18 Ekim 2018 Perşembe

Bâbil Yaratılış Destanı - Enuma Eliş (Henüz Yukarıya)



X-XI-XII
*
Enuma Eliş metni yedi bölüme ayrılır. Her bir bölüme ‘’tablet’’ adı verilir. İlk yazıya geçtiği zaman esasen her bölümün bir tablette korunması muhtemel olsa da günümüze kalan kopyalar sonraki dönemlerin ihtiyaçlarıyla hazırlanmıştır ve bu arkaik adlandırmaya uyulmaz. Her bir tablet adını ilk dizeden alır. Adın verildiği kısma ‘kolofon’ denir. Terennüm edilebilmesi için metinde sıkça tekrar kullanılır, bu da metne estetik açıdan ahenk katardı. Metnin esas birimi dizedir. Uzmanların henüz tam çözemediği birvurgu sistemi ile sesli okunurdu.
Asur ve Bâbil kataloglarında eser, birinci dizesinin ‘enüma eliş’ (‘henüz yukarıya’) olan ilk iki sözcüğüne dayanarak kaydedilmişti. Birinci tablet, evrenin yaratılışını anlatmakla başlar. Bu özelliğinden dolayı uzmanlar esere Bâbil Yratılış Destanı adını da vermiştir.Dünya yokken tatlı ve tuzlu sular Apsû ve Tiamat vardı. Birbirine âşık bu iki kozmik varlığın birbirine karışmasının ardından suların içinde tanrılar Lahmu ve Lahamu yaratılır. Sonra Ansar ve Kisar yaratılır. Onlardan doğan oğulları Anu ise Ea’yı yaratır. Tanrıların sayısı arttıkça aralarında çatışmalar başlar. Karşılıklı gizli planlar yapılır. Ea, Apsû ve veziri Mummu’yu öldürür. Yeni sarayında, eşi Damkina’dan oğlu Marduk doğar ve büyür. Bazı tanrılar, Apsû’nun öldürülmesinden dolayı Tiamat’ı kışkırtır.Güçlü bir canavar ordusu kuran Tiamat, yeni sevgilisi Kingu’yu kral ilan eder.
İkinci tablet, tanrıların çaresizliğini anlatmakla başlar. Babası Ea’nın cesaretlendirmesiyle Marduk, Tiamat ve Kingu ile savaşmaya gönüllü olur. Karşılığında bütün evrenin hâkimiyetini ister. Tanrılar kabul eder. İkinci, üçüncü ve dördüncü tabletler, Marduk’un düşmanlarını yenmesi ve ardından yüceltilmesi hakkındadır. Tanrıların onu kral ilan etmesinin ardından Marduk bütün evreni yeniden yaratır ve günümüz dünyası oluşur.
Beşinci tablet gökyüzünün yaratılışı ile başlar. Bir ejder olarak betimlenen Tiamat’ın (Örn. Beşinci Tablet, 59’uncu dize) parçalarından da yararlanılarak gökyüzü, yeryüzü, Fırat ve Dicle yaratılır. Bu tablette tanrıların yaşam alanları ve görevleri, yıldızlar dünyası ve yeryüzünün yaratılışı anlatılır. Yedi kozmik bölge vardır: gökyüzü (samu/samam), Ellil’in sarayı Esarra, gökyüzü ile yeryüzü arasında bulunan elâtu (yüksekler) ve yer altı suları sarayı ve dünyası Apsu-Esgalla ve yeryüzü. Yıldızlar, ay ve güneş, ‘’yüksekler’’ denieln bölgede bulunur ve gözle görülebilir. Onun üstündeki Ellil’in sarayı Esarra ile göksel tanrıların yaşadığı yerler ise gözle görülemez. Sert katmanlarla görülebilir yükseklerden ayrılır. Gökyüzü katmanlarının sayısı verilmemiştir. Yer altı suları dünyası belirtilirken henüz ölüler diyarı yaratılmamıştır. İnsanlar henüz yaratılmamıştır. Beşinci tabletin doruk noktası, Bâbil kentinin kurulması ve tanrıların Marduk’u kral olarak sonsuza dek kabul etmeleridir.
İnsanın yaratılışı altıncı tablette başlar. İsyan eden Kingu’nun kanından insanlar yaratılır. Tanrılar, Bâbil’in en büyük tapınağı Esagil’i inşa eder. Esagil, Marduk’un varlığıyla evrenin merkezi olur. Altıncı tabletin geriye kalan bölümlerinde ve yedinci tablette, tanrılar Marduk’un 50 adını zikreder ve ardından ona övgülerle Ea adı da verilir. Eski Çağ dinleyicisi açısından bu, eseri taçlandıran bir öğedir. Enuma Eliş, insanlar arasında okunması ve bilinmesi talimatıyla sona erer.
*
Altıncı Tablet
*
33. Onun kanından (Marduk ve Ea) insanı yarattılar*
34. (İnsan) tanrıların iş yükünü üstlendi, tanrılar özgür oldu
* 'Yarattılar' yüklemi nüshalarda çoğul (ibnû) veya ikil (ibnâ) çekim le yazılmıştır. Nüshalardan birisi yaratılışı sadece Ea'ya atfetmiştir. (Sayfa: 48)
*
97. (Yemini bozan olmasın diye) kendilerine lânet okudular (Sayfa: 50)
*
121. Onun elli adını zikredelim
122. Onun yolu uludur, işleri de.!
*
131. Yaratmak ve yok etmek, affetmek ve cezalandırmak,
132. Onun emriyle oluyor, gözlerini ondan ayırmasınlar. (Sayfa: 51)
*
Yedinci tablet
*
13. Gerçekten de tanrılar arasında yücedir o,
14. Hiçbir tanrı onun dengi değildir, (Sayfa: 57)
*
24. Buyursunlar ki (insanlar) sürekli övsünler onu, ve ona ibadet etsinler, (Sayfa: 58)
*
114. Onun dışında hiçbir tanrı günlerin sınırlarını bilmez. (Sayfa: 61)
*
160. Nerede su içilirse onun adı anılsın (Sayfa: 63)
*
Son tablette (7. Tablet) Marduk’un elli adı yüceltilerek son buluyor.
Destana göre, Fırat ve Dicle nehirleri, öldürülen Tiamat’ın iki gözünden doğuyor..

Publius Ovidius Naso - Ibıs

Publius Ovidius Naso - Ibıs
Yaptıkları kötülükleri ve haksızlıkları bilmelerine rağmen, dünya gecelerinde rahat rahat uyuyabilenlere..
*
diyerek başlıyor kitaba..
*
Ibis, Mısır'da bataklık alanlarda, akreplerle ve zehirli yılanlarla yaşadığı söylenen bir kuşun adıdır ve Ovidius'un şiirine, bu adı vermesi, şiirinde hedef aldığı kişinin ülkesinin Afrika olduğunu ima etme isteği olmalıdır. Dolayısıyla ozanın altı yüz kırk dört dizelik şiirinde düşmanının adını vermeye gerek duymamasının nedeni, kendisini iyi tanıyan okuyucularının surete değil, sirete bakacaklarını ve sırrı çözebileceklerini bilmesinden başka bir şey değildir.
*
Altı yüz kırk dört dizelik bir şiir.
Kitap, 70 sayfadan ibaret olmakla birlikte, çok yoğun bir şekilde, mitolojik kahramanlara yapılan göndermeler aracılığıyla, Ovidius'un ''kin'' duygusunu yansıtıyor..
Dipnotlarda verilen bilgilerle, anlam yerine oturuyor.. Ve bu dipnotlarla okurun işi oldukça kolaylaşıyor..
Kitabın çevirmeni Asuman Coşkun Abuagla'nın verdiği bilgiye göre, İmparator Augustus, Ovidius'u sürgüne gönderdiği dönemde, dostu olarak bildiği Hyginus, Ovidius'a ve karısına kara çalmış, hatta ozanın mallarına el koyarak zengin olmaya çalışmış. Ovidius da, başka bir ozan olan Yunanlı Kallimakhos'un izinden gideceğini ve onun Apollonios Rhodios'u hedef aldığı şiirdeki gibi, Hyginus'u yerin dibine geçireceğini söylemiş.
***
Küçük bir örnek (sayfa: 24-25):
*
Orada Furialardan biri yaracak böğrünü kırbacıyla,
sayısız suçlarını itiraf etmen için,
diğeri kesilen uzuvlarını Tartarus'un yılanlarına verecek,
üçüncüsü duman tüten yanaklarını ateşle pişirecek.
Suçlu gölgen bin çeşit işkenceyle azap çekecek ve
Aeacus oldukça adil davranacak sana verilecek cezalarda.
Kadim suçluların işkencelerini aktaracak sana,
huzur nedeni olacaksın o kadim suçlulara.
Sisyphus.! Geriye yuvarlanan yükünü
teslim edeceğin adam gelecek,
döndürecek şimdi hızlı tekerlekler yeni kurbanın uzuvlarını,
bu olacak boş yere dalları ve dalgaları yakalamaya çalışan,
bu besleyecek kuşları yenilenen karaciğeriyle.
Bu ölümün cezasını başka bir ölüm sona erdirmeyecek
ve zamanın sonu gelmeyecek edilen bunca kötülüğe.
***
Kitabın ismi olan Ibıs için, yine Asuman Coşkun Abuagla'nın verdiği bilgi şu:
Ibis, Mısır'da bataklık alanlarda, akreplerle ve zehirli yılanlarla yaşadığı söylenen bir kuşun adıdır ve Ovidius'un şiirine, bu adı vermesi, şiirinde hedef aldığı kişinin ülkesinin Afrika olduğunu ima etme isteği olmalıdır. Dolayısıyla ozanın altı yüz kırk dört dizelik şiirinde düşmanının adını vermeye gerek duymamasının nedeni, kendisini iyi tanıyan okuyucularının surete değil, sirete bakacaklarını ve sırrı çözebileceklerini bilmesinden başka bir şey değildir.
*
Lâtinceden Çeviren: Asuman Coşkun Abuagla


