18 Ekim 2018 Perşembe

Bilge Karasu - Kısmet Büfesi

Bilge Karasu - Kısmet Büfesi

Camdaki yansıdan anlıyoruz: İnsanlar geçiyor önlerinden, sokak lambaları yanıyor tepelerinde. Hortumgözler, hortumkulaklar, yalnız içeriden dışarıya uzattıkları kendi uzantıları değil; dışarıdan içeriye doğru da uzanabilen, başkalarının uzantıları. (Sayfa: 15)

Bilge Karasu - Kısmet Büfesi


''En doğru masal anlamadan korktuğumuzdur.''
T.S Halman, Can Kulağı, s. 13, ''Masal Sonu''.
Avından El Alan 

Bey, karacanın ardından uçuyordu mahmuzlayıp durduğu atın
Tekboynuz, kızoğlan kızlara düşkün. Koşar,koşar, onların ku-
sırtında. At, kanatlarını germiş, gölgesini karacanın üzerine değdir-
cağına atar kendini, yatar: Herkesin bildiği bir şey bu. Tekboynu-
di değdirecek. Karaca birden taş gibi durdu kaldı. Dünyalar çarpış-
zu yakalayıp yiğitlik göstermenin tek yolu da, güzel bir delikanlı-
tı delice hızları içinde. Boynu kırılıp yüzü gözü kan içinde kalan
nın kız gibi giydirilip kıra salınmasıdır. Delikanlı kırıta kırıta ön-
Beyi gözyaşlarıyla diriltmeğe çalışan uzun saçlı, uzun parmaklı;
den yürür; tekboynuz onu görür görmez koşar gelir, kucağına atılır,
güzeller güzeli delikanlının yok oluvermiş bir karıncanın yerinde
koynuna girer delikanlının. O zaman kat kat giysiler altına gizlen-
durmakta olduğunu kim anlayabilir, kim bilebilir bundan böyle.?
miş mızraklar ortaya çıkar, tekboynuzun böğrü delik deşik olur.
(Sayfa: 27-28)
*****
Bu bölüm, kitabın arkasında, bir örneğini
görselde verdiğim gibi,
''Çeşitlemeli Korkunun Seslendirilme Metni''
başlığı altında verilmiş. Tüm metnin şemaları mevcut.
*
Çeşitleme Korku
*
Beş Ses İçin Metin
*
“Bağlaç” olmakla kalacağını sanan dosta
*
bir tüy,
bir telek
*
bir dal-
gınku-
şun ar-
dında
bırakı-
verdiği
*
havadan o-
luşmuşgi-
biyumu-
şak, düşen,
yere doğru;
*
bir tüy ,
bir te-
lek,
*
bir yap-
rak
*
bir güz
dalın-
dan
kopmuş
*
kopu-
vermiş
*
sarartılı
*
bir yap-
rak, ye-
re de-
ğince
kimse-
nin duy-
madığı,
*
yeri, taşı,
toprağı ba-
ğırtmamış,
incitmemiş
*
bir tüy , bir telek,
bir güz yaprağı
*
gibi düşmüş yerleşmişti içi-
me
*
içerime,
gönlüme,
etime
k o r k u
*
BİR ÇIĞ GİBİ GELDİN ÜSTÜME
*
karınca-
largi-
biydim,
*
düş ka-
rıncaları,
ozan ka-
rıncaları
gibi
*
çıdamlı ka-
rıncalar
gibiydim,
*
çıdamlı,
dümdüz
uzanan
*
uçsuz
bucak-
sız
*
engebesiz bir düzlükte
*
ÜSTÜME BİR ÇIĞ GİBİ GEL-
DİN KENDİNE KATTIN BENİ
*
gözü, a-
yağı, bir
yerlere
takılma-
dan
*
hiçbir şeye
yönelme-
den
*
dümdüz
uzanan
bir top-
rakta
*
çıdamla
*
y ü r ü y e n
karınca-
largi-
biydim.
