ANILARIMIN TÜRKÇE BASIMI İÇİN
*
--------------MİKİS THEODORAKİS
*
Anılarımın Türkçeye çevrilen ilk cildine önsöz yazmaktan büyük sevinç duyuyorum.
Bir ay kadar önce yazar ve yayıncı Erdal Öz ile İstanbul'da karşılaştım. Elen Başbakanının Türk halkına bir mesajını iletmek üzere Elen-Türk Dostluk Komitesiyle birlikte İstanbul'a gelmiştim. Bu, halklarımız arasında barış, dostluk ve işbirliğinin kökleşmesi için Elenlerin ve Türklerin 1985 Kasımında başlattıkları çabaların önemli bir aşamasıydı.
Erdal Öz'ün benden istediği önsözü Atina'ya döner dönmez yazmayı tasarlıyordum. Ama karanlık güçlerin hizmetinde bulunan birtakım şoven, madrabaz Yunanlı gazeteci, daha uçağın merdivenindeyken bana bir oyun oynadılar. Elen toprağına daha ayak basmadan beni ''ulusal hain'' ilan ettiler. Suçum, tüm ulusları, kendi ulusumu sevdiğim gibi sevmekmiş. Ve doğal olarak, bu denli ortak yanımız olan Türk ulusunu da. Şunu eklemem gerekir: Elenlerle Türkler arasında yaratılan gerilim, iki ulusun zararınadır. Oysa bu iki ulus arasında oluşturulacak bir işbirliği büyük atılımlara yol açabilir. Bu kısa sürede gerek Elen, gerekse Kıbrıs basınında yalan, çamur ve fanatizm dolu binlerce yazı yayımlandı. Bu yazıların tek ortak yanı, kör bir nefrettir. Ama bu görülmemiş saldırılar, bana gereği gibi yanıt verme olanağını sağladı. ''Her kötülük bir nebze iyilik içerir,'' derdi eski Elenler. Böylece belki ilk olarak, bilinmeyen kimi gerçekler açıklanmış, gizli kalmış ayrıntılı tarih olayları ortaya çıkarılmış, kimi suçlu vicdanlarda saklı yalanlar da açığa vurulmuştur. İlişkilerimizle ilgili sorunlar halkımızca derinlemesine tartışılmıştır. Halkımız, Türk halkı gibi iyidir, barışseverdir. İlerlemeden yanadır, yalın olandan yanadır, mutluluğunu yalın şeylerde arar. Sevgiden, dostluktan, aşktan, şaraptan, şarkıdan, danstan yanadır.
Bizim sıcak, tatlı güneşimiz, tüm Ege'yi ve Türkiye'nin kıyılarını, Boğaz'ı, Girit'i ısıtır, aydınlatır. Ve bu güneş, yüzyıllar boyu, dünyaya aynı gözle bakan, iki benzer yürek yaratmıştır. Aramızdaki buzlar eridiğinde, çocuklarımızla torunlarımız, Türk çocuklarıyla Elen çocukları elele vererek Ege ve Küçük Asya kıyılarında sevgiyle, barışla sürdürecekler yaşamlarını. Ancak o zaman tamamlanmış olacak çalışmalarımız. Ve o zaman ruhlarımız, erinçle, Samanyolundaki yolculuklarına mutlu olarak çıkabilecekler. (Sayfa: 5-6)
Cebrail'in Yolları adını verdiğim, Türkçesi Yapayalnız Kalacaksın Gecenin Ortasında adıyla çıkacak olan anılarımı, kendi içime dönme gereksinimini duyduğum bir zamanda yazdım. Nereden geliyorum.? Çıkış noktam nedir.? Neler yaşadım.? Bu yolculuğum bana Yunanistan'ın, bugünkü Elenlerce bile bilinmeyen birtakım gerçekleri, tüm ayrıntılarıyla ortaya koymama olanak verdi.
Birinci ciltte, 1930 yılındaki Elen kasaba yaşamı yer alır. Özellikle ayrıntılar üzerinde durdum. Şuna inanıyorum ki insan, ayrıntılardan yola çıkarak yavaş yavaş oluşur.
Doğal olarak, kitabın tüm sayfalarında, şu temel sorun görülür: ''Neden müzikçi.?'' ''Nasıl müzikçi.?''
Salt herhangi bir öğrenim yapmak amacıyla müzikçi olmadım. Bu benim için bir gereksinmeydi. (Gerçi öğrenim de çoğu zaman kişiyi belirli bir amaca yöneltebilir.)
Şimdi şu gerçeği iyice anlayalım: Midilli kıyılarında denize bakmak, Kefalonya'da bir bahçeden gelen bayıltıcı bir koku, İlia bölgesinin Pirgos yöresinden geçen bir kız öğrencinin geçici ama anlam dolu bir bakışı, Tegea bölgesinde beklenmedik bir fırtına, Pire limanının bir kenarında yeşil bir kazak ve benzeri önemsiz olaylardır beni besteci yapan. Dünyayı değiştirecek denli büyük olaylar değil de tüm bu önemsiz ayrıntılardır yaratıcılığımın ''pillerini'' dolduran. Samanyolunda, yaygın bir merkez ar: Buna armoni derler. Bu, bir yasadır. Güneşin çevresinde rakseden yıldızların dans düzenini, bu yasa sağlar. Buna, evren denir. Evren, nötronların, Atom'un merkezi ile olan ilişkilerini düzenler. Ayrıca bir de dünyamız var. İnsana gelince:
Evrenin bu ahengiyle uyum halinde olanlar kaç kişidir, bunlar kimlerdir, yaşamlarının bir ânı için olsun bu Merkez'le bu Yasa ile ilişki durumunda olan kaç kişi var.? Bunu kaç kişi başarabilmiştir.?
(Sayfa: 6)
1940 yılları da insanlık için büyük önem taşır. Bu dönemde İkinci Dünya Savaşı oldu. Bu dönem Yunanistan için trajik bir dönemdir. Yunan iç savaşı, benim gibi yaşam 'tünel'ine, 15 yaşında giren çocuklar için sarsıcı olmuştur.
Böylece okur, bu büyük tarihsel olayları, Khaos'un içinde yürümeye, gelişmeye çalışan küçük ve önemsiz bir çocuğun gözüyle görecek.
