5 Ekim 2018 Cuma

Sâdık Hidâyet - Kör Baykuş



(Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.)

(..Hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım. Ve şimdi yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir. Duvardan doğru eğilmiş, yazdıklarımı oburca yutmak, yok etmek isteyen gölgeme. İşte onun için denemek istiyorum. Birbirimizi ola ki daha iyi tanırız. Uzun zamandır başkalarıyla bütün bağlarımı koparmışım, kendimi daha iyi tanımak istiyorum.) (Sayfa:15)
***
(..Bense onun gözlerine muhtaçtım, bir bakışı yeterdi; felsefenin bütün müşküllerini, teolojinin bütün muammalarını çözmeme yeterdi. Bir bakışı, diğer rumuz ve sırları alırdı benden, açardı.) (Sayfa: 21)
***
(..Ben hep, dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, Butimar gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm.) (Sayfa: 36)
***
(Bütün hayatımı bir salkım üzüm gibi avucumda sıkmak istiyorum, suyunu, hayır, şarabını damla damla, gölgemin kurumuş boğazına akıtmak istiyorum, kutsal su gibi..)
(..Çünkü ne malım var kadıya verecek, ne dinim var şeytana verecek..) (Sayfa: 37)
***
(..Bana öğretmemişlerdi geceye bakmayı, geceyi sevmeyi.) (Sayfa: 48)
***
(..Dağılan, çözülen bir kitleydim ben. Sanki hep böyleydim, böyle de kalacağım: acayip, biçimsiz bir karışım..) 
(Sayfa: 49)
***
(..Bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar; birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi, sesiz yavaş, ecelleriyle sönerler.) (Sayfa: 56)
***
(Birkaç gün önce bana bir dua kitabı getirdi, üzeri bir karış tozla kaplı. Ama ne bu kitap, ne de o aşağılık adamların elinden kafasından çıkmış başka kitaplar, yazılar, düşünceler giderdi derdimi. Onların o yalanlarına, o saçmalıklarına ne ihtiyacım vardı.? Ben kendim geçmiş nesillerin toplamı değil miydim, onların tecrübeleri bana miras kalmamış mıydı.? Geçmiş, bende benimle yaşamıyor mu.? Ama hiçbir vakit ne mescit, ne ezan, ne abdest, ne ağız çalkalamalar, ne de kendisiyle Arapça konuşmamız gerekli tek kudretli, yüce ve mutlak varlık karşısında dürüst ya da hilekâr olmak beni etkilemedi.
Gerçi evvelce, sağlığım yerindeyken, birkaç kere ister istemez yolum düştü camiye, ve kalbimi camideki diğer insanlarınkalpleriyle birleştirmeye çalıştım, fakat gözlerim duvarlardaki çinilerde, nakışlardaydı, onlara bakarak tatlı hayallere daldım ve elimde olmadan, böylece bir kaçış yolu buldum kendime. Dua sırasında gözlerimi yumdum, ellerimi yüzüme kapadım, bir gece yarattım kendime, bu gecenin karanlığında, bir rüyada gibi sorumsuz, kendi duamı okudum. Fakat sözcükleri huşu içinde söylenmedi bu duanın. Çünkü ben Tanrı'yla, Yüce Varlık'la değil, sevdiğim tanıdığım birisiyle konuşmaktan hoşlanıyordum.! Çünkü benim çok yükseğimdeydi Tanrı.) (Sayfa: 58)
***
(..Bir canlı cenazeydim artık; ne beni diriler dünyasına bağlayan bir şey vardı, ne de ölümdeki unutmadan, huzurdan yararlandığım.) (Sayfa: 59)
***
(..Tek tesellim, ölümden sonra hiçlik ümidiydi; orada tekrar yaşamak düşüncesi içime korku salıyor, beni hasta ediyordu..) (Sayfa: 63)
***
(..Tanrı bir sonradangörme miydi ki dünyalarını ille de göstermek istesin bana.?) (Sayfa: 64)
***
(..öyle sanıyorum ki aşk ve kin aynı şeylerdi..) (Sayfa: 77)

Aslı Erdoğan - Kabuk Adam

(Yaşadığımız anları dondurup cümlelere dökme çabası, çiçekleri kurutup kitap yaprakları arasında ölümsüzleştirmeye benzer. Hepimizin çoktan öğrendiği gibi, bir öykü, gerçekten yaşanmış da olsa, gerçekliği yansıtmaktan çok uzaktır, onun birkaç resminden, simgesinden oluşmuştur.) (Sayfa: 9)
*
(Tropiklerde, o gözden ırak adada öğrendim ki, cennetle cehennem iç içedir, ancak bir katil peygamber olabilir ve insan bir başkasına, aynı karabüyü ayinlerindeki gibi, dönüşebilir, çünkü insanın tam zıttı gene kendisidir.) (Sayfa:10)
*
Yürekleri yerine, tıkır tıkır işleyen, yağlı bir makineyi kullananların inandığı, şu 'acı çekeni oynama' kavramı, acının sayısız görünümlerinden biridir bence.'' (sayfa: 39)
*
''..yeryüzü, zekâlarından başka bir şeyi olmayan insanlarla yeterince dolu zaten..'' (sayfa:56)
*
''Ben öyle bir kadın istiyorum ki onunla evreni yeniden kurabileyim. Bir aile, bir ev kurmaktan da öte, bütün dünyayı, silbaştan yeniden yaratmalıyız.'' (sayfa: 61)
*
''Karanlıktan herkes korkar, ama karanlıktakilerin aydınlığa çıkarılması gerekir.'' ( sayfa: 66) 
*
 ''-Sen gerçek bir insansın.
- Bu ne demek, Tony.?
- Gerçek bir kişiliğin var.
- Teşekkürler.
---
- Sanırım seni çok özleyeceğim
- Ben seni özleyeceğime eminim.'' (sayfa: 136)
*
''Hepimiz okyanusun sonsuzluğunda kaybolmuş yapayalnız adacıklardık; sınırlarımızı aşıp bir başkasına dokunabilmemiz, bir yanılsamaydı yalnızca.'' (sayfa: 129)

Aslı Erdoğan - Kabuk Adam

Gabrıel Garcia Marquez - Kırmızı Pazartesi (Çeviri: İnci Kut)


''Annemin onlarda kınadığı tek şey, yatmadan önce saçlarını tarama âdetleriydi. 'Kızlar,' derdi onlara, 'geceleyin saçlarınızı taramayın, yoksa denize açılanlar geri dönmekte gecikirler.'
Ayrıca, onlardan daha terbiyeli kızlar olmadığını düşünürdü hep. 'Onlar kusursuz kızlar,' dediğini duyardım sık sık. 'Her erkek onlarla mutlu olur, çünkü acı çekmek için yetiştirilmişler.'' (Sayfa: 34)
*
''Ben bir keresinde, kasaplık mesleğinin insanın ruhunda adam öldürmeye yatkınlık olduğunu gösterip göstermediğini sormuştum kasaplara; ama onlar karşı çıkmışlardı: 'Biz bir hayvan kestiğimizde gözlerinin içine bakmaya cesaret edemeyiz,' diye. İçlerinden biri, daha önceden bildiği, hele hele sütünü içtiği bir ineği kesemeyeceğini söylemişti bana. Ben de onlara Vicario kardeşlerin kendi yetiştirdikleri, adlarıyla çağıracak kadar yakından bildikleri aynı domuzları kestiklerini hatırlatmıştım. 'Doğru,' diye karşılık vermişti bir tanesi, 'ama dikkat ederseniz onlara insan adları değil, çiçek adları koyuyorlardı.'' (Sayfa: 51)
*
''Özellikle de işleneceği böylesine açıkça duyurulmuş bir cinayetin hiçbir aksilikle karşılaşmadan gerçekleşmesi yolunda, hayatın, edebiyatta bile görülmeyen anca rastlantıdan yararlanmış olması ona büyük bir haksızlık gibi görünmüştü.'' (Sayfa: 84)
*
''Sorgu yargıcı, Santiago Nasar'ın aleyhine kanıt bulunmaması karşısında öyle şaşkına dönmüştü ki, özenle hazırladığı rapor hayal kırıklığı nedeniyle yer yer aksıyordu. 416'ncı sayfanın kenarına eczacıdan aldığı mürekkeple, kendi el yazısıyla şu notu düşmüştü: 'Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.' Bu karamsar yorumun altına da, kan rengindeki aynı mürekkeple yapılmış keyifli birkaç kalem darbesiyle, içinden ok geçen bir kalp resmi çizmişti. (Sayfa: 90)

Halil Cibran - Değerler

Günün birinde bir adam tarlasını sürerken toprağın altında çok güzel bir mermer heykel buldu. Ve bu heykeli güzel olan her şeyi seven ve onu satın almak isteyen bir koleksiyoncuya götürdü. Koleksiyoncu heykel için yüksek bir ücret ödedi ve sonra ayrıldılar.
*
Heykeli satan adam elinde parası evine doğru giderken düşündü ve kendi kendine dedi ki; 
''Bu kadar para birçok hayata bedel.! Bir insan bu paranın hepsini yüzlerce yıl önce toprağın altında unutulup kalmış olan taştan yapılma bu cansız beden için nasıl verebilir.?''
*
Ve koleksiyoncu heykeline bakarak düşündü ve kendi kendine dedi ki;
''Ne kadar harika.! Ne kadar diri.! Nasıl bir ruh bunu hayal etmiştir kim bilir.! Ve bin yıllık tatlı uykusuyla ne kadar taze.! Bir insan bütün bunları cansız, hayal gücü olmayan parayla nasıl değişebilir.?!''

4 Ekim 2018 Perşembe

Yaşar Kemâl - Yaralısın, romanımızın unutulmazları arasına girecek.