d u y d u m s e n i
ö ld ü m s e ni.!
*
SENİ SENİSENİ
:SENİ : SENİ:
gördüm – : – duydum – : – – :
yaşadım – – – öldüm – :
yürü-
mekten
başka
bir şey
bilme-
yen
*
nereye ,
niye, ne-
ye gitti-
ğini bil-
meyen
*
bir yere
gittiğini ol-
sun bilme-
yen
*
ozan karıncaları
g i b i y d i m
çıdamla
yürüyen
*
bu düzlük-
te, engebe-
sizlikte.
*
SENİN YANIMDASIZLIĞIN
BİR SİLİK SUSKUYDU, GÜNSÜZ KA-
RANLIĞIMININ KESER AÇARDI KA-
PISINI, SESİN, YÜZÜN, YÜRÜMEN
*
nereye
gittiğini
gene bil-
meden
*
bir yere
gittiğini ol-
sun gene
bilmeden
*
çıdamı
da,yü-
tümeği
de unut-
muş
*
b i r b ö c e ğ i m ş i m d i
*
çılgınca dönenen
durduğu
yerde.
*
görün-
mez en-
gebeler
örüldü
*
çepeçev-
re
çevrem-
de
*
k o r k u d a n
*
BİR ÇIĞ GİBİ GELDİN ÜSTÜME
KENDİNE KATTIN BENİ, YUVAR-
BİR SÜRE
*
zeytin
gövdele-
ri gibi-
yim
şimdi
*
topra-
ğım is-
ter al-
ister boz,
ister ka-
ra,
*
burul-
muş er-
keklik-
ler gibi-
yim
a c ıi ç i n d e
k ı v r a n a n
*
düzlükle-
rinde gök-
yüzüne
uzanıp gün
ışığını tit-
reştiren,
dünyayı
düzgün
aralıklara
bölen
*
kavak duvarların-
d a n s o n r a
*
SONRA
*
suyu ara-
yıp bu-
lan kökle-
riyle, dur-
madan, bu-
danan kol-
larıyla
su fışkı-
rır gibi
yeniden
toprağa
dökülen
dallarıyla
yeşil yağ-
murunu
yağdıran
söğütlerden sonra,
SONRA
SONRA
*
yarık
*
yarılı
*
yarılmış
tahtasıyla
*
kıvra-
nan
*
buruk
*
burgun
*
bir zey-
tin göv-
desigi-
biyim
*
kuytularda,
eğimlerde,
*
suskun,
*
sessizlikler
içinde, gü-
müş yeşil
bir buğu
altında,
buruk
*
bir g ö v d e y i m ş i m d i
yemişi
karar-
mayan.
*
SONRA SONRASONRA
YIKTIK KENDİMİZİ DE
*
kuru-
yum
*
göğe baktı-
ğım yerde,
*
buru-
ğum
*
yere baktı-
ğım yerde,
*
korkuy-
la besle-
nerek
*
korku-
dan.!
*
BEN BİR ÇIĞ OLDUM ŞİMDİ. SEN,
kar’ımdaki taş, karnım-
ETİMDEKİ
daki, dokumdaki
KAMA
*
oysa korku kendi memesini
e m e r e k b ü y ü r;
*
nasıl
burmalı
bu me-
meyi.?
*
nasıl
kurtul-
malı
*
nasıl na-
sıl nasıl
*
korku-
nun sü-
dü ol-
mak-
tan.?
*
SENİ SENİ SENİ
: SENİ : SENİ:
yaşadım – : – duydum – : – – :
öldüm – – – – – – .
*
seni yaşa-
dım, seni
öldüm;
*
uçuru-
mundi-
bine
v a r a m a d ı m d a h a
*
parçalanıp, parça-
layıp kurtulacağım
yere.
*
bir tüy,
bir telek
gibi, bir
güz
yaprağı
gibi
k o p m a l ı
*
kuştan, ağaçtan
yeğnilikle, incele-
rek,
bağırmadan korkudan.
*
ANILARIM SENİN GELECEĞİN OLU-
YOR, GERÇEKLİK DUYGUSUNU YİTİ-
RİP, UZAKTAN UZAĞA HEP SENİN
SİVRİLDİĞİN BİR PUS İÇİNDE YAŞA-
MAĞA BAŞLADIM ŞU ANDA.
SEN AĞAÇTAN SEN AĞACA KOŞU-
YORUM,ARADAKİ PUSARIK BA-
TAKLIKTA AYRIŞIP YIVIŞAN GÜN-
LERİN HİÇLİĞİNDE.
***
1972/ 1973/ 1974 (Sayfa: 75-83)