Bir süre önce yapıtımın dördüncü cildini tamamladım. 1950 yılına kadar olan süreyi kapsayan bu ciltte, özellikle Girit'te geçirmiş olduğum 3-4 aylık süreden de söz ediyorum. Girit, babamın vatanıdır. Buraları ilk olarak 1949 yazında, insanları, bedence ve ruhça çökerten Makronisi'deki sürgün kampından kurtulduktan sonra gördüm. Üçüncü cilt bir aylık bir süreyi kapsar. 1949 Temmuzunda Kremlin'de bulundum. Orada tarihsel liderlerden Stalin, Troçki, Buharin, Enver Hoca, Zahariadis ve Mayakovski'nin ağzından, bir ütopyanın ağıt söylevlerini duydum. Bu ütopyayı biz, onbinlerce kurban vererek ödedik. Hayatta kalabildik, ancak, kızgın demirlerle açılan yaralarımız hiç kapanmayacağa benzer.
Dördüncü cilt Girit'le ilgili. Bu ciltte, büyük lir çalıcısı Teodoromanolis'in oğlu büyük dedem Therianos'tan söz ediyorum. Yanya paşası geçen yüzyıl ortalarında Teodoromanolis'in kafasını ke*smiş. Bu cildin sayfalarında Elenlerle Türkler içiçedir. Ama bu kimin aklına gelebilir ki: Therianos'un Erofili'den sekiz oğlu oldu. Tüm bu çocuklara Hıristiyan adları verildi. Hıristiyanların, dört yaşındayken dilini ke*stikleri Emine'den de on iki oğlu oldu. Bu çocuklara da eski Elen adları verildi. Therianos'un her bir oğlu onar oğlan çocuğu yaptı. Bunların hiçbiri Emine'nin Türk olduğunu bilmedi. Böylece Emine'nin üç oğlu, Türklere karşı savaşmak üzere Elen ordusuna gönüllü olarak girdiler. Biri Epir'in Bizani bölgesine, biri Selanik'e gönderildi, biri de Türkiye'ye gitti, kemikleri Sakarya'da kaldı.
Onların çocukları önce Almanlara karşı savaştı, daha sonra iç savaşa katıldılar. (Sayfa: 6-7)
Therianos'u 1949'da tanıdım. 100 yaşındaydı. Bana şarkı söylemeyi ve dans etmeyi öğretti. Girit müziğini de ondan öğrendim. Daha önce 'yaşama öpücüğü'nü verdi bana. Girit'in öpücüğünü. Böylece, geliştim. Ölümünden önce bana korkunç gizini açıkladı, Emine'yi söyledi. İçimden 'Tanrı buyruğu' dedim.
Kuşaklar, uluslar ve dinler birbirine karışır, sonuçta bu dünyanın tek gerçeği su yüzüne çıkar: İnsan.!
Gerçekten ne denli küçük, basit ve saçma bir olaydır insanı insandan ayırmak. Ona belirli adlar takmak. Üzerine çeşitli etiketler yapıştırmak. Ve kendi kardeşini ö*ldürmesi için eline silah vermek.
'Therianos' olarak adlandırdığım dördüncü ciltten sonra biraz dinlenmek kararındayım. Tarih fırınından bir çeşit insan çamuru olarak çıkıyorum. Sıcacık, suçsuz ve ne yapmam gerektiğini bilemeden, yaşamımın büyük yolculuğuna başlamak üzere Pire'den yola çıktım. (Sayfa: 7)
*
Atina, 25 Nisan 1988
Elenceden çeviren: Panayot Abacı
THEODORAKİS YA DA AKDENİZ'İN SESİ, YAŞAR KEMAL:
*
Her çağ büyük sanatçısını, düşünürünü kahramanını kendi suretinde yaratır. Ondokuzuncu yüzyıl büyük oluşumlar çağıdır. Tolstoy'u, Marx'ı, Engels'i, Dostoyevski'si, dünyamızı, bizim çağımızı etkileyenlerden kim aklımıza gelirse ondokuzuncu yüzyıllıdır çoğunlukla. Bu çağa tansık yüzyıl diyenler çok. Büyük roman, büyük düşünür, büyük kahramanlar ondadır. Biz, yüzyılımıza böylesi derin, zengin, durmuş oturmuş, büyük, yaratıcı bir yüzyıldan girdik. Bir karmakarışıklığın, yeni bir oluşumun, değerlerin altüstlüğünün ortasına düştük. Bizim yüzyılımız dünya savaşlarının başladığı yüzyıl oldu. İki dünya savaşı her şeyi, bir anlamda, kökünden söktü attı. Yeni dünyalar kuruldu, yeni düzenler, yeni denemeler.. Çağımız biraz da denemeler çağı oldu. Örgütlü ırkçılık, faşizm, Nazizm bizim çağımızın başyapıtlarındandır. Ve çağımız kendisine yakışmayan bir de iş*kenceler ülkesi oldu. Savaş utançları, Nazizm utançları, sömürü utançları, insanın insanı aşağılaması, ırkçılık utançları gibi utançları yaşadık. En beteri de iş*kence utançları yaşıyoruz.
