18 Ekim 2018 Perşembe

Johann Wolfgang Von Goethe - Faust

Johann Wolfgang Von Goethe - Faust
Faust'un Serüveni, İsmet Zeki Eyuboğlu
*
Alman yazınının evrensel boyutlara varan başlıca yapıtlarından biri olan Faust'un, içeriği de serüveni gibi şaşırtıcıdır. Gerçekte bir Alman halk öyküsü olan Faust, Goethe'nin ilgisini çektikten, onun elinde yeniden biçimlendikten sonra, Almanya'nın sınırlarını aşmış, evrensel alanda büyük bir ilgi toplamıştır. Alman yazınını inceleyen kimi kaynakların bildirdiğine göre, Goethe gençlik yıllarında ''Faust'' adı çevresinde yoğunlaşan halk öykülerini okumuş, uzun süre bunların etkisinde kaldıktan sonra bu halk ürünleriyle yakından ilgilenmiştir. Lessing'in ''Faust''la ilgili ilk yazısı 1750'de yayınlanmıştı. Bu yazı da Goethe'yi başka yönden etkilemiş olabilir. Goethe'nin bu halk öyküsüne yönelmesi bu yayından sonra da olabilir, bu konuda kesin yargıya varmak tartışma götürür.
*
Bu konunun kaynağını araştırma eğilimi onu Alman halk yazını ile yüz yüze getirmiştir. Nitekim, Goethe'nin 1771 dolaylarında kendini bu konuya verdiği biliniyor. 1775'te Faust'u, kendi yöntemine göre düzenlemiştir. (Bu ilk çalışma, 1887'de Goethe'nin ölümünden sonra yayınlanmıştı). Buna yaygın adıyla ''Urfaust'' deniyor. Ancak Goethe 1775'te Faust'u Weinar'a götürür, orada çalışmalarını sürdürür. 1797'de Schiller'in baskısıyla konuyu yeniden ele alır, 1805'te yapıta son biçimini verir. Goethe, 1829'da bu yapıtı ''Faust I'' adıyla yayımlar. Goethe yapıtın birinci bölümünü ana çizgileriyle düzenler, ikinci bölümünü de beş perdelik bir tiyatro ürünü olarak sona erdirir. Böylece ilk bölüm 4610'u aşkın dize olarak, ikinci bölüm ise o sayıya eklenen dizelerle 12111 dizeye ulaşır. Goethe, ilk bölümü olduğu gibi şiirleştirip bırakır, ikinci bölümü ise beş perdelik bir oyun olarak bütünlüğe ulaştırır.
*
Faust'un birinci bölümündeki yaygınlığa karşın derinliği azdır, söylenceseldir. Oysa ikinci bölümde yer yer şaşırtıcı derinleşmeler, felsefeye özgü sorunsal düşünceler ağırlık kazanır. Bu ikinci bölümde işlenen sorunların hepsi insan karakterinin girintili çıkıntılı kıvrımlarıdır. İnsan, düz yolda yürüdüğü oranda sayısız sapaklarda da dolaşır. İçten gelen çelişkilerin şaşırtıcı çıkmazlarında insan; şaşıran, düşünen, ideler ülkesinde dolaşan Platon'cu bir gezgine benzer. Goethe'nin Platon'un idealizminden yararlandığı, nesnel bir gerçekçilikten hep uzak kalmak istediği kolayca anlaşılır. Özellikle insan karakterini eşeleyen bölümlerde engelsiz bir subjektivizmin ayak seslerini duymamak elde değildir.
Goethe, insanı, olduğu gibi nesnel gerçeklikler içinde görmez, olması gerektiği gibi göstermenin etkisi altında kaldığını açıkça sergiler. Platon'da olduğu gibi, Goethe'de de insan birtakım çözümü olanaksız sorunlara çevrilmiştir. Bu sorunlar, içinde yaşadığımız dünya ile tasarladığımız ideal dünyanın sınır çizgileri üzerinedir.
*
İkinci bölümde okuyucunun ilgisini çeken başlıca konu, yaşayan insanın kendini düşünceleriyle oluşturduğu bir ortamda görmesidir. İnsan erdem, doğruluk, bilgelik, dinsellik, ahlak, tüze, estetik gibi değişik sorunlarla uğraşma gereğinde kalan, ancak bu konularda kesin bir yargıya varamayan bir varlıktır. Bu düşünce Kant'tan geliyor. Goethe'nin tinsel varlık alanında insana verdiği düşünsel-inançsal ağırlık, bir yandan Hegel'e, bir yandan da ortaçağ tanrıbilimciliğine değin uzanır. Bir yanda aşırı bir inanç saygısı, bir yanda aşırı bir çelişkilerle boğuşma, yadsıma eğilimi sezilir, okuyucu burada Goethe'nin yürüyüş çizgisinde hangi ışıldağı tuttuğunu saptamada güçlük çekebilir. Bu tartışmayı Goethe uzmanlarına bırakarak burada keselim.
Bizim örnek aldığımız çeviri, Goethe'nin 1829'da düzenlediği yapıtın 1950 basımıdır. (Stuttgard-Botnang von Reclams-Universal-Bibliothek'tir.)
Çevirimizde yanlışlarımızı, eksiklerimizi gösterecek kimseye karşı saygıdan, sevgiden başka sözümüz olmayacak.

Johann Wolfgang Von Goethe - Faust
Adayış
*
Yaklaşmaktasınız yine, titrek görüntüler
Eskiden bulanık bakışlarıma çarpan.
Sımsıkı tutayım mı şimdi sizi.?
Yoksa bir eğilim mi sezdiğim o kuruntuya karşı.?
Bastırıyorsunuz hep, bastırın bakalım, çevremde (5)
Sisler, dumanlar içiden yükselerek beni alt etmeye.
Titriyor gencecik yüreğim, seziyorum, hepimizin
Çevresinden yayılan büyülü havadan.
*
Mutlu günlerin görüntüleridir sizinle gelen,
Kimi sevecen gölgelerdir önümde yükselen, (10)
Eski, yarı unutulmuş bir öykü gibi belirir
Gözlerimin önünde o ilk sevgi, bir de gönüldeşlik,
Yenilenen acılar, bir de yakınmalar boyuna
Yaşamın şaşırtan oyuklarından çıkan, yayılan,
Güzel saatlerin mutluluğuna kanan, yanılan, (15)
Benden önce göçen güzel insanların adlarıdır anılan,
Duymuyorlar artık ilk söylediğim türküleri
Daha kendilerine, o canlar, toz duman olmuş
O sevecen kalabalık dağılmış, ne yazık
O ilk yankı yok olup gitmiş. (20)
Etkiliyor yabancıları da şarkım, bilinmeyenleri,
Eziyor yüreğimi onların alkışları bile, sıkıyor,
Eskiden şarkılarımdan kıvanç duyanlar, yaşıyorlarsa
Şimdi, dünyanın her yanına dağılmışlar..
Bir özlem içimde kıskıvrak tutmuş beni, (25)
Unuttuğum, tinlerin sessiz, olgun ülkesine duyduğum,
Yüzüyor anlamsız sesler içinde, boşlukta şarkım
Bozuk düzen çalgılardan çıkan mırıltılar gibi,
Bir ürpermedir beni saran, gözyaşları yine gözyaşları,
Seziyorum, inceliyor, yumuşuyor katı yürek,
Benden uzaklarda şimdi benim olan ne varsa,
Görüyorum, bence birer gerçek, tüm yok olanlar da.

***
Rafail, Cebrail ve Mikâil isimli üç meleğin konuşmalarının ardından, Mephistopheles ve Tanrı’nın diyaloğu:
***
Mephistopheles:
*
Ey tanrı, yine yaklaşarak bizden
Soruyorsun, olup bitenleri dünyada,
Alışmışsın severek beni görmeye,
Bak, uşakların arasındayım ben de, karşında.
Bilmem görkemli sözler söylemeyi, bağışla. (275)
Eğlense bile benimle tüm çevremdekiler;
Gülerdin becerim karşısında sen de
Bırakmasaydın gülme alışkanlığını.
Bilmem güneşten, dünyalardan söz etmeyi,
Bildiğim insanların acı çektikleridir ancak. (280)
Dünyanın küçük tanrısı, değişmeden kalan,
İlk günkü görkemini koruyan.
Yaşardı biraz daha mutlu, vermeseydin
Ona gök ışığından bir parıltı;
Us diyor bu parıltıya, tüm hayvanlardan (285)
Daha hayvan olmak için yararlanıyor ondan.
Kayranıza sığınarak söylüyorum, bana göre
Uzun bacaklı bir ağustos böceğine benzer o,
Öteye beriye uçan, uçarken sıçrayan, çimenlerde
Eski şarkıcığını söyleyen, hep kalsa (290)
Otlar arasında ne iyi olurdu.!
Her pisliğe burnunu sokmadan dursa.
*
TANRI:
*
Başka söyleyecek sözün yok mu bana.? (295)
Hep yakınmak için mi gelişin senin.?
Başka doğru yok mu sence yeryüzünde.?
*
MEPHİSTOPHELES:
*
Yoktur, tanrım, gerçekten çok kötüdür orası hep.
İçimi doğrar acılar içinde yüzen insanlar,
Üzmek gelmez benim elimden bile bu düşkünleri.
*
(Sayfa: 27-28)
****************
Şeytan Temsili Kötülük Tanrısı "Mephistopheles"
*
Rönesans dönemindeki Hıristiyan mitolojisinin (Hıristiyanlığın ilk yayıldığı dönemlerde çıkan, İncil'de yer alan hikaye/ öykülerdir) lider şeytanlarından olan Mephistopheles, İncil'de adına rastlanmasa da en bilinen Hıristiyan mitleri arasındadır. Mephisto'nun Hıristiyan inanışındaki şeytan tasviri olan Lucifer'in sağ kolu olduğu birçok metinde görülürken, Mephisto Tanrı'ya karşı çıkıp Lucifer'in safına katılan ilk şeytandır.