Bilge Karasu - Kısmet Büfesi

Öbek öbek hayvanlar tamamdı artık duvarda. Dizi dizi insanlar devrilip dümenin, utku içinde ayakta kalmanın, yenilip ölmenin, yaralanmanın her biçiminde dönenip duruyordu boğanın çevresinde; yıldızları gibiydiler gecenin, bu halleriyle..
Üç de akbaba çizmişti kendi eliyle, kendi saptadığı yerlere; ustasıyla tartışmıştı üstelik bu yüzden; usta, akbabaların yeri olamaz burada diye diretmişti ama sonunda onu kandırabilmişti MorYeleliAt. Akbabaların yeri insanlara yakın olmalıydı hem de. Koca koca hayvanların ölümünü hiç olmamışsa çeviriveren akbabalara nasıl yer verilmezdi burada.?
Şimdi ise, yalnız yaraların çizimi kalmıştı resmin bitmesi için. Ustalığın Ustadan kendisine geçmesini sağlayacak son şey; öğreneceği son şey: Kendisine açılacak son gizle birlikte girişeceği, kendisini ustasından kesinlikle koparacak, yaraların çizimi.. (Sayfa: 108)

Bilge Karasu - Altı Ay Bir Güz


''İstediğim denizi yazmak. Zümrütlerin, gökyakutların sabrını; ağaçların tarihsizliğini..
Bir tek kıyısını kavrayabildiğimiz, anlamını ancak bir tek kıyısıyla kurduğumuz denizin öyküleri yoktur bir kara adam için. Yolculuklara, ister gerçek ister düşsel olsunlar, yakıştırdığımız son, öbür kıyıda bitse bile, deniz gene tek kıyılıdır. Üzerinde yaşayıp çalışan biri olmadıkça..
Deniz, kara adamının yalnız sınırlarını kaldırışı değil, sınır düşüncesini içinden çıkarıp atıvermesidir. Her şeyin bir aradalığının bir yerde başlaması ya da bitmesidir. İstediğim denizi yazmaktı. Her şeyin biraradalığına yenik düşeceğimi bile bile..''



Taşların sabrı dediğim, yaşlandıkça yaşamağı öğrendiğimiz, can sıkıcı bir boş lâf olmaktan çıkan sabır değil; insanların kusursuz bulacağı o duruma gelesiye bir taşın bir başka taşın bağrında sıkışıp durarak geçirdiği –insanın hiçbir ölçüsüne sığmaz- bir vakti damıtması, sonra, kalması. Taşlar doğmaz, doğurulur; sabır, taşın değil, insanın erdiği; dolayısıyla, yakıştırabildiği; tansıdığı; değerini artırmakta çılgınca , küstahça kullandığı. O sabrı yazmağa kalkışmak, emeklemekten öteye geçememek olacağı için, onurlu bir alçakgönüllülük sayılır. (Sayfa: 10)