Descartes - Tabiat Işığı İle Hakikati Arama

Sağ duyulu bir adam ne bütün kitapları okumak, ne de okullarda okutulan her şeyi inceden inceye öğrenmek zorundadır. Hatta edebiyatla (kitaplarla) uğraşmaya fazla zaman harcaması, eğitiminde bir eksiklik olur. Hayatında yapacak birçok işleri vardır. Ömrünü iyice hesaplamak, en iyi kısmını da iyi işlerle uğraşmaya vermek zorundadır. Bu işleri de ona yalnız kendi aklı öğretecektir..Fakat hayata atıldığında hiçbir bilgisi yoktur, çocukluğunda edindiği bilgi de ancak âciz duyuları ile hocalarının otoritesine dayandığından, aklı hayalini idareye başlamadan önce, hayalinin bin bir yanlış düşüncelerle dolu bulunmaması hemen hemen imkânsızdır. Böylece daha sonra düşüncesini dolduran kötü bilimlerden sıyrılmak için olduğu kadar, sağlam bir bilimin temellerini atmak ve bilgisini erişebileceği en yüksek noktaya kadar yükseltebilecek bütün yolları bulmak için de, pek yüksek bir yaratılışta olmak veyahut da bir bilgenin derslerinden faydalanmak ihtiyacındadır.
Bu eserde bu şeyleri öğretmek ve ruhlarımızın gerçek zenginliklerini herkesin gözü önüne koymak istedim; böylece her insana, hayatının idaresinde gerekli olan bütün bilimi, başkasından bir şey istemeksizin kendisinde bulmanın, sonra da bu bilimi inceleyerek, insan aklının edinebildiği en acayip bilgilerin hepsini edinmenin yollarını göstereceğim.
Fakat, ilkin, korkarım ki, tasarımın büyüklüğü karşısında zihinleriniz şaşalayacak ve inanmayacaktır. Bunun için, giriştiğim işin hayal edildiği kadar zor olmadığını haber vermek isterim. Çünkü insan zihninin gücünü aşmayan bilgiler, öyle şaşılacak bir bağla birbirine zincirlenmiş ve öyle zaruri neticelerle birbirinden çıkarılmaktadır ki onları bulmak için fazla güçlü ve becerikli olmaya ihtiyaç yoktur, yeter ki en basitlerinden başlayarak, basamak basamak en yükseklerine kadar gitmesini bilelim. (
Sayfa: 5-6)


Madem ki şüphe ettiğinizi inkâr edemiyorsunuz, tersine şüphe ettiğiniz şüphesizdir, hatta şüphe etmeniz, şüphe edemeyeceğiniz kadar şüphesizdir, o halde şüphe eden sizin var olduğunuz da doğrudur. O kadar doğrudur ki daha fazla şüphe etmeniz imkânsızdır.. (
Sayfa: 20-21)

John Berger - Görme Biçimleri


Bu kitap John Berger, Sven Blomberg,
Chris Fox, Michael Dibb, Richard Hollis
tarafından hazırlanmıştır.
*********************************************
Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir.
*
Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir.Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez. Gördüklerimiz ile bildiklerimiz arasındaki ilişki asla durulmaz. Her akşam güneşin batışını görürüz. Dünyanın güneşe arkasını dönmekte olduğunu biliriz Ne var ki bu bilgi, bu açıklama gördüklerimize uymaz hiçbir zaman. Gerçeküstücü ressam Magritte ''Düşlerin Anahtarı'' adlı resminde sözcüklerle görülen nesneler arasında her zaman var olan bu uçurumu yorumlamıştır.
Düşlerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler. İnsanların Cehennem'in gerçekten var olduğuna inandıkları Ortaçağ'da ateşin bugünkünden çok değişik bir anlamı vardı kuşkusuz. Gene de onlardaki bu cehennem kavramı -yanıkların verdiği acıdan olduğu ölçüde- ateşi her şeyi yutan, kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur.
***
Görüşün iki yanlılığı konuşmaların iki yanlılığından daha baskındır. Çoğu zaman karşılıklı konuşma bu görme-görülme işlemini dile getirme çabasıdır. ''Sizin her şeyi nasıl gördüğünüz''ü benzetmeye ya da doğrudan açıklama çabanızla, ''onun her şeyi nasıl gördüğü''nü anlama çabanızdır. 
İmge sözcüğüne bu kitapta verilen anlamıyla tüm imgeler insan yapısıdır.
Bir imge, yeniden yaratılmış ya da yeniden üretilmiş görünümdür. İmge ilk kez ortaya çıktığı yerden ve zamandan -birkaç dakika ya da birkaç yüzyıl için- kopmuş ve saklanmış bir görünüm ya da görünümler düzenidir. Her imgede bir görme biçimi yatar. Fotoğraflarda bile. Çünkü fotoğraflar çoğu zaman sanıldığı gibi mekanik kayıtlar değildir. Her bir fotoğrafa baktığımızda, ne denli az olursa olsun, fotoğrafçının sınırsız görünüm olanakları arasından o görünümü seçtiğini fark ederiz. Rasgele aile fotoğraflarında da böyledir bu. Fotoğrafçının görme biçimi konuyu seçişinde yansır. Ressamın görme biçimi, bez ya da kâğıt üzerine yaptığı imlerle yeniden canlandırılır. Her imgede bir görme biçimi yatsa da bir imgeyi algılayışımız ya da değerlendirişimiz aynı zamanda görme biçimimize de bağlıdır. (Örneğin Sheila yirmi kişi arasında tek bir insandır; ama yalnız bizi ilgilendiren nedenlerle gözümüz ondan başkasını görmez.)
(Sayfa: 9-10)
*
Geçmiş hiçbir zaman olduğu yerde durup yeniden keşfedilmeyi, aynıyla, olduğu gibi tanınmayı beklemez. Tarih her zaman belli bir şimdi'yle onun geçmişi arasındaki ilişkiyi kurar. Demek ki şimdi'den korkmak eskiyi bulandırmaya yol açıyor. Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir. Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur.
(..)
Bir doğa resmi ''gördüğümüzde'' kendimizi onun içine koyarız. Geçmişte yapılmış sanata ''bakıyorsak'' o zaman kendimizi tarihin içine koymuş oluruz. Bu sanatı görmemiz engellendiğinde aslında bizim olan tarihten yoksun bırakılmış oluruz. Bu yoksunluktan kim yarar sağlar.? Sonuçta geçmişin sanatı, mutlu azınlığın kendine bir tarih yaratmaya çabalamasından dolayı bulandırılmaktadır. Bu tarih, geriye bakıldığında yönetici sınıfların oynadığı tarihsel rolü haklı gösterebilir. Böyle bir haklı çıkarmanın çağdaş dilde hiçbir anlamı yoktur. Bundan ötürü ister istemez bulandırıcıdır.
(Sayfa: 11)

