10 Kasım 2023 Cuma

Frantz Fanon - Yeryüzünün Lanetlileri (İngilizceden Çeviri: Şen Süer)


Arka Kapak
 

Frantz Fanon’un sömürgeciliğin sömürge halkları üzerindeki psikolojik sonuçlarını analiz etmeye çalıştığı en ünlü eseri olan Yeryüzünün Lanetlileri sömürgecilik-karşıtı mücadelenin ve Üçüncü Dünya’nın özgürlüğünün manifestosu olarak bilinmektedir. Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketlerinin ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Kara Panterler örgütünün esin kaynağı olmuştur.

*
Soylu ruhlarımız ırkçıdır.!
*
Bu gerillalar benimsenmek için şövalyece davranmalıdırlar; insan olduklarını kanıtlamanın en iyi yolu budur. Bazen sol onları ayıplar: ''Fazla ileri gidiyorsunuz, sizi daha fazla destekleyemeyiz.'' Yerliler onların desteğine hiç mi hiç aldırmazlar; bu desteği alıp bir taraflarına sokabilirler, değeri bu kadardır. Savaş başlar başlamaz bu sert gerçeği gördüler: Biz de herkes gibiyiz, hepimiz onlardan yararlandık, bir şey kanıtlamaları gerekmez, kimseye ayrıcalıklı muamele etmeyecekler. Görev tek, amaç tek: Her tür araçla sömürgeciliği sürüp atmak. En uyanıklarımız gerektiğinde bunu kabul etmeye hazırdırlar, ama bu güç denemesinden aşağı insanların, bir insanlık belgesi elde etmek için kullandıkları tamamen insanlıkdışı yöntemi görmezden gelemezler: Hemen verin şu belgeyi de barışçıl yollarla bunu hak etmeye çalışsınlar. Solu ruhlarımız ırkçıdır.!
*
''Fanon'u okuyun.. kendine gelen insanı göreceksiniz.''
*
Jean-Paul Sartre
*
2002 Tarihli Baskıya Önsöz, Alice Cherki:
*
''Adı yayımcılarının değil kendisinin seçtiği tek kitap olan bu eser, bir hekim olarak o dönemde tedavisi olmadığını bildiği bir hastalığa mahkûm biri tarafından kaleme alındı.,
Saate ve ölüme karşı gerçek bir yarışta Fanon son bir mesaj vermek ister. Kime.? Yoksullara, mülksüzlere. Ama bunlar, esasen, ''Ayağa kalkın yeryüzünün lanetlileri, ayağa kalkın açlığın forsaları'' diye marşlar söyleyen XIX. yüzyıl sonu, sanayileşmiş ülkelerinin proleterleri değillerdir. Fanon'un hitap ettiği yeryüzünün lanetlileri gerçekten toprak ve ekmek isteyen yoksul ülkelerin yoksulları, mülksüzleridir; oysa ki o dönemde genellikle ırkçı ve deniz-aşırı halklar konusunda açıkça cahil olan Batı dünyasının işçi sınıfı doğrudan doğruya kâr elde ettiği sömürgelerin kaderine nispeten ilgisizlik sergiliyordu.
Ne bir ekonomi kitabı, ne bir sosyoloji, hatta politika denemesi olan bu eser, sömürgeleştirilmiş ülkelerin durumu ve geleceği hakkında bir çağrı, hatta bir alarm çığlığıdır.'' (Sayfa: 5)
*
''Fanon'un analizi yalnızca halkların değil öznelerin de köleleştirilmesinin sonuçları üzerinde ve öncelikle bireyin kurtuluşu, ''varlığın sömürgesizleştirilmesi'' olan kurtuluş koşulları üzerinde ısrarla durmaktadır.'' (Sayfa: 5-6)
*
''Fanon'un dileği üzerine Sartre'ın bu kitaba yazdığı güzel önsöz, belli ki yıllar içerisinde metnin gövdesinden daha fazla okunmuştur. Yine de, belli bir biçimde, Fanon'un kaygılarını ve üslubunu saptırmaktadır. O, esasen Avrupalılara hitap ederek, o metin ile temsil ettiği metin arasına ilk uyumsuzluğu dahil etmektedir. Fanon ise bütün ötekilere hitap etmektedir ve ''öteki korkusu''nun aşılmış olacağı bir gelecekten söz etmektedir onlara.'' (Sayfa: 8 )
*
''Bu ekonomik küreselleşme ve öznenin dışlanması çağında, ideolojilerin çöküşü olarak adlandırılan şeyin ötesinde, genç Fanon'un yazdığı ve eylem halindeki tüm düşüncesine rehberlik eden cümle -''Ey bedenim, beni daima sorgulayan bir insan kıl.!''-, dilleri ve doğum yerleri neresi olursa olsun zamanımızın birçok gencinde yankı bulmaktadır.'' (Sayfa: 13)

1961 Tarihli Baskıya Önsöz, Jean-Paul Sartre:

GÖRSEL KAYNAĞI: 11ruepapillon.org/2021/12/13/une-...