En yaygın kullanılan adı "Mephisto" ya da "Mephistopheles" (okunuşu "Mefisto") olan kötülüğün lideri, aynı zamanda Mephistophilus, Mephist, Mephistophilis isimleriyle de bilinmektedir. İblis ya da şeytan olarak hemen her yerde karşımıza çıkan Mephisto yalanın, kötülüğün, -kötü- hırsın da tanrısı olup her türlü zaferi ve başarıyı kazanacak kuvvettedir (özellikle bilgisi en büyük silahıdır). Mephistopheles iblisler dünyasındaki her şeyi bilirken bitmek tükenmeyen öğrenme ve merak isteğiyle tanrılar dünyasını da öğrenmek ve bu bilgileri tanrıların aleyhine kullanmayı amaçlamıştır. Kimi zaman siyah bir pelerinle insansı şekilde resmedildiği ya da canlandırıldığı gözükse de aslında insana pek benzememektedir. Uzun boyu, boynuzları, çatal şeklindeki mızrağı ile insan aklına yerleşen bir iblis olan Mephisto kısaca kanatlı bir şeytandır.

Mephistopheles'in çıkış noktası olan şiirsel oyun/ öykü Goethe'nin yazdığı Faust, kötülük yerine zikredilen bir kelime olarak Mephistopheles'i kullanmıştır. Faust romanında Faust'un dünyasal bilgi, haz, hatta zamanı dünyasal zevklerle geçirip de bilgiyi bir kenara bırakması için Mephisto'ya ruhunu sattığı görülmektedir. Goethe'nin şeytanla bahse giren bir insanı anlattığı bu hikayede evrensel bir insan tragedyası ortaya koyduğu görülürken, Faust fazlasıyla zengin felsefi derinliği sebebiyle çok kez yorumlanmıştır.
***
Gece
(Faust yüksek kubbeli, dar, gotik biçimli bir odada, tedirgin bir durumda, yazı masasının önündeki koltukta.)
*
FAUST*
Ne yazık ben.! Felsefe,
Hukuk ve tıp, (355)
Dahası, çok yazık tanrıbilim
Bile okudum, tüm gücüm yettiğince.
Buna karşın, yine ben, düşkün bir dangalak.!
Eskiden neysem oyum yine;
Öğretmen diyorlar, doktor diyorlar bana, (360)
Nerdeyse on yıldan beri çekiyorum
Bir aşağı, bir yukarı tutup burunlarından
Tüm öğrencilerimi, bir öteye, bir beriye
Görüyorum, buna karşın, bir nesne bilmediğimizi.!
İşte budur benim de yüreğimi yakan. (365)
Daha becerikliyim tüm yaygaracılardan,
Doktorlardan, öğretmenlerden, yazarlardan, papazlardan,
Etkilemez beni kuşku, duraksama, kaygı,
Ne cehennemden korkarım, ne de şeytandan
Buna karşın yoksunum tüm sevinçlerden, (370)
Sanmam doğru bilgim olduğunu,
İnsanları bayındır kılıp doğru yola getireceğimi,
Onlara bilgi vereceğimi.
Ne param var, ne malım, ne soyluluğum,
Ne görkemim, ünüm bu yeryüzünde. (375)
Daha çok yaşamak istemez, böyle, bir köpek de.!
Bu yüzden verdim kendimi büyücülüğe,
Tinin gücüyle, onun ağzından
Öğrenebilir miyim diye; kimi gizemleri;
Acı ter dökmeden bilmediklerimi söylemeyi, (380)
Dünyanın en derinlerinde
Neler varmış anlamak,
Bütün etkin güçleri,
Yaşamsal özleri görmek,
Boş sözler söylememek için. (385)
Son görüşün olsun ey dolunay
Çektiğim acıyı benim,
Ben, kimi gece yarısına değin oturur
Beklerdim doğuşunu bu masa başında senin;
Sonra kitapların, kâğıtların üzerinde (390)
Görünürdün bana, sen üzgün gönüldeşim.!
Yazık.! Çıkabilsem doruklarına dağların
O güzel aydınlığında yürüsem, uçuşsam
Çevresinde tinlerle mağaraların,
Gezinsem alacakaranlığında, çimenlerde, (395)
Sıyrlsam tüm bilgi sislerinden,
Yıkansam çiylerinde, gönensem;
Yazık.! Bu zindanda mıyım daha.?
Uğursuz ve sisli bir duvar deliği,
Sevimli gök ışığı bile (400)
Bulanıyor sızarken boyalı camlardan içeri.!
Daralmış büsbütün böceklerin deldiği,
Tozlarla kaplı kitap yığınlarıyla oyuk,
Yükselmiş kubbeye değin
İslenmiş bir kâğıt yığını, (405)
Şişeler, kitaplar yığılmış fırdolayı,
Araçlar atılmış üst üste bir kıyıda,
Atalardan kalma ne varsa konmuş, içerde
İşte senin dünyan.! Buna dünya denirse.!
Sorar mısın daha, neden yüreğin (410)
Daralır, sıkışır, bunalır göğsünde.?
Neden bilinmeyen bir üzüntünün
Sende, yaşam akışını önlediğini.?
Canlı bir doğa yerine, şu tanrının
Yaratıp içine insanları doldurduğu, (415)
Senin çevrende hep isler, küfler içinde
Hayvan kaburgaları, insanların bacak kemikleri.
Kalk.! Fırla.! Git geniş ovalara.!
Bu gizemlerle dolu kitabı,
Hani Nostradamus’un elinden çıkan (420)
Yoldaş olarak yetmez mi sana.?
Öğrenirsin yıldızların gidişi,
Aydınlatırsa senin içini doğa,
Uyanır içinde bir gizli güç, öğrenirsin
Bir tinin başka bir tinle nasıl konuştuğunu. (425)
Dalam şimdi boş düşüncelere burada
Kutsal belirtileri anlamak için:
Uçuyorsunuz yanımda ey tinler,
Yanıtlayın sesimi duyuyorsanız.!
(Kitabı açtı, evrenin tinsel belirtisini gördü.)
İşte.! Bir kıvanç kaplıyor bunu (430)
Görünce tüm duygularımı.!
Seziyorum genç, kutsal bir yaşam mutluluğu
Yeniden yalımlanır akar sinirlerimde,
Damarlarımda. Bir tanrı mıydı yokssa içimin
Taşkınlığını dindiren, gönlümü (435)
Sevinçle dolduran, gizemli bir etkiyle
Çevremi kuşatan doğal güçleri yaratan,
Tüm bu belirtileri yazan, ortaya çıkaran.?
Yoksa bir tanrı mıyım ben de.? Anlıyorum şimdi.!
Görüyorum bu salt çizgiler içinde, (440)
Ruhumun önünde yatan yaratıcı doğayı.
Anlıyorum şimdi, bilgenin söylediğini:
‘’Kapalı değildir tinler evreni;
Anlığın gitmiş, gönlün ölmüş senin.!
Kalk ey öğrenci, bırak üzüntüyü (445)
Yıka sabah kızıllığıyla ölümlü göğsünü.!’’
(Belirtiye bakar.)
Bir bütün oluşturuyor hepsi, Biri ötekinin içinde yaşayan, etkileyen.!
İniyor, çıkıyor göksel güçler,
Uzatarak altın kovaları birbirlerine.! (450)
Bolluk saçan atılımlarla gökten
İniyorlar, dünyanın içinden geçiyorlar,
Uyumlu sesleriyle tüm evreni çınlatıyorlar.!
Bu ne oyun.! Ne yazık.! Bir oyun ancak.!
Sonsuz doğa, seni nerede sımsıkı tutayım.? (455)
Nerdesiniz ey memeler.? Yaşamın kaynağı,
Göğün de, yeryüzünün de dayanağı, siz,
Can atıyor yorgun yüreğim size
Siz akın, emzirin bol bol, ben tükeneyim mi.?
(İstemeyerek kitabın sayfalarını çevirir, dünyanın tinsel belirtisini görür.)
Etkisi bambaşka, bende, bu belirtinin.! (460)
Sen, ey dünyanın tini, daha yakınsın bana;
Duyuyorum gücümün arttığını daha,
Taze şarap içmiş gibi yanıyor içim.
Deprenmiş ataklığım, gireyim evrenin özüne,
Katlanayım dünyanın acısına, tatlısına, (465)
Boğuşayım kasırgalarla yılmadan parçalanan
Bir geminin çatırtısından korkmadan.
Bulutlar toplanıyor tepemde
Ay da gizliyor ışığını
Lamba sönüyor.! (470)
Dumanlar çıkıyor kızıl ışınlar yayılıyor
Başımın çevresinde bir yel,
Kubbeden inen korkunç bir yağmur
Beni kuşatan, yakalayan.!
Seziyorum çevremde dolaşıyor, çağırdığım tin.!
Açıl, çık ortaya.!
Ah.! Nasıl da çarpıyor yüreğim, koparcasına.!
Hep yeni sezişler
Tüm duygularımı kapsayan.!
Sana bağlanan yüreğimi.! (475)
Çıkarsın ortaya.! Çıkarsın.! Yaşamım gitse de.!
(Kitabı eline alıp tinin belirtisine, gizemli sözler söyler. Kızıl bir alev, beliren alevde tin görünür.) 