Aiskhylos - Zincire Vurulmuş Prometheus

Arka Kapak
*
Aiskhylos (MÖ 525?-456): Eski Yunan'ın tragedya yazarlarındandır. Mitolojik konuların hemen hemen hepsini eserlerinde işlemiştir. Yazdığı 90 tragedyadan sadece 7 tanesi günümüze kalmıştır. Aiskhylos özellikle adaletin gerekliliği üzerinde durmuş, eserlerinin çoğunda hak meselesini konunun ağırlık merkezine yerleştirmiştir. Zincire vurulmuş Prometheus'da da farklı kuşaklardan tanrılar arasındaki anlaşmazlığı ele almıştır. Tragedyanın kahramanı Olympos tanrılarına başkaldıran titan Prometheus ateşi tanrılardan çalmış ve insanlara vermiş, tanrıların kurmuş olduğu düzene karşı geldiği için zincire vurulmuştur. Aiskhylos bu tragedyasında akıl gücünün kaba kuvvete üstünlüğünü, akla ve özgür düşünceye verilmesi gereken önemi vurgulamıştır.
***
Goethe
*
Prometheus
*
Karart göklerini Zeus,
Duman duman bulutlarla;
Diken başlarını yolan çocuk gibi de
Oyna meşelerin, dağların doruklarıyla.
Ama benim dünyama dokunamazsın, Ne senin yapmadığın kulübeme
Ne de ateşini kıskandığın ocağıma.
*
Şu evrende siz tanrılardan
Daha zavallısı var mı bilmem:
Kurban vergileri
Dua üfürükleriyle beslenir
Haşmetli varlığınız zar zor.
Size umut bağlayan budalalar,
Çocuklar dilenciler olmasa
Yok olur giderdiniz çoktan.
*
Ben de bir çocukken
Ne yapacağımı bilmez olunca
Çevirirdim güneşe doğru
Görmediğini gören gözlerimi;
Yakarışımı dinleyecek
Bir kulak varmış gibi yukarıda;
Varmış gibi derdimle dertlenecek
Benimkine benzer bir yürek yukarıda.
*
Azgın devlere karşı
Kim yardım etti bana.?
Kim kurtardı beni ölümden,
Kim kurtardı kölelikten.?
Şu benim yüreğim değil mi,
Kutsal bir ateşle yanan yüreğim,
Her işi başarmış olan.?
O değil mi coşup taşarak,
Yukarıda uyuyanı aldatarak
Başımı beladan kurtaran.?
*
Benim seni kutlamam mı gerek.? Niçin.?
Hiç derdine derman oldun mu sen
Derdine derman bulamayanın.?
Gözyaşını sildin mi hiç
Başı darda olanların.?
Kim adam etti beni.?
Güçlüler güçlüsü Zaman
Ve önü sonu gelmeyen Kader, değil mi.?
Onlar değil mi
Senin de benim de efendilerimiz.?
*
Sen yoksa beni
Yaşamaktan bıkar mı sandırn.?
Kaçak çöllere giderim mi sandın
Açmıyor diye
Bütün düş tomurcukları.?
Bak işte, yerli yerimdeyim;
İnsanlar yetiştiriyorum bana benzer;
Bütün bir kuşak benim gibi,
Acılara katlanacak, ağlayacak,
Gülecek, sevinecek,
Ve aldırış etmeyecek sana
Benim gibi.!
***
Sayfa: 59-61
Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu

Hesiodos - Theogonia-İşler Günler

Arka Kapak:
*
Hesiodos (y. MÖ VIII. yüzyıl):
Kullandığı dil, yapıtlarının taşıdığı bazı karakteristik özellikler, hayatı hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuz Hesiodos'un Aiol ve İon kökenli olduğunu göstermektedir. Büyük ozana ait olduğu kanıtlanmış iki önemli eserden biri olan Theogonia, evrenin yaratılışı, tanrıların doğuşu, tanrıların ve tanrısal varlıkların soyları gibi Yunan kozmolojisini kuran meseleler ile belli başlı Yunan efsanelerini konu alan epik bir eserdir.
Yunan didaktik şiirinin ilk örneği kabul edilen İşler ve Günler'de ise ozan, insanlık tecrübesine adalet, erdem, çalışma, cömertlik, hak, hukuk, düzen ve doğruluk gibi kavramların ''gerçeğini'' söyleyerek dokunur; tarım, denizcilik işlerine dair işlevsel bilgiler sunar; ayın uğurlu ve uğursuz günlerini sıralar. Bu bilgece öğütler Anadolu insanına yabancı gelmeyecektir, zira konuşan sadece Hesiodos değil, aynı zamanda Akdeniz halklarıdır.
Hasan Âli Yücel Klâsikler Dizisi, bu iki eserin bu en değerli çevirisini, Azra Erhat'ın hazırladığı ''Hesiodos Eseri ve Kaynakları'' başlıklı inceleme ve sözlük eşliğinde yeniden okurla buluşturuyor.

*
Çevirenler: Azra Erhat-Sabahattin Eyüboğlu
Azra Erhat'ın İncelemesiyle


Tezer Özlü - Zaman Dışı Yaşam

(Dış ses) Pavese: ''İnsanları öldüren kader, onları görebilmemiz ve gözlerimizi bu cesetlerle doldurabilmemiz için bizi de sorumlu kılıyor. Korku, alışılagelmiş korku, kaçış değil. İnsan gerçeği kavradığı için utanıyor- işte gerçek önümüzde. Her ceset sen, ben ya da biz olabiliriz. Arada hiç fark yok. Eğer yaşıyorsak, bunu bir başkasının kirletilmiş cesedine borçluyuz. Bu nedenle her savaş bir iç savaştır. Her şehit, yaşayan canlıya benzer ve ondan ölümünün hesabını sorar.'' (Sayfa: 29)

Tezer Özlü - Eski Bahçe Eski Sevgi

Tezer Özlü - Eski Bahçe Eski Sevgi
Diskotek Brazil Öyküsü:
*
(.. Nasılsa Amerikan keşifleri Ay'ın göründüğü gibi romantik, güzel bir yer olmadığını kanıtladı. Boş, dağlık, ıssızlıklar denizleriyle dolu, bombok bir yer Ay aslında. Ne yapsın Ay'da Alman ya da zengin Amerikalı.? O halde zengin Alman ve Amerikalılar, ortak pazarın ileri ya da geri gelen ülkelerinin turistleri nereye gitsin.? Elbet Nis'e gitsin. Kan'a gitsin. Neresi için yaratılacak modalar.? Kimlere satacak mallarını moda evleri.? Hermes.? Dior.? Şanel.? Kaşarel.? Ve kurtlanmış kaşer.?
Elbette Nis'teki seçkin tabakaya. O halde Nis'tesin ve Diskotek Brazil'desin..) (Sayfa: 48)
*

(.. Diskotek, geniş Riviera sahilinin, palmiyelerin en çok yükseldiği yerde, bir katlı, gerisinde fakir mahalleleri uzanan yerdedir. Geniş camlar, yaya kaldırımı yüzeyine dek iner. Ayakta durulacak küçük bir bar dışında masalar ve alçak sandalyeler de düzenle yerleştirilmiş. Burada müzik bir band ya da pikaptan kendiliğinden çalmaz. Zencilerin paralarını bir müzik dolabına atıp, ''parayı veren, düdüğü çalar'' gibisinden dans paralarını ödemeleri gerekir. Onlar da bu konuda eli açık davranıp, müziğe hiç ara vermemek için, durmadan atarlar paralarını müzik dolabına. Martinikliler zenci ırkının tüm gençliğini, doğallığını, kararlı direnişini oynuyor. Hiçbir beyaz, dans birincisi de olsa, böyle içten gelen hareketlerle müziğe uyamaz. Yaşasın Riviera.! Yaşasın Nis.! Yaşasın Diskotek Brazil.! Yaşasın sömürülen milletler ve zenciler.! Yaşasınlar ki sömürülsünler, sömürülsünler ki, parayı verip, dans etsinler.! Oynasınlar.! 
(Sayfa: 49)
***
1980 Yazı Güneşi A Öyküsü:
*
''Yaşamımın bazı kesimlerinde rahatlık da aradım. Biraz sakin, düzenli, belki biraz sevgi dolu günler belli bir süre kalsın, uzasın istedim. Yaşamımdaki tırmanışlar, huzursuzluklar durulduğu an, ailemin, yakın çevremin ve giderek yaşadığım toplumun huzursuzlukları, patlayışları büyüdü, yükseldi. Kavranılamayacak boyutlara erişti. Tedirginlik, güvensizlik, kuşku, zaman zaman umutsuzluk elimde olmayan nedenlerle gene gelip yüreğime, beynime, düşünceme oturdu.
(...)
Babamın bu gece yanımda ölmesi doğaldır. Ölmeyip, yeniden yaşama dönmesi de. Güncel bir olay. Bütün büyük olayları güncel olaylar gibi algılamaya koşullandırıldık. Evimizin kapısı kırılabilir. Silahlar üzerimize dayanabilir. Bunlar günük olay. Neresinden tutacağız bu ülke üzerine kabus gibi çöken yaşamı.