*
Çağımızdaki utançlar saymakla bitmez. Ama bu utanılacak olayların, durumların karşısına olumlu, yiğit, insan onuruna yakışır düşünceler, kütleler çıktı. Dünyamız şu anda bir meydan muharebesi'nin içinde. Üçüncü Dünya Savaşı'nın korkunç gölgesi tepemizdeki atomla birlikte üstümüzde. Dünyayı belki on kere, yüz kere yok edebilecek bir güç, küçücük bir düğmeye basılmasını bekliyor. Doğamız yok ediliyor ve insan eğitim kurumlarınca, iletişim araçlarınca bilinçli bir köleleştirmede. Irkçılık, iş*kence, insanın insanı aşağılaması.. Bunlar da cabası.. Bütün olumsuz güçlere karşı dünyamız da canını dişine takmış dövüşmekte. Ve bizim çağımız da kendi suretinde yaratmakta temsilcilerini. (Sayfa: 8 )
Bizim çağımızın büyük insanlarından birisi de komşumuz Yunanistan'ın yetiştirdiği büyük usta Theodorakis. Birkaç ay önce ona altın plak verdiğimde, onun için şöyle bir konuşma yapmıştım:
*
''O, yalnız müziğin ustası değil, o, kardeşliğin, barışın, sevginin, halktan halka, kişiden kişiye dostluk taşımanın, insan güzelliğinin, arkadaşlıkların da ustasıdır. Kötülüklere, zulme, iş*kencelere, sa*vaşa, nükle*ere, ırkçılığa, sömürüye, o ki, insana yakışmayan her neyse, bütün bunlara karşı koymanın ustasıdır. Bu niteliğinden dolayı da çağımızın simgesi, yani çağımızın suretinde yaratılmış bir sanatçıdır. Yurdunu Alman Nazileri işgal ettiğinde bu gencecik adamın sesi, türküleri, halkıyla birlikte en ön saflarda Nazi sürülerine karşı dövüştü. Çağın her namusu, namus simgesi gibi o da birçok yılını hapislerde, sürgünlerde geçirdi. Nazilerden sonra albaylar cuntası da Yunanistan'ı işgal eylediğinde gene karşısında Theodorakis'i ve onun türkülerini buldu. Hapisler, sürgünlükler ona vız geldi. O, türküleriyle bütün dünyayı dolaşarak albaylara karşı inanılmaz bir savaş açtı. Ve albayların başına dünyayı dar etti. Işığa tutulmuş baykuş gibi albaylar, dünyanın ortasında yapayalnız kalakaldılar. Theodorakis ve arkadaşlarının türkülerinin ışığında ve demokrasi savaşımcılarının özverili yiğitliklerinin ışığında..'' (Sayfa: 8-9)
Geçenlerde İstanbul'da dinlediğimiz Theodorakis, işte böyle çağın simgesi, onuru olmuş bir kahramandı. Ve ben sahnede onu ilk olarak görüyordum. Konserin yarısına doğru yanımızdaki arkadaş kulağıma eğildi, eski Yunan destanlarından çıkıp gelmiş bir tanrıya benziyor bu, dedi, böyle bir insan olabilir mi.?
Eski Yunan mitolojisinde benim bildiğim kadarıyla bir kartal tanrı yok. Eski Mısır'da horozdan tanrı var da eski Yunan'da kartaldan tanrı yok. Olsaydı eğer, ben Theodorakis'i, sahnedeki duruşu, ötüşü, bütün devinimleriyle bir kartal tanrıya benzetirdim. Theodorakis gibi bir sanatçıyı ben ilk kez gördüm. O, saçının kılının ucundan ayak parmaklarının tırnağına kadar yönetirken de, türkü söylerken de sese, renge, sevgiye, barışa, gökyüzüne, buluta, akan suya, düşen yaprağa, uçup giden gölgeye kesiyordu. Bir insanın bir doğayı sırtında, yüreğinde taşıması, doğa oluvermesi.. (Sayfa: 9)
Onun müziği insanlığın sesiydi. Onun müziğinin temelinde halklar vardı. O müziğini Yunan halkıyla, Anadolu halkıyla, bütün Akdeniz'in halklarıyla birlikte yaratmıştı. O, müziğini Bizans'la, Itrîy'le, Âşık Veysel'le, sazla, buzikiyle yoğurduğu gibi İspanyol, Mısır, Mezopotamya müziğiyle de beslemiştir. Theodorakis Akdeniz'dir, Akdeniz'in sesidir.
*
Çağımız böyle sanatçılar yaratıyor. Nazım Hikmet de böyleydi. Hem çağların büyük şairi, hem de insanlığın kahramanı. Theodorakis hem çağların büyük müzik adamı, hem de çağın kahramanı. Bizim çağımız böyle sanatçılar istiyor demek ki.. Hem büyük sanatçı, hem de kendisine mitoloji tanrısı dedirtecek kadar büyük bir kişilik. Demek ki, bu iki büyük nitelik bir araya gelmeden çağımıza simge olamıyor insanlar. Bizim çağımızın da huyu bu olsa gerek.
*
Şimdi de kafasına takmış, ille de Türklerle Yunanlılar kardeş kardeş yaşayacak. İki ulusa da yakışmayan durum düşmanlık. O, iki halkın müziğini kendi kişiliğinde yoğurduğu gibi, iki halkın gönlünü de birleştirecek.. Onun türküsünün gücüne güvenmeliyiz. Eski Yunan filozoflarından Anadolulu bir hemşerimiz “Bir ülkenin türkülerini yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür,” demiş. İstanbul'da Theodorakis'in türküsünün gücünü gördük. Hepimizi büyülemedi mi.? Bence o bir büyücü değildi. Sanırım, o her şeyin ustasıydı da büyünün ustası değildi. Büyücülükle de hiç uğraşmamıştı. Ama müziği hepimizi büyüledi. Yıllardır bütün dünyayı büyülüyor. Daha büyüleyecek. Demek ki, ustamız çağın büyük bir büyücüsü de.
*
Sözlerimi Ayşecan'la bitiriyorum. Ayşecan benim yakın arkadaşlarımın dokuz yaşındaki kızıdır. Cin gibidir. Epey de okur yazardır. Şimdilik onunla ortak hikâyeler uyduruyoruz. Anası onu alıp Theodorakis'in konserine götürmüş.
*
Ayşecan sahnedeki Theodorakis'e bakmış bakmış, “Bunun boyu da çok uzunmuş,” demiş. Anası, “epeyce,” diye karşılık vermiş. Ayşecan, “yaşlıymış da,” demiş. Anası, “Altmıştan fazla olacak,” diye karşılık vermiş. Ayşecan, “Bu da ölecek mi.?” diye sormuş. Anası, “Herkes gibi,” demiş, “o da..” Ayşecan susmuş. Konser bitmiş, Ayşecan anasının boynuna sarılmış, “Söyle de ona ölmesin, ölmesin,” diye yalvarmış.
Sevgi büyücüsü, dostluk, kardeşlik, barış, müzik büyücüsü Theodorakis ölmesin.