'Bir ulus, destanı kadar ulustur' sözünün üstünde önemle durmak gerek. Sanatı, kültürü, romanı kadardır ulus. Ulusların uygarlığıyla romanı arasında bir orantı kuruyorlar. Roman, bazı düşünce adamlarına göre kültürü simgeliyor. Doğru yanlış, bugünlerde roman gittikçe önemini artırıyor. Tam, bazıları roman öldü derken, roman, çağımızda gittikçe önemini artırıyor. Güney Amerika'da, dövüşe ilkin roman başladı dersek yanlış söylemiş olmayız. Bizim tarihimizde hep şiir dövüşmüştür. Roman, çağımızda, daha doğrusu günümüzde işe yeni giriyor. Şöyle uluslara, çağlara dönüp baktığımızda, destan, şiir, türkü, roman çoğunlukla dövüşmüştür. Çağımıza gelince gerçekten bilinçli dövüşüyor. Ya sömürenin yanında ya da yoksulların, ezilenlerin yanında.
Dünyamızda insan mekanikleşiyor. Mekanikleştikçe de insanlıktan uzaklaşıyor. Belki bu epeyce sert bir sav. Bu savı bütün kesimler için kullanamayız. Ama kullanabileceğimiz kesimler var.
İnsanın bürokratlaşması, hele çağımızda, bir çeşit makine haline gelmesidir; yabancılaşması, daha da çok yozlaşmasıdır. Bürokrat, kullanılan adamdır, bir çeşit âlettir. Bürokrat da bunu böyle kabul ediyor. Kendisini bir dişli, âlet saydığından da, kendini böyle birisi olaraktan kabullendiğinden de, yaptığı işlerden dolayı kendini bağışlıyor.
*
Erdal Öz, bir roman yazdı. Romanın adı 'Yaralısın'. Bu romanda bir hapishaneyi ve işkence mahallerinde işkence gören bir kişiyi anlatıyor. İşkence gören bu kişi siyasi.
Bu romanda işkence yapan kişiler var. Erdal Öz bu işkence yapanları, gerçekten daha gerçek belki de, duyuruyor, anlatıyor bize. Erdal Öz'ün işkencecileri bir makinenin dişlileri gibi hep birbirine benziyor. Birisi sarışın, birisi esmer, birisi dazlak, ama hepsi bir makinenin dişlileri gibi birbirinin aynı. Merhametlisi, merhametsizi yok, onlar âletler.. Bazı bazı birisinin azıcık insanlığı tutacak oluyor, ama ne kadar, ne kadarcık insanlığı.
*
Erdal Öz, romanında bir kadını anlatıyor. Roman kişisini falakaya yatırdıktan sonra, şişmiş, parçalanmış ayaklarının şişini indirmek için tuzlu su üstünde yürütüyorlar. Orada çalışan bir kadın var, kıpırtısız, duygusuz gibi. Mekanik bir biçimde yerdeki kanları siliyor, süpürüyor, temizliyor, hiçbir kıpırtı, işaret yok yüzünde. Bu halktan bir kadın, öyle duruyor. Öyle duruyor ama, içi de kaynıyor.Erdal Öz, bu kadının içinin kaynadığını ne bir sözcükle, ne bir cümleyle söylüyor. Kadın, kanları, yerleri siliyor, oracıkta da öylece duruyor. Peki onun içindeki fırtınayı nereden, nasıl anlıyoruz.? Ben mi yakıştırdım, bilmiyorum. Yakıştırdığımı da sanmıyorum. Belki de büyük sanat, büyük sanatın özelliği, bir şey söylemeden anlatmak. Büyük sevinçler, büyük öfkeler de öyledir. Konuşmazlar. Büyüklüklerini her kıpırtıda görürüz. Erdal Öz'ün romanının en sevdiğim tipi, öyle duran, ama içi fırtınalaşan, işkencecilere lânetler yağdıran, lânetlerini yüreğimize hançer gibi sokan o kadındır. Roman, başkalarınca da okunduğunda bu etkiyi onlarda da gösteriyor mu, adam adam sormak isterim.
İşkenceciler kendilerini makine haline getirmişler ve kendilerini sorumluluktan kurtarmışlar. Biz makineyiz, diyorlar. İşte biz böyleyiz, bizi de böyle yaptılar, diyorlar. Kendi kendilerine de, bu hale düştüklerine de acıyorlar. Erdal öz hiç konuşmuyor, lisan-ı hal ile anlatıyor. Bazı kendilerini insandan sayan da var işkenceciler arasında. Bu, kendi dar çemberini aşıp, azıcık acıyan, işkence görene yardım etmeye çalışan bir kişi. Ama o da işkenceci. Erdal Öz, merhamet duyduğu bu kişiden iğrendiriyor okuyucuyu. Bir de tam kişilik gösterenler var. Bunlar işkenceyi zevkle, tadla yapıyorlar. Makine olmaktan çıkıp işkence makinesi oluyorlar. Bu makine tepeden tırnağa öfkeye, öce, canavarlığa kesiyor. Erdal Öz'ün üstünde durduğu da hep bunlar. Bunlar, Erdal'a göre her şeyi bilinçli yapıyorlar. İşkenceden murat, işkence görenin kişiliğini öldürmek, insanlığını öldürmek. Erdal Öz, romanında boyuna diyor ki: işkenceden, bu kadar aşağılanmadan sonra artık senin eski insan olamayacağını biliyorlar, biliyorlar da seni buncasına aşağılıyorlar. Doğru, işkence görmüş insan hiçbir zaman işkence görmemiş, aşağılanmamış insan gibi olamaz. Başka bir şey olur ama, aşağılanmayı tatmış insan, aşağılanmanın ne kadar aşağılık bir şey olduğunu bilir. İnsanoğlunun insanlığına kıymanın ne demek olduğunu bilir.
İyi romanın yaşamdan daha gerçek olabileceğini, Erdal Öz'ün romanını okuduktan sonra bir daha anladım. Roman, sanat yaşamdan daha güçlüdür. Son günlerde işkenceye uğramışlar, inanılmayacak işkenceleri bir bir anlattılar. Bu işkenceler, çağımızda, yurdumuzda yapılıyordu. Hepimiz, bütün ulus, bütün insanlık suçluydu. Hepimiz bu aşağılanmaların batağındaydık. İşkence görenlerin anlattıkları şiddetti. Bir küçülmenin, aşağılanmanın, alçaklığın şiddetiydi. İnsan, o işkencecilerle birlikte, işkence görmediğinden utanıyordu. Erdal Öz'ün romanındaki işkenceler, yaşamdan, yaşamın bize anlattıklarından da şiddetli, etkili.
Ve insan bu romanı okurken de insalığından, yaşamından, konuşmaktan, görmekten, soluk almaktan utanıyor. Bu romanı okuduktan sonra, savaşsa savaşa eyvallah, ölümse ölüme eyvallah, ama işkence....! Allah hiçbir insanı işkence yapabilecek kadar hasta etmesin, aşağılamasın. İşkence görenin çıkar yolu yok. Ya işkence eden, kendi elinden, insanlığın iğrencinden, çocukların iğrencinden, ulusunun iğrencinden nasıl kurtulur.? Dostoyevski, Karamazov'larda ''Allah olmazsa ne olur'u tartışır. 'Allah olmazsa her şey mübahtır.' der tiplerden birisi. Bu, sonsuz umutsuzluktur. İnsanlar Allah'a inanmazlarsa, onları kötülük yapmaktan insanlık duyguları alıoyar. Ya insanlık duyguları da iflâs etmişse.. İşte bu kapkara umutsuzluktur. Bu ikenceci umutsuz bir insandır. Kendinden, insanlığından, dünyadan, her şeyden umudunu kesmiştir. Bütün insanlık duygularının ardına düşmüştür. Bu da bir şey değil midir.? Ben böyle birisini tanıyorum. Bir insan öldürüp içeri düşmüştü. Her haliyle kötülüğü, iğrençliği kabul etmişti. Hasta birisiydi. Çıkınca dört kişiyi daha öldüreceğini söylüyordu. Durmadan hiçbir insanlık kaydına, şartına bağlı olmadığını söylüyordu. Erdal Öz'ün romanındaki bazı işkenceciler de böyledir. İnsanlık kaydının, şartının dışına çıkmışlardır.
Kendilerinden, insanlıktan umudu kesmiş işkenceciler, bu umutsuzluklarını örtebilmek için, işkence ettiklerini var güçleriyle suçluyorlar. Suçlamak belki de onları rahatlatıyor. İşkence ettiklerini suçlamak onların içinde kalan azıcık insanca taraf. Bazıları öylesine bütün insanlık duygularından arınmışlar ki, işkence ettiklerini suçlamak gereğini bile duymuyorlar.
Bir de başka bir şey var bu romanda: İnsanın kendi kendini aşağılanmadan kurtarması. Bu romandaki genç adam, insanüstü bir çabayla direniyor. Bütün işkenceleri görüyor, işkencelerin en alçaklarına dayanıyor da ağzından çıt çıkmıyor. İnsana bu delikanlının direnişi olamaz gibi geliyor. Bu duyguyu romancı da veriyor bize. Hepimiz böyle bir dayanma olamaz duygusuna kapılıyoruz. Oysa oluyor. Erdal Öz'de görüyor ki oluyor. Bu dayanma Erdal Öz'ün inanmadığı bir şey mi.? İnanmasa neden yazsın, öyle ya. Belki de bilerek öyle yazıyor. Bir inanılmaza bizi inandırmak için.. Oysa insanoğlu hiçbir işkencede konuşmayabilir. Yeter ki kendisini ona göre hazırlasın. Yeter ki ona karar versin. İnsanoğlu ölür de konuşmaz. Bir de bilsin ki işkencede yenildikten sonra insanlığından birşeyler yitiri, konuşmaz. Konuşanları da kimse küçümseyemez. Kendileri de içinde, çözülenleri kimse küçümsememeli. Onlar hazırlıksızdılar, bu bir. Bir de bedenin bir dayanma gücü vardır, bu iki. Kendi beden gücünü bile hiçe sayanlar vardır, bu üç..
*
Bu roman, direnen adamın destanıdır. Kendi bedeninin güçsüzlüğünü yenen, aşağılanmayı yenen, iğrençliğini yenen, hastalıklarını yenen, gücün bile üstünde bir gücün destanıdır bu roman..
***
(Devamı var. Yazabildiğim kadarını yazdım.)

Nihat Behram - Darağacında Üç Fidan


Öyle bir an vardır ki, bir can bir duygunun simgesi olur. Bütünleşir o duyguyla. Anlamı derinleşir.

Ölümle ikiye bölünmek istenen bir şeydir bu. Kimisi yaşatmanın saflarında kenetlenir, kimisi öldürmek için pusuya yatar; en karanlık yollarını arar can almanın.
Tarih böyle oluşagelmiştir.

*
Duruşma yargıcı soruyordu:
''Mahkemeye itimadınız var mı.?''