***
Sayfa: 99 / 1980 Yazı Güneşi B./
*
''Bir düşten de öte.. Bu nemli yapraklar içindeki koyu kırmızı çilekler bir yaşamdan da öte.. Yoksa vaad edilen cennetlerin çilek tarlalarında mıyız.? Tanrım, vaad edilen cennet tarlalarında mıyız.?'' 
(Sayfa: 94-95)
Tezer Özlü - Eski Bahçe Eski Sevgi
''Bir düşten de öte.. Bu nemli yapraklar içindeki koyu kırmızı çilekler bir yaşamdan da öte.. Yoksa vaad edilen cennetlerin çilek tarlalarında mıyız.? Tanrım, vaad edilen cennet tarlalarında mıyız.?'' 
 1980 Yazı Güneşi B. (Sayfa: 99)
Tezer Özlü - Eski Bahçe Eski Sevgi
Bu güne kadar bir tek hayvana karşı gelişti duygularım: Değişim'deki Gregor Samsa'ya karşı.
(Sayfa:107)

Tezer Özlü - Kalanlar

Tezer Özlü - Kalanlar
''O kadar yorgunum ki 50 yılda bile dinlenemem.
Yaşamım yazarların acısını aramak oldu. Çocukluğumda Dostoyevski'nin nihilist açısını buldum. Otuzumda Pavese'nin intihar acısını. Bugün Berlin'de Peter Weiss'in antifaşizm acısını.
Acıyla bağlantılı mutluluğumdan çok memnunum.'' (Sayfa 39)

Orhan Hançerlioğlu - Felsefe Sözlüğü

Mana: Doğaüstü güç.. İlkin R. H. Codrington’un 1899 yılında saptadığı bu güç, Polinezya ve Melanezya dilinde mana deyimiyle dile getirilmektedir. Codrington onu şöyle tanımlamıştır: ‘’Bu, kişiliksiz ve özdekdışı cinsten doğaüstü bir güçtür. Kendini bedensel ya da tinsel olarak, insanın sahip olduğu her çeşit üstünlükle açığa vurur. Belli bir nesneye özgü de değildir, her çeşit nesne üstüne getirilebilir. Melanezya dini, yararlanmak ya da yararlandırmak için mana edinmekten ibarettir.’’ Bu doğaüstü güce Kuzey Amerika Kızılderilileri Wakan, Irokua’lar Orenda, Algonkin’ler Manitu, Kongo ilkelleri Elima, İturi Pigmeleri Megbe, Sioux’lar Wakanda ya da Wakonda derler. Bu sihirli ve gizemsel güç, içine girdiği her nesneyi (maden, bitki, hayvan, insan) üstün ve etkin kılar. Totem, bu gözle görülmez gücün maddeleşmiş biçimidir. Bu güç, yarar sağladığı gibi zarar da verebilir. Bu bakımdan kimi yerde tabu olur ve dokunulmazlık kazanır. İlkellerin mana inancı kişilikdışı bir tanrı tasarımı olması bakımından Müslümanlığın tanrı’sına benzer. Durkheim’in Les Formes Elementaires de la vie Religieuse adlı yapıtında anlattığına göre ilkeller onu hiç bir zaman görmediklerini söylerlermiş, demek ki görünmezdir ve hiç bir cisimlilik ve kişilik taşımamaktadır, her türlü özelliklerden bağımsızdır, her varlıkta belirebilir ama hiç birine özgü değildir. İçine girdiği varlıklar göçüp gider ama o hep kendisiyle aynı kalır. Varlıklarda belirdiği tasarımı bakımından da gizemsel bir anlayışı dile getirir. Fransız toplumbilimcisi Durkheim, adı geçen yapıtında şöyle demektedir: ‘’İlkel dönemde kişileşmiş bir üstün güç yoktur. Tersine, toteme tapma; hayvana, bitkiye, eşyaya yayılmış biçimi olmayan bulanık, bir güçtür. İşte dinlerdeki tanrılar, kişileşmiş güçler hep bu yaygın ve bulanık mana gücünden çıkmıştır. Dakota’lı bir yerli, Wakan (Mana) her zaman harekettedir ve dünyayı dolaşır, konduğu yerler kutsaldır, biz dualarımızı onun konduğu yerlere göndeririz demiştir. Demek ki güneşe, aya, yıldıza tapma bunların kendilerinde varolan bir güçten gelmiyor; kendilerine katılan mana gücünden ötürü kutsallaşıyorlar.’’ Hubert’le Mauss büyücülüğün de mana kavramına dayandığını tanıtlamışlardır. Preuss de ruh düşüncesinin mana’dan türediğini olgulara dayanarak tanıtlamaya çalışmıştır. Durkheim bütün bunlardan şu sonucu çıkarmaktadır: ‘’Sözün kısası bütün dinlerin bu yaygın mana gücünden çıktığı düşüncesi herkesçe kabul edilmektedir.’’ Mana, ilkellerin doğada sezdikleri yaratıcılığın gücüdür ve bundan ötürü dinamizm inancının da temelidir. İlkellere göre tanrılar bile mana’yla güçlenirler: ‘’En çok tanrıların ve doğa üstü güçlerin mana’yla yüklü olduğuna inanılır. Bu güç onlardan şeflere geçer, şefler de bunu toplum içindeki yerlerini gözönünde bulundurarak kabile üyelerine geçirirler. Mana, çeşitli temrin ve işlemlerle de elde edilebilir’’ (Sedat Veyis Örnek, Etnoloji Sözlüğü, Ankara 1971, s. 161). Bu güç, hangi nesnenin içine girerse onu totem kılar; demek ki totem de gücünü mana’dan almaktadır. Birbirlerinden çok uzak bölgelerde yaşayan ilkellerin çeşitli adlar altında mana inancına sahip olmaları, onu ilkel inançların temeli kılmıştır. Mana, çeşitli büyüsel işlemlerle elde edilebildiği gibi bu gücü taşıyan nesneyi yemekle de elde edilmektedir. Bu bakımdan kurban eti yeme ve insan eti yeme (Yamyamlık, Kanibalizm) geleneklerinin de temeli mana inancıdır. İlkeller etini yedikleri hayvan ya da insanın gücünü kendi bedenlerine geçirdiklerine inanmışlardır. İlkel inançlara göre bedensel ya da tinselüstünlüğe sahip olan insanlar, ötekilerden daha çok mana taşıyıcısı’dırlar. Bir yarayı ya da bir hastalığı iyileştiren bir bitki, öbür bitkilerden daha çok mana taşıyıcısıdır ve üstün bir bitkidir. İyi ya da kötü eylemde bulunan, etkileyen, bir sonuç getiren her şey mana taşıyıcısıdır. İyi ya da kötü, nerde bir şey yapılmışsa yapan yapma gücünü mana’dan almaktadır. Doğanın etkinliğini dilegetirmek için ilkellerin sezilerine dayanarak ilerisürdükleri mana kavramı, yüzyıllardan beri idealist felsefelerin ve dinlerin ileri sürdükleri çeşitli kavramlardan farksız bir kavramdır. Mana, kimi yerde yarar ve kimi yerde zarar sağlayan ikiyanlı bir güçtür. Bu anlayışta iyilikçi tanrılar ve kötülükçü tanrılar ikilemesinin ilk izleri görülür. Canlıcılık-öncesi (Fr. Preanimiste) ilkel dönemde din ve tanrı anlayışı mana kavramıyla dilegetirilmiştir. Toplumbilimci Durkheim’a göre bütün dinler bu mana kavramından türemiştir, fiziksel kuvvet ve güç kavramlarının (Sayfa: 240-241)

Volney (Hayatı)

Constantin François de Chasseboeuf, Comte de Volney (1757-1820)
*
Fransız, filozof ve tarihçi. İnsanın doğal yasalarla yönetildiğini, evrene dirilik kazandıran bir güç taşıdığını ileri sürmüştür.
3 Şubat 1757'de Anjou'da doğdu, 25 Nisan 1820'de Paris'te öldü. Ancenis ve Angers kolejlerinde ortaöğrenimini bitirdikten sonra, bir süre Paris Tıp Fakültesi'nde okudu. Tıpla ilgilenmek istemediğinden felsefe ve tanrıbilim öğrenimi gördü. Bir süre, ünlü aydınların toplandığı, filozof d'Holbach ile Madan Fielvetius'un evinde düzenlenen konuşmaları dinledi, bilgin ve filozoflarla yakın ilişkiler kurdu. 1782'de Doğu ülkelerini tanıma amacıyla uzun gezilere çıktı. Lübnan'da kapandığı bir manastırda Arapça öğrendikten sonra Mısır, Suriye ve Osmanlı İmparatorluğu'nun güneydoğu illerini gezdi. Fransa'ya dönünce Voyage en Egypte et en Syrie 1787 (Mısır ve Suriye'de Gezi) adlı, geniş ilgi uyandıran yapıtını yayımladı. Bunun üzerine XVI. Louis tarafından Korsika'ya tarım genel yönetmeni olarak gönderildi. 1789'da Parlamento'ya seçildi. 1792'den sonra kralcılıkla suçlanarak tutuklandı, 1794'te Amerika gezisine çıktı. Dönüşünde bütün gücünü çalışmaya vererek yapıtlarını yayımlamayı sürdürdü.
Volney, belli bir konu üzerinde durmamış, tarih, dil, tanrıbilim, felsefe, yazın ve politika gibi çok değişik alanlarla ilgilenmiştir. Felsefe bakımından Locke ve Condillac'tan kaynaklanan bir görüşü benimsemiş, 18. yy deneyci-gözlemci düşünce yöntemini savunmuştur. Ona göre insan doğal bir varlık olduğundan, doğa yasalarına bağlıdır, onda evren bütününe dirilik kazandıran tözden öğeler vardır. İnsanın, doğal yasalara bağlılığı özgürlüğünü ortadan kaldırmaz, onun yaşamı boyunca uğradığı mutsuzluk kendi bağımsızlığını doğa yasalarına karşı bir güç olarak kullanmak isteyişindendir. İnsan, doğuştan uygar değildir, onu geliştiren, uygar duruma getiren gereksinimlerin baskısı, kıvanç duyma eğilimi ve üzüntüden kaçışıdır. İnsan kendini seven, sevilmeyi isteyen bir varlıktır. Bu özelliği ona toplum oluşturmayı, bir topluluk içinde yaşamayı, üretim alanında başarılı olmayı, birtakım üretici kurumlar yaratmayı öğretmiştir. Bu nedenle, insanın gelişmesi öğrenmesine, öğrenmesi de kendisini sevmesine bağlıdır.
İnsanın toplum kurması, bireylerle uyum ve birlik içinde yaşamaya çaba göstermesi ortak gereksinmelerden doğmuştur. İnsan, bir birey olarak güçsüzdür, başka varlıklarla başa çıkacak durumda değildir. Deneyler, gözlemler ona tek başına yaşama olanağının bulunmadığını, bir topluluk içinde varlığını sürdürmenin gereğini öğretmiştir. İşte toplumsal yaşamın, birliğin kaynağı budur. Toplum yaşamı insanı bir yandan güçlendirmiş, bir yandan da bencil kılmış ve doğa yasalarına göre davranmaktan uzaklaştırmıştır. Mutsuzluğun kaynağı bu doğal yaşama ortamının dışına çıkmadır. Bunda bencilliğin, kendini sevmenin, aşırı tutkulara kapılmanın etkisi büyüktür.
Volney için düşüncelerin, dolayısıyla bilginin kaynağı duyularla sağlanan duyumlardır. Bütün tinsel varlıkları yansıtan soyut kavramlar bu duyumlardan oluşturulmuştur. İnsan için duyu ve duyumdan başka bilgi öğesi yoktur. Dinler, onların getirdiği inançlar, duyu verilerinin soyutlanmasından doğmuş, uzun bir sürenin geçmesiyle gelenekleşmiş, özgün bir varlık gibi görülmüştür. Oysa bu, yanılmadır, bütün inançların duyularla sağlandığının kanıtı, dinlerin, toplumların ve bireylerin yaşama ortamlarına göre biçimlenmesi, gelişmesidir. Bilgi gibi toplumu yöneten yasaların, ahlâk ilkelerinin, bütün kutsal varlıkların, gelenek ve göreneklerin kaynağı da doğadır, doğayı tanımayı sağlayan duyulardır. Bu nedenle, 'deney-duyu-duyum' üçlüsü dışında bir bilgi kaynağı aramanın gereği yoktur.