''Kısa bir süre öncesine dek yeryüzünün nüfusu iki milyardı: beş yüz milyon insan ve bir buçuk milyar ''yerli''. Birinciler ''Söz''e sahipti, ötekilerse bu sözü ödünç almışlardı. Bu ikisi arasında aracı olarak hizmet veren satılmış kralcıklar, derebeyleri ve tepeden tırnağa sahte bir burjuvazi vardı. Sömürgelerde gerçek çırılçıplak ortadaydı, ama ''metropoller'' bu gerçeğin giyinik olmasını yeğliyordu: Yerlilere kendilerini sevdirmek zorundaydılar. Bir tür anne gibi. Avrupalı seçkinler yerlilerden seçkin bir tabaka yaratmaya kalkıştı. Gençler arasından ayıklayıp seçiyorlardı; alınlarına kızgın demirle Batı kültürünün ilkelerini dağlıyorlardı; ağızlarını seslerle, tumturaklı, parlak, içi boş sözcüklerle tıkadılar. Metropolde kısa bir süre kaldıktan sonra, gözleri boyanmış bir halde ülkelerine yolluyorlardı. Bu iki ayaklı yalanların kardeşlerine söyleyecek hiçbir şeyi kalmamıştı; yalnızca yankı yapıyorlardı. Bizler Paris'ten, Londra'dan, Amsterdam'dan ''Parthenon.! Kardeşlik.!'' diye bağırdıkça, Afrika ya da Asya'nın herhangi bir yerinde dudaklar ''..thenon.! ..deşlik'' demek için aralanıyordu. Altın çağdı bu.'' (Sayfa: 15-16)
*
''Bazı yerlerde metropol, birkaç feodali maaşa bağlamakla idare ederken başka yerlerde böl ve yönet sistemi içinde sömürgeleştirilmiş kullardan bir burjuvazi yaratmıştı; bazı yerlerde ise bir taşla iki kuş vurmuştu: sömürge hem yerleşim yeriydi hem de sömürü yeri.'' (Sayfa: 19)
*
''Geçen yüzyılda burjuvazi, işçileri kaba açgözlülükleriyle çığrından çıkmış gözü doymaz yığınlar olarak gördü, ama bu kaba saba adamları insan ırkına dahil etmeyi ihmal etmedi. İnsan ve özgür olmasalar işgüçlerini nasıl satabilirlerdi ki.? Fransa'da ve İngiltere'de hümanizma evrensel olduğu iddiasındadır.'' (Sayfa: 23)
*
''..''Psikoloji hizmetleri'' yeni ortaya çıkmadı.! Keza, beyin yıkama da.! Gene de bütün bu çabalara karşın amaçlarına hiçbir yerde ulaşamadılar: Ne siyahların ellerini kestikleri Kongo'da, ne de daha yakınlarda itiraz edenlerin dudaklarını yarıp kilit taktıkları Angola'da. Bir insanı hayvana çevirmenin mümkün olmadığını iddia edecek değilim; onu hatırı sayılır ölçüde zayıf düşürmeden bunu yapamayacaklarını söylüyorum: Dayak hiçbir zaman yeterli olmaz, açlığı daha da artırarak baskı kurmak gerekir. Kölelik koşullarında bu durum can sıkıcıdır: Türümüzün bir üyesini ehlileştirdiğiniz zaman onun üretkenliğini azaltırsınız, ne kadar az verirseniz verin, bu kümes insanı değerinden fazlaya mal olur. Bu yüzden sömürgeciler yolun yarısına geldiklerinde ehlileştirmekten vazgeçmek zorunda kalırlar. Sonuç: ne insan, ne hayvan, yerli. Dayak yemiş, kötü beslenmiş, hasta, korku içinde ama yalnızca bir noktaya kadar; ister sarı olsun, ister siyah ya da beyaz, karakter özelliği hep aynıdır: o bir tembel, içten pazarlıklı ve hırsızdır, neyle yaşadığı belli değildir ve yalnızca şiddetin dilinden anlar.'' (Sayfa: 24)
*
''Yerlilik, sömürgecinin sömürge insanında kendi rızasıyla yarattığı ve beslediği bir nevrozdur.'' (Sayfa: 28)
*
Bu gerillalar benimsenmek için şövalyece davranmalıdırlar; insan olduklarını kanıtlamanın en iyi yolu budur. Bazen sol onları ayıplar: ''Fazla ileri gidiyorsunuz, sizi daha fazla destekleyemeyiz.'' Yerliler onların desteğine hiç mi hiç aldırmazlar; bu desteği alıp bir taraflarına sokabilirler, değeri bu kadardır. Savaş başlar başlamaz bu sert gerçeği gördüler: Biz de herkes gibiyiz, hepimiz onlardan yararlandık, bir şey kanıtlamaları gerekmez, kimseye ayrıcalıklı muamele etmeyecekler. Görev tek, amaç tek: Her tür araçla sömürgeciliği sürüp atmak. En uyanıklarımız gerektiğinde bunu kabul etmeye hazırdırlar, ama bu güç denemesinden aşağı insanların, bir insanlık belgesi elde etmek için kullandıkları tamamen insanlıkdışı yöntemi görmezden gelemezler: Hemen verin şu belgeyi de barışçıl yollarla bunu hak etmeye çalışsınlar. Soylu ruhlarımız ırkçıdır.! (Sayfa: 29-30)
*
''Öncelikle şu beklenmedik manzarayla bir yüzleşelim: Hümanizmamızın striptizi. İşte çırılçıplak, güzel değil: Yalancı bir ideolojiden başka bir şey değil, yağmanın incelikli aklanması, yapmacık tavırları ve sevgisi, saldırgan eylemlerimize kefil oluyor. Şiddet karşıtlarının görüntüsü hoştur: ne kurban ne işkenceci.! Gelin bakalım şimdi.! Oy verdiğiniz hükümet ve kardeşlerinizin hizmet ettiği ordu hiç duraksamadan ve vicdan azabı duymadan ''soykırım'' işlerken siz kurban değilsiniz, o zaman kesinlikle işkencecisiniz. Kurban olmayı seçerseniz, bir iki günü cezaevinde geçirmeyi göze alırsanız, o zaman da kolay yolu seçmeye çalışıyorsunuz demektir. Ama sıyıramazsınız; çıkış yok. Şunu kafanıza sokun: Şiddet daha dün başlamış bir şey olsaydı, baskı ve sömürü yeryüzünde hiç var olmamış olsaydı, belki de sergilediğiniz şiddetsizlik çatışmayı yatıştırabilirdi. Ama tüm rejim, hatta sizin şiddet karşıtı görüşleriniz bile bin yıllık bir ezme ilişkisiyle yönetiliyorsa, pasifliğiniz sizi ezenlerin safına koymaktan başka bir amaca hizmet etmez.'' (Sayfa: 33-34)
*
Jean-Paul Sartre, Eylül 1961