*
5 Aralık 1988 (Sayfa: 8-10)
ÇEVİRMENİN NOTU, Ahmet Cemal:
*
''Biraz ''ihtiyat'' ister genelde ünlülerin kendilerinin kaleme aldıkları yaşam öyküleri. Çünkü insan doğasının bir güdüsünden genelde ünlüler de kendilerini kurtarabilmiş değillerdir; kaleme alma eylemi sırasında bir şeyler ''düzeltilir''; kimi kusurlar ''hafifletilebilir''; zaafların yerini güçler alabilir, erdemlerin dozu biraz kaçırılabilir vb. Dediğimiz gibi, aslında insanın doğasında yatan bir özelliktir bu. Kim, kendi iç dünyasına tuttuğu aynadan yansıyan görüntüyü geniş kitlelere de sunmayı kolay göze alabilir.? Dahası, insan, zaman olur, bu görüntüden kendisi de başını çevirebilir.
İşte bütün bunlardan ötürü, ünlülerin kendi kalemlerinden çıkan yaşam öyküleri, biraz ''ihtiyat'' ister.
Mikis Theodorakis'e gelince, çevirmeni olarak bir noktayı rahatlıkla belirtebilirim: bu yaşam öyküsünde her türlü ihtiyatı, kuşkuyu, tedirginliği bir yana bırakabilirsiniz. Çünkü kendi kaleminden öyküsünü okuyacağınız kişi, İkinci Dünya Savaşı sırasında ülkesi işgal altındayken ve kendisi de direnişçiler arasındayken, kendi kendine rahatça: ''Ben, bir sanatçıyım, bu kargaşada benim ne işim var.?'' sorusunu yöneltebilen ve bu soruyu sorduğunu herkese de ilan edebilen bir dünya vatandaşı. Böylelerine yalanlar, yapmacıklar ve yapay betimlemeler uzaktır.
On beş yaşındayken dünyayı yeterince tanımış olduğunu ve ''o dünyaya'' sırtını çevirdiğini, kendi iç dünyasının ve sanatının çizdiği yolda ilerlediğini söyleyen Theodorakis'in yaşam öyküsünü anlatış biçimi, satırlarında ve satır aralarında yazılı olanların bütünüyle birlikte, en başta YALANA ve ZORBALIĞA indirilmiş bir tokattır. Ayrıca yine bu yaşam öyküsü, kimi zaman epey bulanan bireysel dürüstlük kavramına tazelik katabilecek türdendir.'' (Sayfa: 11)
I. BÖLÜM
*
KİOS - MİTİLİNİ - SİROS - ATİNA - IANENA - ARGOSTOLİ (1925-1936)
''Başka çocuklar normal olarak masallardaki perilere gönül verirler. Bense beyaz köpükleri, renkli bacaları, vantilatörleri, kabinlerdeki yuvarlak ve minik pencereleri, bucurgatları, ve parlak çelik çarmıklı direkleriyle gemilere âşık olurdum. Küçük bir çocukken hep böyle gemilerin resimlerini yapardım.'' (Sayfa: 22-23)
*
''Büyükbabam İstanbul'dan geri döndüğünde, yeğeninin Girit Parlamentosuna(*) seçilebilmesi için nüfuzunu kullanır. Seçmenlere yazar, atına atlayıp köy köy dolaşır, konuşmalar yapar. Çok kültürlüdür. Yanında büyük bir kitaplık getirmiştir. Yazı dilini büyük bir zarafet, anlatım zenginliği ve düşlem gücüyle kullanır. Ekmeğini kazanabilmek için, Kanya'da bir terzi atölyesi açmak zorunda kalmıştır. Bu, Avrupa modasının, oradakilerin deyişiyle Frenk modasının izlendiği ilk atölyedir. Avrupa'ya özenen bütün Giritliler, doğal olarak büyükbabamın müşterisi olurlar. Bu müşterilerden biri de, üstelik aralarında hısımlık bağı da bulunan Venizelos'tur. Biri: ''Kuzen Michalakis,'' diye seslenir, öteki: ''Kuzen Lefterakis,'' diye karşılık verir. 1909'da Venizelos ilk kez başbakan olduğunda, frağını büyükbabam diker. Ama kısa bir süre sonra bağnaz Venizelos yandaşları, bilmediğim bir nedenden ötürü büyükbabamın sevgili yeğenini öl*dürürler. Sevgi ve hısımlık o andan başlayarak tükenmez bir nefrete dönüşür. Aralarının bir daha barışmamak üzere son kez nasıl açıldığını amcam Petros'tan birkaç kez dinlemiştim. Yeni başbakan olan Venizelos, kendi avukatlık bürosunun karşısında ve hükümet konağına giden caddede bulunan terzi atölyesine gelir. Kutlamalar ve kucaklaşmalar bekler, ancak büyükbabam ona öfkeyle bakar. Venizelos sanki hiçbir şey olmamış gibi yapar ve konuşur: ''Merhaba Michalakis, birkaç giysi ısmarlamak için geldim.'' ''Ne paranı, ne de burada olmanı istiyorum.'' ''Politikayı bırak, Michalakis.'' ''Senden rica ediyorum, çık git ve bir daha bu eşikten içeri ayak basma.'' Venizelos, başını önüne eğer ve çıkıp gider. Ama bu olayın hemen ardından kıyamet kopar, çoğu Venizelos yandaşı olan müşteriler, büyükbabamın atölyesini boykot ederler. Aile yoksul düşer, dahası açlık bile çeker. Bütün bunlar 1910-1913 yılları arasında olur.''