Başlıca Yapıtları:
* Voyage en Egypte et en Syrie, 1787
( Mısır ve Suriye'de Gezi)
* Les Ruines, 1791 (Harabeleri 1749)
* La loi Naturelle, 1792 ( Doğal Yasa)
Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi

Volney - Yıkıntılar


Issız YIKINTILAR, kutlu mezarlar, sessiz duvarlar.! Tanık gösterdiğim, yalvardığım sizlersiniz. Evet, anlayışsız bir adamın bakışları, gizli bir korkuyla, üzerinizde duramazken, ben sizi seyretmeye dalmakta, derin duyguların, yüksek düşüncelerin çekiciliğini buluyorum. Siz, danışmasını bilenlere, öyle yararlı dersler, öyle acıklı ya da derin düşünceler veriyorsunuz ki.! Bütün dünya, baştanbaşa köleleşmiş bir durumda, acımasızların önünde ağız açamazken, onların nefret ettiği gerçekleri haykıran sizlerdiniz. Kralların cesetlerini, son kölenin cesedinden ayırt etmeyerek, EŞİTLİK'in kutlu dogmasına hak veren sizlerdiniz. Özgürlük perisi, kendisinin insanlardan kaçan sevdalısı olan bana, sizin surlarınız içinde; beyinsiz bayağının düşündüğü gibi, ellerinde kamalar ve meşalelerle değil, sonsuzluğun kapılarında ölümlülerin yaptıklarını tartmak için, iki elinde kutlu tartılar tutan adaletin yüce görünümüyle göründü.
Ey mezarlar.! Kimbilir sizde ne çok üstün nitelik var.! Acımasızları korkudan titretiyorsunuz: Onların sövgü dolu zevklerini gizemli bir dehşetle zehirliyorsunuz; bozulmayan, tertemiz görünüşünüzden kaçan bu alçaklar, saraylarının gururunu sizin gözlerinizden uzaklaştırıyorlar; halkı ezen güçlüleri cezalandırıyorsunuz; pinti rüşvetçinin altınlarını elinden alarak, soyduğu yoksulun öcünü alıyorsunuz. Zenginin gösterişlerini binbir kaygıyla baltalayıp, yoksulun yoksulluğunun acısını çıkarıyorsunuz; kendisine son sığınacağı yeri vererek kötü talihliyi avutuyorsunuz; sonra da, ruha öyle tam bir güç ve duyarlılık denkliği veriyorsunuz ki, bu denklik yaşamın bilimi olan bilgeliği ortaya çıkarıyor. Varını yoğunu sonunda size geri vereceğini anlayan düşünceli insan, boş büyüklüklerle yararsız zenginliklerin peşinde koşmuyor: Gönlünü hakkın sınırları içinde tutuyor; ekmeğini çıkarmak zorunda olduğu için de gününü boş geçirmeyerek, sonunda kendisine ne verilmesi uygun görüldüyse, onunla geçinip gidiyor. Böylece, hırsın azgın şahlanışlarına kurtarıcı bir dizgin vuruyorsunuz: Duyguları altüst eden hazlara karşı kızgın istekleri yatıştırıyorsunuz; tutkuların kavgasından yorulan ruhu dinlendiriyor, onu; onu, yığınları kaygılandıran bayağı çıkarların üstüne çıkarıyorsunuz. Zamanların ve budunların sahnesini kucaklayan doruklarınızdan, ruh, yalnızca büyük sevgiler, yalnızca onur ve erdem düşüncelerine bağlanıyor. Ah.! Yaşamak düşü sona erince, bütün bu didinmeler yararlı bir iz bırakmazlarsa, neye yarar.? Yıkıntılar.! Sizden ders almaya yine geleceğim.! Issızlığınızın dinginliğine yeniden sığınarak, tutkuların acıklı görünümünden uzakta, insanları, anılara dayanarak; onları mutlu edecek yolları arayacağım; kendi mutluluğumu da, bu işi çabuklaştırabilmek düşüncesinde bulacağım.