*****

Sabahları kalkılır. Kalkılmaz, uyanılır. O da değil. Uyanır, sonra başına dikilen birileri onu kaldırır. Haydi yavrum, haydi aslanım. Kiminin koskocaman oğlu, kiminin bebeği. Günlerin ışığı parmaklığın içinden geçip karşı duvara vuruyor; gözlerine ulaşan ışık, havayla değişiyor. Öğrenmeğe başlıyor yavaş yavaş; bir ışık yağmur yağıyor demektir; bu ise, gün boyunca, ağa gölgesinde oturulacak demektir. Işıklar günle değişir; adlar günle, gelenle değişir: Gülümdür, kuzumdur, aslanımdır, bebeğimdir. Birileri kaldırır, öper, kucağına alır.
Birileri dediğimin annem olması gerek. Her zaman o gelir de, pek arada bir, bir başkası gelir miydi.? Kaldırılmak niye.? Herhalde çok daha eski bir anının gelip o günlere konması, yapışması. Çünkü o sıralarda parmaklık indirilir, ben de kalkardım yataktan. Uyandırılma, doğru. Parmaklığı aşmağa kalkmamı önlemek bakımından. Uykusunda çok hareketli bir çocukmuşum, besbelli. Parmaklık ancak beş yaşlarımdayken kalkmış. O halde, bu anının vaktine dönelim, düşündüğümden de geriye.
Banyoya götürülür, çişe tutulur. İnce bir su sesi, şu şeşi, şişelerden sular öyle akmaz, ancak çişe tutulurken ağızlardan akar bu şu şeşi, şu şişeşi, su sisesi, su şi, uyuma oğlum denir sonra, donu çekilir, kaldırılır, musluğa götürülür. Oradaki su sesi sahicikten su sesidir. Şaplak şaplak çarpılır yüzüne. Bu evde durmadan yıkanılır. Durmadan sular akar bir yerlerde, önündeki musluktan ya da teknenin musluğundan, mutfağın musluğundan; yıkarlar onu, sabunlarla, türlü kokulu ellerle, artık uyumak yok, acıtan havlularla kulaklarının içine içine girer parmaklar, sokma parmağını burnuna, karıştırma burnunu, sokma elini donunun içine, sokma elini tabağın içine, sokma elini bardağın içine, sokma elini oturağın içine, ellerin kirli gözüne sürme, ellerinin kirini üstüne başına sürme, emme parmağını
Büyümenin tarihi böyle böyle yazılır. Parmaklar, başkalarının parmakları, kulağına, burnuna, gözlerine, dudaklarına boğazına, bacaklarını arasına istediğini yapar, her yerinde gezinir. Sonra gene yatağının başına götürülür. Pencereden giren ışık gözlerini kamaştırır. Buna ışık denmez oğlum, bu güneş, anladın mı bir tanem, gözlerini kırpıştırma böyle, sonra durmadan, büyüyünce de durmadan kırpış.. 
(Sayfa: 24-25)


Bu yoldan giderek o ''geçmişi'' kurabilir miyim.? Uzayıp gidebilecek bir anlatıyı okur için anlamlı kılmanın gerektirdiği, gerektireceği işlemleri gerçekleştirmeğe çalışırken karşılaşacağım en büyük güçlük belki de şu: Okuyana, geçmişi içinde gezinip duran bir anlatıcının o geçmişin içinde duyduğu şimdiliği, şu andalığı, duyurmak. Bunu duyururken, geçmişte gezinildiğini hiç unutturmamak. Kim bilir, buna, okurun bu anıları kendi anılarıymış gibi benimseyip yaşamasını sağlamak; ya da her okuru kendi hesabına buna benzer anılar üretmeğe çağırmak, dememiz gerekir. İşin hoşu, ''benim böyle anılarım yok, ben zengin çocuğu değilim, bana böyle davranılmazdı'' diyecek olanlar varsa, asıl onların dikkat etmesi gerektiğidir. Çocukken görülen sevgi çok önemlidir. Çok belirleyicidir de. Sevgi görmemiş olan, sevgi gördüğünü güneşe çıkıp soluyan bir kertenkele hazzı ile anlatana biraz kızar. Çoğu zaman düşünülmeyen şey şu: İnsan, sevgi görmüş, ya da görmemiş olabilir ama önemli nokta, sevgi gördüğü ya da görmediği yolunda beslediği düşüncedir. Bu konuda analar babalarla çocuklarının düşündükleri pek ayrı olabiliyor. Önemli olan da ''görülen'' değil, ''görüldüğü düşünülen'' sevgi oluyor. İtirazı olan okur, burada anlatılan bir çocuğun anılarını, kendine mal etmek ister mi.? Anlatıcı, okura ne ölçüde yaklaşabilir.?
*
Ben, anlatıcı, öykümü sürdürüyorum. (Böyle bir söze kim inanır ki.?) (..) (Sayfa: 27)



