılmış vaizlerden değildi. Zorla değil esinle, yüreğinden geldiği gibi, içi nasıl buyuruyorsa öyle konuşuyordu. Karışık, anlaşılmaz sözler etmiyordu; dediğini doğrudan doğruya, olduğu gibi diyordu. Açık ve etkili sözlerle en derin şeyleri anlatmasını biliyordu. Kısaca, dediği her şeyi ete kemiğe büründürüyordu. Bu konuşma, öylesine özgün ve yaratı ürünüydü ki, bittikten sonra yinelenmesi olanaksızdı, çünkü yalnızca esinle vardı.
İnsanlar günahlarından pişman olmalıydılar; yaptıkları kötülükleri onarmalıydılar; özellikle haksız yere aldıklarını geri vermeliydiler ve yaşantılarını değiştirmeliydiler. Bu değişiklik, kişinin bütün uğraşını bırakıp dünyadan çekilmesi anlamına gelmiyordu. Bu, ahlaksal bir değişiklikti, insanlar, her günkü yaşamlarında, Tanrı'nın buyruklarını yerine getirmekle sağlayabilirlerdi bunu. İnsanlar ayrıca bağışlayıcı olmalıydılar. Pişman olup dua etmenin amacı, Tanrı'yla barışmak, onun bağışını elde etmek değil miydi.? Ama Tanrı, ancak bağışlayan kimseyi bağışlayabilirdi. Böylece, karşılıklı bağışlama sonucu, kardeşlik barış doğacaktı.
Dedikleriyle yaptıkları tamı tamına uyan ve çakışan bu adamın yaşamını özleyenler oldu. Bernardo adında zengin bir Assisi'li her şeyini terkedip ona katıldı. Peşinden yasa adamı Pietro Cattani, onun peşinden de Egidio geldi.
Topluluk gittikçe büyüyordu. Rivotorto'daki küçük bir kulübeyi sığınak yapmışlardı; Santa Maria Kilisesi'ne ise duaya gidiyorlardı. Tarlada veya evlerde, nerede iş bulurlarsa orada çalışıyorlardı. Karşılığında yalnızca karınlarını doyuruyorlar ve cüzzamlılara hizmet ediyorlardı, iş bulamadıkları zaman, gerek kendileri, gerekse cüzzamlılar adına el açıyorlardı.
Topluluğa katılmalar arttıkça, Assisi'de homurdanmalar da başlamıştı. Kentin kilise adamları o ana dek ne düşmanlık ne de aşırı bir dostluk göstermişlerdi Francesco'ya. Dokunmuyorlardı ona; bu da yetiyordu Francesco'ya. Fakat piskopos, tatlı dille de olsa endişesini belirtmekten kaçınmadı. Francesco anladı ki, bu yaşam biçimini sürdürmek için kilise yetkililerinden izin gerekti. Papadan, İncilin gösterdiği yolda yaşamak için izin istemeye karar verdi. Bunun için de bu yaşamın başlıca ilkelerini kâğıda dökmek zorunda kaldı. Böylece topluluğun ilk yönetmeliği saptanmış oldu.
Az ve öz yazmıştı. İncilin gösterdiği gibi yaşamak istediklerinin ve şu üç sözü kendilerine ilke yaptıklarını söylüyordu: ''Yetkin olmak istersen, varını yoğunu yoksullara ver''; ''Yoktan bir şey alma''; ''Cebinde altın, gümüş ve para olmasın; ne heyben, ne birden fazla giysin, ne de bastonun bulunsun''. Para, ne iş karşılığı ne de yardım olarak kabul edilecekti. Ne tek tek, ne de toplu halde, hiçbir şeye sahip olunmayacaktı. Kaldıkları yer bile kendilerinin olmayacaktı. Manastır veya başka tür bir konuttan söz edilmiyordu. Değişik yerlerde ve başkasının evinde, o da yalnız hizmet etmek için yaşayacaklardı. Kimseye direnç göstermeyeceklerdi. Katolik inanç ve buyruğa göre yaşayacaklar, Papa İnnocenzo'ya ve onu izleyecek papalara saygı ve bağlılık göstereceklerdi.
1210 yılının baharında, hepsi birlikte, Roma'ya gitti. Papa III. Innecenzo, Francesco'yu dinledikten sonra, onu ve arkadaşlarını takdis etti; seçtikleri yaşam biçimini sürdürmeye, halka vaaz vermeye yetkili kıldı onları.
Topluluk gittikçe genişliyordu, İtalya dışındaki kimi Avrupa ülkelerine de yayılıyordu. Yayıldıkça da topluluğu yönetmek güçleşiyor ve birçok iç ve dış sorunlar çıkıyordu. İzleyicilerin sayısı arttıkça, kentlerde de eylem gösterme zorunluluğu ortaya çıkınca, yersiz yurtsuz yaşayış ilkelerini uygulamak güçleşiyordu. Sonra, içtenlikle inanmışların yanında, çeşitli çıkarları uğruna topluluğa katılan, her tabakadan insan vardı.
Asıl önemli olan, Assisi'li Yoksullar topluluğuyla kilise arasında doğan yeni ilişkilerdi. Kilise, topluluğun kesin bir sıkıdüzen içine sokulmasını, yani kısaca, Assisi'li Yoksullar'ın öteki dinsel akımlar gibi resmî bir tarikat haline gelmesini istiyordu. Bu ilişkileri düzenlemede, Francesco'ya, papalık temsilcisi kardinal Ugolino Conti aracılık etti. Ugolino'ya göre, Francesco'ya bir yandan yardım etmek ve onu savunmak, öte yandan da onu denetlemek ve ılımlılaştırmak gerekiyordu. Ülkülerine dokunmamak, ama onları pratik gereklere uydurmak gerekiyordu. Francesco'nun Kiliseye gerekliliğini ve ona sağlayabileceği yardımı iyi biliyordu Ugolino. Çünkü ancak Francesco aracılığıyla, Kilisenin halkla kopan bağları yeniden kurulabilirdi.
Kısacası, Francesco bir manastıra, belirli bir yere ve mülkiyete bağlı bir tarikat kurmaktan ne kadar sakındıysa, bunu başaramadı. Gerçek koşullar buna aykırıydı zaten. Toplumun dışında, kurulu düzenin gereklerine karşı olarak ne kadar yaşanabilirdi.? Sonunda kilise, Francesco öğretisinin tehlikesini; onu içine alarak, ona kendi pratik gereklerine göre düzen ve kurallar vererek önledi.
Francesco, topluluğun pratik yöneticiliğinden çekildi. Aynı yoksul ve özverili yaşamı sonuna dek, tutku ve tutarlılıkla sürdürdü ve daha sağlığında bir aziz gibi saygı ve ilgi gördü (San Bonaventura, 25-27, 32, 35-36, 42-44, 46, 50; Salvatorelli, s. 28-160; Antal, s. 98-99). (Sayfa: 46-49)