Cemil oğlu, 1947 doğumlu, Erzurum, Ilıca Mahallesi, Öznü köyü nüfusunda kayıtlı, Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi Deniz Gezmiş:
''Mahkemeye asla güvenim yoktur.! Mahkeme diye böyle bir yerde bulunmaktan utanç duyuyorum.!''
*
Duruşma yargıcı soruyordu:
''Mahkemeye itimadınız var mı.?''
Beşir oğlu, 1947 doğumlu, Yozgat ili Çekrek ilçesi, Kuşsaray köyü nüfusuna kayıtlı, Ankara ODTÜ fizik bölümü 2. sınıf öğrencisi Yusuf Aslan:
''Mahkemeye güvenim yoktur.!''
*
Duruşma yargıcı soruyordu:
''Mahkemeye itimadınız var mı.?''
Hıdır oğlu, 1949 doğumlu, Kayseri Sarız ilçesi, Bahçeli Mahallesi nüfusuna kayıtlı, ODTÜ'den ayrılma Hüseyin İnan:
''Mahkemeye güvenim yoktur. Sıkıyönetim Mahkemeleri'ni yargı organı olarak kabul etmiyorum.!''
Ve Hüseyin sorgusunda, mahkeme ve dava konusundaki düşüncelerini açıklamaya devam ediyor:
''..Elli yılın bütün hesabını yirmi gençten soruyorlar. Bununla da kalmayarak, daha ileri gidiyorlar; üç ayda eşi görülmemiş zamların, vergilerin, hayat pahalılığının ve reformları engelleyen parti ve bakanların üstüne örtü çekilerek, dikkatler bizim üzerimize toplanıp, biz, bu yirmi genç topun ağzına sürülüyoruz. İddianameyi okuduğum zaman, cezanın suça değil, suçun cezaya uydurulmaya çalışıldığını gördüm. Cezamızı biraz önce bahsettiğim pazarlık tayin edecektir. Böyle bir pazarlığın, bize reva göreceği cezayı bağımsız yargı organlarından çıkarmak zor olduğu için Sıkıyönetim Mahkemeleri'ne çıkartılıyoruz.
Haklı olarak belirtiyorum; iddia makamını muhatap almıyorum ve mahkemeyi bağımsız yargı organı olarak kabul etmiyorum. Karanlık günler yaşadığımız Erim iktidarı döneminde sözlerimizin halktan gizleneceğini biliyorum. Fakat, hürriyetlerimizin alındığı bu ortamda, konuşma fırsatı bulmak dahi önemlidir. Cezamın başka organlar tarafından verileceğini de çok iyi biliyorum:
Cumhuriyet tarihinde ilk defa yirmi genç idam talebiyle yargılanıyor.
...Erim iktidarı üç aylık politikasıyla, sanayiciler ve büyük tüccarlar hariç, Türkiye halkını açlığın ve sefaletin eşiğine getirmiştir. Bu tehlikeli uygulamayı örtbas etmek için yirmi genci topun ağzına sürmek yetmeyecektir.!

Tarih, asıl suçluları affetmeyecektir.!
Asıl suçlular kurtulsa dahi, onları koruyanlar tarih önünde er geç hesap vereceklerdir.
Bu mahkemenin sonucu adli bir skandal olabilir. Fakat, mahkemenin sonucu ne olursa olsun dediklerimiz gerçekleşecektir.!
...Ta ki vatanı Amerika'ya satanların ve gericilerin sonu gelene kadar, bu kavga biz olmasak da devam edecektir.!
Yurtsever analar var oldukça devam edecektir.! Kısaca; anaların rahmine el atılamayacağına göre, mutlaka devam edecek ve başarılacaktır.!'' 
(Sayfa: 21-23)


''Hüseyin'in babasının küçük bir dükkânı vardı. Fakat Hüseyin, dükkâna çok az uğruyordu. Bu işe hiç mi hiç bağlılığı yoktu. Çoğunlukla kırlarda gezer, bir şeyler düşünür, kendi kendine bulduğu şeyleri incelerdi.
Okul sırasında çalışkan bir öğrenciydi. Babası, hiç olmazsa ders sonlarında dükkâna gelmesini istiyor, Hüseyin'se, ''Ben tüccar olmak istemiyorum,'' diyordu.
*
Lise yıllarına geldiğinde babası, artık büyüdüğünü, kardeşleri gibi kendisine yardım etmesini, dükkâna sahip çıkmasını istemişti. Hüseyin'se çocukluğundaki tepkisini, bu kez düşünceyle birleştirmiş, yine babasına:
''Ben bu düzenin adamı olamam, beş'e aldığınızı on'a satıyorsunuz, bu bana uygun değil,'' demişti.
*
Diyarbakır'da yattığı günler, babası ona görüşmeci gidiyordu. Bir seferinde, ona aldığı iç çamaşırlarını getirmiş ve ''Burada fanila, çamaşır çok pahalı,'' demişti. Hüseyin o zaman babasına:
''Şimdi anladın mı çocukluktan beri senin dükkânına neden gelmediğimi; bizim mücadelemiz bunlarla işte, sen de aynı işi yapıyorsun, beş'e alıp on'a veriyorsunuz, fakir fukarayı sömürüyorsunuz,'' demişti.
***
Ve Hüseyin; idamından birkaç gün öncesi, tarım yasasında değişiklikler yapıldığını öğrenmiş, avukatından buna dâir gazete haberlerini istemişti.. Avukatı şaşkınlık içinde o'na bakıp, sonrasında hemen temin edip göndermiş. Hüseyin idam öncesinde dikkatle bu yazıları okuyarak yanlarına notlar düşmüş.. İdamında ise, diğer arkadaşlarına yapılanı hissederek, tabureye çıkmadan konuşmasını yapmış, bitince kendi çıkmış, ipini boynuna geçirip, taburesini ittirmiş.. (Sayfa: 108)

Sevgi Soysal - Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu

Sevgi Soysal - Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu

Sevgi İçin Bir Önsöz / Oya Baydar 
*
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu'nu okurken, kendi yaşadığım, kendi alımladığım Yıldırım Bölge'yi, benim Yıldırım Bölge'mi düşündüm.
Üst ranzaya çıkıp demir parmaklıklı pencereden dışarıya bakınca Ankara Kalesi görünürdü. Ay, tam kalenin arkasından doğar, akşamla birlikte gecekonduların ışıkları yüzlerce, binlerce ateşböceği gibi yanardı. Gün batımlarında, güneşin pencerelere yansıyan son ışıklarının yaktığı camlar bir kızıl yangın gibi tutuşur, demir parmaklıkları eritir, koğuştan içeri dalar, uzun mahpusluk gününün en güzel saatleri başlardı. Gencecik tutuklu kızlar, dokunaklı, titrek sesleriyle türkü okurlardı: ''Odam kireçtir benim'', ''Urfa Mardin'e bakar'', ''Çökertmeden çıktık da yola'', ''Evlerinin önü mersin aman'' ve mutlaka ''Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz'' ile ''Ege Denizi'nde sular kararınca''. Türküler Anadolu'yu ve dünyayı bir baştan bir başa dolaşırdı. Sonra, kapının hemen yanındaki ranzasının üstünde sessiz oturan Behice Hanım'ın ince ve duygulu sesi yükselir, bir kuşak öncekilerin selamını getirirdi koğuşa: ''Jandarma biz sosyalistiz, biziz yalnız dost sana. Kurtuluşun bizimledir, elini uzatsana''.. Ağır demir kapının kilitlerinin gürültüyle açılıp koğuşun girişine ekmek ve ne olduğu belirsiz yağlı bir çorba bırakıldığı şafak vakitlerinde, tan yeri yine kalenin ardından ağarırdı. Uyanıp penceremin demirlerine tutunur, dışarı bakardım. Çevrede seyrek ağaçlı bahçeler, bostanlar, çivit badanalı bağ kulübeleri vardı. Ağaçların yüksek dallarını bile örtmeyen, toprağa inmiş süt mavisi bir sis olur; koğuş binasının hemen önünde nöbet bekleyen silahlı erler, evler, sokak köpekleri, dikenli teller ağaçlar, uzaklardaki tepeler ve Kale, bu sisin arasından belli belirsiz seçilirdi. İklim hüzün iklimiydi, ama anahtar sözcük umut'tu. Oraya kapatılmış çoğu genç, azı yaşlı onca kadının, demir kapıları, kilitleri, demir parmaklıkları hiçe sayan kıpır kıpır canlılığı, heyecanı, özgürlük duygusu, ne işkencede, ne mahpushanede hiç yitirmedikleri umut'tan kaynaklanıyordu. Komutanları, askerleri, polisleri, gardiyanları şaşırtan buydu. O küçük kızlar hiç ağlamıyor, o kadınlar hiç şikâyet etmiyordu. (Sayfa:11-12)