(Sayfa: 32-36)
***
Faust
*
Ne mutludur umabilen kimse
Bu yanılma denizinden yüze çıkmayı,
Bilinmeyeni gerekser insan,
Oysa bilineni gereksemez pek,
(...) (
Sayfa: 63)
***
Faust
*
Dinle, eğlence sözkonusu değil bence. (1765)
Dalıncı, acının tadını çıkarmayı severim.
Sevgi yaratan kine, güç veren acıya
Adadım kendimi, gönlüm bilgi özlemiyle
Kavuşmuş sağlığa, gizlemesi gerekmez acıyı,
Ne varsa tüm insanlıkla bölüşülen (1770)
Ona katılmak, tadını çıkarmak isterim, ben,
Ruhumla en yükseği, derimi kavramak,
İnsanlığın kıvancını, acısını göğsüne yığmak,
Benliğimi onun benliğiyle genişletmek,
Sonunda, onun gibi, dağılmak, yok olmak. (1775)
*
Mephıstopheles
*
İnan bana, binlerce yıldan beri
Çiğner dururum bu katı yemeği
Beşikten tabuta değin
Sindiremez kimse bu mayalı hamuru.!
İnan şuna da, bütün bu evren (1780)
Yalnızca bir tanrı için yapılmıştır.!
Sonsuz bir aydınlık içindedir o,
O’dur bizi karanlığa salan,
Sizin için gündüzle gecedir önemli.
*
Faust
*
İstediğim de budur benim. (1785)
*
Mephıstopheles
*
Belli bu.! Anlaşılıyor açıkça.
Ancak beni sıkan bambaşka, zaman kısa
Sanat uzun, aydınlatmamız gerek, bana kalırsa.
Bir ozanla anlaşın, ortaklık kurun.
Bırakın üstadı dolaşsın düşünceleri içinde, (1790)
Bütün soylu nitelikleri
Saygın başınızın üstünde yığın,
Aslan yiğitliği,
Geyik devingenliği,
İtalyan sıcakkanlılığı,
Kuzey direngenliğidir bu nitelikler.
Bulsun gizemini, bırakın, size
Saygınlıkla düşkünlüğü birleştirmenin,
Sizi sımsıcak bir gençlik eğilimiyle
Belli bir ereğe gönül vermenin. (1800)
Tanımak isterdim böyle bir üstadı,
Ona küçük evren demeyi dilerdim.
*
Faust
*
Ele geçirmen olanaksızsa, neyim ben,
O yüce insanlık tacını
Tüm duygularının özlediğini.?
*
Mephıstopheles
*
Neysen o’sun sen, önünde sonunda.
Milyonca kıvırcık saç taksaan başına,
En uzun çizmeler geçirsen ayaklarına
Hep olduğun gibi kalırsın yine.
(..) (
Sayfa: 94-95)
Johann Wolfgang Von Goethe - Faust
MEFHİSTOPHELES
(Faust'a)
*
Bu halk şeytanı seçemiyor bir türlü,
Yakasına yapışmış bile olsa, (Sayfa: 116)
Johann Wolfgang Von Goethe - Faust
Margarete
*
Söyle şimdi, nedir din konusunda düşündüğün.? (3415)
Yürekten iyi bir adamsın.
Sanırım bu konuya değer verdiğin yok.
*
Faust
*
Bunu bırak yavrum, biliyorsun seviyorum seni;
Etim de, kanım da sevdiklerimin,
Karışmam kimsenin dinine, tapınağına. (3420)
*
Margarete
*
Bu doğru değil, onlara inanmak gerek.!
*
Faust
*
Kesin mi.?
*
Margerete
*
Ah.! Biraz etkileseydim seni.!
Sen saygı duymuyorsun kutsallığa.
*
Faust
*
Saygı duyuyorum onlara.
*
Margarete
*
İsteksiz bir saygı duyuş. (3425)
Çoktandır gitmemişsin günah çıkarmaya,
Tanrıya inanıyor musun.?
*
Faust
*
Sevgilim kim söyleyebilir:
Ben tanrıya inanıyorum diye.?
Bunu rahiplere, bilginlere sorsanız,
Bir alaya alma olur onların yanıtı,
Böyle bir soruyu soranla.
*
Margarete
*
İnanmıyorsun değil mi.? (3430)
*
Faust
*
Yanlış anlama beni, güzel yüzlü melek.!
Kim ona bir ad verebilir.?
Kim açıklayabilir:
Ona inanıyorum diye.?
Kim onu sezerken ( 3435)
Üstlenebilir
Ona inanmıyorum demeyi.?
Tüm varlığı kapsayan
Tüm varlığı sürdüren,
Kuşatmıyor mu dersin (3440)
Seni, beni, kendini.?
Üstümüzde kubbeleşmiyor mu gök.?
Durmuyor mu sapasağlam yer altımızda.?
Yükselmiyor mu sevgiyle bakarak bize.?
Ölümsüz yıldızlar.? (3445)
Gözümü gözüne dikerek bakmıyor muyum
Sana, tüm varlık sokulmuyor mu
Senin beynine, yüreğine,
Sonsuz bir gizem içinde
Görünmeyen görünür olmuyor mu yanında.? (3450)
Doldur onunla gönlünü, ne denli büyük
Mutlu olunca tüm gönlünle, olsa da bu gizem
Ne dersen de ona.! Mutluluk, gönül, aşk, tanrı.!
Ben bulamam ona bir ad; (3455)
Duygudur her nesne,
Bir kuru gürültüdür ad, bir dumandır,
Göksel mutluluğu sislendirendir. (
Sayfa: 201-204)
***
HAZNEDER
*
Kim güvenir şimdi sözleşmelere.?
Kesiliyor söz verilen yardımlar
Kuruyan çeşme suları gibi, akmıyor.
Sayın imparator senin geniş ülkende
Kimin elindedir şimdi tüm iyelik.?
Nereye gelince bir türedi çıkıyor ortaya
Bağımsız yaşamak istiyor,
Ancak yaptığı işe bakmak geliyor elden,
Pek çoklarına yetkiler bağışladık,
Öyle ki kullanacak yetkimiz kalmadı.
Şu parti denen kuruluşlara da
Güven kalmamıştır artık günümüzde;
İster övsünler, ister sövsünler
Birdir sevgileri de, öfkeleri de.
Ghibellin’ler de Guelf’ler gibidir
Gizleniyorlar günün tadını çıkarmada;
Kim var şimdi komşusuna yardım etmek isteyen.?
Herkesin işi başından aşkın.
Soyulmuş altın yatakları da,
Önüne gelen eşiyor, kazıyor, topluyor,
Artık bomboş kasalarımız bizim. (
Sayfa: 290-291)
***
Güzel Bir Yöre
*
Faust çiçekli çimenler üzerine uzanmış, yorgun, sıkıntılı uyumaya çalışmakta.
*
Gün Ağarmakta
*
Ruhlar bir halka biçiminde çırpınarak uçuşuyor, sevimli ufak görüntüler görünmekte.
*
ARİEL
(Aol harpları eşliğinde şarkı)
Baharın çiçek yağmuru
Düşerken üstüne süzülerek dünyanın
Yeşil bolluğu kırların (4615)
Gülerken tüm yeryüzü çocuklarına
Küçücük perilerin büyük ruhları
Koşar yardım isteyen her yere;
İster iyi, ister kötü
Yumuşatır yüreğimi dara düşen. (4620)
Sizler, bu başın çevresinde daire çizip uçuşanlar
Soylu periler kılığına girerek
Dindirin kabaran azgınlığını şu yüreğin,
Kovun yalımlanan acı oklarını sakıncanın,
Arındırın içine geçirdiği korkudan. (4625)
Dört koşulu vardır gece süresinin,
Duraksamadan iyilikle doldurun bunları .
İlkin dayayın başınızı bir serin yastığa,
Sonra yıkayın onu Lethe’nin çığlı sularında,
Yumuşar kaskatı kesilmiş örgenleri gövdenin (4630)
Güne karşı güçlenmiş durumda yatarsa,
Yapın en güzel görevinizi periler,
İletin onu kutsal ışığa yeniden. (
Sayfa: 281-282)
Johann Wolfgang Von Goethe - Faust
LETHE HAKKINDA BİLGİ:
*
Bundan çok çok zaman önce, insanlar yalnızca bir yerde yaşarmış, “unutuş şehri” denilen yerde. İsmi böyleymiş çünkü şehrin tam ortasından “unutuş nehri” geçermiş. Yeryüzündeki bütün sular ondan gelir ve ona geri dönermiş. Bütün su parçaları ondan ayrıldıktan sonra ona dayanılmaz bir özlem duyarmış, ayrıldıklarında kendilerini hatırlar, onla birleştiklerinde ise onda kendilerini unuturlarmış. Bilge insanlardan birisi bu öyküyü duyduğunda kendi kendisine şunu sormuş:
“ Bunlar neden kendilerini hatırlamak değil de kendilerini unutmak istiyorlar ? Neden ona özlem duyuyorlar? ”
Buna cevap verilmeden önce anlatılması gereken başka şeyler de varmış.
Nehre yalnızca başka su parçaları katılmazmış, insanlar da o nehre girermiş ve bambaşka kişiler olarak çıkarlarmış. Söylendiğine göre nehir herkesi kabul etmez, kabul etmediklerini kendisinde boğarmış.Başka bir bilge insan da şunu sormuş :
“ Nehir neden bazılarımızı boğuyor da, bazılarımıza ölümlüyken ölümsüzlüğü armağan ediyor? ”
Bilgenin ölümlüyken ölümsüz olmaktan kastettiği, insanların nehre her girişlerinde geçmişte yaşadığı acıları unutmaları ve yalnızca güzellikleri hatırlamalarıymış. Nehir bunlarla da kalmıyor, insanların istediği kaderi onlara bağışlıyormuş…( Tabi bunlar sadece insanların anlattıkları.)
Fakat insanların yapması gereken bir seçim varmış, o da nehre ne zaman girmeleri gerektiği üzerineymiş. Herkesin bir hakkı varmış, ayrıca nehre girecek olan boğulma riskiyle de karşı karşıyaymış.
Seçim zamanı ve boğulma konusunda anlatılan çeşitli hikayeler varmış, ama en yaygın olanı şuymuş :
“ İnsanlar nehre girecekleri zamanı boğulmaktan korkmadıkları zaman seçmelilermiş, böylece en yüce güzellikler ve sonsuz hayat onlara bahşedilirmiş. Boğulmaktan korkanlar ise insanlıklarından olur, sonsuzluğun sahte bir görünüşünü yaşarmış. Boğulmaktan korkmayanlar ise gerçek sonsuzluğa yol alırmış, gerçek yaşamın en derinlerine…”
Bunu çok çeşitli şekillerde yorumlayanlar oluyormuş, ama genel olarak boğulmaktan korkmayanların boğulmadığı düşüncesi hakimmiş… İçlerinden yalnız birkaçı farklı düşünüyormuş. Bunlar içinde de kendisinden en emin olan bir tanesi varmış, Lethe isminde bir genç. Düşüncesini hiç kimseye anlatmamış ve bir gün ansızın meraklı bakışlar altında nehre girivermiş. Onu bir daha gören olmamış. Şehir halkı onun da diğerleri gibi korktuğundan boğulduğunu düşünmüş…
Lethe suya girer girmez sonsuz ışık demeti gözlerini kamaştırmış, suyun içerisinde nefes alabildiğini hissetmiş… Akıntı onu nehrin en derinlerine çekmiş ve kendini birden daha önce hiç görmediği bir yerde buluvermiş. Etrafına toplananlardan bazılarını tanımış, önceden boğulduğu düşünülen kişilermiş bunlar…
“ Neden bu kadar geciktin ?” demiş içlerinden biri.
Lethe şaşırmış ve herhangi bir cevap verememiş.
Başka bir kişi devam etmiş :
“ Biz gerçekten boğulmaktan korkmayanlarız, tam anlamıyla nehirde kendini unutmaya hazır olanlarız. ”
“Anlıyorum ama neden bu saklanıyor diğerlerinden ? “
“ Kimseden bişey saklandığı yok, sadece herkes kendisi bulmak zorunda, hepsi bu. Kimseye sahip olmadığı şey verilemez.”
Lethe’nin geldiği bu yerde insanlar çok mutluymuş, kötülük ve çirkinlik orada adeta hiçliğe devinmiş, yok olmuş. Lethe hiç gecenin gelmediği yerde, diğerlerinin de bundan haberdar olması gerektiğini düşünüp durmuş. Ve suya tekrar girmiş, bundan sonrasını pek hatırlamıyor ama uyandığında kendisini unutuş şehrinde buluvermiş Kendine geldiğinde, ona ne olduğunu sormuş :
Şehir halkından birisi onun boğulmak üzereyken kurtarıldığını söylemiş.
(Aslında Lethe’nin suda boğulduğunu düşünmüşlerdi, fakat unutuş nehri bunu onlara unutturmuş ve zihinlerine başka bir durumu yazmıştı.)
Lethe bu cevap karşısında şaşırıp kalmış, ve buna inanmak istememiş.
Hiç gece olmayan yerin olmadığını düşünmek onu çıldırtmış, artık hiç kimsenin ona inanmayacağını biliyormuş, gene de bazı kişilere anlatmış. Anlattığı kişiler onunla alay edip, çıldırdığını düşünmüşler. Şehir halkının da görüşüyle onu bir yere kapatmışlar, oradan ölünceye kadar hiç çıkartılmamış O şehirde olup da ölen tek kişi oymuş!
Unutuş ırmağının ismini Lethe’den aldığı söylenir, bu hikâyeyle nehir ve Lethe özdeş olmuştur. Lethe “kendini” nehirde bırakmış, çıldırmıştır. Nehir ise Lethe’nin bu durumuna üzülür, onu tekrar gecenin olmadığı şehre de götüremeyeceğini bilmektedir. Ve onun ismini alarak onu ölümsüzleştirir, artık nehrin ismi Lethe olmuştur. Böylece unutuş ırmağında ölen tek kişi “kendini” unutuş ırmağında yeniden bulmuş ve ölümsüzlüğünü kazanmıştır.
Öykü böyle sonlanıyor ama Bilgelerin sorduğu sorulara da yanıt vermeliymişiz, yoksa bizde o nehirde boğulurmuşuz…( aslında böyle yaparsak ölümsüzlüğe bile kavuşabiliriz.)
İlk soruya şöyle yanıt verilebilir, su parçaları nehirden ayrıldıklarında kendilerini hatırlıyormuş ama zamanla bu hatırlama etkisini yitiriyormuş ve nehre geri dönüp kendilerini tamamen unutmak istiyorlarmış, çünkü hatırlama etkisini yitirdikten sonra onları nehre karşı dayanılmaz bir özlem sararmış. Özlem ancak onunla bütünleşince son bulurmuş, nehre girdikleri anda kendilerini unuturlarmış ama nehre ilk girdiklerinde “kendiyi” yani kendilerini hatırlamaları gerekirmiş ki “kendilerini” unutabilsinler… Orası hem “kendi” oldukları hem de “kendilerini” yitirdikleri tek yermiş.
İkinci soruya ise şöyle karşılık verilebilir. Şehirdekiler ölümsüzlüğün yani tüm mutlulukların kendilerine; boğulmadıkları için, boğulmaktan korkmadıkları için verildiğini düşünürmüş, ama aslında durum tam tersiymiş. Öyle ki asıl korkanlar onlarmış ve gerçeklerden habersiz olarak sahte bir dünya içerisinde yaşamaktaymışlar. Boğulanlar ise gerçek hayata gözlerini açanlarmış aslında, gerçekten korkmayanlar ve kendi kaderlerini kendileri yaratmayı göze alanlarmış!
Ama en önemli noktayı unutmak bu sırları anlatana hiç yakışmazmış :
O da şuymuş :
“Gecenin hiç olmadığı yerde kendi kaderlerini kendileri yaratmayı seçenler yaşarmış ve onlar gerçekten de ölürmüş. Çünkü sonsuzluk sonluluk olmadan yaşanmazmış. Lethe nehrinin kenarında yaşayanlar ise kendilerini aslında olmayan kadere bıraktıkları için gerçek hayata hiç yaklaşamayanlarmış, onlar sonsuzluğu sonlu olmadan yaşamak isteyenlermiş ve korkmadıklarını söyledikleri halde kendilerinden en çok korkanlarmış..”