1. Şiddet Üzerine:
*
''Sömürgesizleştirmenin alışılmadık önemi, daha ilk günden, sömürülenin asgari talebiyle başlamasıdır. Gerçekten de, başarının kanıtı, tepeden tırnağa değişen bir toplumsal dokuda yatar.'' (Sayfa: 41)
*
''Sömürgesizleştirmeyi kesin olarak tanımlamak istersek, şu, gayet iyi bilinen cümle, bunu ifade etmektedir: ''Sonuncular birinci olacaktır.'' Sömürgesizleştirme bu cümlenin doğrulanmasıdır. Bu yüzden tanım düzeyinde her tür sömürgesizleştirme başarıdır.'' (Sayfa: 43)
*
''Sömürge halkının şehri aç bir şehirdir; ekmeğin, etin, ayakkabının, kömürün, ışığın açlığının çekildiği bir yer. Sömürge halkının şehri; büzülmüş, diz çökmüş bir şehirdir, pisliğe gömülüdür. Pis zencilerin ve Arapların bölgesidir. Sömürge tebaa sömürgecinin bölgesine imrenerek, şehvetle bakar. Sahip olma düşleri kurar. Sahip olmanın her türü: sömürgecinin asasında oturmak, sömürgecinin yatağında yatmak; mümkünse de karısıyla. Sömürge halkı kıskançtır. Sömürgeci de bunun farkındadır ve onların kaçamak bakışlarını yakaladıkça, sürekli tetikte durarak, acı acı söylenir: ''Yerimizi almak istiyorlar.'' Doğrudur da. Hiç değilse günde bir kez kendini sömürgecinin yerinde hayal etmemiş tek bir yerli yoktur.'' (Sayfa: 45-46)
*
''..sömürgesizleştirme döneminde bazı sömürge aydınları sömürgeci ülkenin burjuvazisiyle diyaloğa girmiştir.'' (Sayfa: 50)
*
''Bütün insanların eşit olduğunu söyleyen ünlü ilke, sömürgelerde ancak sömürge tebaası sömürgeciye eşit olduğunu gösterdiğinde yerini bulur. Bir adım sonrasında, sömürge halkı sömürgeciden daha üstün olmak için savaşmaya hazırdır. Aslında sömürgecinin yerine geçmeyi çoktan kafasına koymuştur.'' (Sayfa: 51)
*
''Sömürgeci tarih yapar ve yaptığını da bilir. Sürekli metropolün tarihine değindiği için, kendisinin bu metropolün bir uzantısı olduğunu açıkça gösterir. Dolayısıyla yazdığı tarih yalnızca yağmaladığı ülkenin tarihi değil, bütün yağmaları, tecavüzleri ve açlıktan öldürmeleriyle kendi ulusunun da tarihidir. Sömürge halkının mahkûm edildiği hareketsizliğin sorgulanması için, sömürge halkın kendi ulus tarihinin, sömürgesizleştirme tarihinin var olabilmesi amacıyla sömürgecilik tarihine, yağmalama tarihine son vermeye karar vermesi gerekir.'' (Sayfa: 57)
*
''Sömürgeci ya da polis sömürge halkını gece gündüz dövebilir, aşağılayabilir, diz çöktürebilirken, sömürge halkının başka bir sömürge halkının en ufak bir düşmanca ya da saldırgan bakışında bıçağına uzanması da az görülen bir şey değildir.'' (Sayfa: 59-60)


''Sömürge halkı din sayesinde de sömürgeciyi dikkate almamayı başarır. Kadercilik ezenin tüm sorumluluğunu ortadan kaldırır, kötülüklerin, sefaletlerin ve yazgının nedeni Tanrı'ya bağlanabilir. Birey bu şekilde Tanrı'nın buyurduğu yıkımı kabul eder, sömürgecinin ve yazgının önünde eğilir ve içsel yapısının bir anlamda yeniden yapılanmasıyla taş gibi sakinleşir.'' (Sayfa: 60)
*
''Yıllar boyu süren gerçekdışılıktan sonra, en şaşırtıcı hayallerle uğraştıktan sonra, sömürge halkı elinde silahla varlığını tehdit eden gücün -sömürgeciliğin- karşısına en nihayet dikilir. Ateş ve barut arasında büyüyen sömürge halkının gençleri, zombi atalarla, iki başlı atlarla, dirilen ölülerle ve esnerken bedene giren cinlerle alay etmekte tereddüt etmez. Sömürge halkı gerçekliği keşfeder ve bunu praksisin hareketi içinde, şiddet uygulaması ve kurtuluş projesi içinde dönüştürür.'' (Sayfa: 63)


''Milliyetçi siyasi partiler hiçbir zaman sömürgecinin karşısına dikilme ihtiyacı üzerinde durmazlar, çünkü amaçları hiç de sistemin radikal bir şekilde devrilmesi değildir. Pasifist, yasalcı ve aslında düzenin, bu yeni düzenin yandaşı olan bu siyasi gruplar, kendileri için temel önemdeki bir şeyi sömürgeci burjuvaziden nobranca isterler: ''Bize daha fazla iktidar verin.!''..'' (Sayfa: 64-65)
*
''..uzlaşma kavramı sömürgesizleştirme olgusunda çok önemlidir, çünkü hiç de basit bir mesele değildir. Uzlaşma hem sömürge sistemini hem de yeni palazlanmakta olan milli burjuvaziyi kapsar. Sömürge sisteminin yandaşları, kitlelerin her şeyi yok edebileceklerini anlar. Havaya uçurulmuş köprüler, talan edilmiş çiftlikler, baskınlar ve savaş, ekonomiye ciddi şekilde sekte vurabilir: Uzlaşma, milli burjuvazinin de gündemindedir; böyle bir kasırganın olası sonuçlarını öngöremediğinden ve aslında bu kargaşanın onları silip süpüreceğinden korktuğundan sömürgecileri yatıştırmaya koşar: ''Hâlâ katliamı durdurma olanağımız var, kitleler hâlâ bize güveniyor, her şeyi tehlikeye atmak istemiyorsanız acele edin.''..'' (Sayfa: 67)
*
''Kölelik modelindeki kör tahakküm, metropol için ekonomik açıdan kârlı değildir. Metropol bujuvazisi içindeki tekelci grup, politikası yalnızca silah gücüne dayanan bir hükümeti desteklemez. Metropoldeki finansörlerle sanayicilerin, hükümetlerinden beklentisi, sömürge halkları yok etmesi değil, ekonomik anlaşmalarla kendi ''meşru çıkarları''nı korumasıdır.
Dolayısıyla kapitalizm ile sömürge topraklarında alevlenen şiddet yanlısı güçler arasında nesnel bir suç ortaklığı vardır. Ayrıca sömürge, halkı ezene karşı tek başına değildir. Kuşku yok ki ilerici ülke ve halkların siyasal ve diplomatik desteği de arkasındadır. Ama en önemlisi finans gruplarının aralarındaki acımasız savaş ve rekabettir. (Sayfa: 70)