İnsanlar yaşama, başkalarının yaşamına, başkalarına, gitgide daha saygısız oluyorlardı. Hoş, saygısız olmak da değildi bu; saygıyı hiç bilmemiş hiç öğrenmemiş olmalarıydı. Bir güzellikle karşı karşıya geldiklerinde artık tanıyamamaları, içlerinde bir kıpırtı olsun, duymamalarıydı. Ellerine ayaklarına bile, kalabalık içerisinde yaşayan insanlar olarak, söz geçirememeleriydi, neredeyse; zaten ürkek kedileri ürkütmeği kişiliğini kanıtlamak belleyen küçük çocuklardan daha başka, daha olgun bir davranışta bulunamadıklarını anlayamamalarıydı.. (Sayfa: 36)


(..kitabın biçimlediği tutsaklıktan da kurtulmağı düşlediydi; sonra bir yazarın, kitabın sınırlandırıcılığını yok etmeksizin de bulduğu yolu görmüş, bu uzlaşım içinde yazarın okuruna önerdiği olanaklarla bir bakıma -matematik açısından bilmem kaç yüz olduğu-hesaplanabilecek-okuma doğrultuları yaratılması karşısında kendi düşünden vazgeçmişti. Bir şeyi ilk yapan adam olmayınca o şeyi üçüncü kez yapan adam olabilirdi ama ikinci kez yapan olmak istememişti. Çok mu önemliydi bu ikincilik, üçüncülük.? İkinci adam izlerdi; üçüncüsü ise edinilmiş bir yolu, bir yöntemi, kullanırdı..) (Sayfa: 78)

Franz Kafka - Babaya Mektup



'..'Böylece dünya benim için üç parçaya bölünmüştü: Bunlardan biri benim köle olarak, yalnızca benim için uydurulmuş ve hiçbir zaman -üstelik nedenini asla bilemeden- bütünüyle yerine getiremediğim kurallar altında yaşadığım dünyaydı; sonra benden sonsuz uzakta olan, içinde senin yaşadığın, idareyle, komutların dağıtılmasıyla ve bunların yerine getirilmemelerine kızmakla uğraştığın ikinci bir dünya vardı; son olarak da diğer insanların mutlu, buyruklardan ve boyun eğmekten bağımsız olarak yaşadıkları üçüncü bir dünya..'' (Sayfa:11-12)

*

''.. Cimrilik derin mutsuzluğun en sağlam belirtilerindendir..'' (Sayfa: 27)

*

''..tıpkı bir diktatörün kendi ülkesinin sınırları dışına çıktığında despotluğunu sürdürmeye nedeni kalmaması ve alt tabakadan kişilerle de iyi niyetle yakınlık kurabilmesi gibi. Gerçekten de örneğin Franzensbad'da çekilen grup fotoğraflarında yüzleri asık, kısa boylu insanların arasında hep iriyarı ve güler yüzlü, seyahate çıkmış bir kral gibi dururdun..'' (Sayfa: 31)