Johann Wolfgang von Goethe - Genç Werther'in Acıları

''Ancak kendi içime dönersem bir dünya buluyorum.!'' (Sayfa: 9)
***
Bahçeden kopardığı bir baş lahanayı sofraya koyan insanın basit ve saf mutluluğunu kalbim hissedebiliyorsa, keyfime diyecek yoktur, çünkü o yalnızca lahanayı değil, bütün güzel günleri, onu ektiği o tatlı sabahı, suladığı o tatlı akşamları da sofraya koymuş olur, lahananın günbegün büyümesi ona haz verdiği için her şeyin tadına bir anda varır. (Sayfa: 26) 
***
(.. dünyada en çok çocukları kendime yakın buluyorum. Onları seyrederken, en ufak şeyde bile, gün gelip de çok ihtiyaç duyacakları tüm erdemlerin, tüm güçlerin mayasını görünce, inatçılıklarında gelecekteki tutarlılığa ve karakter sağlamlığına, yaramazlıklarında dünyanın tehlikelerine teğet geçen mizah ve umursamazlığa bakınca, her şey öylesine bozulmamış, öylesine bütünlük içinde ki.!..) (Sayfa: 27)
***
''..tembellik neyse keyifsizlik de odur, tembelliğin bir türüdür..''
''..kimse denemeden gücünün sınırlarını bilemez..'' (Sayfa: 30)
***
‘’Büyükannem mıknatıslı bir dağla ilgili bir masal anlatırdı: Dağa fazla yaklaşan gemilerin demir parçalarının hepsi birden sökülür, çivileri dağa doğru uçarmış, zavallı acı çekenlerse, üst üste yığılan tahtaların arasında ezilirmiş.’’ (Sayfa: 39)
***
''bir dağı aşmak zorunda olan bir seyyah gibi bu konuda susmak en iyisi; elbette dağ olmasa, yol çok daha rahat ve kısa olur; ama sonuçta orada ve aşılması gerekiyor.!'' (Sayfa: 61)
***
Sevgili teyzesi yaşlılığında birçok şeyden yoksun kalmış, bir dizi atanın isminden başka ne hatırı sayılır bir serveti, ne bir yakını, ne bir desteği, ne de ait olduğu sosyal sınıftan başka onu himaye edecek biri varmış, oturduğu kattan aşağıda gelip geçen insanların kafasına bakmaktan başka bir eğlencesi de yokmuş. Gençliğinde güzelmiş, ama yaşamını boşa harcamış, önce inatçılığıyla birkaç zavallı delikanlının canını yakmış, daha sonra olgun yaşlara vardığında, bir subayın emirlerine boyun eğerek onun boyunduruğu altına girmiş, adam da bunun karşılığında onun tunç yıllarını* hatırı sayılır bir gelirle, onunla birlikte geçirip ölmüş. Teyze şimdi yaşamının demir yıllarını yalnız başına geçiriyor, bu kadar sevimli bir yeğeni olmasa, kimseden en ufak bir saygı göreceği de yok.
*
*Ovidus'a göre dünyada dört gelişim evresi vardır. Altın, gümüş, tunç ve demir çağı. Bu antik motif 17. ve 18. yüzyıl edebiyatına ve plastik sanatlarda metafor olarak kullanılmış. Burada ise yaşamın evrelerini simgeliyor. (Mahmure Kahraman) 
(Sayfa: 63)
***