*
(*)Girit Parlamentosu: Girit ilk kez 1913 yılında Yunanistan'a bağlandı. O zamana kadar adanın kendi parlamentosu vardı. (Sayfa: 41-41)
*
''..''Michalakis benden hâlâ nefret ediyor mu.?'' ''Aman rica ederim Sayın Venizelos. Kendisi kısa süre önce buradaydı.! Sizin bir yandaşınız olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.'' ''Aman tanrım.!'' diye düşündüm, ''babam ne yalanlar sıralıyor böyle.?'' Çünkü Venizelos adı geçer geçmez, hemen büyük babamın nasıl bağırmış olduğunu anımsamıştım: ''Bu adı duymak istemiyorum.!'' Demek o Venizelos buydu. ''Şimdi Mikis, yani Michalis demek istiyorum,'' diye devam etti babam, ''uslu bir çocuk gibi gidip yemeğini yiyeceksin, sonra da ev ödevlerini yapacaksın. Gitmeden önce allahaısmarladık de.!'' Bu sözler üzerine evimizi dolduran bütün bu yabancılardan ötürü gerçekten öfkeye kapıldım ve kendimi haklı sandığım her zaman yaptığım gibi, bağırmaya, sandalyeleri ve önüme gelen her şeyi oraya buraya fırlatmaya başladım. Ortalık birbirine girdi. Venizelos müdahale etti: ''Çocuk ne istiyor.?'' - ''Bizimle kalmak istiyor.'' - ''O halde neden yerine getirmiyoruz onun bu dileğini.?'' - ''Aman rica ederim, sayın başbakan, onu şimdi iyice pataklayacağım.!'' Babam, gerçekten de beni kulaklarımdan yakaladı. O zaman Venizelos ayağa kalktı ve beni kucağına aldı. Ama ne yazık ki artık iş işten geçmişti. Çünkü işin işten geçtiğini ve bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumu anladığım böyle olağanüstü durumlarda hep baldırlarımda sıcak bir ıslaklık duyardım, kısacası işeyiverirdim. Sayın başbakan da bu ıslaklığı kısa bir süre sonra kendi pantolonunda duymuş olacak ki, ne olduğunu anlamak için beni biraz havaya kaldırdı, ben de oradan kaçıverdim. Herkes tarafından terkedilmiş ve utanmış olarak bahçeye koşup sığınağıma, yani kümese girdim ve kıyametin kopmasını beklemeye başladım.'' (Sayfa: 44)
GÖRSEL KAYNAĞI: https://mikisguide.gr/o-mikis-theodorakis-afigeitai/ |
*
''İlk konserimi İties'te, sayfiye evinin verandasında verdim. Önce konservatuvardan bir arkadaşımla birlikte keman çaldım, ardından annemle birlikte şarkı söyledim. Konserin geliriyle içi gaz dolu dört bidon, kalaslar, çiviler halatlar satın aldım ve nefis bir sal yaptım. Ardından bir de çarşaf aşırıp Patra koyuna, açık denize, müzikten sonra ikinci büyük aşıma doğru yelken açtım.'' (Sayfa: 78)
*
TRİPOLİS
*
''Aglaia'ya olan tutkumda dile gelmiş olan bedensel bir güdüden, uç noktadaki bir idealizmin mutlak anlamda ululaştırılmasına gelmiş oluyordum. Simgelerim ve sevdiklerim, ''ölümsüzler ve güzeller''di. Bir okul kompozisyonunda şunları yazmıştım: ''Gölgelerin birbirine sarılmalarından ve birbirleriyle olan kavgalarından kendilerini sıyıran bazı ruhlar, yükseklere uçarlar, fosfor gibi parlayarak sonsuzun bilincinde sürüp giderler ve evrenle birleşirler. (..)
*
''Evrende bulunan ve dünyanın kutsal merkezi çevresinde dönen her şey, kendini belirgin kılan bir armoniyi oluşturur.'' İnsan, bu merkezle özdeşleşir özdeşleşmez yetkinlik düzeyine ulaşmış olur. Ama ne tuhaftır ki onun bu hedefe varmasını bir beden değil, ama ''yıkılmış bir evren'' olan kendi ruhu engeller. Çünkü ''Düzensizliğin, kargaşanın ve kaosun soluğu, bu ruhu felce uğratıp uğratıp öldürür.'' Böylece ruh, ''sürekli olarak dağınık, yuvarlak ya da düz çizgi görünümünde biçimlerin,'' tanımını yapar. Bu arada ''kutsal merkez bizi çağırır. Büyük bir mıknatıs gibi, bizi kendisine çeker. Kendi kendimizi tanıdığımızda, bu büyük çekici gücü de hissederiz.'' Biraz daha aşağıda ise şu savı ileri sürüyordum: ''Ruhun asıl ve aynı zamanda kurtarıcı nitelikteki özelliği, yansıtmadır. Ruhu yöneten yasalarla dolaysız bağıntısı bulunan, dinamik bir görüngü, bütün canlılığıyla ruhun karşısına çıktığında, yansıtılması yalnızca edilgin konumda gerçekleşmez; ruh, ona dinamik olarak öykünür, kendini onun görüntüsüne göre biçimler ve devinimlerinde onu izler.'' Bu nedenle ''ruhun karşısına bir başka uyumlu dünyayı çıkarmak zorundayız.'' Peki bu dünyaya kim biçim verir.? ''İmgelem ve düşünce.'' böylece ''makrokosmos''un uyumunun kutbu olarak ''mikrokosmos'' oluşur. Fakat bu iki merkezin özdeşleşme anında mikrokosmosa kaynaklık etmiş olan düşünce, araya girer. Çünkü düşünce bellekle, bellek de bitişle birleşir.. Bunlara ek olarak, neden gerek ethik'in, gerekse bilimin özdeşleşme anında bizi ortada bıraktıklarını ve Hıristiyanlığın neden ''bir din ve bizi yetkinliğe götürmek isteyen bir bütün olarak, toplumun bugün egemen olan , maddeyi temel alan düzeni içerisinde hedefine hiç varamadığını,'' irdeliyordum. ''Bugünün ahlak kahramanları, kendi uyumlu devinimlerini, örneğin başka insanların karşısında dünyanın uyumunun yansıtılmasından kaynaklanan kendi küçük kosmoslarının uyumunu çıkararak başka ruhlara aşılayamadan doğup, yaşayıp ölüyorlar.'' Şu saptamayı da yapmıştım:
''Sanat, bugün yorgun çalışanı eğlendirmek, ona çalışmanın koşuşturmasını unutturmak işlevini üstleniyor. Bu nedenle yüksek sanat, onun uğruna yaşamlarını bile tehlikeye atabilecek olan bir avuç sanatçının ve sanatseverin çevresinin dışına çıkamamıştır.. bu kişiler de kendilerini, kendi benliklerine gömmektedirler.'' Bu durumdan benim için şu soru kaynaklanıyordu: Ne yapılmalı.? Hiç umut yok mudur.? Evet, umut vardı ve o umut, ancak şu olabilirdi: ''Her birey, evrendeki uyumu tanımalıdır.'' Peki nasıl.? Ona bu konuda kim yardımcı olacaktır.? ''Bütün sanatların birliği.'' Bu dünya görüşünü temel olarak kendi ''İncil'lerimi'' kaleme almış, ama bunları doğal olarak kimselere göstermemiştim. Müzik alanındaki incelemelerim, beni içlerinde Logos'un başrolü oynadığı bir dizi uzun soluklu esere -oratoryolara - götürdü.'' (Sayfa: 96-98)
''Uyum atmosferindeki bir sonbahar günbatımında
hazzın güneş ışıklarıyla yıkanan bir anında,
seninle birleşmek istiyorum, ey doğa.!''