Bununla birlikte, hırs, insanlar arasında genel ve sürekli bir çatışma yaratmaktaydı. Bireylerle toplulukları durmadan karşılıklı istilalara sürükleyen bu çatışma, zincirleme devrimlerle, yatışmayan bir kargaşaya yol açtı.
İnsanlar önceleri, yabanıl ve barbar durumdalarken, bu yılmayan yırtıcı hırs onlara yağmayı, zorbalığı, öldürmeyi öğretti; uygarlığın ilerlemesi de bu yüzden, uzun zaman yavaşladı. Daha sonra topluluklar kurulmaya başlayınca, kötü alışkanlıkların bıraktığı iz, yasalara ve hükümetlere de geçerek, onlardaki kurumları ve amacı bozdu. Adalet düşüncelerini, budunların ahlakını çürüten keyfî, yapay haklar çıktı. Böylelikle, bir adamın bir başkasından daha güçlü olması, doğanın aksaklığı olan bu eşitsizlik, doğanın yasası sayıldı. Güçlü, zayıfın yaşamını elinden alabilecek durumda olduğu halde almadığından, onun, kendisi üzerinde aşırı bir mülkiyet hakkı ileri sürdü; bireylerin köleliği de, ulusların köleliğini hazırladı. Ailenin başı, evinde etkinliğini kesin olarak kullanabildiği için, yalnızca zevkleriyle sevgilerini kendisine davranış ölçüsü yaptı; eşitliğe, adalete bakmadan, mallarını verdi ya da geri aldı. Babalık baskısı da, siyasal baskının temellerini attı. Çalışma ve zaman, bu temeller üzerine kurulan topluluklarda zenginlikleri çoğalttığından, yasalar yüzünden rahatı kaçan hırs da, çabasını hiç eksiltmeksizin, daha kurnazlaştı. Birlik ve uygar barış görünüşü altında, her devletin içine gizli bir savaş soktu. Bu savaşta birbirine karşıt meslek, sınıf, aile öbeklerine ayrılan yurttaşlarsa, durmadan yüksek iktidar adı altında, tutkularının dilediği gibi her şeyi yağma etmek, herkesi köleleştirmek olanağını elde etmeye baktılar. Her biçime giren, ama nedenleri ve amacı hep aynı olan bu istila ruhu, durmadan, uluslara acı verdi. Bu ruh, kimi zaman, bir topluluk antlaşması yapılmasına karşı gelerek ya da yaşayan antlaşmayı bozarak, bir ülkenin insanlarını, aralarındaki bütün anlaşmazlıkların gürültülü çarpışması içine attı; dağılan devletler de, kargaşa (anarşi) adı altında bütün üyelerinin tutkuları yüzünden acı çektiler. Kimi zaman da, özgürlüğüne kıskançça bağlı bir budun kendisini yönetmeleri için memurlar koyduysa da, bu memurlar yalnızca bekçisi oldukları yetkilere sahip çıktılar: Devletin paralarını seçimlere hile katmak, kendilerine yandaşlar bulmak, halkı içinden parçalamak için kullandılar. Geçici bir zaman için iş başına getirilmişlerken, bu yollardan giderek, yerlerini elden çıkarmamaya baktılar; arkasından, kendilerini ölünceye dek seçtirdiler; daha sonra da hanedan kurdular. Açgözlülerin çevirdikleri dolaplar, zengin arabozucuların eliaçıklıkları, yoksul işsizlerin para canlılığı, söylevcilerin şarlatanlığı, ahlaksızların cüreti, erdemlilerin zayıflığı yüzünden karışan devlet de, demokrasinin bütün sakıncalarının acısını çekti. Bir ülkede güçleri eşit olan önderler, birbirlerinden korktukları için ahlaksızca anlaşmalar yaptılar; haydut birlikleri kurdular; yetkileri, rütbeleri, onurları paylaşarak ayrıcalıklar, dokunulmazlıklar edindiler; kendilerini ayrı topluluklar, farklı sınıflar saydılar; halkı toptan köleleştirdiler; soylular sınıfı adı altındaysa, devlet, kodamanlarla zenginlerin tutkuları yüzünden acı çekti. Başka bir ülkede yalancı papazlar aynı amaca başka yollardan giderek, bilisizlerin saflığından yararlandılar. Tapınakların gölgesinde, mihrapların tülleri arasında, tanrıları eyleme geçirip konuşturdular; önbililerde [kehanetlerde] bulundular, mucizeler gösterdiler; kurbanlar kesilmesini buyurdular; herkesi Tanrı'ya armağanlar vermeye zorladılar; vakıflar kurdular. Din ve dinbilim adı altındaysa, devletler, papazların tutkuları yüzünden acı çekti. Ara sıra, içinde bulunduğu düzensizliklerden ya da acımasızlardan usanan bir ulus, acılarının kaynaklarını azaltmak için, tek bir adamı başına geçirdi. Bu kez de, ulus, prensin yetkilerini sınırladığında, prensin bütün amacı bunları genişletmek oldu; ulus bu yetkileri sınırlamadığı zaman da, prens kendisine verilen emanete hainlik etti. Monarşi adı altındaysa devletler, krallarla prenslerin tutkuları yüzünden acı çekti. Bunun üzerine, ruhlardaki hoşnutsuzluktan yararlanan kötücül kimseler, daha iyi bir baş bulmak umuduyla halkı kandırdılar; armağanlar saçıp sözler verdiler; yerine geçmek için baskıcı yöneticiyi devirdiler. Devlet de, bu kötücüller arasında, onun yerini almak ya da iktidarı paylaşmak yüzünden çıkan kavgaların yarattığı iç savaşlardan doğan düzensizliğin ve yıkıcılığın acısını çekti. Sonunda, bu rakipler içinden, daha becerikli ya da daha talihli birisi üstün çıkıp bütün iktidarı kendinde topladı; şaşırtıcı bir olay olarak, tek bir adam, milyonlarca türdeşini, istemedikleri ya da istediklerini açıkça söylemedikleri halde, egemenliği altına aldı; acımasızlık sanatı da yine hırstan doğdu. Gerçekten, bencillik ruhunun bütün insanlar arasına durmadan ayrılık soktuğunu gören o hırslı kişi, bu ruhu ustalıkla körükledi: birinin gururunu okşadı, bir başkasının kıskançlığını iğneledi, berikinin pintiliğini coşturdu, ötekinin kinini alevledi, herkesin tutkularını uyandırdı; çıkarları ya da yalan ve boş düşünleri çarpıştırarak, kin ve ayrılık tohumları ekti. Yoksula, zenginden kalacak malları vereceğine; zengine, yoksulu köle yapacağına söz verdi. Bir adamı, bir başka adamla; bir sınıfı, bir başka sınıfla korkuttu. Güvensizlik içinde, bütün yurttaşları birbirinden ayırarak, onların zayıflığından kendi gücünü çıkardı; onlara zorla elindekiyle yetinme boyunduruğu geçirdi; onlar da bu boyunduruğu, hep birden, daha sağlamlaştırdılar. Orduya dayanarak vergiler topladı; topladığı vergilerle orduyu elinde tuttu. Para ve konum oyunu yüzünden, bütün bir budunu çözülmez bir zincirle bağladı; devletler de baskıcı yönetim içinde, ağır ağır çöktü. Böylelikle hep aynı neden, her türlü eyleme geçerek, durmadan devletlerin varlığına saldırdı; tutkuların sonsuz zincirinden, sonsuz bir değişiklikler zinciri çıktı. Bu değişmez bencil ve zorla ek koyma ruhu da, aynı derecede uğursuz olan iki temelli sonuç doğurdu; biri, toplulukların bütün parçalarının arasına ayrılık sokarak, onları zayıflattı, onların dağılmalarını kolaylaştırdı; öteki, iktidarı her zaman tek bir elde toplamak istemesinden, topluluklarla devletlerdeki ortaklaşa yaşam ve barışın zararına, bunların birer birer yutulmasına yol açtı. Gerçekten, bir devletin içinde, ulusu bir topluluk, topluluğu bir aile, aileyi bir birey nasıl yuttuysa, aynı biçimde devletler arasında çıkan bir yutma devinimi, devlet düzeninin bütün kötülüklerini, daha büyük ölçüde, siyaset düzeninde de gösterdi. Bir site, başka bir siteyi ele geçirerek köleleştirdi, bir eyalet kurdu; iki eyaletten birinin ötekini yutmasından, bir krallık ortaya çıktı; iki krallıktan birinin ötekini ele geçirmesinden de, dev imparatorlukların doğduğu görüldü. Bu toplulaşmada, devletlerin iç gücü, büyümeleri yüzünden artmak şöyle dursun, tersine olarak azaldı; budunların içinde bulundukları koşullarsa, daha iyileşeceğine, olayların özünden gelen nedenlerle günden güne daha kötü oldu, daha düşkünleşti… Devletlerin genişliği arttıkça yönetimlerinin de daha güç, daha karışık olması yüzünden, bu yığınları eyleme geçirmek için iktidarın gücünü çoğaltmak gerekti; hükümdarların görevleriyle yetenekleri arasında da hiçbir ölçü kalmadı. Baskıcı yöneticiler, kendilerini zayıf bulmaları yüzünden, ulusların güçlerini geliştiren her şeyden korktular; bu gücü azaltmanın yolunu öğrenmeye baktılar. Uluslar, yabanıl kinlerden ve bilisizlikten gelen boş düşüncelerle parçalandıkları için, hükümetlerin bozukluğuna destek oldular; karşılıklı olarak yardımcılar kullandıkları için de köleliklerini bir kat daha ağırlaştırdılar. Devletler arasındaki denkliğin bozulması yüzünden, güçlüler zayıfları daha kolaylıkla ezdiler. Sonunda, devletler birleştikçe budunlar da kendi yasalarından, kendi adaletlerinden, kendilerinin öz malı olan hükümetlerden yoksun kaldıkları için, güçlerini oluşturan kişiliklerini yitirdiler. Baskıcı yöneticiler, imparatorluklara bir mülk, budunlara de bir mal gözüyle baktıkları için, etki ve yetkilerini istedikleri gibi kullanarak yolsuzluklara saptılar, yağmacılığa koyuldular. Ulusların bütün güçleri ve zenginlikleri özel giderlere, kişisel heveslere aktarıldı; krallar da, tokluğun verdiği iç sıkıntısı içinde, her türlü bozuk, yalancı zevklere kendilerini koyverdiler: Asma bahçelere, dağların üzerine yükselmiş ırmaklara gereksinme duydular; verimli kırları, yabanıl hayvan avına çıkacak yerlere dönüştürdüler; çorak topraklarda göller kazdırdılar; göllerin içine kayalar diktirdiler; mermerden, somakiden saraylar kurdurdular; altından, elmastan döşemeler istediler. Onların gururu, dini bahane ederek tapınaklar kurdu; işsiz papazlara gelir bağladı; değersiz iskeletler yüzünden, görülmedik mezarlar, lahitler, piramitler yaptırdı. Sırayla saltanatlar boyunca, milyonlarca kolun kısır işlerde çalıştırıldığı görüldü; Dalkavukların öykündüğü ve derece derece en aşağı rütbelere kadar inen prenslerin lüksü de, genel bir ahlak bozukluğunun ve yoksulluğun kaynağı oldu. Zevklerin giderilmez susuzluğu içinde, her zamanki vergiler de yetişmediği için, bunlar da artırıldı; karşılığını almadan emeğinin çoğaldığını gören çiftçi, cesaretini yitirdi; soyulduğunu gören tüccar, işinden iğrendi; yoksul kalmaya yazgılanan yığın, çalışmasını kendisine yetecek kadara indirdi; bütün o verimli çalışmalar da yok oldu. Verginin artması toprak sahiplerine çok gider yüklediğinden, küçük toprak sahibi tarlasını ya bırakıp gitti ya da güçlü bir adama sattı; servetler de birkaç elde toplandı. Bütün yasalar ve kurumlar, bu toplanmayı kolaylaştırdığı için, uluslar, zengin işsizler topluluğuyla çalışan yoksul bir yığın arasında parçalandı. Yoksul halk, aşağılık durumlara düştü; tok kodamanlar soysuzlaştı. Devletin korunmasına ilgi duyanların sayısı azalmaya doğru gittikçe, onun gücü ve yaşamı da sarsıldı. Bir yandan da, yükselme çabası uyandıracak hiçbir şey ortaya konmadığından, öğretim yüreklendirilmediğinden, ruhlar derin bir bilisizliğe gömüldü. Devlet yönetimi, gizli ve gizemli olduğu için, hiçbir yenilik, hiçbir iyileştirme olanağı kalmadı. Önderler zor kullanarak ve aldatarak davrandıklarından, budunlar de onlara, kamunun düşmanı bir çete gözüyle baktılar. Yönetenlerle yönetilenler arasında da hiçbir uyum kalmadı. Bütün bu eksiklikler, zengin Asya'daki devletleri gevşetince, yakın dağlar ve çöllerin serseri, yoksul budunları da, verimli ovaların nimetlerine göz diktiler; ortaklaşa bir hırsla, uygar imparatorluklara saldırarak, acımasız yöneticilerin tahtlarını devirdiler. Bu derin değişiklikler, çabuk ve kolay oldu; çünkü acımasız yöneticilerin siyaseti, kendi uyruklarının cesaretini kırmış, kaleleri yıkmış, askerleri yok etmişti; çünkü ezilen uyruklarda, kişisel ilgi; parayla tutulan askerlerdeyse gözüpeklik yoktu. Barbar sürüleri, ulusları baştanbaşa köleleştirince, yenen bir budunla yenilen bir budundan ortaya çıkan imparatorlukların içinde birbirine tümüyle karşıt ve düşman iki sınıf bir araya gelmiş oldu. Toplumun bütün ilkeleri ortadan kalktı: artık ne ortaklaşa çıkarlar, ne kamu ruhu vardı; sürekli kargaşayı toplumsal kural durumuna koyan bir ırk ve sınıf ayrılığı kuruldu; yeryüzüne, damardaki kana göre, köle ya da kıyıcı, mal ya da mal sahibi olarak gelindi. Ezenler, ezilenlerden sayıca az olduğundan, bu yapma denkliği korumak için, kıyıcılık bilimini geliştirmek zorunda kalındı. İçgüdüye bu denli aykırı bir uysallığı elde etmek için, daha ağır cezalar koymak gerekti; yasaların acımasızlığıysa, insanların doğasını yabanıllaştırdı. Kişiler arasındaki ayrılık, devletin içinde iki yasa, iki adalet, iki hukuk kurduğu için, gönlündeki duyguyla ağzından çıkan ant arasında kalan halk, iki karşıt bilinç edindi; artık onun anlayışında hak ve haksızlık düşüncelerinin dayanacağı bir temel de kalmadı. Böyle bir yönetim altında, budunlar umutsuzluğa düştüler; canlarından bezdiler. Çektikleri acılara doğanın yıkımları da eklenince, bunca yıkım karşısında şaşırarak bunların nedenlerini üstün ve gizli güçlerde aradılar. Yeryüzünde kendilerine acımasız davrananlar bulunduğuna göre, göklerde de bu tür kıyıcılar bulunduğunu sandılar; temelsiz düşünceler de ulusların yıkımlarını bir kat daha artırdı. Tıpkı acımasız yöneticiler gibi kötü ve açgözlü tanrılar tasarımlayan uğursuz öğretiler, karamsar ve kötücül din dizgeleri doğdu. İnsan, bu tanrıları yatıştırmak için, elindeki bütün nimetleri onlara bıraktı; yoksunluklara katlandı, doğanın yasalarını altüst etti. Zevklerini suç, çektiği acıları bu suçun bağışlanması için karşılık sayarak, acıyı sevmek, ben sevgisinden vazgeçmek istedi; duygularına işkence etti; yaşamaktan tiksindi; topluluğa aykırı bir elçekme ahlakı, ulusları ölüm devinimsizliğine daldırdı. Ama uzağı gören doğa, insanın gönlüne sönmez bir umut koyduğu için, bu yeryüzündeki isteklerinde mutluluğun kendisini aldattığını gören insan da, onu başka bir yerde aradı; tatlı bir düşleme kapılarak, kendisine başka bir yurt, sığınılacak bir yer buldu; orada, acımasızlardan uzak, varlığının haklarını yeniden elde etti. Bundan da yeni bir karışıklık çıktı; kendisini düşlemsel bir yere kaptıran insan, doğanın yeryüzüne karşı tiksinti duydu; olmayacak umutlar uğruna gerçeği umursamadı. Artık yaşadığı yaşama, yalnızca, yorucu bir gezi, üzüntülü bir düş gözüyle baktı; teni, mutluluğuna engel bir zindandan başka bir şey değildi; bir sürgün yeri, bir uğrak saydığı toprağı da artık ekmeye gönül indirmedi. Bunun üzerine topluluk alanını kutlu bir başıboşluk sardı; köyler boşaldı; işlenmemiş topraklar çoğaldı; imparatorluklarda insan sayısı azaldı; anıtlar yüzüstü bırakıldı; bilisizliğin, temelsiz düşüncelerin, bağnazlığın doğurduğu sonuçlar, her yandan birleşerek, yıkıcılığı, yıkıntıları bir kat daha artırdı. Böylelikle, kendi tutkularıyla sürüklenen, bireyce de, toplumca da, hiç gözü doymayan ve hep önlemsizlik gösteren insanlar, kölelikten kıyıcılığa, gururdan alçalmaya, kendini beğenmeden korkaklığa geçerlerken, yıkımlarının asıl etkenleri de, yine kendileri oldular. Eski devletlerin alınyazısını yazan sıradan ve doğal nedenler işte bunlardır. İşte bu birbirine bağlı, birbirinden çıkan nedenler ve sonuçlar zinciriyledir ki eski devletler, insan benliğinin doğal yasalarına uyup uymadıklarına göre, yükseldiler ya da çöktüler. Sırasıyla, çöken, güçlenen, ele geçirilen, yıkılan yüz türlü budun, yüz imparatorluk, geçirdikleri değişiklikler boyunca, yeryüzüne yararlı dersler verdiler… Ama şimdi bu dersler, yeni kuşaklar için, unutulmuş bulunuyor! Geçmiş zamanların karışıklıkları, bugünkü kuşaklarda da çıktı! Ulusların önderleri, acımasızlık ve yalan yolunda yürümeyi sürdürdüler! Budunlar da temelsiz düşüncelerin, bilisizliğin karanlıkları içinde bocalamaktan kurtulmadılar! Peri, düşüncelere dalarak ekledi: Görürüz! Geçmiş kuşakların deneyimleri, yaşayan kuşaklar için gömülü kalıyorsa; dedelerin düştükleri yanılgılar, torunlara hâlâ ders olmadıysa, o zaman eski örnekler de yeniden ortaya çıkacak ve yeryüzü, unutulmuş zamanlardaki korkunç sahnelerin yinelendiğini görecek. Budunlar, imparatorluklar, yeni ve derin değişikliklerle sarsılacak. Güçlü tahtlar yeniden devrilecek. Korkunç yıkımlar, doğanın yasalarını, gerçekle bilgeliğin kurallarını çiğnemelerinin sonuçsuz kalmayacağını insanlara anımsatacaklar.