Mektup: 
*
İster Sofular'da, ister Çember Köyü'nde, bu cennet Anadolu'nun fazla cennetlikten olacak, kuş uçmaz kervan geçmez köylerinden birinde, öğretmen okulunu yeni bitirmiş, göreve de yeni başlamış ol. İstersen adın Meral, Zehra, Gülşen ya da Ayşe olsun. Aman aman sakın Ayşe olmasın. Yaşın en fazlasından yirmi bir, yirmi iki olsun isterse, ama sen seni bil sen seni, silah kaçakçılarının geceye sıktıkları kurşunlarla geçmek bilmeyen kış gecelerinde, yalnızlık duygularına falan kapılıp öğretmen okulundan arkadaşın olan Meral'e, Zehra'ya, Gülşen'e ya da Ayşe'ye, hele Ayşe'ye mektup yazmaya kalkma.
Hele hele okuldayken, karşılıklı hatıra defteri yerine sol yayınlar değiş tokuş ettiğin arkadaşlarınla, istersen cehennemin öbür ucuna git, sakın mektuplaşma. Öğretmenlik yaptığın köyün günlük olayları olan, eşek tecavüzü ve tavuk hırsızlığı ötesinde kafanı kurcalayan bazı memleket sorunlarını, bu da yetmiyormuş gibi örneğin Hikmet Kıvılcımlı'nın kitabında okuduğun bir bölümü mektubuna yazıp boşaltmaya kalkarsan, yandığının resmidir. Gün olur, 12 Mart gelir, gün olur, safkan Türk bir Sherlock Holmes bu mektuplardan birini, öğretmen düşkünü muhbir vatandaşlarımızın ihbarı üstüne yapılan bu aramada ele geçiriverir.
*
Geçirmekle kalsa iyi; geçirmekle kalsa, işin eni sonu, 142. Ama bununla kalmaz safkan Türk Sherlock Holmes, bir Anadolu turnesine çıkar. Yakaladığı her mektubun gönderildiği adrese gider. Kuş uçmaz kervan geçmez yurt köşelerine mektuplardan önce gider. Böylece Meral'in mektubundan Gülşen'i, Gülşen'in mektubundan Zehra'yı, Zehra'nın mektubundan Mehtap'ı, Mehtap'ın mektubundan Ayşe'yi daha nice nicesini, suç delili mektuplarla yakalar.
12 Mart döneminde mektupla 142'lik ya da 159'luk suçlar işleyenleri yakalayan savcılar oldu, ama mektupla örgüt kuranları yakalama şerefi bu safkan Türk Sherlock Holmes'da kaldı.
Şimdi Meral Gülşen'e; Gülşen Zehra'ya; o da Mustafa'ya mektup yazıyor, yazmakla kalmayıp sonunda ''devrimci selamlar'' diyor. Buyrun bundan âlâ 141'lik suç olur mu.?
Hele mektupların birinde, ''Ayşe'ye selam,'' denmiş. Kendini bilen bir savcı şimdi bu ''Ayşe'nin kim olduğu üstünde durmaz mı.? Yeni bir Anadolu turnesi ve sorgulama sonucu'' Ayşe'yi bulup tutuklamaz mı.? Böylece de TÖS davasının bütün ilmiklerini birbirine bağlamaz mı.?
Bağlar elbet. Bağladı da yirmiyi aşkın öğretmen kız, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu'nu dolduruverdi. Böylece, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu 12 Mart'ın ilk dönemlerinde tam bir yatılı öğretmen okulu yatakhanesi oldu çıktı.
Ne kapı yanındaki üst ranzada yatan Behice Boran'ın oturaklılığı, ne musluk yanındaki ranzada yatan Oya Baydar'ın bilimsel çalışmaları, ne Sevim Onursal'ın hanımlığı, ne de Naciye Öncü'nün müdireliği söker artık bu yatakhanede.
Yirmi, yirmi iki yaşlarında deli fişek kızları 12 Mart faşizmi, sosyal bir nizamı devirmek için mektupla örgüt kurmaktan, ahırdan bozma koğuşa tıkmış, dururlar mı.? Sessizlik saati deyince susup, uyku saati denince uyurlar mı.?
Bir şamatadır gidiyor koğuşta. Yataktan yatağa atlayanlar, yastık kavgası yapanlar, gizlice yemek aşıranlar, sıkış sıkış ranzaların ortasındaki uzun yemek masasının çevresinde koşturmaca, elim sende oynayanlarıyla, bu mektup örgütünün üyeleri son Türk devletini ortadan kaldıramamanın üzüntüsünden çok, daha alışamadıkları bir memuriyet hayatından kurtulup yeniden, o unutulmaz okul günlerine ve okul arkadaşlarına kavuşmuş olmanın sevinci içindeydiler.
Görüş günlerinde gelen ana babaların, ''Bizi perişan ettin, biz seni bu günlere mi yetiştirdik,'' gibisine, bu çocukların çoğunun, olanakları kısıtlı ailelerden geldikleri düşünülürse haklı bulunabilecek yakınmaları ve bu yakınmaların daha çocuk yaşta sorumluluk yüklenmek zorunda kalmış kızların yüreklerinde açtığı yara da olmasa, koğuşta cıvıltıdan geçilmeyecek.
Sabahın beşinde çorba karavanasını getiren polisle erler demir kapıyı açtılar mı, koğuş, teneffüs zili çalmış bir sınıf gibi boşalıveriyor. (12 Mart'ın ilk döneminde, askeri cezaevlerindeki koşullar çok kötü sayılmazdı. En azından kadınlar koğuşunun kapısı, sonraları olduğu gibi nerdeyse bütün gün kapalı tutulmaz, kırkı aşkın insan havasız bir koğuşta bütün gün hapsolmazdı.)
Yalnız bu bile, bu ilk döneme, sonraları ''sosyalizm dönemi'' adı takılmasını açıklayabilir. Sonra, baskılar o kadar yoğunlaştı ki, bu ilk dönemden, ''O zamanlar sosyalizm vardı,'' diye şaka yollu söz etmek âdet oldu.
Sabah, Yıldırım Bölge havalandırmasına koşuyor kızlar. Çevresi dikenli teller, tomsonlu erlerle çevrilmiş de olsa, bir okul bahçesindeymiş gibi kovalamaca ve top oynadıkları toprak parçasına. Dikenli tellerin yanı başında bir ağaç var. Sık yapraklı bir ağaç.
Mehtap, sık yapraklar arasındaki kuş yuvasını dün görmüş. Şimdi yeniden koşuyor ağaçtan yana. Yuvaya, yuvadaki kuş yavrularına bakmaya. Ağaç, dikenli tellerin öte yanında olmasa ona tırmanacak, kuş yavrularını avucuna alıp sevecek.
Önde Mehtap, arkasında Güler'le Meral, koşuyorlar ağaca. Aaaa yuva düşmüş, yavrular yerde. Gün az yükselmesin, karşıdaki Kazıkiçi bostanlarının iş bilir kedilerinden biri, yavru kuşları kapıp gidecek.
Bir ağlama başlıyor avluda. 141. maddeden tutuklanırken hiç ağlamayan, bin zorlukla kazandıkları öğretmenlik mesleği güme giderken hiç ağlamayan kızlar, yavru kuşlara ağlıyorlar.
Yıldırım Bölge'de yedek subaylığını yapan bir teğmen, adı ister Mehmet, ister Süleyman olsun, yavru kuşlara ağlayan öğretmen kızların üzüntüsüne dayanamıyor, tutuyor on tonluk bir ''reo'' getiriyor. Kuş yuvası düştüğü yerden alınıp, yapraklar arasındaki koruyucu yerine konuyor yeniden.
Son Türk devletini mektup örgütüyle ortadan kaldırmak suçlusu öğretmen kızlarla, son Türk devletinin ordusundaki bir yedek subay el ele vererek üç yavru kuşu kurtarıyorlar böylece.
Bu hikâyeden çıkarılabilecek sonuç: Adı Mehmet ya da Süleyman olan yedek subay ilk emirle başka yere atandı.
Atanacak elbet. Faşizm, kuş yuvaları karşısında gevşemez.! (
Sayfa: 26-29)
*
Karşı koğuştan bir arkadaşı işkenceye götürmüşler. Sabah karavanası için kapıya çıkan nöbetçi almış haberi. Sabah erken uyanmayı sevmeyenler bile fırlıyorlar yataklarından. ''Ne olacak.?'' ''Arkadaş gelene dek açlık grevi yapacağız.'' Açlık grevinin tek başına yeterli ve etkili olup olmayacağı tartışılıyor koğuşta. Havalandırmada haber gelişiyor. İşkenceye götürdükleri arkadaş geri gelmiş. Evet.? Kıza fena işkence yapmışlar. İki koğuş da heyecan içinde, yapılan yapılmış. Açlık grevi yerine yönetime karşı bir şey yapmalıyız. İki koğuş arasında pusulalar gidip geliyor. Her türlü haberleşme yasak, ama böyle durumlarda haberleşmenin yolunu buluyoruz her zaman. İşkenceye götürülen karşı koğuştan olduğu için yapılacak eylem konusunda öncelik de karşı koğuşa bırakılıyor. Öğleden sonra karşı koğuşun kararı ulaşıyor bize. ''Akşam sayımına kalkılmayacak.'' Tamam. Akşam karavanasına kimse dokunmadı. Sayım saatiyaklaşınca, sıraya girip ayakta bekleyecek yerde, ranzasına oturuyor herkes. Sadece sözcü duracak ayakta, kapının yanında. Demir kapı vuruluyor. Koğuş kapısında bekleyen erler, sayım ekibi gelmeden kapıyı yumruklarlar. Koğuş hazır olsun diye. Kapı yumruklanınca, koğuşta kimse kımıldamıyor ranzasından, bir ben sözcü olarak kapının yanında ayaktayım. Kapı açılıyor. Sayım ekibinin başındaki astsubay, koğuşun içindeki durumu görünce şaşalıyor. Bir şey söylemesine zaman bırakmadan açıklıyorum. ''Karşı koğuştaki arkadaşımızın işkenceye götürülüşünü protesto etmek için sayıma kalkmayacağız.'' Astsubay karşılık vermeden çıkıyor. A sonra koğuş kapısı açılıyor. Binbaşı, arkasında bir manga askerle giriyor koğuşa. Ranzalarındaki arkadaşlar kıpırdamıyorlar yerlerinden. Binbaşı sinirli, koğuşta sayımın olup olmaması, dünyanın sonuymuş gibi ya da askerliğin sonu. Askerleri de bize gözdağı vermek için sokmuş olmalı koğuşa. ''Sayıma kalkmazsanız, dövdürürüm,'' demeye getiriyor. Koğuşta çıt yok. Astsubaya söylediklerimi binbaşıya da tekrarlıyorum. Binbaşı meseleyi ast-üst ilişkilerine indirgemek istiyor. Meselenin bu olmadığını, işkenceye adam göndererek Anayasa'nın çiğnenmesine yol açan yönetimi protesto ettiğimizi, elimizde başka da olanak olmadığını söylüyoruz. Binbaşının elinde ufak ufak kâğıtlar var. ''Herkes niçin sayıma kalkmadığını bu kâğıtlara yazsın.'' Kimse kımıldamıyor yerinden, binbaşı hışımla çıkıyor koğuştan. Az sonra dışarda gürültüler duyuluyor. Saldıraner gelmiş olmalı. Kızlar sayımda hazrola kalkmadı diye cezaevleri yöneticisi albay buralara kadar geliyor, onların gözünde bir isyan bu. Karşı koğuştan sesler duyuluyor. Saldıraner bağırıyor, epey sürüyor tartışma. Sonunda ''burda'' sözcüğünü duyuyorum kapının yanından. Sonradan öğrendiğime göre Saldıraner bir iki kızı da coplamış. Sıra bizim koğuşa geliyor. Saldıraner ilk öfkesini karşı koğuştan çıkartmış olmalı. Öfkesini belli etmemeyi başarıyor. Koğuşun ortasında açıklama yapıyor. İşkenceye kimseyi bilerek göndertmediğini, göndermeyeceğini, kendi isteği dışında böyle şeyler olmuşsa, birer şikâyet dilekçesi vermemizi, bu dilekçeleri yetkili makamlara ileteceğini söz verdiğini söylüyor. Koğuşta hareket yok. Saldıraner'in sözlerine kimse inanmıyor aslında. İşkenceyi, işkenceye götürülenleri bilmemesi olanak dışı. Yine de şikâyet hakkı tanımış olması, protesto karşısında bir gerileme sayılabilir. Ama bu kez yumuşak bir yüz takınıyor. En büyük ve ağırbaşlı olduğunu düşünerek Sevim Hanım'ın ranzasını sallıyor. ''Lütfen, inin,'' diyor. Sevim, Saldıraner'in yaklaşmasından rahatsız olarak itişip kakışmadan da fayda ummadığından iniyor ranzasından. O inince öteki arkadaşlar da sıraları geldikçe iniyorlar. Gülay Büyüközden'le Olca biraz daha direniyorlar. Sonunda onlar da iniyorlar. Tek başına sürdürülecek bir eylemin taraftarı değil kimse. Sıralanma işi bitince, ad okuma başlıyor. Başta benim adım. ''Sevgi Soysal.'' ''Burda.'' Öteki arkadaşlar da 'burda''larını bağırıyorlar kinle. Koğuşta önce Sevim eleştiriliyor. Saldıraner yanına gidince, ranzasından indi diye. Saldıraner, ekibiyle çıkıyor dışarı. Sevim kişisel bir itişmenin gereksizliğiyle savunuyor kendini. Lale, bana da yöneltiyor eleştirisini. '2Senin de ''burda'' dememen gerekirdi. Herkes ayağa kalkmış da olsa hiç olmazsa bu noktada yeniden direnişe geçmek gerekirdi.'' * Ayağa kalkıldıktan sonra yeni bir direniş başlatmayı anlamsız bulduğumu söylüyorum. Koğuşta bütün gece sürüyor eleştiriler. Koyulan eylem yeterli bulunmuyor, özellikle sonuçları açısından. ''Sonunda bütün koğuş dövülsek de sürdürmeliydik direnişi,'' diyor Gülay Büyüközden. Kendi grubundaki arkadaşları da, bir anlamda eylem kırıcı durumunda görüldüğü için Sevim'i kınıyorlar. Çok üzülüyor Sevim, ona üzülmemesini söylüyorum. Her olaya olduğundan büyük boyutlar yüklemeye kalkışmanın faydasızlığını söyleyerek yatıştırıyorum onu. Ertesi gün karşı koğuştan haber geliyor. ''Onlar hiç sayım yaptırmamışlar.!'' Bizim koğuş daha da bozuluyor. İş nerdeyse koğuşlar arası sivrilik yarışına dönüşecek. Oysa sayım öncesinde kapının yanında olduğum için, karşı koğuştan gelen ''burda'' sözcüklerini duyduğumu söylüyorum arkadaşlarıma. Kimsenin aşağılık duygusuna kapılmasına gerek yok. Karşı koğuştan gelen haberi daha inandırıcı buluyorlar. ''Duydum da duydum,'' diye ısrar etmiyorum ben de. Daha fazla sopa yemek, daha fazla eziyet ve işkence görmek değil mesele. Acısını çoğaltarak inancını bileyen Hıristiyanlar değiliz biz. (Sayfa:211)
*
''Ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar alıştım ki.. Ve her şeyin yeniden, bir bir var olmasına o kadar alışacağım ki..''