‘’Safkan atların bir türünden bahsederler, aşırı koşturulmaktan korkunç kızışan atlar, ferahlamak için içgüdüsel olarak bir damarlarını ısırırlarmış. Sık sık kendimi ben de böyle hissediyorum, beni sonsuz bir özgürlüğe kavuşturacak bir damarımı kessem diyorum.’’ (Sayfa: 71)

Gerard de Nerval - Sylvie & Rüya ve Yaşam / Ateşin Kızları

22 Mayıs 1808, Paris, Fransa
26 Ocak 1855, Paris, Fransa
**********************
Romantizm çıkışlı şair, öykücü ve tiyatro yazarı Gérard de Nerval, ''El Destichado'' adlı şiiriyle Sembolizme, ''Ejderha Kızlar'' adlı kitabında yer alan soneleri ve ''Rüya ve Yaşam (Aurelia)'' öyküsüyle Geçeküstücülük'e öncülük etmiştir. Dünya edebiyatını olduğu kadar Türk edebiyatını da etkilemiş ve tıpkı Rimbaud gibi yapıtlarıyla olduğu kadar yaşamıyla da efsaneleşmiştir.
En önemli eserleri olan ''Ejderha Kızlar''daki sonelerini ve ''Sylvie'' ve ''Auralia'' adlı öykülerini tımarhanede yarı deli-yarı trans halde kaleme almıştır. Yaşamı düş ve gerçek arasındaki bir zaman yolculuğunda geçen ve bir kış günü sokak lambasında asılı bulunan Gérard de Nerval'in ''Doğu'ya Yolculuk'' adlı iki ciltlik ünlü seyahatnamesi de sevilen kitaplarındandır.
***
Arka Kapak
*
Ateşin Kızları, Nerval'in, dünya yazınının bu asi ve dâhi çocuğunun, tüm yaşamı boyunca yazdığı en iyi iki öyküyü içermekte; Sylvie ile Rüya ve Yaşam'ı..
Sylvie, Marcel Proust'un tutkun olduğu öyküydü, Rüya ve Yaşam'sa Yahya Kemal öldüğünde, başucunda, açık bir halde bulunmuştu.
Tüm öykülerin kirlendiği bir çağda, 21. yüzyılda; henüz kirlenmemiş zamanlara ait, çığır açıcı iki başyapıt, imkansızı hayal edebilenlere..

***
Beni bu kitapla tanıştıran Umberto Eco'ydu.. Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti kitabında sıklıkla konu ettiği Sylvie'yi okumamıştım.. Şimdi ikisini birlikte yürütmeye çalışıyorum.. 
Gerard de Nerval - Sylvie & Rüya ve Yaşam / Ateşin Kızları
*Son Yaprak*
*
Hayaller, bir meyvenin kabukları gibi, birbiri ardına düşer, ve meyve insanın deneyimidir. Tadı acıdır, yine de onda kişiye güç veren buruk bir şeyler vardır, -klasik bir ağızla konuşuyorum, bağışlayın. Rousseau, doğa avutur, her şeyi unutturur, der. (Sayfa: 53)
Gerard de Nerval - Sylvie & Rüya ve Yaşam / Ateşin Kızları

Rüya ikinci yaşamdır. Bizi görünmeyen dünyadan ayıran o fildişi ya da boynuz kapılardan geçerken hep titremiş, ürpermişimdir. Uykunun ilk anları ölümün imgesidir; belirsiz bir uyuşukluk yakalar düşüncemizi ve ben'in bir başka biçim altında varoluş yapıtını sürdürdüğü belirsiz ânı tanımlayamayız. Yavaş yavaş, azar azar aydınlanan garip, örtülü bir yeraltı dünyasıdır bu ve orda cennetlik çocuk ruhları gibi yaşayan devinimsiz solgun şekiller karanlıktan ve geceden kurtulurlar. Sonra tablo biçimlenir ve yeni bir parıltı tuhaf görünümleri aydınlatıp devinime geçirir; ruhların dünyası artık açılmıştır bize. (Sayfa: 79)
Gerard de Nerval - Sylvie & Rüya ve Yaşam / Ateşin Kızları

Umberto Eco - Gülün Adı

Umberto Eco - Gülün Adı

Şadan Karadeniz'in ''Gülün Adı'' Üzerine
*
''Ortaçağ konusunda Eco'nun derin ve dolaysız bilgisinin büyük payı var. Gerçekten de Eco günümüzü yalnızca televizyon aracılığıyla tanıdığını, oysa Ortaçağ'ı doğrudan, dolaysız olarak bildiğini söylüyor. Tam anlamıyla ve her bakımdan Ortaçağ dünyasını yansıtmakla birlikte, Gülün Adı kesinlikle çağdaş bir roman. Okura o çağla çağımız arasında kaçınılmaz analojik bağlar kurmayı esinliyor. Gerçi Eco romanını tasarlarken alegorik bir düşünceden yola çıkmadığını belirtiyor, ancak Gülün Adı, XIV. yüzyıl yerine XII. yüzyıla ilişkin olsaydı da, o yüzyılın sorunlarıyla yüzyılımızın sorunları arasında gene de koşutluklar kurulacağını, giderek, taş devrine ait bir kitap yazmış olsaydı bile, o çağla çağımız arasında binbir benzerlik bulunacağını, çünkü geçmişi çağdaş bir kimsenin gözüyle görmeden, tarih bilimi'nin söz konusu olamayacağını söylüyor.
(..)
Ortaçağ artalanında gelişen bir tarihsel roman, bir anlamda da ustaca kurulmuş polisiye bir öykü ve en önemlisi, olağanüstü bir dil ve sanat yapıtı.
Şadan Karadeniz, (Sayfa: 15-16)

*

Romanın Adı üzerine ise yine Şadan Karadeniz şu cümlelerle devam ediyor:
Gerçekten de, ilk bakışta şaşırtıcı, ipucu vermeyen bir ad, Gülün Adı. Eco, bir romanın adının yorumsal bir anahtar olduğunu, oysa romanın, Eco'nun sözcükleriyle, ''yorumlar üreten bir makine'' olduğunu, ama bir romanın ille de bir adı olması gerektiğini belirterek, Kızıl ile Kara, Savaş ve Barış gibi adların çağrıştırdıklarından kaçınmanın olanaksızlığına, öte yandan, baş kişinin adını taşıyan romanlarda, bu adın bazen yanıltıcı olduğuna, örneğin Goriot Baba'nın, okurun dikkatini Goriot Baba üstünde yoğunlaştırdığına, oysa bu romanın aynı zamanda Rastignac'ın ya da Vautrin'in (Namı değer Collin'in) de destanı olduğuna, bunun gibi Üç Silahşörler'in gerçekte dördüncüsünün öyküsü olduğuna değinerek, romanı için önce ''Suç Manastırı'' adını tasarladığını, ama sonra, okurun dikkatini yalnızca polisiye öyküye odaklaştıracağını düşünerek, bu adı bir yana bıraktığını, romana -düşlediği ad olan- 'Melik'li Adso' adını da koymadığını, bunun nedeninin İtalya'da yayıncıların özel adlardan hoşlanmayışları olduğunu söylüyor. Oysa Adso, romanda yalnızca anlatıcının sesi, dolayısıyla da yansız bir ad olduğu için (kuşkusuz bir anlatıcının ne denli yansız olabileceği sorulabilir) yazarın anlayışına uygun düşerdi. Gülün Adı'na gelince; Eco bu adı, kendisine, XII. yüzyılda yaşamış bir Benedikten olan Bernardo Morliacense'nin De contemptu mundi'sinin bir dizesinden esinlendiğini; salt bir rastlantı sonucu bulduğu bu adı niçin seçtiğini şu sözcüklerle dile getiriyor: 'Çünkü gül, simgesel bir şeydir ve öylesine anlamlarla yüklüdür ki, neredeyse hiçbir anlamı yoktur: Gizemlidir gül ve bir gül, güllerin yaşantılarını yaşamıştır; bir gül, bir güldür; bir gül, bir güldür; bir gül, bir güldür.. (Sayfa: 17-18)
*

(.. hiçbir şey, güz geldiğinde kır çiçekleri gibi kuruyup değişen dış görünüşten daha geçici değildir..) (Sayfa: 38)

*

(.. Evrenin güzelliğinin, yalnızca çeşitliliğin birliğinden değil, birliğin çeşitliliğinden de kaynaklandığı yanıtını verdi..) (Sayfa: 41)

*

(.. Elleri olmadan düşünemezmiş gibi görünürdü..) (Sayfa: 41)

*

(''Benim iyi Adso'm'' dedi üstadım, ''yolculuğumuz boyunca, dünyanın tıpkı kocaman bir kitap gibi bizimle konuşurken kullandığı belirtileri tanımayı öğretiyorum sana. Aslında de Insulis diyordu ki:
omnis mundi creatura
quasi liber et pittura
nobis est in speculum
(Dünyadaki tüm yaratıklar
kitap ve resim gibi
aynadaki gibidir bizim için)(Sayfa: 50)