''Bugün isyancı bir sultanı bastırma savaşı sürdürülmüyor artık. Olaylar daha incelikli, daha az kanlı hale geldi; Castro rejimini devirmek için sessiz planlar yapılıyor. Gine'nin boğazı sıkılıyor, Musaddık tasfiye edildi. Şiddetten korkan ulusal liderler, sömürgeciliğin ''hepimizi keseceği''nden korkuyorsa çok yanılıyor. Ordu elbette fetih günlerine uzanan kurşun askerlerle oynamaya devam ediyor, ama mali çıkarlar çok geçmeden onların ayaklarını yere bastırır.'' (Sayfa: 71)
*
''..ılımlı milliyetçi siyasi partilerden, iddialarını açık seçik dile getirmeleri ve her iki tarafın çıkarlarına saygı duyarak sömürgeci ortakla birlikte sakince ve soğukkanlılıkla bir çözüm bulmaya çalışmaları istenir. Çoğunlukla sendikacılığın karikatürü olan bu milliyetçi reformist hareketin bir şeyler yapmaya karar verdiğinde aşırı barışçıl yöntemler kullanacağı görülür: şehirlerdeki birkaç fabrikada işi durdurmak, bir lidere sevgi gösterisinde bulunmak için kitlesel mitingler düzenlemek, otobüsleri ya da ithal mallarını boykot etmek. Bütün bu yöntemler sömürgeci yetkililer üzerinde baskı kurmakla kalmaz, insanların boşalmalarını da sağlar. Bu kış uykusu terapisi, halkın hipnozu, bazen başarılı olur.'' (Sayfa: 71)
*
''..Afrikalı bir liderin bir grup genç aydına dediği gibi: ''Kitlelerle konuşmadan önce iyice düşünün, kolayca coşkuya kapılırlar.'' Demek ki sömürgelerin tozunu attıran tarihin bir hilesi var.'' (Sayfa: 73)


''Sharpeville katliamı kamuoyunu aylarca sarstı. Basında, radyolarda ve özel konuşmalarda Sharpeville bir simge haline geldi. İnsanların Güney Afrika'daki apartheid sorununa eğilmesi Sharpeville sayesinde oldu. Az gelişmiş bölgelerdeki önemsiz olaylara büyük güçlerin gösterdiği ani ilgiyi yalnızca demogojinin açıklayacağına inanmak için bir neden yok. Üçüncü Dünya'daki her köylü isyanı, her ayaklanma soğuk savaşın çevresine sokulur. Salisbury'de iki kişi dövülür ve hemen tüm blok eyleme geçer, bu iki adamdan söz eder ve Rodezya sorununu gündeme getirmek için bu olaydan yararlanır -bu olayı Afrika'nın geri kalanıyla ve tüm sömürge halklarla ilişkilendirir. Ama öteki blok da kendi sisteminin yerel kusurlarını, sürdürülen kampanyanın etki alanına bakarak görür. Sömürge halklar hiçbir tarafın bölgesel çatışmalardan uzak kalmak istemediğini kavrar. Artık ufuklarını belirli bir bölgeyle sınırlayamazlar, çünkü bu evrensel gerilim atmosferine onlar da kapılmıştır.
Her üç ayda bir 6. ya da 7. Amerikan filosunun bir kıyıya yöneldiğini duyduğumuzda, Kruşçev füzelerle Castro'nun yardımına gelme tehtidinde bulunduğunda, Kennedy Laos sorunu için şiddet içeren bir çözüme başvurduğunda, sömürge halkları ya da yeni bağımsız olmuş halklar ister istemez delice bir yürüyüşe zorlandıkları izlenimini edinirler.'' (Sayfa: 79-80)
*
''Tarafsızlık konusunda söylenecek çok şey var. Bazıları tarafsızlığı, sağdan soldan aldıkları sadakalardan ibaret bir tür iğrenç merkantilizme benzetir. Ama tarafsızlık, soğuk savaşın yarattığı bu durum, azgelişmiş ülkelerin her iki taraftan da ekonomik yardım almasına olanak sağlasa da, bu, tarafların azgelişmiş bölgelere gerektiği kadar yardımda bulunduğu anlamına gelmez. Askeri araştırmalara ayrılan astronomik rakamlar, nükleer savaş teknisyenlerine dönüşmüş bu mühendisler, on beş yıl içinde azgelişmiş ülkelerin yaşam standartlarını yüzde altmış oranında yükseltebilirdi. Dolayısıyla, azgelişmiş ülkelerin bu soğuk savaşın şiddetlenmesinde ve uzatılmasında gerçek çıkarı olmadığı açıktır. Ama kimse onların görüşünü almaz. Bu yüzden mümkün oldukça kendilerini uzak tutarlar. Ama gerçekten uzak tutabilirler mi.? Örneğin şu anda Fransa Afrika'da atom bombası denemeleri yapıyor. Kararlar, toplantılar ve gürültülü patırtılı diplomatik kopuşlar bir yana bırakılırsa, Afrika halklarının Fransa'nın bu alandaki tavrını fazla etkileyebildiğini söyleyemeyiz.''
*
Merkantilizm 16. yüzyılda Batı Avrupa'da başlamış ekonomik bir teoridir. Türkçeye yaklaşık olarak "Ticaretçilik" olarak çevrilmesi mümkündür. Merkantilizm güçlü bir ekonomi için ihracatı en üst düzeye çıkarmak ve ithalatı en aza indirmek üzere tasarlanmış bir ekonomik politikadır.