Ahmed Arif - Leylim Leylim

Benim aziz Leylâm, sevgili belâm. Ya sen olmasan, ben ne bok yerim, neye yararım.? Mânasız bir otomatisme'in, mânasız bir fiziğin, kahrolası boşluğunda, ben garip, ben duyan, ben yirmi dört saatte, yirmi dört bin parça olan, ne yapardım.?
Gözlerinden öperim. O güzel burnuna yıldızlarca öpücük.. Bana yaz.! Ben daha buradayım. Eğer Diyarbakır'a yazdıysan, annem alır, açmadan bana gönderir. Ben giderken sana yazarım. Kendine iyi bak. Bir daha hiçbir ana doğurmaz seni. Bir daha hiçbir cihan bulamaz seni. Tekrar öperim.
Senin. (Sayfa:9)
📬
İnsan'dan mahrum bir cehennem karanlığında, nasıl da bulduk birbirimizi.. Küçüğüm, sevgilim, imzası martıdan sıcak, uçan uzak martılardan daha sevimli, imzası uçan kuş, kendisi İNSAN sevgilim.
(Sayfa: 16)
*
Seni bu muazzam aşka lâyık gördükçe ben, her şeyi yenebilirim Leylâ.. (Sayfa: 24)
📬
Gözlerinden öperim. ( Gözlerini öpemeyeceğim birine yazmak, mektup atmaktan tiksinirim. Bunu da böylece kabul edeceksin.) (Sayfa: 35)
📬
Ama galiba mezarımıza sadece haysiyeti götüreceğiz. (Sayfa: 36)

***
Dost,
Bunu da alınca gidersin herhal. Bir gitmeden bir de gider gitmez yaz. Hiç sevmem böyle olmayı. Yoksun, garipsi, yenik. Bugünler böyleyim ama. Bir ölçüsüzlük ya da idrâk bulanıklığı bu. Senin oradan göçün, bir yeni ayrılıkmış gibi koyuyor bana. Oysa ha orada, ha daha ötelerde olmuşun. Bunun bir ayrı niteliği olmamalı, ayrılık ayrılıktır işte. Gel gör ki değil öyle. Koyuyor, eziyor, bir hal ediyor. Ben bunu, seninle günbegün daha bir dolmak, daha bir senden olmakla çözümlüyorum. Kendimi her dinleyişimde seni içimde bulmakla. Bu böyle midir.? Lütfen çözümle bana. Dellenicem Leylım. Bir dellensem gerisi önemsiz belki. Ama bunun sanısı korkunç. Böyle şey olabilir mi.? Bir canda iki can yaşamak. Mutlak bir çözüm yolu var bunun. Anlat bana. Senden bir şeyler ummak.. Umutların en olmazı da bu belki. Saçmaladım gene.
En güzeli, en kestirmesi seni olduğun gibi yaşamak oysa. Böyle benzersiz ve paha biçilmez bir dostluğa beni lâyık gördüğü için Tanrı'ya teşekkür etmek. Athe oluşumun önemi yok bunda. Bir Tanrı yaratırız olur biter. Daha doğrusu şükranlarımı sana sunmalıyım. Benim etli, kemikli, kimi sonsuz yiğitlikte kimi de yetersizliğin o kahrolası acısında sürüp giden Tanrım. Hem Tanrı olmak mutlu, güzel, istenilir bir nen değil pek. Kıyamete kadar seyirci kalmak şeytanın bile dayanacağı şey değil.
Nasılsın diye sorabilirim şükür sana. Yüzüm tutuyor hele.! NASILSIN.?
Özledim diyebiliyorum ya, yeter bana. Evet ÖZLEDİM SENİ. Hastalıklar, musibetler, uzak kalsınlar sana. Yerine, ne çekeceksen ben çekeyim. Yerine ne belâ bulacaksa beni bulsun. Kadalar beni alsın. Kurban başan. Başan dönüm. Kadan alım. Cümle dünyalıkları senin ayağının dırnağına kurban ederem. Bir havan, bir tutumun var ki âb-ı hayata bile değişmem. Yiğit, rahat, dobrasın. Beni hiç kırmadın. Umut, yaşama sebebi, zulme dayatma yetisi oldun bana. SENSİZ EDEMEM. Bunu bir eksiklik sayanlar olabilir. Takmam kimseyi. Sensiz edemiyorsam bu bana ancak yücelik, haysiyet verir. Dünyaya geldiğime pişman değilem.! Seni tanıdım çünkü. İnsanların yarıdan çoğunun beyinleri, oraları çalınmışsa dünyamız -o güzelim aklımıza zarar puştluklarla doluysa, koymaz bu bana. Çünkü sen varsın. Sen tek başına, cihanın bütün haksız, canavarca düzenine karşı beni ayakta tutabiliyorsun. Benim soyumdan insanların yaşadığı müddetçe, Kenya'dan Kamçatka'ya sen yaşanacaksın. Bana senin adını ölmezleştirmek düşer. İşim bu benim. Sense ölmezliğe bile gülümseyecek kadar benzersiz ve yücesin. Canının her milimetre karesine varıncaya, bir canlı imgeni gökyüzlerinde gezdirmek geçer içimden. (Ulan dünya insanları, ulan ibneler, bakın işte bu Leylâdır.!) diye bağırırdım hem. Otuz yaşında böyle çocuksu düşler kurmamı yadırgama. Oğlunum ya.! Sahi oğlun olsaydım bir düşün.! Sözü hoş gelir sana ama beni doğurduğuna pişman olurdun o da başka.! ''İtlere köpeklere ana olaydım. Seni doğuracağıma bir batman taş doğuraydım da her gün sırtımda taşıyaydım'' diye ilenir bizim buralığın anaları. Sen ne derdin kim bilir.? Bir ayağı karakolda bir ayağı mapuslarda bir oğlan. Tembel hem de. Serseri hem de. İşi gücü sevmek, yanmak ve yanmak. Ama ben gene seni sevecektim, gene sana yanacaktım. Her ne hal ise neyin dersen oyum. Oğlum de, delim de, divanem de. ''Höst oradan'' de, de oğlu de. İstersen bir de '2yavaş gel oğlum, yasak bölge var'' de.
Ha geçen mektubunda bir ''burjuva kokmayım burnuna'' diyorsun. Yanlış o. Ne kokarsan kok. İster sarmısak ister chat noir.! Ben sana ölümsüz, ölümlü, değişir, değişmez niteliklerinle mecburum. Ötesi yok bunun. Kambur, cüzzam da olsan (tövbe tövbe.!) benim için aynı gül tazeliğindesin. Beni idama da götürsen, dönüp yüzüne pişman bakamam. Şimdi bunca hengâmeden sonra nasılsın Leylım.? Canını sıkıyorsam haber et. Paldır küldür bir herifim. Çoğu zaman kaş yaparken göz çıkarırım. Affet, yazım dağılıyor.. Ha, ''Uy Havar'' İstanbul'da epey gürültü koparmış. Yalan değilse milletin ağzındaymış. Mapushaneden de mektup aldım dün. Onlar da bir hayli çarpılmışlar. ''Uy Havar'' a. Beni asıl ilgilendiren senin kanıların elbet. Şiirimi benim kadar anlayan bir tek sen varsın. Sanki kendin yazmışsın gibi rahat ve isabetli konuşursun. Abidin de böyleydi ya, hepsinde değil. Değinmemizde etkisi yok değil bu niteliğinin. Ama sen dilsiz, lal da olsaydın, sağır da olsaydın sonuç değişmezdi bence.
Bir eyyam da sana Lalikom diye seslenicem. ''Benim disizciğim'' diye anlam verilebilir. Ama bu bir ünlemdir daha çok. Sevili, yangın bir ünlem. Ne Türkçe, ne Kürtçe, ne de Zazacadır. Bu üç dilin bileşiminden doğan bir ünlem bu. Lal, Türkçedir. Lalik ya da lalo Kürtçe. Om eki zazacaya kaçar. Ya işte böyle Lalikom.! Ses et, konuş, sev, payla bir hal et ama. Küçük dilin yerindedir inşallah. Kurban olur, çoban dururum dillerine senin.
Bineceğin trenlerin soluğu tükenmesin. Ayağını attığın yerler deprem görmesin. Denizler uslu, vapurlar yollu olsun. Ferman et rüzgâr beni de alıp oralara atsın.
Mutlu ol. Allah beni kahretsin. Gözlerinden öperim.Ellerinden öperim. Öperim kızı öperim. Öperim oğlu öperim.
(İmza) (Sayfa: 58-61)

Ahmed Arif - Leylim Leylim

Geçende bir mezar gördüm. Yekpâre bir mezar kapağı. Küçücük.! Belli ki altında bir çocuk yatıyor. Nasıl, bilsen, gidip kucaklamak, öpmek geldi içimden. Oturdum, okşadım, sevdim taşı. Belli yapan adam aşk ü şevk ile çalışıp yapmış, kendinden çok şey katmış taşa. Kimbilir hangi sevilerle vardı o ustalığa. Öyle bir yalnızlığı var ki Leylâ, binlerce mezarın içinde, irili ufaklı, çiçekli, parmaklıklı mezarların arasında, ''Ben buradayım'' diyor âdeta. Bir ara çalarlar diye korktum da.! Ha, baktım yanımda bir köylü türedi, merhabalaştık, mezara tutulduğumu hissetmiş olacak, ''Çocuk'' dedi. ''Ne kadar çok seviyormuş yahu'' dedi. Seven kim.? Babası mı, anası mı, taşçı ustası mı anlayamadım. Ama o güzellik köylüyü de çarpmıştı. Bense anlamaz sanmıştım.! Kimse bunu yapan, büyük bir hayat yaşamış bence. Kıskandım onu. Edison'u, Bedrettin'i, Spartaküs'ü kıskandığım gibi kıskandım. Yüzde yüz yaşamak dediğim bu, canım.. Tabii kıskandığım onların ne eserleri ne de kendileri.! Klâsik deyimle ruhlarını kıskanıyorum. Yaşamaya haysiyetli bir anlam kazandıran çabalarını.. (Sayfa: 105)