*

(..Gerçeğin gücü öyledir; tıpkı iyilik gibi kendiliğinden yayılır..)
(Sayfa: 52)

*

''Ama kim haklıydı, kim yanıldı.?'' diye sordum şaşkın.
''Kendi açısından herkes hem haklıydı, hem haksız.''
''Ama,'' diye bağırdım, başkaldırıya varan bir taşkınlıkla, ''niçin bir tavır almıyorsunuz, niçin bana gerçeğin nerede yattığını söylemiyorsunuz.?''
William, üstünde çalıştığı camı ışığa tutarak bir süre sustu. Sonra camı masanın üstüne indirip camın altında bir alet gösterdi bana. ''Bak,'' dedi. ''Ne görüyorsun.?''
''Aleti; biraz daha büyük olarak.''
''İşte: Yapabileceğimiz şey, olsa olsa daha yakından bakmaktır.'' (Sayfa: 292)

*

Mantığın evrensel bir silah olduğuna inanmıştım her zaman; şimdiyse mantığın geçerliğinin onun nasıl kullanıldığına bağlı olduğunun bilincine varıyordum. Öte yandan üstadımla birlikte olduğumdan beri farkına varmıştım ki (sonraki günlerde daha da iyi anladım bunu), mantık önce içine girmek, sonra da dışına çıkmak koşuluyla birçok şeye yarayabilirdi. (Sayfa: 369)

*

Kitaplar inanmak için değil, araştırmak için yazılır. Bir kitap karşısında onun ne dediğini değil, ne demek istediğini sormalıyız kendi kendimize. (Sayfa: 442)

*

(..''Öğren,'' dedi,''işkence ya da işkence tehdidi altında insan yalnızca yaptıklarını değil, yapmak istediklerini de söyler, kendisi bilincinde olmasa da..) (Sayfa: 537)

*

Roger Bacon'ın bilgiye susamışlığı tutku değildi. Bilgisini, tanrının kullarını daha mutlu kılmak için kullanmak istiyordu o; bilgiyi salt doymak bilmez bir merak, düşünsel kendini beğenmişlik, bir rahibin tensel isteklerini dünüştürme ve yatıştırmasının bir başka yolu ya da bir başkasını iman ya da sapkınlık savaşçısı yapan tutku. Kösnü yalnızca etin kösnüsü değildir. (Sayfa: 546)

Umberto Eco - Gülün Adı

Roger Bacon Kimdir.? Yaşamı ve Yapıtları:
*
Rogerus Baco, ya da daha tanınmış adıyla Roger Bacon, genellikle bir 17. yüzyıl düşünürü olan (1561-1626) Francis Bacon ile karıştırılır. Her iki filozof da deneyden türetilmiş bilgiyi önceleyen bir felsefe anlayışına sahiptiler. Francis Bacon’dan çok önce yaşamış olan Rogerus Baco’nun yaşamı hakkında bildiklerimiz bazı çelişkili malumatlara dayanmaktadır. Geleneksel olarak kabul edilen doğum tarihi 1214’tür. Bazı kaynaklar Baco’nun 1220 yılında doğmuş olduğunu ileri sürmektedir. Bugünkü İngiltere’de bulunan Ilchester’da dünyaya gelmiştir. Oxford Üniversitesi’nde 1228-1236 yılları arasında eğitim görmüş, daha sonra Fransa’ya gitmiş ve 12371247 tarihleri arasında Paris Üniversitesi’nde dersler almıştır. Paris’te kaldığı yıllarda Aristoteles’in doğa felsefesi üzerine dersler vermiş ve bu alanda Paris Üniversitesi’nde ders veren ilk hoca olmuştur. Paris’teki uzun dönemden sonra tekrar Oxford’a dönmüş ve 1247 ile 1250 yılları arasında dersler vermiştir. Bu dönemde, özellikle Robertus Grossetesta’nın çalışmalarının etkisi altında kalmış ve çalışmalarını yoğun bir biçimde bilimsel alanda sürdürmeye devam etmiştir. Rogerus Baco 1257 yılında Fransisken tarikatı na dahil oldu. En önemli eserlerinden biri olan Opus Majus’un bitiş tarihi 1267’dir ve bu eseri o dönemin Papası olan IV. Clementus’a takdim etmiştir. Eser, o dönemde Hıristiyan dininin eğitimi konusundaki reform çalışmaları için büyük bir ümit olarak algılanmıştır. Bununla birlikte, 1277 yılında Rogerus Baco’nun içinde yer aldığı Fransisken tarikatının önde gelenleri kendisini tehlikeli sayılabilecek yeni düşünceleri öğretmekle suçlamışlardır. Özellikle astroloji alanındaki çalışmalarından dolayı suçlamalara maruz kalan Rogerus Baco 1292 yılına kadar hapiste yatmıştır. Aynı yıl içinde ölmüştür. Rogerus Baco’nun Ortaçağ içinde çok ilginç bir kişiliği vardı. Hiçbir zaman Kilise Babalarının etkisi altında kalmadı. Otoriteye mutlak anlamda itaat fikri onun hiç hoşlanmadığı bir düşünceydi. Geçmişi çalışmalarına yansıtmazken; ba ğımsızca ele aldığı deneysel araştırmalar aracılığıyla bilimin geleceği ile ilgili olarak ciddi bir kapı aralamış oldu. Paris Üniversitesi’nde vermiş olduğu Aristoteles dersleri ile bir yerde Thomas Aquinas’ın öncülüğünü yapmıştır. Kendisiyle farklı tarikatlardan olsalar da Aquinas’ın bazı konularda ondan etkilenmiş olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Rogerus Baco’nun eserlerinin ortaya çıkmasında elbette pek çok etken bulunmaktadır. Bu etkenler arasında bazıları çok önemlidir. Baco’nun düşüncelerini olumlu yönde etkileyen isimlerden biri ünlü İslam filozofu İbnü’l Heysem’dir. Kelamdan felsefeye geçişi gerçekleştiren ilk İslam filozofu olarak kabul edilen Kindi’nin etkisinde kalan İbnü’l Heysem, Rogerus Baco’yu optik çalışmaları aracılığıyla etkilemiş bir isimdir. Baco’yu etkileyen isimlerden bir başkası da, Secretum Secretorum adlı eseri kaleme aldığına inanılan sahte Aristoteles’tir.
*
Baco, Aristoteles ve Seneca’dan da etkilenmiş, Aristoteles’in Meteora’sı ve Seneca’nın Quaestiones Naturales’i (Doğaya İlişkin Sorular) üzerine verdiği derslerle haklı bir üne kavuşmuştur. Kaleme aldığı De Multiplicatione Specierum (Türlerin Çokluğu Hakkında) başlığını taşıyan eseri doğa felsefesi alanında önemli bir çalışmadır. Baco’nun gene bilimsel temelli çalışmalarından olan Perspectiva ise algı ve görme ile ilgilidir. Rogerus Baco’nun diğer çalışmalarını şu şekilde sıralayabiliriz: Opus Maius (Büyük Eser), Opus Minus (Küçük Eser), Opus Tertium (Üçüncü Eser), Communia Naturalium (Doğanın Ortaklığı), Communia Mathematica (Matematiğin Ortaklığı), Summulae Dialectices (Mantığın Üst Anlatımı), Geometria Speculativa (Spekülatif Geometri), Compendium Studii Philosophiae (Felsefe Çalışmaları Hakkında Özlü Bilgiler) ve Compendium Studii Theologiae (İlahiyat Çalışmaları Hakkında Özlü Bilgiler). Rogerus Baco, bu sonuncu çalışmayı tamamlayamadan ölmüştür. Rogrus Baco’nun tıp, astroloji ve optik alanında kaleme aldığı yapıtları, kendisini on yedinci yüzyılda meşhur etmiştir. Yukarıda anılan yapıtlarından Perspectiva 1614 yılında Frankfurt’ta basılmıştır. En önemli eseri olan Opus Majus eksiksiz olarak ilk defa 1733 yılında Londra’da basılmıştır.

Umberto Eco - Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti

Umberto Eco - Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti

(..iki kavrama değinmem gerekiyor. Bunlar Örnek Okur ile Örnek Yazar kavram çiftidir.
Bir öykünün Örnek Okuru, Ampirik Okur değildir. Bir metni okuduğumuzda, ampirik okur biziz, ben, siz, başka herhangi biri. Ampirik okur metni birçok biçimde okuyabilir, üstelik ona nasıl okuması gerektiğini belirtecek bir yasa da yoktur; çünkü çoğunlukla bu okur, metni, metnin dışından gelen ya da metnin onda rastlantısal olarak uyandırdığı tutkularının bir mahfazası gibi kullanır.
Derin bir üzüntü yaşadığınız bir sırada, bir komedi filmi gördüyseniz, kişinin böyle bir durumda eğlenmesinin çok güç olduğunu bilirsiniz; bununla da kalmaz, aynı filmi yıllar sonra yeniden görüp, gene gülemeyebilirsiniz, çünkü her görüntü size ilk deneyiminizdeki üzüntüyü anımsatacaktır. Belli ki, ampirik seyirciler olarak filmi yanlış bir biçimde ''okumaktasınızdır''. Ama neye göre yanlış.? Yönetmenin düşünmüş olduğu seyirci tipine göre gülmeye ve kendisini doğrudan içine çekmeyen bir öyküyü izlemeye hazır bir seyirciye göre. Bu tür seyirciye (ya da bu tür kitap okuruna) Örnek Okur adını veriyorum. Metnin, işbirliğine gidecek biri olarak öngörmekle kalmayıp, aynı zamanda yaratmaya çalıştığı bir okur tipi. Bir metin ''bir varmış bir yokmuş'' ile başlıyorsa kendi örnek okurunu hemen seçtiğine dair bir işaret göndermiş olur. Bu okur ya bir çocuk olmalıdır ya da sağduyunun ötesine giden bir öyküyü kabul etmeye hazır birisi. 
(Sayfa: 20-21)