''Üçüncü Dünya çoğu zaman dramdan mutluluk duyduğu ve haftalık kriz dozlarına ihtiyaç olduğu izlenimini verir. Fazla yüksek sesle konuşan bu boş ülkelerin liderleri çok rahatsız edicidirler. Çenelerini kapatmalarını söyleme isteği duyarsınız. Ama tam tersine pohpohlanırlar. Çiçek buketleriyle karşılanır, oraya buraya davet edilirler.'' (Sayfa: 85-86)
*
''Yalnızca şiddet dilinden anladıkları sürekli kafasına kakılan aynı insanlar, artık kendilerini zor yoluyla ifade etmeye karar vermiştir. Aslında özgürlüğe giden yolu ona her zaman sömürgeci göstermiştir. Sömürge halkın seçtiği argümanı ona belirten de sömürgecidir ve şimdi kaderin ironik bir cilvesiyle, sömürge halkı sömürgecinin şiddetten başka bir şey anlamadığını söylemektedir.'' (Sayfa: 87-88)
*
Uluslararası Koşullarda Şiddet Üzerine:
*
''..azgelişmiş ülkenin siyasi lideri önlerindeki uzun yolu düşündükçe ürker: Halka hitap eder: ''Kollarımızı sıvayıp işe koyulalım.'' Bir tür yaratıcı çılgınlık büyüsüne kapılmış halk da muazzam orantısızlıktaki çabaya kendini atar.'' (..)
''Avrupalı uluslar ulusal birliğe, ulusal burjuvazi zenginliğin büyük kısmını ellerinde toplamışken ulaştı. Dükkân sahipleri, tacirler, memurlar ve bankacılar finansı, ticareti ve bilimi ulusal çerçevede tekeline aldı. Burjuvazi en dinamik ve refah içindeki sınıfı temsil ediyordu. İktidara gelmesi sanayileşme, kitle iletişim araçlarının geliştirilmesi ve bir süre sonra da denizaşırı pazarlar arama gibi olmazsa olmaz nitelikte operasyonlar başlatmasına olanak sağladı.'' (Sayfa: 99)
*
''Bir sömürgenin bağımsızlık talebinden rahatsız olan sömürgeci bir ülke, milliyetçi liderlere, ''Bağımsızlık istiyorsunuz demek, alın öyleyse ve ortaçağa geri dönün,'' dediğinde, bağımsızlığına yeni kavuşmuş halk bu meydan okumayı başını sallayarak onaylar ve kabul eder. Gerçekten de sömürgeci sermayesini ve teknisyenlerini geri çeker ve genç ulusu ekonomik baskı aygıtıyla kuşatır. İlahlaştırılmış bağımsızlık ideali lanetine dönüşür. Sömürgeci yetkililerin devasa zor güçleri genç ulusu ekonomik durgunluğa mahkûm eder. (..) Milliyetçi liderlere halklarına dönüp dev bir çaba içine girmelerini istemekten başka seçenek kalmamıştır. Bu açlık çeken insanlardan kemer sıkma rejimine katlanmaları istenir, güçsüz kaslarıyla çok orantısız bir çalışma istenir.'' (Sayfa: 100-101)


DİPNOT: ... Castro Küba'da iktidara geldi ve iktidarı halka verdi. Bu sapkınlığı Yankeeler ulusal bir musibet olarak gördüler. ABD şimdi karşı-devrimci tugaylar kuruyor, geçici hükümetler yaratıyor, şeker kamışı ürününü yakıyor ve sonunda Küba halkını acımasızca yok etmeye de karar verdi. Ama bu pek kolay olmayacak. Küba halkı acı çekecek, ama sonunda zafere ulaşacak... (Sayfa: 101)
*
''..Üçüncü dünyanın genç uluslarının kapitalist ülkelere yaltaklanmasının yanlış olduğu açıktır. Biz kendi haklılığımız ve tavrımızın adaletiyle güçlüyüz. Ne var ki, kapitalist ülkelere, çağımızın temel sorununun sosyalist rejimle aralarındaki savaş olmadığını anlatmak ve açıklamak da bizim görevimizdir. Bizi hiçbir yere götürmeyen bu soğuk savaşa son verilmelidir, nükleer silahlanma yarışı durdurulmalı ve az gelişmiş bölgelere cömert yatırımlar ve teknik yardımlar verilmelidir. Dünyanın kaderi bu soruya verilen yanıta bağlıdır.'' (Sayfa: 108)
*
Kendiliğindenliğin Büyüklüğü ve Zaafı:
*
''Sömürge topraklardaki halk arasında proletaryanın, sömürge rejiminin en çok pohpohladığı çekirdek olduğunu defalarca belirttik. Embriyon halindeki şehir proletaryası nispeten ayrıcalıklıdır. Kapitalist ülkelerde işçi sınıfının kaybedecek hiçbir şeyi yoktur ve muhtemelen de kazanacak çok şeyi vardır.'' (Sayfa: 112)
*
''Burjuva ve işçi sınıfı devrimleri tarihi, köylülerin büyük kısmının çoğu zaman devrime engel oluşturduğunu göstermiştir. Sanayileşmiş ülkelerde köylülük genel olarak en az siyasal bilinçli, en az örgütlü ve aynı zamanda en anarşik unsurdur. Nesnel olarak gerici davranışı tanımlayan bir dizi özellik gösterirler: bireycilik, disiplin yokluğu, parayı sevme, öfke nöbetleri ve derin bir depresyon.'' (Sayfa: 114)