Jean-Paul Sartre - Vaoluşçuluk

Varoluşçuluk:
''İnsanda -ama yalnız insanda- varoluş özden önce gelir. Bu demektir ki, insan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. Çünkü o, özünü kendi yaratır. Nasıl mı.? Şöyle; Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler (tayin eder). Bu belirlenme yolu hiç kapanmaz, her zaman açıktır..'' (Sayfa: 6)
*
(..Varoluşçuluk, adı geçen durumu yerine göre hem yansıtan hem de ona tepki gösteren bir felsefedir. Bundan ötürü, varoluşçu yazarlar çağımız kişisinin (kimine göre bu kişi büyük burjuva, kimine göre işçi, kimine göre küçük burjuva, kimine göre ise bütün insanlıktır) bırakılmışlığını, yalnızlığını, boğuntusunu, umutsuzluğunu, güvensizliğini belirtmekle yetinmezler. Bu kişinin kendini tanımasını, özünü yaratmasını, benliğini kazanmasını, baskıdan kurtulmasını da isterler. İnsanı ezen teknik düzene, kişiliğini silen toptancı topluma, benliğini çiğneyen zorbalığa karşı koyar, gerekirse başkaldırırlar..)
(..Tehlikeden kurtulması, Sartre'a göre, sorumluluğunu yüklenmesine, durumunu kavramasına bağlıdır. Madem ki kişioğlu dünyaya atılmıştır, kendi başına bırakılmıştır, öyleyse yaptıklarından sorumludur.. Nitekim o, kendini nasıl kurarsa öyle olacaktır. Tasarılarına, seçmelerine, eylemlerine (action'una) göre varlığına bir öz kazandıracaktır. Edimleriyle kendini gerçekleştirecektir. Gerçekleştirmelidir.) (Sayfa: 8-9)
***
İnsan Tepeden Tırnağa Sorumludur
*
Gelgelelim gerçekten de varoluş özden önce geliyorsa, insan ne olduğundan sorumludur öyleyse. İşte, varoluşçuluğun ilk işi de her insanı kendi varlığına kavuşturmak, varlığının sorumluluğunu omuzuna yüklemektir. Ne var ki biz, ''insan sorumludur'' derken, yalnızca ''kendinden sorumludur'' demek istemiyoruz, ''bütün insanlardan sorumludur demek istiyoruz. Görülüyor ki iki ayrı anlamı var öznelcilik sözcüğünün. Bakıyorum da, düşmanlarımız hep bu çifte anlamlılık üzerinde oynayıp duruyorlar. Oysa öznelcilik, bir yandan bireysel öznenin ( sujet'nin) kendi kendini seçmesi, öbür yandan da insancıl öznelliği aşmanın kişioğlunun elinde olmaması demektir. Varoluşçuluğun derin anlamı bunlardan ikincisinde gizlidir.
***
Seçiş
*
''İnsan kendi kendini seçer'' dediğimizde, herbirimizin kendi kendini seçmesini anlıyoruz bundan. Ama insan kendini seçerken bütün insanları da seçer. Kendini seçmesi bütün öbür insanları da seçmesi demektir aynı zamanda. Olmak istediğimiz kimseyi yaratırken, herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlarız. Hiçbir edimimiz yok ki, olmasını zorunlu saydığımız bir insan tasarımı (tasavvuru) doğurmasın bizde.
Öte yandan, bütün insanları seçerken insanoğlu kendini de seçmiş olur. Şöyle ya da böyle olmağı seçmek, bir bakıma, seçtiğimiz şeyin değerli olduğunu belirtmek demektir. Çünkü, hiçbir zaman kötüyü seçmeyiz. Hep iyiyi (iyi sandığımızı) seçeriz. Herkes için iyi olmayan şey, bizim için de iyi olamaz.
***
İnsan Bütün İnsanları Seçerken Kendini De Seçer
*
Ayrıca, varoluş özden önce gelince ve biz, tasarımıza göre varlaşmak isteyince, bu tasarı herkes için, bütün çağımız için bir değer ve geçerlik kazanır. Böylece, sorumluluğumuz düşünemeyeceğimiz kadar büyümüş olur, giderek, sonunda bütün insanlığı kucaklar. Bir işçiysem, sosyalist olmağı değil de, bir hıristiyan sendikasına girmeği seçersem, bununla şunu belirtmiş olurum: ''İnsana düşen, alın yazısına katlanmaktır; tevekküldür, boyun eğmektir. Çünkü bu dünyada saltanat yok insan için.!''
Gelgelelim, bu hareketimle, bu seçişimle yalnızca kendimi bağlamış olmakla kalmam, herkes adına tevekkülü salık vermekle bütün insanlığı da bağlamış olurum.

*
Çeviri: Asım Bezirci

Sait Faik Abasıyanık - Şimdi Sevişme Vakti


Mektup 1
*
Vapurun dümen yerinde çaldığım ıslık
Yağmurlu güvertedeki türküm,
Sana yaklaşmaya vesiledir
Yoksa canım, seni unutmak için değil.
Senden sonra ancak anlaşılır
İnsanoğluna öğretilen yalanlar
Senden sonra anlaşılır ancak
Boşluğu her şeyin
Seninle beraberdir dolu kadehler
Şaraplar seninle aziz
Cıgaralar seninle tüter
Ocaklar seninle yanar
Yemekler seninle yenir.
***
Mektup 2
*
Senden bahis açılmadıkça susmak isterim
Senden bahis açmaya vesiledir
Kınalıada, vapur, deniz, yunus.
Şimdiye kadar neden gökyüzü değildi.?
Niye böyle oldu.?
Neden kitapları severdim.?
Bu şehirde ikimiz birden nefes alıyoruz
Yoksa neye yarardı bu garip şehir.?
Burada senin doğduğun bana malumdur.
Yoksa sever miydim minareleri,
Süleymaniye'yi,
Sen, gâvur olduğun halde.?

Sait Faik Abasıyanık - Sarnıç


(.. Bir tek insan bütün insanları nasıl sevebilir.? İki türlü: Biri; çok büyük bir adam olarak. Böylesi ne iyi.! Fakat kim bilir bu işin ne eziyetleri vardır: Ne işkencelerle büyük adam olunabilir. Bir de avantürye olarak insanları sevmek vardır. Bu daha çok insanları değil, hayatı sevmek demektir. Avantürye ile büyük adam olmak arasındaki fark da birinin insanlar, diğerinin hayat üzerindeki fazla bilgi ve sevgileridir. Don Kişot'la Cervantes arasındaki farkı anlıyorum.
Gözüm ormanın dikenli göğsünde, daha ötedeki mavi gökte, büyük bir insan olarak insanları sevmekle bir avantürye olarak hayatı sevmek arasındaki farkı düşünüyorum.
İnsanları seven, çok seven, onlar için birçok şeyler yapmak isteyen bir insan olabilmek ihtirası içimde doğuyor. Vücudumun ve sinirlerimin kısıldığını hissediyorum. Ne büyük bir arzu ve ne çabuk arzularımın kırılışını duyuyorum. Haleti ruhiyem bir hayal inkisarına müsait olmadığı için derhal bir sergüzeştçi ruhuyla doluyorum. Doludizgin bir sergüzeşte doğru yeniden koşmak. Sonra yeniden bozulacak uykularımı, aile saadetlerimi, şunları bunları, kaloriferli odaları, radyo makinesinin konuştuğu modern dekorlu bir misafir odasını, şehrin, insanın bütün hayallerini hapseden, sergüzeştlerini mahveden sinemalarını düşünüyorum. Hayır.! Bu da olmayacak. O halde.? O halde pekâlâ minimini bir insan zerresi halinde, karınca kaderince, insanları sevmek de mümkündür amma..
Bir küçük insan zerresi halinde bu sabah, bütün insanları, çocukları, kuşları, yemişleri, sefilleri ve açları beyhude bir sevgi ile seviyor, kederlenmeye zaman kalmadan birdenbire bir sıçrayışta ayağa kalkıyorum. İlk vapuru karşılamaya koşuyorum. Ve bekliyorum. İlk vapurdan bin bir yabancı çıkıyor. Bir dost çehresi bulamıyorum. Bir şeyler anlatmak ihtiyacındayım. Vapurdan kimseler çıkmayınca kaleme kâğıda sarılıyorum.
*
Gündüz, (35), 15 Şubat 1939
Ormanda Uyku Öyküsü'nden (Sayfa: 58-59)