Peri bu sözleri bitirir bitirmez, Batı'da büyük bir gürültü koptu. Gözlerimi oraya çevirince, Akdeniz'in bittiği yerde, Avrupa uluslarından birinin ülkesinde inanılmayacak bir kaynaşma gördüm. Tıpkı büyük bir kentte her yandan korkunç bir ayaklanma çıktığı zaman bir kalabalığın kaynaştığını, dalga dalga sokaklara ve alanlara yayıldığını gördüğümüz devinim gibi bir şey. Göklere dek yükselen çığlıklar kulağıma çarptıkça, arada bir şu tümceleri yakaladım:
“Bu yeni acayiplik de nedir? Bu kıyıcı, gizemli bela nedir? Kalabalık bir ulusuz; çalışmaya adam yetmiyor! Çok iyi bir toprağımız var, yine de yoksulluk içinde yaşıyoruz! Ağır vergiler ödüyoruz, yine de az buluyorlar! Dışarda her ulusla barışığız; içerde çanımız malımız güvende değil! Bizi kemiren bu gizli düşman da kimdir?”
Yığından gelen sesler karşılık verdi: “Bir sancak dikin; yararlı işlerle topluluğu geçindiren, besleyen kim varsa onun çevresine toplanır; sizi kemiren düşmanı da tanırsınız.”
Sancak dikilince, bu ulus, eşit olmayan, çelişkiler gösteren iki parçaya bölünüverdi: Biri sayılamayacak denli kalabalıktı; hemen hemen ulusun hepsiydi. Bunlar, düşkün giyinişleri ve yanık yüzleriyle çalışmanın, yoksulluğun ne demek olduğunu anlatıyorlardı. Öteki küçük, duygusuz topluluğun dolgun yüzlerinde, altın ve gümüş taşan zengin giysilerinde bolluğun, boş geçen zamanın izleri okunuyordu.
Bu insanlara daha dikkatle bakınca; büyük yığınların işçileri, zanaatçıları, esnafı, topluluğa yarayan yorucu, uğraştırıcı bütün uğraşları içinde topladığını; küçük toplulukta bulunanların da her dereceden din adamları (keşişler), maliyeciler, soylular, uşaklar, asker önderleri ve hükümetten geçinen daha başka kimseler olduğunu gördüm.
Bu iki yığın yüzyüze gelip de şaşkınlıkla bakışınca, birinde öfkeyle tiksintinin, ötekinde bir korkunun uyandığını gördüm. Büyük yığın, küçüğüne:
“Niye bizden ayrıldınız? Yoksa bizden değil misiniz?” diye sordu.
Küçük topluluk, “Hayır, siz halksınız; bizse ayrı bir topluluğuz, ayrıcalıklı bir sınıfız; bizim ayrı yasalarımız, ayrı göreneklerimiz, ayrı haklarımız var!” diye karşılık verdi.
HALK
Bizim topluluğumuzda ne iş yaparak yaşarsınız?
AYRICALIKLILAR
Biz çalışmak için yaratılmadık.
HALK
Öyleyse bunca serveti nasıl edindiniz?
AYRICALIKLILAR
Sizi yönetme işini üstümüze alarak…
HALK
Nasıl! Biz yorulalım, siz keyif sürün! Biz biriktirelim, siz saçıp savurun! Servetlerin kaynağı biziz, siz onlara konuyorsunuz; bunun adına da yönetmek diyorsunuz! Ayrıcalıklı sınıf, bize yabancı olan ayrı topluluk! Kendi başınıza bir ulus kurun da nasıl yaşayabileceğinizi görelim.
Bunun üzerine, küçük topluluk, bu yeni olay karşısında ne yapacaklarını aralarında görüşünce, insaflı ve iyi yürekli birkaç adam, “Halkla birleşmeli, onun yükünü paylaşmalıyız; çünkü onlar da bizim gibi insan; servetlerimiz de o kaynaktan geliyor” dedi. Ama ötekiler gururla, “Bizim yığına karışmamız bir yüz karasıdır; yığın bize iş görmek için yaratılmıştır; biz bu imparatorluğu fethedenlerin temiz ve soylu ırkından değil miyiz? Bu kalabalığa haklarımızı ve kendisinin kimlerden geldiğini anımsatalım” dediler.
SOYLULAR
Halk, atalarımızın bu ülkeyi fethettiğini, ırkınızın da ancak bize iş görmek koşuluyla canını kurtardığını unutuyor musunuz? İşte bizim topluluk antlaşmamız; işte görenek üzerine kurulmuş ve zamanla yasalaşmış hükümet!
HALK
Fatihlerin temiz ırkı, bize soyunuzu sopunuzu gösterin. Göreceğiz ki, bir birey için hırsızlık, yağmacılık olan şey, bir ulus için artam sayılıyor.
O anda, her yandan yükselen sesler, bir yığın beyoğlunu adlarıyla çağırmaya başladılar. Bunların köklerini, hısımlıklarını bir bir sayarak, atalarının, dedelerinin; dahası, kendi babalarının bile, esnaf, zanaatçı olarak doğmuşken, bir yolunu bulup zenginleştikten sonra soyluluğu parayla nasıl satın aldıklarını anlattılar: Gerçekten eski bir köke dayanan birkaç aile kaldı. Yükselen sesler, “Bakın” diyordu, “Bakın, hısımlarını tanımayan sonradan görme soysuzlara, bakın kendilerini ünlü askerler sanan bu ayaktakımı devşirmelerine!” Bir kahkahadır koptu.
Havayı değiştirmek için birkaç kurnaz adam, “Bağlılık duygusu olan uysal halk, yasal yetkiyi tanıyın; Kral diler, yasa buyurur!” diye bağırdı.
HALK
Ayrıcalıklı sınıf, servetin dalkavukları! Kralları bırakın da, ne diyeceklerse kendileri söylesinler; krallar, halkın o koca yığının esenliğinden başka bir şey isteyemezler; yasa da hakkın dilediğinden başka türlü olamaz.
O zaman ayrıcalıklı asker sınıfı, “Halk yalnızca güce boyun eğer, onu cezalandırmalı” dedi, “Askerler, bu başkaldıran halkı tepeleyin!”
HALK
Askerler, siz bizim kanımızdansınız! Hısımlarınızı, kardeşlerinizi tepeleyecek misiniz? Halk yok olursa orduyu kim besler?
Askerler silahlarını indirerek, “Biz de halktanız, bize dövüşecek düşman gösterin” dediler. Bunun üzerine ayrıcalıklı din sınıfı, “Tutulacak tek yol kaldı; halk temelsiz ve boş düşüncelere inanır; onu din ve Tanrı adlarıyla korkutmalı” diye düşünerek, “Sevgili kardeşlerimiz, yavrularımız! Tanrı, bizi sizleri yönetmek için seçti” dedi.
HALK
Gökten aldığınız yetkileri bize gösterin.
KEŞİŞLER
İnsanda inanç olmalı. Akıl insanı doğru yoldan çıkarır.
HALK
Siz düşünmeden mi yönetirsiniz?
KEŞİŞLER
Tanrı barış diliyor; din boyun eğilsin buyuruyor.
HALK
Barış adalete dayanır; görev olduğuna inanılmadan boyun eğilemez.
KEŞİŞLER
Yeryüzüne yalnızca acı çekmek için geldik.
HALK
Bize örnek verin.
KEŞİŞLER
Tanrısız, kralsız mı yaşayacaksınız?
HALK
Ezenler olmadan yaşamak istiyoruz.
KEŞİŞLER
Sizin iyi ve dindar olduğunuza tanıklık edecek aracılarınız bulunmalı.
HALK
Tanrının ve kralların yanındaki tanıklar, gözdelerle keşişler, hizmetleriniz bize çok pahalı geliyor; bundan böyle işlerimizi doğrudan doğruya kendimiz göreceğiz.
O zaman küçük topluluk, “Her şey bitti, yığın uyandı” dedi.
Halk karşılık verdi: “Her şey kurtuldu; çünkü uyandıksa, gücümüzü kötü kullanmayacağız. Kendi haklarımızdan başka istediğimiz yok. Hınçlarımız var, unutuyoruz; köleydik, şimdi buyurabiliriz; ama biz, yalnızca özgür olmak istiyoruz. Özgürlük de adaletten başka bir şey değildir.”
(Sayfa: 90-96)