''Sömürgecilik, manipülasyonları için lümpen proletaryadan da yararlanacaktır. Aslında her ulusal kurtuluş hareketi bu lümpen proletaryaya azami dikkat etmelidir. Lümpen proletarya ayaklanma çağrısına her zaman yanıt verecektir; ama ayaklanma onu görmezden gelme lüksüne sahip olduğunu düşünürse, bu açlık çeken alt sınıf silahlı mücadeleye atılır ve çatışmada yerini alır, ama bu kez ezenlerin safındadır. Siyahları birbirine düşürme fırsatını asla kaçırmayan ezen de, lümpen proletaryanın karakteristik kusurları olan siyasal bilinç eksikliğini ve cahilliğini kullanmaya çok isteklidir. Ayaklanma bu hazır insan rezervini örgütlemediği taktirde lümpenler paralı askerler olarak sömürgeci birliklere katılırlar.'' (Sayfa: 137-138)
*
''Sömürge insanı, içinde bulunduğu konumdan hemen bağımsız bir ulusun egemen yurttaşı olma konumuna geçeceğini hayal ettiği sürece, dolaysız fiziksel gücünün yarattığı mucizelere inanmayı sürdürdüğü sürece, bilgi konusunda hiçbir gerçek ilerleme kaydetmedi. Bilinci ilkel düzeyde kaldı.'' (Sayfa: 139)
*
''Halk ve her militan, bazı ödünlerin aslında kölelik zinciri olduğunu belirten tarihsel yasanın farkında olmak zorundadır.'' (Sayfa: 143)
*
''Ulusal burjuvazi, dekadan özellikleriyle, egzotizme, safariye ve kumara âşık turistlermiş gibi gelen Batı burjuvazilerinden büyük yardım göreceklerdir. Ulusal burjuvazi, Batı burjuvazisini eğlendirmek için tatil beldeleri ve oyun alanları kurar. Bu faaliyetlere turizm adı verilir ve tam da bu amaçla ulusal bir sanayii haline gelir. (..) Düşünce yoksulu olduğu için, kendisi için yaşadığı ve halktan koptuğu için, ulus temelindeki konuları bir bütün olarak değerlendirmedeki kalıtsal yeteneksizliğiyle takati kesildiği için, ulusal burjuvazi Batı şirketlerinin yöneticisi rolünü üstlenir ve ülkesini Avrupa için bir randevuevine dönüştürür.''


''Sömürgecilik hemen hemen hiçbir zaman bir ülkenin tümünü sömürmez. Doğal kaynakları çıkarmak ve metropole ihraç etmekle, böylece belirli bir sektör görece zenginleşirken sömürgenin geri kalanını azgelişmiş ve yoksul bırakmakla, daha doğrusu bu yoksulluğa gömmekle yetinir.'' (Sayfa: 159)
*
''Sömürgecilik bütün bu tahrikleri utanmadan kullanır ve daha dün sömürgecilere karşı tavır alan Afrikalıları birbirine düşürmüş olmaktan çok mutlu olur. Yeni bir Aziz Barthelomeus katliamı nosyonu bazı insanların kafasında oluşur ve sömürgecilik, Afrika birliği üzerine muhteşem nutukları duyduğu zaman alayla güler. Dün aynı ulus içindeki insanları böler ve sömürgeciliğin ve araçlarının besleyip teşvik ettiği tinsel toplulukları birbirine düşürür.'' (Sayfa: 160)


''Ekonomik bakımdan güçsüz olan, sınıf tahakkümü ilkesine dayanan, tutarlı toplumsal ilişkiler kuramayan burjuvazi, en kolay gibi görünen çözümü seçer: tek parti sistemi..'' (..) ''Devlet güven vereceğine, yurttaşlarının korkularını gidereceğine ve gücüyle onları kucaklayacağına, tam tersine, kendisini müthiş bir şekilde dayatır, otoritesini gösterir, taciz eder, yurttaşlarına sürekli tehlike altında olduğunu açıkça belirtir. Tek parti, burjuva diktatörlüğün modern biçimidir: maskesiz, boyasız, vicdansız, her açıdan kinik.
''Böyle bir diktatörlük fazla uzun ömürlü olamaz aslında. Kendi çelişkisini kusmaktan asla vazgeçmez. Burjuvazinin hem tahakkümünü garantiye alacak, hem de ülkenin geri kalanına kırıntı da olsa bir şeyler verebilecek ekonomik araçları olmadığından -olabildiğince çabuk ama en kaba tarzda cebini doldurmakla fazlasıyla meşgul olduğunda- ülke ekonomik durgunluğa gitgide daha çok batar. Bu durgunluğu gizlemek, kendine güven telkin etmek, övünebileceği bir şey bulabilmek için de başkentte dev binalar dikmekten ve söze prestijli projelere harcamalar yapmaktan başka seçeneği yoktur.'' (Sayfa: 164)
*
''Kendilerinden önceki kuşakların temkinli siyasal mücadelesine cesur, militan tarzlarını getirmiş olan böyle birçok Afrikalı yurtsever örneği vardır. Bu yurtseverler ülkenin iç kısmından geldiler. Sömürgeciyi şaşkına çevirdiler ve başkentteki ulusal kapitalistleri utandırarak kökenlerine yüksek sesle ve açıkça sahip çıktılar ve siyah kitleler adına konuştular. Irklarını öven, geçmişlerinden -yamyamlık ve soysuzluklarından- utanmayan bu insanlar, bugün ne yazık ki iç kesime sırtlarını dönen ve halkın görevinin her zaman ve sonsuza dek boyun eğmek olduğunu söyleyen bir ekibin başındadırlar.'' (Sayfa: 167)
*
''Bağımsızlık mücadelesi sırasında bugünkü liderin başında olduğu bir parti vardı. Ama o dönemden sonra bu parti ne yazık ki dağıldı. Geriye yalnızca bir çatı, bir ad, bir amblem ve bir slogan olarak parti kaldı. Kitlelerin gerçek ihtiyaçlarına dayalı bir ideolojinin gerçek dolaşımını sağlamak üzere tasarlanmış organik parti, bireysel çıkarlar sendikasına dönüşmüştür. Bağımsızlığın ilan edilmesinden sonra parti artık halkın taleplerini formüle etmesine, ihtiyaçlarını daha iyi saptamasına ve iktidarını daha iyi kurmasına yardım etmez. Bugün partinin misyonu, tepeden verilen emirlerin halka iletilmesidir. Bu partide demokrasinin temeli ve güvencesi olan aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya üretken değiş tokuş artık mevcut değildir.'' (Sayfa: 168-169)
*
''Kurtuluş mücadelesi sırasında tüm ulusun odak noktası olmuş bu parti erimektedir. Bağımsızlık arifesinde partiye akın akın gelen aydınların şimdiki tutumu, o dönemdeki bağlılıklarının bağımsızlık pastasından pay almaktan öte bir amaç taşımadığını kanıtlar. Parti, özel çıkarların bir aracı haline gelir.'' (Sayfa: 170)
*
''Yalnızca Avrupa'ya odaklanmış olan burjuvazi, durumdan en iyi bir şekilde yararlanmaya kararlı bir şekilde devam eder. Halkın sömürülmesinden elde ettiği muazzam kârlar yabancı ülkelere gönderilir.'' (Sayfa: 172)
*
''Yaygın sefalete karşın para içinde yüzen bütün yaldızlı rantiye grubu, er ya da geç yabancı uzmanlar tarafından kurnazca manipüle edilen ordunun elinde oyuncak olacaktır. Dolayısıyla eski metropol hem beslediği burjuvazi aracılığıyla hem de uzmanlarının halkı put gibi hareketsiz kılmak ve terörize etmek için eğittiği ve denetlediği ordu aracılığıyla ülkeyi dolaylı olarak yönetir.'' (Sayfa: 173)
*
''Tarihin kendisini oraya getirdiğine inanan ve bağımsızlık sonrasında kendisini vazgeçilmez olarak gören bu diktatörlük, aslında, burjuva kastın azgelişmiş ülkeyi önce halkın desteğiyle ama hemen sonrasında onlara karşı yönetme kararını simgeler.'' (Sayfa: 179)
*
''Genellikle ilerici olan ve halkın kamu yönetimine daha fazla katılımı için çaba sarfeden, kibirli ve merkantil burjuvazinin dize getirildiğini görmek isteyen bütün muhalefet partileri coplanır, cezaevlerine konularak susturulur, sonra da yeraltına geçmeye mecbur bırakılır.'' (Sayfa: 180)