*
''Adamak istiyorum yanan ruhumu / göklerdeki okya-
renklerin uyumu içerisinde / tıpkı kibar bir delikanlı-
nın düşlerindeki gibi.. / Cennetin suskun sesleri ge-
liyor kulağıma / bir sihir, bir sarhoşluk her yanımı
kaplayan.! / Şehvet duyarak kıvranmak istiyorum /
yıldızların ve güneşlerin döktüğü yaprakların arasında.!'' (Sayfa: 98)
*
''İçimin derinliklerinde hissediyorum / beni parçala-
yan akbabayı.! / Ve hazırım başımı kaldırmaya / ken-
dimi yükseltmeye / Tanrıların katına.! / Ve hazırım
şunları söylemeye: / Tanrılar.! Tanrılar.! / Doğdu ar-
tık sizin de Tanrınız.! / İçimin derinliklerin de hissediyo-
rum / sizi boyunduruğuna alacak, tanrılarüstü soluğu.!'' (Sayfa: 99)
*
''Sonunda karışık dört sesli koro ve - o zamana kadar hiç dinlememiş olduğum - yaylı sazlar orkestrası için bir eser bestelemeyi başardım. Senfoni, Atina Devlet Orkestrası ve Atina Korosunca, öğretmenim Filoktitis İkonomidis'in yönetiminde icar edilecekti; ancak öğretmenim - çarpışmalarına katıldığım, ama buna karşın ''pişmanlık duymadığım,'' - Aralık olaylarından sonra bu senfoniyi yönetmeyi reddetti. Böylece SIMFONİA NO 1, sanatsal etkinliklerime bugüne kadar eşlik eden antikomünist isterinin ilk kurbanı oldu.'' (Sayfa: 100)
*
''Ruhum, toplumsal adaletsizliğe karşı derin bir nefretle doluydu. Belki gülüyorsunuzdur bu satırları okurken. Ama benim için piyano, belki işçinin günlü ücretine verdiği önemden daha da büyük önem taşıyan bir şeydi. Küçük bir armonium bulup kiraladığımızda, biraz olsun yatıştım. O dönemin en önemli olayı böylece gerçekleşmişti. Artık istediğim her armoniyi dinleyebilir ve üretebilirdim.'' (Sayfa: 115)
''..derste ayağa kalktım ve o zamana kadar cebir ve trigonometriyle çok ilgilendiğim, kendisiyle çoğu kez olasılık hesapları üzerinde de konuşmuş olduğum için beni çok taktir eden matematik öğretmenim Bay Likakis'e şöyle dedim: ''Sizi aldatmak istemediğim için, bundan sonra yalnızca müzikle ilgileneceğimi bildirmek istiyorum. Şu elimde tuttuğum kitap, bir müzik kitabıdır. Artık bütün derslerde yalnızca böyle kitaplar okuyacağım. Okuldaki öteki dersler beni ilgilendirmiyor. Matematik de ilgimi çekmiyor. Derse, gelmek zorunda olduğum için geliyorum. Eğer isterseniz beni dışarı atabilirsiniz..'' Bu yaptığım budalaca bir şeydi. Bütün sınıf arkadaşlarım da böyle dediler. Öyle olduğunu ben de biliyordum. Peki o halde neden yaptım.? Müziğe belli bir ''sihir'' kazandırmak için mi.? Çelişkili olabilir, ama gerçek buydu. Okulda ondan sonraki iki yılım benim için çok zor oldu. Sorulara karşılık vermiyor ve hep kötü notlar alıyordum. Arkadaşlarımın ve babamın baskılarıyla, en azından liseyi bitirebilmek için okulda asgari ölçüde çaba harcamaya razı oldum. Bu arada öğretmenlerim de bana çok yardım ettiler. Aslında davranış biçimim, o dönemin ruhsal konumuna tıpatıp uymaktaydı. Brand'ın ''Ya Hep Ya Hiç''i, Nietzsche'nin Zerdüşt'ü, başka deyişle mutlak ve ideal tinsel arılığın simgeleri, o dönemin büyük idealleriydi. Sonra Kavafis'in ''Büyük EVET ve Büyük HAYIR''ı, Kafenion'u, yani zamanın çok çabuk geçip gittiği ve ne yapmak istiyorsan, şimdi yapman gerektiğinin bilinci. Ve sonra, doğal olarak, Varnalis'in sözü: ''Ey gençlik bana bir başkası olacağımı söylemiş olan gençlik.'' Ben, bir başkası olmak istemiyorum. Kim isem, o olmak istiyorum. Hem de yaşamın her anında. Bu nedenle daha on beş yaşımdayken annem ve Elli'nin teyzesiyle bir buluşma istedim; niyetim, Elli ile evlenmekti. ''Peki ama nerede oturacaksınız.? Ekmek paranızı nasıl çıkaracaksınız.?'' Tek bir sorunum vardı: gizli kapaklı hiçbir şey yapmış olmayı istemiyordum. Si*gara içmek de öyleydi. Bir gün yemekten sonra bir si*gara yakıp, annemle babama şöyle dedim: ''gizli gizli si*gara içecek değilim. Tek bir si*gara içeceğim, ama bunu da sizin önünüzde yapacağım.'' Bir şeyler söylemek istedilerse de, onlardan önce davrandım: ''Ahlâkla bir tutam tütün arasında ilinti kurmak, budalaca bir şey. Evet, si*gara içmek sağlığa zararlı, ama ahlâksızlık bunun neresinde.?''..'' (Sayfa: 116-117)
*
TRİPOLİS'DE MÜZİK, FELSEFE VE POLİTİKA:
*
''..yetersiz teknik yeteneklerimi ve o zamanlar dinlediğim azıcık müziği düşündüğümde, KASSIANI gibi bir eseri nasıl yazmış olduğumu anlayamıyorum. KASSIANI, sonraki eserlerimin yanında, o döneme ait olarak geçerlik tanıyabileceğim tek eserdir.'' (Sayfa: 132)
* * Μίκης Θεοδωράκης Τροπάριο της Κασσιανής |
''İnsan, yaşadığıyla ve düşündüğüyle insandır. İnsan, karşılaştığı öteki insanlarla ve okuduğu kitaplarla insandır.'' (Sayfa: 133)
*