Sait Faik Abasıyanık - Medarı Maişet Motoru


Arka Kapak:
*
Medarı Maişet Motoru Sait Faik'in kaleminden bir ilk romandır. Henüz Yeni Mecmua'da tefrika edildiği sırada (1940-41) dönemin baskıcı siyasi ortamında sakıncalı bulunup roman olarak yayımcı bulmakta zorlanacak ve Sait Faik'in annesinin maddi desteğiyle Ahmet İhsan Basımevi'nden 1944'te yayımlanacaktır. Ancak dağıtılmaya başlanmışken bakanlar kurulu kararıyla toplatılan roman, kimi paragrafları çıkarılarak Birtakım İnsanlar adıyla 1952 yılında okuyucusuna kavuşur. İş Bankası Kültür Yayınları olarak Medarı Maişet Motoru üzerinde yıllardır süren sansürü kaldırıyor ve ''tehlikeli'' bulunarak çıkarılan kısımları koyu harflerle vererek yapıtı eksiksiz bir şekilde sunuyoruz.
*****
Sansürlenmiş olan kısımları büyük harflerle yazdım.
*****
Yalnız olgun berberlerde düşünmekle makas şıkırdamasıarasında bir muvazene (denge) vardır. Kötü berber düşünürken ya makas elinde donakalır yahut da makas ahenksiz şıkırdar. Çok iyi berberse hem kafasına, hem eline hâkim olandır. Düşüncenin süratiyle, haletiruhiyeyle makasın ahengi bozulmamalıdır. DİYEBİLİRİZ Kİ, AYNI AHENKTEN ANLAYAN BİR BAŞKA BERBER MORS ALFABESİYLE ÇIKARILAN MANALAR ÇIKARABİLİR.
*
Ali Rıza akşamları kasa mevcudundan bir lirasını öz keyiflerine harcayabilecek: Bir galon şarap, yeni matbaa kokan gazeteler satın alacak. Bir nargile, sırmalı bir uzun marpuç, sonra belki ilk defa bir Türk berber kızının babası olacak. KENDİSİNİ ŞİMDİDEN GENİŞ, HÜR FİKİRLİ ADAM GİBİ GÖRÜYORDU.
(Sayfa: 9)
***
Bu lambanın altında kilise kapısına yahut zangoça ait gayet rahat, ÇOK RUSTİK iki kanepe vardı ki...
(Sayfa: 10)
***
Bu küfür Yanko üzerinde istenilen tesiri yapmıştı; bardağı doldurmadı. Ali Rıza fazla içmek istemiyordu. O da biliyordu ki, içince cıvıtacaktır, kızacaktır, lafını beceremeyecektir. Halbuki ona üç bardak şarap bir ittihatçı NATIKASI (Düzgün ve iyi konuşma yeteneği) verirdi.
(Sayfa: 12)
***
Melek, biz kızımızla kısrağımızla çalışmalıyız ki ötekiler gibi olalım. Olmazsak işimiz BOZUKTUR.
(Sayfa: 13)
***
Kalktı. Sevdiği kıza mektup yazdı:
Canım,
Toprak en sonunda -insan ölünce uzuyorsa- insanın kendi boyundan bir karış uzun, beş karış enliliğinde, bir buçuk metre derinliğinde, insanoğluna yetişiyor. Ama yaşayan insanın, belki yedi sekiz dönüm, belki de biraz daha fazla bir toprağa ihtiyacı olsa gerek. İLK İNSANLARIN, KARADA, KENDİLERİNE MAHSUS BİRKAÇ DÖNÜM ARAZİLERİ MUHAKKAK VARMIŞ. BÜTÜN ANLAŞAMAMAZLIK BELKİ DE KUVVETLİNİN ZAYIFTAN ALDIĞI TOPRAK YÜZÜNDEN ÇIKMIŞ. HÂLÂ DA ÇIKMAKTA..
İnsanoğlunun en basit, en temiz geçinme yolu, en büyük, en şerefli işi toprak kalmış. Kendi emeğiyle toprağı ekip biçerek, yahut kendinden başka türlü görmediği insanlarla ekip biçerek yaşama tarzı en namuskâr bir çalışma tarzı olduğu bence muhakkak.
BU NE BİR ÇİFTLİK SAHİBİ OLMAK ARZUSU NE DE AĞA OLMAK YOLUDUR. DİYECEKSİN Kİ, ''BU, YALNIZ SENİN HAYATIN BOYUNCA BÖYLE OLUR DA ÇOCUKLARIN, AĞIR AĞIR AĞA OLMAYA GİDERLER.'' GİDEMEZLER.! OĞULLARIMIZ BİZDEN DAHA BİLGİLİ, DAHA MÜSAMAHAKÂR, DAHA MÜTEKÂMİL OLMAYA DOĞMADAN NAMZETTİRLER. ONLARDAN KORKUM YOK.
Senin toprağı sevdiğini bilirim. Sen basit insanları seversin. Basit, temiz yaşamak, tek gayendir. Ne olur canım.? Ne olur.? Gel evlenelim. Günün birinde insanların mesut olacaklarını, iyi günler göreceklerini söylerdik. O zaman birbirinden daha güzel meslekler sayar, tahayyül ederdik.
Sen bunların içinde en güzelini, bir sürünün başında çobanlığı seçmiştin. DÜNYA YÜZÜNDE BİR SÜRÜ SAHİBİ OLMAK GAYESİYLE DEĞİL, BİR SÜRÜYÜ KENDİ SAADETİMİZ NAMINA İDARE ETMEYİ MEMUR EDİLMEYİ BÜYÜK BİR ŞEREF ADDEDERDİN. Hemen hemen bütün şairlerin bilmeyerek arzular göründüğü, sever göründüğü bu hayata karşı, senin bilerek, severek düşkünlüğün acaba onlarınki gibi nihayet bir arzudan mı ibarettir.? diye düşünürdüm. Çoban, köpeğinden, bir tepede rastlanmış diğer bir çobanla, ağasından başka dünyası olmayan bir zavallı adamdır. Belki zaman zaman şairdir. Belki zaman zaman hasta yahut açtır. BAŞKA İNSANLARIN SÜRÜSÜNÜN DOĞURDUĞUNU GÖRMEKLE BAHTİYARDIR. Dünya yüzünde bugünkü çobanın mevkii, senin belki de bir üniversite tahsilinden sonra yapacağın çobanlıktan bambaşkadır. Yine de mesleklerin en temizi, en güzelidir. Ben sana, ideal bir çobanlık teklif edeceğim. Burada küçük, miri (devlete ait olan) tepeler var. Otları, yoncaları dizlerime çıkıyor. Koyunlar her yerde olduğu gibi, burada da melüldür. EVET, SÜRÜ BİZİM AMA ETRAF KÖYLER DE BİZİM SÜRÜDEN İSTİFADE EDEBİLECEK VAZİYETTE. HEM NE OLURSAN OLSUN.. NASIL OLURSA OLSUN, ZENGİN OLMAMIZA İMKÂN YOK, KORKMA.! HİÇBİR ŞEY ÇALMIŞ OLMAYACAĞIZ. Allah'a karşı değil, insanlara karşı, en az günah işleyen biz olacağız; bu muhakkak.! Gel, yalvarırım.! Seni seviyorum, evlenelim.
(Sayfa: 103-104)
***
- Ben Fahrettn Asım, arkadaş.! Neler görmüştür.. Şu, toz bulutu içine gömülmüş kasabayı görüyor musun.? Ben bu küçük kasabanın içinde, bütün dünyayı gezsem bulamayacağım hayat manzaralarını seyrediyorum. Bak, şu tek atlı arabayla köprüden geçiyor, bak, bak.! İşte bu adamın senin istediğinden en aşağı, yirmi misli arazisi vardır. Evindeki sarışın, mavi gözlü dokuz çocuğu, dünyalar değer bir hazinedir, ama o bunun farkında bile değildir. Bu adamın tarlalarının verdiği mahsul küme küme yığıldığı zaman şaşar kalırsın. KENDİ KENDİNE DERSİN Kİ: ''YARABBİM.! BİR İNSANA, BİR SENEDE ŞU VERDİĞİN BUĞDAY, MISIR, PATATESİ YİRMİ BEŞ KÖYLÜ BİR KASABAYA VERSEN O KASABA DA, KÖYLERİ DE DOYAR.!''
BEN, HARMAN ZAMANI ONUN TARLALARINI DOLAŞIR, AKŞAM VAKTİ IRGATLARLA BERABER HARMAN SAVURURUM. RÜZGÂRIN SAMANI ALIP KARŞIYA YIĞDIĞINI, BUĞDAYIN AĞIR, SARIŞIN KÜME YAPILDIĞINI SEYREDERKEN TOPRAĞI ÖPECEĞİM GELİR.
AKŞAMLARI YARIM LİRASINI ALMIŞ GİDEN, BOYNUM KALINLIĞINDA BİLEKLİ ÇOCUKLARIN FERAGATİ BENİ KIVRANDIRIR, KAHVELERİNDE OTURUR, ÖNÜME GELENLE KAVGA EDERİM. BANA TOPRAK SAHİBİ OLMAKTAN BAHSETME ARKADAŞ.! TOPRAĞIN ASIL SAHİBİ ONUNLA DÖVÜŞENDİR. ARABAYLA, KIRBAÇLA, BİR YAĞIZ ATLA MAĞRUR, HARMAN SAVRULURKEN SEYRETMEK,TOPRAK SÜRÜLÜRKEN CİGARA YAKMAK, PATATESLER ÇIKARKEN CEVİZ GÖLGESİNDE UYUYUP UYANIP, ''HADİ KARILAR, BİRAZ GAYRET.!'' DEMEKLE ÇALIŞTIM ZANNEDEN ADAMIN BENİM NAZARIMDA KIYMETİ YOKTUR. BEN ŞU KARINCALARA BASAMAM. KARINCALARA BASMAMAK İÇİN GÖZLERİM ÖNÜMDE YÜRÜRÜM. AMA BU HERİFİN GIRTLAĞINA BASARIM.
- CANIM ÖYLE DEME ADAŞ. EVET BEŞ BİN DÖNÜM ARAZİSİ OLAN ADAMLAR İÇİN BELKİ HAKKIN VAR AMA, BİR ÜÇ YÜZ DÖNÜMLE İNSAN BAŞKALARININ HAKKINA TECAVÜZ ETMİŞ SAYILMAZ.
- ANAM.! ADAŞIM.! BİLMEZ MİSİN SEN BU İNSANI YAVRUM.! DOYMAZ.. BEN ADAMI TANIYORUM; TAM ÜÇ BİN DÖNÜM ARAZİSİ, arazinin içinde göl, yine arazisinin içinde meşe, çam ormanı, merası, her şey vardır. Bu adam, zengin mi sanırsın.? Ormanı işletemez. Göl bir lüks bile değildir. Kışın gelen yabani ördekleri bile vuracak zevkte değildir, uyuşuktur, tembeldir. Hemen hemen yarı yarıya, daha fazla arazisi bomboştur. ORMANDAN ÇİNGENELER HER SENE DÜNYA KADAR AĞAÇ DEVİRİRLER. NE YAPSINLAR.? HALBUKİ ÇİNGENELERE SEPET ÖRMEK İÇİN, BEŞ ON DAL LÂZIMDIR. HEM DE EN DELİ, EN İŞE YARAMAZ DALLAR. VERMEZ BEYİM.! BEDAVA VERMEZ, PARAYLA DA.. ONLAR DA BİLEREK, ZULÜM OLSUN DİYE, GİDER, KOCA AĞACI DEVİRİRLER. YAKIN KÖYÜN HALKI, BU TEMBEL ADAMA DİŞ BİLER. KOYUNLARINI ÇALARLAR. KÖPEĞİNİ ÖLDÜRÜRLER. O, FIRSAT BULDUKÇA, ÖDÜNÇ PARA BULARAK YİNE ARAZİ ALIR.
Şu demin arabada geçeni zengin mi sanırsın.? Meteliği yoktur. Olamaz da. Her adam, bu toprak denilen şeyden bir şey anlamaz. Toprak canlı gibidir. Ahbaplık, dostluk, arkadaşlık ister. Ben doğrusunu istersen o adamın iki, üç bin dönüm arazisi var diye içerlemiyorum. Asıl kızdığım, o araziyi işletmemesine. İŞLETSE, KENDİSİ İSTEDİĞİ KADAR ZENGİN OLMUŞ, NİHAYET HERİFE KIZARIM, ACIMAM.
( ...)
- Yani Fahrettin Asımcığım.! Yani vazgeçelim mi bu sevdadan.?
- Ergeç vazgeçeceksin, der, düşünür yine başlardı:
- Herkes kendi işine arkadaş.! SANA BİR NASİHAT:
BİR İNSANI YANINDA UŞAK GİBİ KULLANDIRACAK HER İŞTEN SAKIN.1 İNSANOĞLU BİRBİRİNİN UŞAĞI DEĞİLDİR, OLAMIYOR. SEN O UŞAK GİBİ GÖZÜKENE BAKMA.! BEN EN KÖPEK RUHLU İNSANIN BİRDENBİRE KÖPÜRDÜĞÜNÜ, MENFAATİNİ AYKLAR ALTINA ALDIĞINI GÖZÜMLE GÖRMÜŞÜMDÜR. HEM BİZİM YARADILIŞIMIZDAKİ İNSANLAR BİRBİRİNE SEVGİ İÇİN DOĞMUŞTUR. SANA DEMİYORUM Kİ BİR SU KIYISINDA BİR ELLİ, YÜZ DÖNÜMLÜK ARAZİ ALMA.! BİR DE İYİ ARKADAŞ BUL YANINA. HARMANINI KÖYLÜLERLE BERABER YAP. BİR GÜN O HARMANDA SEN ÇALIŞIRSIN, ERTESİ GÜN, ÖTEKİ KÖYLÜNÜN HARMANINA GİDERSİN. ŞİMDİ KÖYLÜLER BÖYLE YAPIYORLAR, BİLİYOR MUSUN.? NE HOŞ ŞEY.! HA, DEĞİL Mİ.?
(Sayfa: 107-108-109)
***
- Arkadaş ben feylesofum. Benim kendime mahsus iyi bir dünyam var. BU DÜNYA ERGEÇ, HATTA BENİM BİLE ÜMİT ETMEDİĞİM ŞEKİLDE, İNSANI HAYRETE GARKEDECEK ŞEKİLDE, DÜZELECEKTİR. EH.! O ZAMAN BİZ DE, BİZE DÜŞEN VAZİFEYİ YAPARIZ. UŞAK OLAMAM. TÜCCAR MI OLAYIM.? HANGİ KÖYLÜDEN, HANGİ MALI, HANGİ İNSAN HESABINA, HANGİ NAMUSLU RAYİÇLE ALACAĞIM. BU İŞTE BENİM VAZİFEM NE OLACAK.?
(...)
- Peki, yazın anladık, kışın nasıl geçiniyorsun Asım.?
Söyleyip söylememekte mütereddit bir hal alır, kimseye söylemeyeceğime yemin ettirir, derdi:
- Onu sorma.. Başımı alıp köylere gidiyorum. Hem ben sana bir şey söyleyeyim mi.? BEN ''...'' KAZASININ ''...'' KÖYÜNDE MUALLİMİM. Yazın köyü terk eder; gelir buraya yerleşirim. Tanıyan yok, bilen yok. Burada da doğmuşum....
(Sayfa:110)
***
Benim kendime göre yapılmış mis gibi bir dünyam vardır. DAHA GÜZEL, DAHA YEPYENİ BİR DÜNYA DA TAHAYYÜL ETMİYOR DEĞİLİM..
- ŞU DÜNYADAN DA BİRAZ BAHSETSENE.. HADİ.! NE OLUR.?
- BAHSETMESİNE BAHSEDERİM. EDERİM AMMA, PEK ŞAİRANE OLUR KARDEŞİM. HALBUKİ BU HİÇ DE ŞAİRANE BİR DÜNYA DEĞİLDİR. GECE YATAĞIMDA YATARKEN O DÜNYAYI DÜŞÜNÜRSEM, ELLE TUTUYORMUŞ GİBİ OLUYORUM. BAHSETMEYE KALKTIM MI ŞAİRANELEŞİYOR. KABAHAT BENDE GALİBA.
- BİRAZ.
- BİRAZ DEĞİL, PEK ÇOK. MAMAFİ, MADEMKİ PEK İSTİYORSUN: BENİM DÜNYAMDA BOŞ LAFLAR BİTMİŞTİR. BÜYÜK LAFLAR SÖYLENMEZ. KİMSE KALKIP, ''ŞÖYLEYİM, BÖYLEYİM, ŞÖYLEYİZ, BÖYLEYİZ, BÖYLE YAPACAĞIZ'' DEMEZ. YAPAR. HİÇ KİMSE ŞARAPLI, AV ETLİ, MEYVELİ YEMEKTEN SONRA ÇIKTIĞI GEZİNTİDE AĞZININ KOKUSUNU BURNUNUN DUMANINI YÜZÜMÜZE ÜFLEMEZ. YAHUT BİZİMLE AYNI KÖTÜ ELBİSELERİ GİYİP, AYNI CİGARALARI İÇİYOR GÖRÜNEREK EVİNE SAADETLER, OCAĞINI BİN SENE TÜTTÜRECEK ERZAKI, REFAHI YIĞMAZ. MUHABBETLER NE ANA, NE BABA, NE ÇOCUĞA MATUFTUR, İNSANOĞLUNA.. BÖYLE BİR DÜNYANIN AÇI YOKTUR. SU KIYISINDA SERSERİ DEĞİL, ŞAİRİ GEZER. YOZGAT'A DENİZ, İSTANBUL'A YOZGAT GÜNDÜZLERİ KARIŞMIŞTIR. MEMLEKETLER ŞU VEYA BU AVANTAJINDAN DOLAYI ÖZLENİLMEZ. DENİZ SEYRETMEYE GİDİLEBİLİR. ÇALIŞMAK HESAPLIDIR. EKİLMEYEN YER YOKTUR. BEYHUDE ORMANLAR, BEYHUDE GÖLLER YOKTUR. MEVSİMLER BEYHUDE GELMEZ.
- YAHU BUNUN ŞAİRLİK NERESİNDE.? BU HEPİMİZİN İSTEDİĞİ ŞEY.
- İSTEDİĞİ ŞEY Mİ.? BU KOLAY MI OLUR SANIRSIN.? BUNUN NELERİ, NE GARİP CİLVELERİ VARDIR. BİLMEZ GİBİ YAPMA.!
- ONLARI ANLAT BAKALIM FİLOZOF.
- BAŞKA BİR GÜN. HEM BEN SANA DOĞRUSUNU SÖYLEYEYİM Mİ.? BEN NE İSTEDİĞİMİ ADAMAKILLI BİLEN BİRİSİ DEĞİLİM. YALNIZ BİLDİĞİM BİR ŞEY VARSA O DA, BAŞKALARI İYİ ŞEYLER YAPARSA DERHAL ANLIYORUM. BEN HAKİKİ BİR KÖYLÜYÜM. YARIM YAMALAK TAHSİLİMLE İYİYİ, KÖTÜYÜ TEFRİK EDİYORUM; BU BANA YETER.!
(Sayfa: 111-112)