''Bu hükümet başkanları Afrika'nın gerçek hainleridir, çünkü kıtalarını bütün düşmanların en tehlikelisine satmışlardır: aptallığa.'' (Sayfa: 181)
*
''Teknik dile başvurmak, kitlelere bilgisiz muamelesi yapmaya kararlısınız demektir. Böyle bir dil, eğitmenin halkı aldatma ve onları olan bitenin dışında tutma isteğini pek gizleyemez. Dilin kafa karışıklığı yaratma çabası, ardında daha büyük bir mülksüzleştirme girişiminin gizlendiği bir maskedir. Niyet halkın malı kadar egemenliğini de elinden almaktır.'' (Sayfa: 186)


''Halk ne kadar çok anlarsa o kadar uyanık olur, aslında her şeyin onlara bağlı olduğunu, kurtuluşlarının kendi dayanışmalarında, çıkarlarını öğrenmelerinde ve düşmanlarını tanımada yattığını o kadar iyi kavrar. Halk, zenginliğin çalışmanın ürünü değil, örgütlü, korunmalı soygunun meyveleri olduğunu anlar. Zenginler artık saygıdeğer insanlar değil, etobur hayvanlar, halkın kanını emen çakal ve akbabalardır. Siyasi komiserler artık kimsenin bir başkası için çalışmayacağına karar verdi. Toprak işleyenindir. Bu ilke, bir bilgilendirme kampanyasıyla Cezayir devriminin temel yasası haline geldi. Tarım işçileri çalıştıran köylüler, eski çalışanlarına topraktan pay vermeye zorunlu tutuldu.'' (Sayfa: 188)
*
''..kurtuluş savaşından önce binlerce ton portakal her yıl yurt dışına ihraç edilirken neden bazı bölgeler portakalı hiç tanımamıştı; Avrupalılar milyonlarcasını yerken neden birçok Cezayirli üzüm nedir ilmiyordu.? Bugün halk neyin kendisine ait olduğu konusunda net bir fikre sahiptir. Cezayir halkı bugün toprağın ve ülkesinin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin sahibi olduğunu ilmektedir. (..)
Konuyu aydınlatmak için Cezayir örneğini vermemizin nedeni, kendi halkımızı övmek değil, mücadelelerinin bilinçlenmede önemli bir rol oynadığını göstermektir. Diğer halkların da aynı sonuca farklı yöntemlerle vardıkları açıktır.'' (Sayfa: 189)
*
''..açıklamaların aldığı zaman, işçiyi insanlaştırmakla ''kaybedilen'' zaman, uygulamada yakalanacaktır.'' (..) ''..zaman duygusu artık o ânın veya da, bir sonraki hasadın değil, dünyanın zaman duygusu olmalıdır.'' (Sayfa: 190)
*
''Kitleleri politize etmek, siyasal bir konuşma yapmak anlamına gelmez, gelemez. Kitlelere her şeyin onlara bağlı olduğunu, gerilemenin onların hatası olacağını ve ileriye gitmemizden de onların sorumlu olacağını, her şeyin sorumluluğunu üstlenen evren yaratıcısı, örnek bir insan olmadığını ama yaratıcının halk olduğunu ve mucizenin yalnızca ve yalnızca kendi ellerinde olduğunu zihinlerine kazımak demektir.'' (Sayfa: 193-194)
*
''Kimsenin gerçek üzerinde tekeli yoktur, ne liderin, ne militanın. Yerel olaylarda gerçeği aramak topluluğun sorumluluğundadır. (..) ..alınan bir kararın başarısı tüm halkın koordineli, bilinçli çabasına bağlıdır.'' (Sayfa: 195)
*
''Başkan Sekou Toure'nin İkinci Afrikalı Yazarlar Kongresi'nde yaptığı güzel konuşmada bize hatırlattığı gibi: ''Düşünce alanında insan dünyanın beyni olduğunu iddia edebilir, ama her eylemin ruhsal ve fiziksel varlığı etkilediği gerçek yaşamda dünya hâlâ insanlığın beynidir, çünkü güçlerin toplamının ve düşünce unsurlarının birliğinin, dinamik gelişme ve ilerleme güçlerinin yoğunlaştığı yer, enerjilerin birleştiği ve insanın zihinsel değerler toplamının sonunda kaydedildiği yer burasıdır.''..'' (..) ''Bir köprünün yapımı üstünde çalışanların bilincini artırmıyorsa, o halde bu köprüyü yapmayın, bırakın yurttaşlar nehri yüzerek geçmeye ya da kayığa binmeye devam etsin. Köprü deus ex machina [makineyle getirilen tanrı] ile toplumsal manzaraya tepeden indirilmemeli, tam tersine yurttaşların kas ve beyinlerinin ürünü olmalıdır.'' (Sayfa: 196)
*
''Bir ordu hiçbir zaman bir savaş okulu değildir, bir yurttaşlık ve politika okuludur. Yetişkin bir ulusun askeri, paralı asker değil, ulusu silahla savunan bir yurttaştır. Bu nedenle askerin, ne kadar örnek bir insan olursa olsun komutanın değil, ülkesinin hizmetinde olduğunu bilmesi çok önemlidir.'' (Sayfa: 197)