''Annem, Hazreti İsa'nın özüne inandığından, hiçbir zaman kiliseye gitmezdi. Babam ise Marcus Aurelius'un özdeyişleriyle vaaz verenlerin mızmızlıkları arasında bocalardı. Bu nedenle ikisi de benim kadar bağnaz bir biçimde müziğin ''keşfi'' ve ''Apokalipsi'yle özdeşleşmişlerdi. Yapay gerçeklik içerisinde katıksız bir gerçeklik keşfetmişlerdi.'' (Sayfa: 134)
*
''Gençliğimde , Allahın emri olarak ben de Nietzsche'yi okumuştum. Özellikle Tragedyanın Doğuşu'ndan çok şey öğrendim. Ama ''Nietzsche ruhu'' diye adlandırılan şeyi önce kendi içimde -ki bu ben, hayatta kalabilmek için kendini savunmak zorundaydı- daha sonra da Palamas'da buldum:
*
Farklılar arasında farklı olan, benim. Seçkinlerin hapishanesinde seçkin olan, benim.. Yapayalnız ve yükseklerde. Eğil ve halkla halk ol. Çünkü o koparılması kolay, ruhlarını teslim etmiş çiçekler de öyle, ilerle vahşi atının üstünde, düğün çiçeklerin herkesin yaşamıyla birlikte o çirkin yaşamı da doğurmakta.. Ve yıldız olan, senin köle ve çirkin yanın, senin kadının, yaşamın ve herkesin yaşamı. Yabancı, bu kadınla birlikte yine gitmektesin beyaz aygırının üstünde, tıpkı bir yıldırım gibi, topraklardan geçerek ve çevrende Hozanna diye haykıran halk, bir deprem..
*
İki deyişle, ''Yabancı'' sözcüğünün altını ben çizdim. Yukardaki, Kostis Palamas'ın Zincirlerin İlk Taslağı adlı şiirinden bir alıntı. (Sayfa: 137)
*
''O zamanlar yalnızca sanatın içimizdeki mikrokosmos ile dışımızdaki kosmos arasında bir uzlaşma sağlayacak güce sahip bulunduğuna inanırdım; evrendeki uyumu belirleyen yasayı kendi ben'imle bağıntılı kılardım; bana göre yalnızca sanat, her birimizi mikroskopik güneş sistemlerine dönüştürebiliyordu, böylece her birimiz, kendi kendimizi çevremizi kuşatan evrende yansıtabiliyorduk; iç uyumumuz, dünya-uyumu'ndan besleniyordu; böylece tek bir uyumun canlı parçacıkları oluyorduk. O zamanlar yaşamın en yüce amacını insanoğlunun bu yetkinlik düzeyine varması olarak görürdüm. Çünkü anlayışıma göre aslında bizler pislikten başka bir şey değildik ve sonunda ufalanıp toz haline gelene kadar yaşamın fırtınalarının önünde savrulup duruyorduk. Sanat -uyumlu yasalarını temel alarak- insanoğlunun düşünce ve duygularına girer; bu düşünce ve duyguları kendi örnekleri doğrultusunda biçimler. Başka deyişle, kendisini yaratan yasayı insanoğlunun iç dünyasına da getirmiş olur.'' (Sayfa: 138-139)
*
''..görünüşe bakılırsa, bir beynin içinde birbirine karşıt şeyler birlikte varolabilmektedir. Bunların içerisinde en kötü ve en tehlikeli olan ise güce, iktidara, zorbalığa susamışlıktır. Vahşi hayvanlar arasında yalnızca insan, ö*ldürmek için, öyle istediği için ö*ldürür. İnsan Zoon dolofonon'dur, yani ci.nayet işleyen hayvandır. Bununla, canı öyle istediği için ö*ldüren, dolayısıyla hasta olan bireyi söylemek istemiyorum. Benim belirtmek istediğim, toplumsal olgular olarak iktidar ve zorbalık; çünkü zayıf ve korkak olan, postsuz tek hayvan olan çıplak tekil insan, kural olarak gücünün kaynağını öbekte bulur. İnsan toplumu, tekil insan tarafından hayatta kalabilmek için yaratılmıştır; oysa insanoğlu, toplumdan, baskı altına almak, hüküm sürmek, ci*nayet işlemek için yararlanmaktadır. Ben kendimce iktidarın bir piramit yapısında olduğunu saptadım. O dönemde iktidarda bulunan beş kişilik vardı: Hitler, Mussolini, Stalin, Roosevelt ve Churchill. İlk ikisi ve özellikle Hitler, toplumun tabanından zirvesine kadar uzanan, o zamana kadar bilinmeyen bir iktidar mekanizması kurmayı başarmışlardır. Bu zirve olmadık caniyane imgeler üreten caniyane bir akıl gibiydi. Öteki üç kişiye gelince, o sıralarda onların iktidar mekanizmalarını çözümleyecek zamanımız yoktu. Günlük yaşam, en güncel olayların, başka deyişle cephedeki zaferlerle yenilgilerin egemenliği altındaydı.'' (Sayfa: 149-150)
*
''Fareler gibi çoğalan binlerce oportünist olmasaydı eğer, hiçbir iktidar tutunamazdı. Oportünistler iktidarı destekler, onun var olmasına ve işlemesine izin verirler. Buna ek olarak, oportünistin hiçbir ideolojisi yoktur. Onun ideolojisi, iktidardır - siyah, yeşil, kırmızı, mavi hangisi olursa olsun onun için farketmez.'' (Sayfa: 151)
''Ben, içinden bir şarkının damladığı bir yarayım.'' (Sayfa: 194)
*
''SIAO adlı şiir kitabını, asıl adı Grigoris Konstandinopulos olan Fivos Genaris'in sonsözüyle birlikte buraya eksiksiz almak, o yıllardaki manevi durumumu anlatabilmek bakımından sanırım yararlı olacaktır.'' (Sayfa: 195)
*
ÖZLEM ŞARKISI
Gel, ey yıkılmaz
---dev özlem
gel de yık bedenimi
ve bir bütün ol ruhumla
---birleşelim biz de
ruhlardaki ayaklanmalar, yıkımlar
---ve yıldırımlar gibi
bunlardır ki canlandırırlar
---yeniden ansızın solan
yıkılan ve kasideler taşıyan
---ezgili yürekleri.! (Sayfa: 196)
*
ÖLÜMÜME SESLENİŞ
*
Kim gelecek kutsanmış su serpmek
---için öldüğünde.?