Talip Apaydın - Köy Enstitüsü Yılları

17 Nisan 1940 tarihli yasayla kurulan ve tamamen Türkiye'ye özgü eğitim kurumları olan Köy Enstitüleri, üzerinde en çok konuşulan, tartışılan konulardan biridir. Köylerde çalışacak öğretmenler, tarım ve sağlık görevlileri yetiştirerek, köyleri bir an önce kalkındırma ereği güden, üretime dönük bir eğitim anlayışıyla faaliyet gösteren bu kurumlar, çok partili rejime geçildikten sonra tutucu çevrelerin ve Demokrat Parti'nin yoğun eleştirileriyle karşılaştı. Ve eğitim programları, önce klasik ilköğretmen okullarının programıyla birleştirilen Köy Enstitüleri, sonunda tümüyle kapatıldı.
Köy Enstitüsü Yılları, bu kurum içinden yetişen bir yazarın, Talip Apaydın'ın kaleme aldığı, öğrencilik yıllarına ilişkin anılarından oluşuyor. Köy Enstitülerinin kurucusu Hakkı Tonguç'la son görüşmelerinde, Tonguç'un ''Enstitüye nasıl girdiniz, nasıl okudunuz, bu duruma nasıl geldiniz, biriniz bunu anlatın'' sözü üzerine, ''Geç de olsa, ben bu görevi yerine getiriyorum'' diyen Apaydın, her zamanki duru ve içten anlatımıyla Köy Enstitüleri gerçeğini birinci ağızdan aktarıyor.
***
Bursa'da iki gün kaldık. Kız Öğretmen Okulu'nu, Teknik Tarım Okulu'nu gördük. Camileri, müzeleri gezdik. Her şey sinema şeridi gibi üst üste yığılıyordu. Sonra Mudanya üzerinden İstanbul'a gittik. Vapur akşam geç vakit varabildi. Uzaktan ışıklar, ışıklar.. Göğün yıldızları bile sönük kalmışlardı. 
''Bunca ışık arasında, bir tek kör kandilim yok''
diyen bir dostumun sözü bana hep İstanbul'un o ilk gördüğüm ışıklarını anımsatır.
İstanbul İstanbul'du ha.! İnsanı vuruyordu. Hele yoksul insanı eziyordu ince ince. Bunca zenginlik, bunca ses, ışık, renk üstümde pek ağır bir etki bırakmıştı. Erimiş, silinmiş gibiydim. Şaşmaktan çok acı duyuyordum artık. Peki bizim oralar niye böyle değildi.? Kafamda bir kurt peydah olmuştu, gezinip duruyordu. (Sayfa: 
53)
Talip Apaydın - Köy Enstitüsü Yılları
Biz son sınıfta iken önemli bir şey oldu. Bir gün yüksek kısmın şan öğretmeni gelmiş dediler. Şan kelimesinin müzikteki anlamını ben o zamana kadar duymamıştım. Ün karşılığı olarak düşünüyor ve bu öğretmen ne öğretir acaba diyordum. Meğer Devlet Operası ses sanatçılarından basbariton Ruhi Su imiş. Bir cumartesi eğlencesinde bağlamasıyla türküler söyledi. Hiç böylesini duymamıştım. Bir ses vardı adamda, çağlıyordu. Bambaşka güzel oluyordu türküler, o söylerken. Bize birkaç gün müzik dersine girdi. İki sesli şarkılar, marşlar, türküler öğretti. Yepyeni bir yol açılmıştı önümüzde. (Sayfa: 57)

Talip Apaydın - Köy Enstitüsü Yılları
''Kahrın ağır işçileri deyin bize.'' (Sayfa: 63)
Talip Apaydın - Köy Enstitüsü Yılları
Köy Enstitüleri Marşı