***

''..Foucault Sarkacı adlı romanımı yayımladıktan sonra, yıllardır görmediğim eski bir çocukluk arkadaşım bana şunları yazdı: ''Sevgili Umberto, sana yengem ile amcamın öyküsünü anlattığımı anımsamıyordum; ancak bu öyküyü romanın için kullanmış olmanı doğru bulmuyorum.'' Romanımda, anlatının kahramanı Jacopo Belbo'nun amcası ile yengesi olan bir Carlo Amca ile bir Caterina Yenge hakkında birkaç bölüm anlatıyorum; bu insanlar gerçekten de yaşamıştır.
Birkaç değişiklikle de olsa ben çocukluğuma ait bir öyküyü, adları farklı olan bir yengem ile amcam hakkındaki bir öyküyü anlatmıştım. O arkadaşıma Carlo Amca ve Caterina Yenge'nin benim amcam ile yengem olduğunu, dolayısıyla onlarla ilgili bir ''telif hakkımın'' bulunduğunu, onun yengesi ile amcası olmadığını, zaten onun yengesi ve amcası olduğundan bile haberim olmadığını yazdım. Arkadaşım özür diledi.
(..)
Arkadaşımın başına gelen neydi peki.? Kendi kişisel belleğinde bulunan bir şeyi ormanda aramıştı.
(..)
Bir metni uyanıkken düş görmek için kullanmak yasak değildir, zaman zaman hepimiz yaparız bunu. Ancak uyanıkken düş görmek kamusal bir etkinlik değildir. Anlatı ormanında sanki kendi özel bahçemizmiş gibi hareket etmeye götürür bizi.
Demek ki, oyunun kuralları vardır ve örnek okur oyunda kalmayı bilen kimsedir..) 
(Sayfa: 21-22)

Umberto Eco - Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti
Umberto Eco, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti
***
Daha sonraki konferanslarımda da, bu güne dek yazılmış kitapların en güzellerinden biri olan Gerard de Nerval'in Sylvie'sine sık sık başvuracağm. Sylvie'yi yirmi yıl önce okudum ve o zamandan bu yana tekrar tekrar okumayı sürdürdüm. Gençken onunla ilgili çok kötü bir yazı yazmıştım, 1976'dan başlayarakBologna Üniversitesi'nde bir dizi semineri Sylvie'ye ayırdım- sonuç olarak, üç bitirme tezi ve 1982 yılında VS dergisinin özel sayısı çıktı. 1984 yılında Columbia Üniversitesinde bir lisanüstü seminerini ona ayırdım ve seminer sonunda çok ilginç dönem ödevleri yazzıldı. Artık Sylvie'nin her virgülünü, gizli tüm mekanizmalarını biliyorum. Bana kırk yıl boyunca eşlik eden bu yeniden okuma deneyimi, bana, bir metni titizlikle incelemenin, ''yakın okuma''yı uç noktalarına vardırmanın o metnin büyüsünü yok ettiğini söyleyenlerin ne kadar aptal olduğunu kanıtlamıştır. Sylvie'yi her elime alışımda, onun tüm ayrıntılarını bilsem bile belki de bu nedenle sanki ilk kez okuyormuşçasına ona âşık oluyorum.
Sylvie şöyle başlar:
Her akşam, büyük bir âşık kılığında sahneye çıktığım bir tiyatrodan çıkıyordum.
***
İngilizcede hikâye bileşik zamanı yoktur ve Fransızcadaki hikâye bileşik zamanını aktarmak için İngilizcede farklı çözümler kullanılabilir. (..) Hikâye bileşik zamanı çok ilginç bir zamandır, çünkü sürekliliği ve yinelemeyi gösterir. Süreklilik özelliği açısında bu zaman bize geçmişte bir şeyin olmakta olduğunu -ancak belirli bir zamanda değil- belirtir ve eylemin ne zaman başladığı ve ne zaman bittiği bilinmez. Yineleme özelliği açısındansa, bize o eylemin birçok kez yinelendiğini düşünme olanağı sağlar. Ancak ne zaman yinelemeyi, ne zaman sürekliliği ve ne zaman her ikisini birden gösterdiği hiçbir zaman belli değildir. (..) Metnin, bu kişinin tiyatroya her akşam gittiğini açıkça belirttiği doğrudur, ancak bu açıklama olmaksızın da hikâye bileşik zamanının kullanımı, söz konusu eylemi sürekli olarak yaptığını göstermektedir. Bu zamansal belirsizliği nedeniyle hikâye bileşik zamanı, rüyaların ya da kâbusların anlatıldığı zamandır. Aynı zamanda da masalların anlatıldığı zamandır (..)
*
Birinci tekil şahıs ağzından yazılan kitaplar, saf okuru ''ben'' diyen kişinin yazar olduğuna inanmaya yöneltir. Elbette bu yazar değil, Anlatıcı, daha doğrusu Anlatan Ses'tir ve Anlatan Ses'in zorunlu olarak yazar olmadığını, birinci tekil şahıs ağzından bir köpeğin anılarını yazan P.G. Wodehouse bize söylemektedir.
Sylvie'de ele almamız gereken üç varlık vardır:
İlki, 1808 yılında doğan ve 1855 yılında ölen (intihar eden) bir erkektir, üstelik adı Gerard de Nerval değil, Gerard Labrunie'dir -birçokları hâlâ, ellerinde Michelin Rehberiyle, Paris'e onun kendisini astığı Vielile Lanterne Sokağı'nı aramaya gider; bunlardan bazıları Sylvie'nin güzelliğini hiç anlamamıştır.
İkinci varlık, anlatıda ''ben'' diyen kimsedir. Bu kişi Gerard Labrunie değildir. Onunla ilgili bildiklerimiz, bize öykünün söyledikleridir ve öykünün sonunda Gerard Labrunie kendini öldürmez. Daha melankolik bir biçimde, şöyle düşünür: ''Yanılsamalar birbiri arsı sıra dökülüyor, bir meyvenin çiçekleri gibi; meyve ise deneyimdir.'' (..) Syvlie'nin örnek okuru, Monsieur Labrunie'nin değil, anlatıcının yitik yanılsamaları üzerine duygulanmaya davet edilmektedir.
Genellikle belirlenmesi güç olan üçüncü bir varlık daha vardır: Benim, örnek okurla simetri oluşturmak amacıyla Örnek Yazar adını vereceğim varlık. Labrunie bir intihalci olabilir, Sylvie Ferdinando Pessoa'nın büyükbabasınca yazılmış olabilirdi; ancak Sylvie'nin örnek yazarı, ''Je sortais d'un theatre'' diyerek öyküye başlayan ve Sylvie'ye (..) ''Zavallı Adrienne.! 1832'ye doğru Saint-S.. Manastırında öldü.'' dedirterek öyküyü bitiren o anonim ''ses''tir. Onun hakkında başka bir şey bilmiyoruz, daha doğrusu bu sesin, öykünün birinci bölümü ile ''Son Yaprak'' adlı on dördüncü bölümü arasında söylediklerini biliyoruz. (''Son Yaprak'' bölümünden sonra geriye yalnızca orman kalıyor ve bize o ormanı katetmek üzere oraya girmek düşüyor.) Oyunun bu kuralını bir kez kabul ettikten sonra, bu sese bir ad, bir takma ad verme hakkını bile görebiliriz kendimizde. İzin verirseniz, çok güzel bir ad bulacağım ona: Nerval. Nerval, anlatıcı olmadığı gibi Labrunie de değildir. Nerval herhangi bir O (erkek) değildir; George Eliot'ın bir O (kadın) olmadığı gibi (yalnızca Mary Ann Evans öyleydi). Nerval Almancada ''Es'' olurdu, İngilizcede ise ''It'' olabilir (ne yazık ki, İtalyancada, dilbilgisi ne olursa olsun ona bir cinsiyet yüklememiz gerekiyor).
Şunu söyleyebiliriz: Okumanın başlangıcında, bir soluk izler bütünü dışında henüz var olmayan bu Nerval, onu belirgin olarak ortaya çıkardığımızda, tüm sanat ve edebiyat kuramlarının ''üslup'' olarak adlandırdığı şeyden başka bir şey olmayacaktır. Evet, elbette sonunda örnek yazar bir üslup olarak da tanınabilir hale gelecektir ve bu üslup öylesine belirgin, açık ve başka bir üslupla karıştırılması olanaksız olacaktır ki, sonuçta Sylvie'nin Sesi ile Aurelia'yı ''Rüya ikinci bir yaşamdır'' sözüyle başlatan sesin kesinlikle aynı olduğunu anlayabileceğiz.
Ancak ''üslup'' sözcüğü çok fazla ve çok az şey söylüyor. Stephen Dedalus'un söylediklerini aktarmak gerekirse; örnek yazarın, tıpkı yaradılışın Tanrısı gibi, kendi kusursuzluğu içinde, eserin içinde, arkasında ya da ötesinde kalıp dişiyle tırnağıyla uğraşmaya dalmış olduğunu düşündürüyor.. Oysa örnek yazar bizimle sevgi dolu bir biçimde ( ya da buyurganlıkla veya aldatıcı bir biçimde) konuşan, bizi yanında isteyen bir sestir ve bu ses anlatısal strateji olarak, her adımda bize iletilen ve örnek okur olmaya karar verdiğimizde, uymamız gereken talimatlar bütünü olarak kendini gösterir. (..) (Sayfa: 23-29)
***
Bana, ıssız bir adaya düşmüş olsam yanıma hangi kitabı alacağımı soranlara şu yanıtı veriyorum: ''Telefon rehberi; rehberdeki bütün o karakterlerle sonsuz öyküler yaratabilirim..'' (Sayfa: 83)
***
''..Kırmızı Şapkalı Kız'ın çok çeşitli yorumları-antropolojik, psikanalitik, mitolojik, feminist, vb.- yapılmıştır; bunun bir nedeni de öykünün çeşitli versiyonlarının bulunması ve Grimm Kardeşler'in metninde bulunan şeylerin Perrault'nun metninde, Perrault'nun metninde bulunan şeylerin ise Grimm Kardeşler'in metninde bulunmamasıdır. Tabii, metnin simyacı yorumlaması da yapılmıştır. Bir İtalyan araştırmacı, masalın madenlerin çıkarılması ve işlenmesi süreçlerine göndermede bulunduğunu kanıtlamaya çalışmıştır; (masalı kimyasal formüllere dönüştürerek)
(..)
Okurlar metinlerden, metinlerin açıkça söylemediği şeyleri çıkarsayabilirler (yorumlayıcı işbirliği de bu ilkeye dayanmaktadır), ancak metinlere söylediklerinin tersini söyletemezler. Kırmızı Şapkalı Kız'ın başında, masalın sonunda hâlâ kırmızı şapkanın bulunduğunu gözardı edemeyiz, örnek okuru zincifre formülünü benimsemekten alıkoyan da bu metinsel verinin kendisidir..'' (Sayfa: 122)
***
''..Ancak her anlatı dünyasının, asalak bir biçimde, ona artalan oluşturan gerçek dünyaya dayandığını belirtmiştik. İlk soruyu, yani anlatı dünyasına gerçek dünyayla ilgili yanlış bilgiler taşıyan okurun başına neler geldiği sorusunu geçelim. Böyle bir şey yapan okur, örnek okur gibi davranmamış demektir ve hatasının sonuçları kendi özel sorunu olarak kalır. Birisi Savaş ve Barış'ı Rusya'nın o dönemde komünistlerle yönetildiğine inanarak okursa, Nataşa ile Pyotr Bezuhov'un başına gelenlerin pek azını anlayabilecektir. Ancak örnek okur profilinin metin tarafından ve metnin içinde çizildiğini belirtmiştik. Doğal olarak Tolstoy, Borodino'da çarpışanların Kızıl Ordu olmadığı konusunda okurlarını bilgilendirmekle yükümlü hissetmiyordu kendisini, ancak gene de o dönemin Rusya'sının siyasal ve toplumsal durumu ile ilgili yeterince bilgi vermiştir. Savaş ve Barış'ın uzun Fransızca bir diyalogla açıldığını unutmayalım, bu da on dokuzuncu yüzyıl başlarındaki Rus aristokrasisinin durumu hakkında çok şey söylemektedir..'' (Sayfa: 123)