''Ulusal hükümet ulusal olmak istiyorsa, halk tarafından ve halk için, mülksüzler için ve mülksüzler tarafından yönetilmelidir. Ne kadar değerli olursa olsun hiçbir lider halk iradesinin yerine geçemez.'' (Sayfa: 200)
*
Ulusal Kültür Üzerine:


''Afrika devriminin bir parçası olmak için devrimci bir şarkı yazmak yeterli değildir, bu devrimi gerçekleştirmek için halkla birleşmek gerekir. Halkla birleşince şarkılar kendiliğinden gelecektir.''
*
Sékou Touré (Sayfa: 201)


''Sömürgecilik, halkı ağına düşürmekle ya da sömürge halkın beyninden her tür biçim ve özü boşaltmakla tatmin olmaz. Bir tür sapkın mantıkla, sömürge halkın geçmişine yönelir, bu geçmişi bozar, biçimsizleştirir ve yok eder. Sömürgecilik öncesi tarihin değersizleştirilmesi girişimi, bugün diyalektik bir önem taşır.'' (Sayfa: 205)
*
Ulusal Kültürün ve Kurtuluş Savaşının Ortak Temelleri:
*
''Bir sömürgede hayal gücünün ve şarkılarla halk masallarının yaratıcılığının ortaya çıkışına çok dikkat etmek gerekir. Hikâyeci deneme yanılmayla halkın beklentilerine karşılık verir ve yeni modeller aramaya koyulur; bu modeller ona aitmiş gibi görünse de aslında dinleyicilerin desteğiyle ortaya çıkar. Komedi ve farslar yok olur ya da çekiciliğini kaybeder. Tiyatro ise artık yalnızca aydının huzursuz ve acı çeken bilincine ait değildir. Umutsuzluk ve ayaklanma karakterini yitiren tiyatro halkın günlük işi olur, hazır ya da hazırlanmakta olan bir eylemin parçası olur.'' (Sayfa: 234-235)
*
''Ulusal kurtuluş, diğer uluslardan uzaklaştırmak bir yana, ulusu tarih sahnesine çıkarır. Uluslararası bilinç, ulusal bilincin tam içinde büyür ve gelişir. Bu iki yanlı gelişme aslında bütün kültürlerin benzersiz odak noktasıdır.''
*
İkinci Siyah Sanatçı ve Yazarlar Kongresi'nde verilen tebliğ (Roma, 1959) (Sayfa: 240-241)
*
Sömürge Savaşı ve Zihinsel Bozukluklar:
*
''Hükümettekiler Cezayir'de savaş olmadığını ve polisin düzeni sağlaması gerektiğini söylüyorlar. Ama aslında Cezayir'de savaş var ve bunu fark ettikleri zaman iş işten geçmiş olacak. Beni en çok rahatsız eden şey işkence. Nasıl olduğunu bilmiyorsunuz değil mi.? Bazen tam on saat boyunca işkence ediyorum..'' (Sayfa: 261)
*
''..benden vicdan azabı duymadan, davranış bozuklukları ortaya çıkmadan ve tam bir gönül rahatlığıyla Cezayirli yurtseverlere işkence yapmaya devam etmek için ona yardımcı olmamı açık bir dille istedi.''
*
DİPNOT: Bu vaka hiçbir şeyi dokunmadan bırakmayan tutarlı bir sistemin varlığını ortaya çıkardı. Kuşları seven ve sakince senfoni ya da sonat dinlemekten hoşlanan bir işkenceci, sürecin yalnızca bir aşamasıdır. Bir sonraki aşama, radikal ve mutlak bir sadizmden başka bir şey değildir.'' (Sayfa: 262)
*
Kuzey Afrikalıların Suç İşleme Güdüsünden Ulusal Kurtuluş Savaşına:
*
''..sömürgecilik, sömürgeleştirdiği insanı kişiliksizleştirmekle kalmaz, toplumun tüm yapısı da kolektif bir düzeyde kişiliksizleştirilir. Böylece sömürgeleşmiş halk, varlığını sömürgecinin varlığına borçlu olan bir bireyler topluluğuna indirgenir.'' (Sayfa: 287)
*
''Sömürgeciliğin Cezayir halkında yarattığı karakteristiklerinden biri de şaşırtıcı suç oranıdır. 1954'ten önce yargıç, polis, avukat, gazeteci ve adli tıp doktorları, Cezayir'de suç eğiliminin bir sorun olduğuna oybirliğiyle karar verdiler. Cezayirlinin suçlu olarak doğduğu iddia ediliyordu. Bir kuram geliştirildi ve bu kuramı destekleyecek bilimsel kanıtlar bulundu. Bu kuram yirmi yıldan fazla üniversitelerde okutuldu. Cezayirli tıp öğrencileri bu eğitimi aldılar ve seçkinler farkında olmadan ve yavaş yavaş sömürgeciliğe teslim olduktan sonra Cezayir halkının doğuştan kusurları olduğunu düşünmeye başladı: doğuştan tembel, doğuştan yalancı, doğuştan hırsız ve doğuştan suçlu.'' (Sayfa: 289)

Hiç yorum yok:

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...