Sürer, eker, biçeriz güvenip ötesine.
Milletin her kazancı, milletin kesesine.
Toplandık baş çiftçinin Atatürk'ün sesine
Toprakla savaş için ziraat cephesine.
🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.
Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.
🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜
İnsanı insan eden, ilkin bu soy, bu toprak
En yeni aletlerle, en içten çalışarak,
Türk için, yine yakın dünyaya örnek olmak,
Kafa dinç, el nasırlı, gönül rahat, alın ak.
🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.
Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.
🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜
Kuracağız öz yurtta dirliği, düzenliği.
Yıkıyor engelleri ulus egemenliği.
Görsün köyler bolluğu, rahatlığı, şenliği.
Bizimdir o yenilmek bilmeyen Türk benliği
🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜⛏️🚜
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.
Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz. 
(Sayfa: 66)
***
Köy Enstitülerini kötüleyenlerin en çok yüklendikleri noktalardan birisi, bu kadar işin gücün içinde kültür derslerine az yer verildiği, öğrencilerin iyi yetiştirilmediği konusudur. Biz buna hemen, ''yanlıştır'' demeyeceğiz. Hele bilginin, kültürün sadece ezbere dayanan, kafaya istif edilen birtakım kurallar olduğu sanısından hareket edilirse, yani klasik okul açısından bakılırsa, bu çalışmalar içinde öğrenci elbet zayıf yetişmiştir. Fakat kültür nedir.? Kültürlü insan kimdir.? Eli kolu işlememiş, anlayış ve görüş açısı yaşamı güzelleştirmeye çevrilmemiş, bütün bildikleri ezber halinde kafasının içinde kalmış insan, kültürlü insan mıdır.? Hele bu insan öğretmen olunca, bizim köylerimizde kime ne öğretecekler.?
Bilgiyi iş haline getirmek gerekir. Bilmek, söylemek değil, yapmaktır. İlkel hayatı değiştirmek, güzelleştirmek, geliştirmektir.
Bize sık sık şu fıkrayı anlatırlardı: Bir müzisyen, bir filozof, bir doktor, Afrika'nın ortasında zencilere esir düşmüşler. Zenciler kabile başkanının çevresine toplanmışlar, bunları yiyecekler. Müzisyen el kol hareketleriyle kendisinin müzisyen olduğunu, çalgı çaldığını, kabileye yararlı olacağını anlatır. ''Peki, göster hünerini'' derler. O da içi oyuk bir ağaca at kuyruğu telleri gerer, bir de yay yapar başlar çalmaya.. Zenciler hoşlanırlar. Hatta çaldığı havaya uyup oynarlar. Onu öldürmezler.
Doktor kendi işini anlatır. ''Hastaları iyi ederim, ölecekleri ölümden kurtarırım'' der. Bir hasta getirirler. Doktor muayene eder, çantasını açıp iğne yapar. Hastayı kurtarır. Onu da affederler.
Sıra filozofa gelir. Fakat o bir türlü ne iş yaptığını anlatamaz. ''Ben filozofum, insan ruhunun oluşlarından, evrenin gizlerinden, aklın erdiği, ermediği sorunlardan söz ederim'' diye bağırır. Zenciler hiçbir şey anlamazlar. Doktorla müzisyen, bakarlar ki iş kötüye gidiyor, arkadaşlarını kaybedecekler; aralarında göz kırpıp işaretleşirler. İlerdeki kuyunun başında döne döne su çeken beygiri gösterirler. Bu filozoftur, hep aynı yönde döner derler. Zenciler de yorgun beygiri çözüp onu koşarlar. Böylece filozof kazanda pişmekten kurtulur.
Bununla birlikte, bize asla bilgi düşmanlığı aşılanmamıştır. Sadece kuru bilgilerin, hayatta işe yaramayan ezber bilgilerin yetersizliği, süsten öte geçemediği, yaşama bir değer katamadığı söylenmiştir. Boyuna okumamız, ders dışı kitaplara taşmamız öğütlenmiştir.