“Bir ulus, başka bir ulusun, eskiden uydurulmuş dogmalarını almazdan; bir kuşak, gerideki kuşağın edindiği düşüncelerin mirasına konmazdan önce; bütün bu katışık dizgelerin hiçbiri yeryüzünde yoktu. İlk insanlar, her türlü bilginin acemisi, her türlü olayın gerisindeki doğanın çocukları olarak herhangi bir düşünceye sahip olmaksızın dünyaya geldiler: 
Ne skolastik kavgalardan çıkan dogmalar; ne daha sonraları doğacak geleneklerle sanatların üzerine kurulmuş ayinler; ne ortaya çıkması tutkuların gelişmesine bağlı inançlar; ne bir dilin olmasını ve henüz daha var olunmayan bir topluluk durumunu gerektiren yasalar; ne bütün özellikleri sonunda maddesel şeylere, bütün davranışları baskıcı ve acımasız bir hükümet biçimine varan Tanrılık; ne de duyularla yakalanamayacağı söylendiği halde, zihnin kendilerini kavraması için başka hiçbir yol bulunmayan ruh ve bütün o fizikötesi varlıklar… Bütün bu sonuçlara ulaşmak için, hazırlayıcı olayların zorunlu çemberinden geçilmesi; ağır ağır yinelenen deneyimlerin, hiçbir bilgisi olmayan insana organlarını kullanmayı öğretmesi; birbiri ardı sıra gelen kuşakların birikmiş deneyimleriyle yaşama araçlarının bulunup yetkinleştirilmesi; ilkel gereksinmeler zincirinden kurtulan zekânın, düşünceleri karşılaştırma, akıl yürütme, mecazi ilişkileri kavrama gibi çok karışık bir sanata yükselmesi gerekmişti.'' (Sayfa: 43-44)

Sohrâb Sepehrî (سهراب سپهری) (Sohrâb-i Sipihrî) - Sekiz Kitap, Bütün Şiirleri (Farsçadan Çeviren: Mehmet Kanar)

Rengin Ölümü (1951)   GECENİN KATRANINDA * Nicedir bu yalnızlıkta Suskunluğun rengi dudakta. * Bir ses çağırıyor beni uzaktan Ama ayaklarım ...