GÖRSEL: Resim 21: GIOTTO: Su Mucizesi, Assisi, Yukarı Kilise (Sayfa: 56)

San Francesco dizisinin en ünlü öykülerinden biri olan Su Mucizesi'nin bunca ün kazanmasında, haklı olarak, Vasari'nin 1568'de yazdıklarının büyük katkısı olmuştur.
Vasari, bu yapıt karşısında duyduklarını şöyle dile getiriyor:
*
''..öyküler arasında çok güzel bir tanesi var ki, onda, susamış biri, su içme isteğiyle yere eğilmiş ve bir kaynaktan öylesine büyük ve gerçek bir hazla su içiyor ki, dipdiri bir insan sanıyorsunuz...'' (Vasari, s. 305). (Sayfa: 56-57)
*
''Giotto ve S. Francesco geleneği: Giotto, geçmişten yalnızca resimsel biçimde gerçekleştirdiği yenilik nedeniyle ayrılmıyordu. Bütüncül yeni bir insan anlayışı, yeni bir tarih görüşü, onun bütün sanat davranışını niteleyen başlıca özelliklerdi. Bu tutumu, konuların değerlendirilişinde bile görmek olanaklıdır.'' (Sayfa: 65)


3. BÖLÜM
*
GIOTTO PADOVA'DA:
*
''Giotto, San Francesco'nun yaşamını anlatırken, onu, herkes gibi insan olan bir insan gibi görmüştür. Oysa İsa'yı ne denli insan olarak görürse görsün, toplumun ona tanıdığı aşkın değeri görmezlikten gelemezdi, çünkü sanatçı, çağının koşullarından dışarı çıkamaz, özellikle Ortaçağda, toplumun bütün gösterilerinin dinsel inanç tarafından belirlendiği bir dönemde, böyle bir koşullanma kaçınılmaz olmaktan başka, doğaldır da. Hem sanatçı, yaşadığı dönemin özelliklerini, belirli bir toplum boyutu içinde, temel ilke ve yönelimleriyle yansıttığı sürece tüm insanlığın malı olabilir.
Aynı dönemin bir başka sanatçısını, Dante'yi ele alalım. Onun kadar koyu bir katolik az bulunur. Ama onun bütün inancı ve yargılarındaki sınırsız acımasızlık; o çağı niteleyen koşulların da adil bir düzenini gerçekleştirmek amacını güder. Dante'nin o belirli koşullar içinde, hatta o koşulların varlığını tartışmaksızın; adalet, haklılık, namusluluk vb. ilkeleri savunmuş olması, bütün kötülüklere ve eğriliklere, çağının somut durumları içinde bir iyilik ve doğruluk yolu göstermesi ve bu yolu göstererek, çağının gerçek yapısını yansıtması, onun ülkülerini soyutluktan kurtarmış ve onu bugüne bağlayabilmiştir.
Düşünce ve sanat hiçbir zaman sıçrayarak ilerlemez. Tarih nasıl bir süreçse, birbirini izleyen bir oluşumlar bütünü ise, düşünce ve sanat da bir öncenin sürekliliği ve bir sonraya bağlanışıdır. Ne var ki, bu süreklilik, bir incenin yinelenmesi değildir, ne de dönemler, çağlar sıfırdan başlayan zaman kesitleridir. Her çağ, bir önceki çağın sonucu olmaktan başka, bir sonraki çağın da tohumudur. Ancak bu yolla, şimdi'yi geçmiş'e bağlamak olanaklıdır. Evrensellik ancak bu koşulla kabul edilebilir.'' (Sayfa: 86-88)

GÖRSEL: Resim 43: GIOTTO: İnanç, Padova, Arena. (Sayfa: 91)

''Sağ elinde bir haç, sol elinde açık bir tomar tutan bu kadın figürünün, gotik heykellere ne denli benzediğini görmek kolaydır; ne ki burada bir heykelle değil, hacmi nedeniyle bir heykel izlenimi uyandıran bir resimle karşı karşıya bulunuyoruz. Kısaltımla gösterilmiş kollar, yüzün ve boynun oylumlanışı, giysinin akan kıvrımları bütün gerçekliğiyle önümüzde duruyor. Bin yıldır böylesi bir olay görülmemişti. Giotto, düz bir yüzeyde derinlik yanılsaması yaratma sanatını bulgulamıştı (Gombrich, s. 150).'' (Sayfa: 92)

Hiç yorum yok:

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...