Öbür yandan Enstitülerin kuruluş yıllarındaki ağır çalışmalar, o günlerin koşulları içinde bir zorunluluktu. İşler normal seyrine girmemişti. Bütçe yetersizliği, yiyeceğimizden giyeceğimize, binamızdan suyumuza, elektriğimize kadar her işimizi kendimiz yapmamızı, yaparken de öğrenmemizi zorunlu kılıyordu.
Şimdi de içinde bulunduğum eğitim çalışmalarıyla kıyaslayınca, gözümü kırpmadan diyebilirim ki, o günlerdeki gayret, enerji, zamanı dolu kullanış bugün çok gevşemiştir. Ne öğretmende ne öğrencide o dinamizmden eser kalmamıştır. Ülkücülük yitirilmiştir. Geçmiş yüzyılın eğitim anlayışı -üretici değil, tüketici,- kalem efendisi yetiştiren okul görüşü az çok hepimizi sarmıştır.
Kalkınacak Türkiye'nin eğitim tutumu elbette bu olamaz. (Sayfa: 70-71)
Talip Apaydın - Köy Enstitüsü Yılları
Biz oradayken Enstitü'ye Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel geldi. Yanında başka konuklar da vardı. Bu arada oğlu Can da bulunuyordu. Can o zaman Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğrencisiydi. Tanıştık. Daha o zaman kalın sesli, kavrayışlı, güzel konuşan bir çocuktu. Balgat yakınlarında birlikte yüksekokullar kampı yapmıştık. Bülent Ecevit, Can, bizim Başaran, ben, daha başka edebiyat heveslisi çocuklar.. Sık sık buluşurduk.. Akşamları şiir okur, konuşur, birlikte otururduk.
Can, Yıldızeli'nden beni görünce babasının ve öbür konuklarının yanından ayrıldı, geldi koluma girdi. Enstitü'yü birlikte dolaştık.
Babasının yanında kaç gündür sıkıldığından, resmi konuşmalardan, karşılanıp uğurlanmalardan hoşlanmadığından söz etti. Ankara'dan haberler verdi. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde kaynaşma olduğunu, gericiler ve ırkçılar tarafından bazı profesör ve doçentler aleyhine komplolar hazırlandığını anlattı. ''Gidiş çok kötü'' dedi. ''Memlekette gericiler ağır basmaya başladı. Demokrasi iyi bir şey, ama çok partili hayattan gericiler yararlanacak gibi. Öyle görünüyor.''
Bu yollu ta yemek zamanına kadar konuştuk. Sonradan kaç kez anımsadım Can'ın sözlerini. Belki hep kendinin değildi, bir kısmı babasının fikirleriydi. Ama yıllar geçtikçe nasıl da doğru çıktı o sözler. Aynı dediği gibi oldu. Gericilik gittikçe azıttı. Bir gün geldi, hilafetten bile söz eder oldular. O yıllarda rüyasında görse inanmazdı insan.
Yemekte uzun bir sofra kurulmuştu. Bakan başta idi. Biz de Can'la ta sonda bir köşeye oturmuştuk. Aramızda fiskosla konuşuyorduk. Öğretmenler Can'ın kim olduğunu bilmiyorlardı. Onun için pek ilgilenen yoktu. Böylesinden hoşlanıyordu o da. Sanatçı kişiliği olan, özgür yaradılışlı bir çocuktu.
Bir aralık Hasan Âli Yücel'in, ''Bizim Can nerde kaldı yahu.?'' dediği duyuldu.
''Buradayım'' dedi Can. ''Arkadaşımla birlikte oturuyoruz.''
Gözler hep bizim tarafa çevrildi.
Bakanın oğlu olduğu anlaşılınca, oradan kaldırıp daha ileride bir yere oturtmak istediler. Gitmedi.
''Ne gereği var canım'' dedi. ''Burada oturuyoruz işte.''
Bu sefer de yemekler, meyveler taşımaya başladılar.
Kızıyordu Can böyle şeylere. Daha o yaşlarda Doğulu davranışlara, alaturka alışkanlıklara belirgin bir karşı koyması vardı. Kişiliği öyle gelişiyordu.
Uğurlama yapılırken, ''Ben bu işlere çok tutuluyorum'' dedi. ''Görmeyeyim şunu, hadi hoşça kal.!'' dedi.
Elimi bile sıkmadan gitti, bir cipin arkasına atladı. (Sayfa: 140-142)
Talip Apaydın - Köy Enstitüsü Yılları

Sohrâb Sepehrî (سهراب سپهری) (Sohrâb-i Sipihrî) - Sekiz Kitap, Bütün Şiirleri (Farsçadan Çeviren: Mehmet Kanar)

Rengin Ölümü (1951)   GECENİN KATRANINDA * Nicedir bu yalnızlıkta Suskunluğun rengi dudakta. * Bir ses çağırıyor beni uzaktan Ama ayaklarım ...