***

Eco: ''Sis'' sözcüğü çok önemlidir. Gerçekten de Sylvie'nin etkisi, nesnelerin hatlarını kesin olarak ayırt etmeksizin, yarı kapalı gözlerle bir manzaraya bakıyormuşuz gibi, okurun üzerinde bir ''sis etkisi'' yaratmak üzere tasarlanmış gibidir. Ancak nesneler ayırt edilmiyor değildir, aksine Sylvie'deki manzara ve kişi betimlemeleri net, kesin ve neoklasik bir açıklıktadır. Aslında okurun anlayamadığı hangi zaman ânında bulunduğudur. Georges Poulet'in yazdığı gibi, ''Nerval'in geçmişi, onun çevresinde bir çocuk halayı gibi dönmektedir.'' Sylvie'nin temel mekanizması, geriye bakışlar ile ileriye bakışların (ya da Genette'nin analeks ve proleks adını verdiği anlatısal hareketlerin) sürekli olarak yer değiştirmesine ve bazı iç içe geçmiş analeks gruplarına dayanmaktadır, diyor.
*
''Yitik Gece'' başlığıyla başladığı Sylvie'de, bir tiyatro oyuncusuna duyduğu aşktan bahseden Nerval, sonrasında aynı gece yatağında uzanmış geçmişine yolculuk ederken, çocukluğunda ya da gençliğinde komşu köyden küçük Sylvie'ye duyduğu aşkı ve bir dans halkasında karşılaştığı Adrienne'i düşünüyor.. Ve bu geçmiş-gelecek halkasında okurunu hayalle gerçek arasında gezdiriyor..
*
Kitabın ikinci bölümünde ''Valois Türküleri ve Efsaneleri'' başlığı altında Nerval Fransız halk türkülerinin unutulmaya yüz tutmasından yakınarak, çeşitli örnekler veriyor..
*
Ve, üçüncü bölüm ''Rüya ve Yaşam''
Yahya Kemâl çok beğendiği için miydi, yoksa bir tesadüften mi ibaretti bilemiyorum ama (Arka kapak bilgisinde öldüğünde başuncunda açık olduğu söyleniyordu.) ben de Rüya ve Yaşam'ı çok beğendim.. Adının da verdiği ipucu gibi, gerçekle hayal-rüya arasında; hayata, inançlara ve tabii ki yine sevdaya dâir sorgulamaları devam ediyor..
*
Nerval, Antik Yunan, Roma, Mısır Mitolojilerine de yer veriyor..
*
Kitabın son yaprakları Gerard de Nerval'in hayatına ayrılmış, kronolojik olarak verilmiş.. Onca başarılı bir hayatın ardından kendini bir sokak lâmbasına asarak, yaşamını sonlandırması çok acı.. 25 yaşında, henüz hayatının baharında ölen annesinin de, etkili olduğunu düşünüyorum bu yaşam çizgisinde..
*
Aşağıdaki paragraf için bir dipnot düşülmüştü:
''Nerval ''Yaldızlı Dizeler' şiirinde de bu konuyu işler.''
diyerek sözü Nerval'e bırakıyorum.. (Sayfa: 142-143)

***

''Kâhinler tüm halkları egemenlikleri altına böyle aldılar ve sonra gelen kuşaklar da o kâhinlerin sonsuz krallığı altında tutsaklaştılar. Ey mutsuzluk.! Ölüm bile özgürleştiremez onları.! Çünkü nasıl babalarımızdan geliyorsak, oğullarımızda da yeniden yaşıyoruz, -düşmanlarımızın acımasız bilimi her yerde yakından izliyor bizi. Yeniden doğduğumuz saat, ortaya çıktığımız yeryüzü noktassı, ilk davranış, konan ad, bulunduğumuz oda, inandığımız tüm kutsal şeyler ve bize dayatılan tüm dünler, her şey geleceğe de yön verecek mutlu ya da mutsuz bir dizi oluşturuyor. Eğer bunlar insan hesaplarına göre zaten korkunç şeylerse, dünyanın düzenini kuran gizemli formüllere katıldıklarında olacakları düşünün. Evrende hiçbir şey önemsiz değil, hiçbir şey güçsüz değil; bir atom her şeyi dağıtabilir, bir atom her şeyi kurtarabilir.''
*
Yaldızlı Dizeler / Gerard de Nerval ( 1808 - 1855 )


*****

Elbette, duyarlı her şey.!
Pythagore
*
İnsan.! Özgür düşünür - sen misin tek düşünen
Yaşamın her nesnede açıldığı dünyada
Elindeki güçlerde özgürlüğün var ama
Verdiğin öğütlerin tümünden başka Evren
*
Her çiçek ayrı ruhtur doğada filizlenen
Saygı duy hayvandaki devinip duran ruha
Her şey duyarlı; - her şey senden güçlüdür daha
Bir aşk gizemi vardır her madende dinlenen
*
Bir göz seni izliyor kör bir duvarda bile
Unutma, madde varsa ona bağlı söz de var
Kullanma nesneleri softa bir amaç ile
*
Her karanlık varlıkta gizli bir Tanrı yaşar
Ki O'nun gözlerinden yeni bir göz doğuyor
Taşların kabuğunda bir tamı çoğalıyor

***

(..Okur ile tarih, kurmaca ile gerçeklik arasındaki karmaşık ilişkiler üzerine düşünmek, aklın canavarlar üreten uykusuna karşı bir tür terapi oluşturabilir.
Her ne olursa olsun , kurmaca yapıtlar okumaktan vazgeçmeyeceğiz, çünkü onlarda yaşamımıza bir anlam verecek formülü aramaktayız. Sonuçta, yaşamımız süresince, bize neden dünyaya geldiğimizi ve yaşadığımızı söyleyecek bir öykünün arayışı içindeyiz. Kimi zaman kozmik bir öykü arıyoruz, evrenin öyküsünü, kimi zaman kendi bireysel öykümüzü(günah çıkardığımız rahibe, psikanalistimize anlattığımız, bir güncenin sayfalarına yazdığımız öykümüzü). Kimi zaman kendi bireysel öykümüzü evrenin öyküsüyle çakıştırmayı umuyoruz..) (Sayfa:180)

Sohrâb Sepehrî (سهراب سپهری) (Sohrâb-i Sipihrî) - Sekiz Kitap, Bütün Şiirleri (Farsçadan Çeviren: Mehmet Kanar)

Rengin Ölümü (1951)   GECENİN KATRANINDA * Nicedir bu yalnızlıkta Suskunluğun rengi dudakta. * Bir ses çağırıyor beni uzaktan Ama ayaklarım ...