***
''Şimdi insanları daha iyi anlıyordu. Onları oldukları gibi değil, olmaları lazım geldiği gibi sevdiğini anlamıştı..''
(Sayfa: 165)

Stefan Zweıg - Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu

''Kelimelerim seni korkutmasın; ölmüş olan biri artık hiçbir şey istemez, sevilmeyi de, kendisine acınmasını da, teselli edilmeyi de istemez. Senden tek istediğim, şu anda sana kaçmakta olan acımın hakkımda ele verdiği her şeye inanmandır. Her şeye inan, senden sadece bunu istiyorum.'' (Sayfa: 4)
*
''Sadece yalnızlık çeken çocuklar tutkularını bütünüyle, dağılmaksızın koruyabilirler, ötekiler, duygularını başkalarıyla beraberlik atmosferinde gevezeliklerle harcarlar, yakınlıklarla köreltirler, aşk hakkında çok şey okumuşlardır, duymuşlardır ve aşkın ortak bir kader olduğunu bilirler. Onunla bir oyuncakmışçasına oynarlar, tıpkı ilk sigaralarını içen erkek çocukları gibi, onunla böbürlenirler.'' (Sayfa: 12)
*
''Ve insanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur.'' (Sayfa: 20)

Stefan Zweıg - Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu

Stefan Zweıg - Amok Koşucusu

- Amok'un ne olduğunu biliyor musunuz:?
- Amok mu.? Sanırım hatırlıyorum.. Malezyalılarda görülen bir tür sarhoşluk..
- Bu sarhoşluktan daha fazla bir şey.. bu delilik, bir tür insan kudurması.. ölümcül, anlamsız bir saplantının bir krize dönüşmesi hali, bunu başka hiçbir alkol zehirlenmesiyle kıyaslayamazsınız.. orada kaldığım süre içinde bizzat ben de birkaç vakayı inceleme fırsatı buldum -söz konusu başkalarının derdi olunca nasıl da hep daha zeki ve daha nesnel oluruz- ama kaynağının korkunç gizemini ortaya çıkarmayı başaramadım. Bir şekilde iklimle ilgisi vardı, ani bir patlama noktasına gelinceye kadar sinirler üzerinde bir fırtına gibi baskı yaratan o boğucu, yoğun atmosferle.. Sonuç olarak Amok.. evet, Amok şöyle bir şey: Bir Malezyalı, son derece sade, son derece iyiliksever bir insan, içkisini içiyor.. orada öylece oturuyor, duygusuz, umursamaz, donuk.. tıpkı benim odamda oturduğum gibi.. ve birden ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor ve sokağa koşuyor.. dosdoğru koşuyor.. hep dosdoğru.. nereye olduğunu bilmeden. Yolda karşısına ne çıkarsa çıksın, insan, hayvan, hançeriyle vurup yere seriyor ve kan sarhoşluğu onu daha da öfkelendiriyor.. Koşan adamın ağzından köpükler saçılıyor, delirmiş gibi uluyor.. ama koşmaya devam ediyor, koşuyor, koşuyor, artık ne sağa bakıyor ne de solda duruyor, sadece tiz çığlığıyla, elinde hançeriyle öyle korkunç bir halde ileriye doğru koşmaya devam ediyor.. Köylerdeki insanlar bir Amok koşucusunu hiçbir gücün durduramayacağını bilirler.. onun koşarak gelmekte olduğunu gördüklerinde herkesi uyarmak için bağırırlar. 'Amok, Amok.!' ve herkes kaçışır.. ama o koşmaya devam eder, hiçbir şey duymaz, sürekli koşar, hiçbir şey görmez, karşısına çıkan her şeyi yere yıkar.. ta ki biri onu kuduz bir köpek gibi vurup yere serene ya da kendiliğinden köpükler içinde yere yıkılana kadar.. 

(Sayfa: 30-31)
Stefan Zweıg - Amok Koşucusu

Füruzan Çerçi - Parasız Yatılı

''Ben çocukken ( ne zaman çocuk olmuştum.!) görünmeyen adam olup pasta yemek isterdim.Ne kıtmış tutkularım.
Gidiyor musunuz.?
Güle güle.
Kapıyı iyice kapayın.
Sizden üşüdüm..''
*
(Özgürlük Atları Öyküsü / Sayfa: 18)
***
''Adsız sansız düşünmelerdir benim düşünmelerim. Daha çok renge benzerler. İç karartıcılarla iç açıcılar yan yanadır. Bazı bir kanarya sarısıdır geliverirdi. İçim hızlanır uçardım oradan oraya. İyiye benzettiğim her şeyin bana da olması için çok dua ettim çok istedim.'' (Sayfa: 162)

Sohrâb Sepehrî (سهراب سپهری) (Sohrâb-i Sipihrî) - Sekiz Kitap, Bütün Şiirleri (Farsçadan Çeviren: Mehmet Kanar)

Rengin Ölümü (1951)   GECENİN KATRANINDA * Nicedir bu yalnızlıkta Suskunluğun rengi dudakta. * Bir ses çağırıyor beni uzaktan Ama ayaklarım ...