Gömecekler seni acı duymadan
Ve sen bir çiçek olup açtığında
---mezarının üstünde, bil ki
-----seni biçiverecekler.
Ve bir şarkı istediğinde toprağına
---herhangi bir yürekten
-----sana hiçbir şey vermeyecekler.
Peki ya öldüğünde.?
---Ve öldüğünde
Kimse gelmeyecek sana ağlamak için
---kara gözyaşlarıyla sana can vermeye
Kimse, kimse gelmeyecek..
---Ne bir okşama, ne bir söz, ne de bir dua..
Yapayalnız olacaksın.. Duymayacaksın
---toprağı da.
Ve ben inleyip bağıracağım -
haykıracağım isteğimi
sana gelmek, seni canlandırmak
---su serpmek, seni yüreğime
kapayıp yaşamak için.!
Ama nasıl..
Susmuş sesim.. Ölünün dileği..
Ben de ölmüşüm.! (Sayfa: 197)
*
ÖLÜMLÜLER.! ÖLÜMLÜLER.!
Sonrasız ahengiyle sonbahar günbatımında
---güneşle yıkanmış bir mutluluk anında
bütünleşmek istiyorum seninle, ey doğa.!
Gökyüzündeki okyanusun dalgalarına
---dağılıp gitmek istiyorum
renklerin uyumu içersinde, kaybolmak
---nazik bir delikanlının düşü gibi..
Duyuyorum gökyüzünün suskun seslerini
---her yanımı kaplayan bir büyü, bir
---esriklik.!
*
Şimdi acı veriyor ağlamak
---acıların o tütsü kokuları içersinde
tanrıların ayak uçlarına yükselen, yıkılmış
---ezgilerine.!
İçimin derinliklerine alacağım
---ancak ölümlülerin gözlerinden yansıyan
o görünmez manzaranı, ey doğa.!
Sevişircesine yuvarlanacağım
---Yıldızların ve güneşlerin yaprakları
---arasında.!
o hiç duyulmamış, tanrısal soluğun
kaynaklarında arındıracağım kendimi.
Ve kuşku duyacağım.!
---senden yüce hiçbir şey bulmayacağım.!
Sen ey insanoğlunun yıkılmış ezgisi
---sen, yüreğin en acı titreyişi.! (Sayfa: 198)
*
AĞLAMA ARTIK
Sus.! Konuşma. Ağlama artık.!
---Kov acıyı yüreğinden,
götür dudaklarına ve bir ruh yarat ondan.!
---ağlayan ve yakınan
kimi zaman aşkı çağıran,
kimi zaman da haber gönderen
---eski, çocuksu umutlara..
Sus.!
---Bulandırmasın gözlerini artık
karanlık hıçkırıkları acılı yakınmaların..
Ve bırak yağsın - bırak yağsın
acının yağmuru ağırdan
ve bir dua gibi yoğun, bıraksın
---söylemek istediklerini ruhuna..
Acının yağmurudur bu
---yalın ve küçücük taneleriyle
o kadar ki, değmez gözdeki yaşlara
değmez yakınmaya ve düşünceli düşünceli
---dudaklarda beliren bir
''Neden.!'' sorusuna. (Sayfa: 199)
*
İKARUSLARIN ŞARKISI
Bir alev duyuyorum ta içimde
---beni parçalayan ve kurtaran.!
Kanatların açıldığını duyuyorum içimde
akla sığmaz güzelliklerin uyumunda
---yaşayan ülkelere.!
Ta derinliklerimde duyuyorum, akbabanın
---beni yediğini ve yeniden yarattığını.!
Ve hazırım başımı kaldırmaya
---hazırım yükselmeye
---tanrıların katına.!
---Ve hazırım şöyle demeye:
- Tanrılar.! Tanrılar.!
---Doğdu işte sizin de tanrınız.!
İçimin ta derinliklerinde duyuyorum, size de
---hükmedecek o tanrısal soluğu.!
Konuştuğumda titredi yeryüzü
---sözcüklerin kutsal gücüyle.!
Ve şaşıp kaldı bilgisiz kuşlar
---dualarını yarıda kestiler..
Doğruldu yerinden ezilmiş otlar
---ve çiçekler soldu..
Ve dahası, parlak güneş bile
---yeryüzüyle erotik sarılışları içersinde
eriyip gitti vadinin dağlarının ardında
---kayboldu varlığından kuşku duyulunca..
Ve hemen koşup geldi gece
---derin, suskun ve ışıksız, örterek yaşamı.
Ve o zaman bir mırıltıdır yükseldi
---yerlerden ve göklerden
çimenlerden ve çiçeklerden
---her şeyden..
Sanki dökülmekteydi kurumuş yapraklar
---buz tutmuş toprağa -
sanki binlerce göğsün soluk alışı -
---korkunç..
Ve sonra, tarifsiz bir anda
---bu dev hışırtı buluverir
---bütün ritmini ve anlamını
ve derin sessizliğin ta içinden
---duyulur üç sözcük:
- Sen bu değilsin.!
...........................
Hüzünlü bir gömme töreniydi..
---Yoktu giden tabutun ardından..
Bir çocuk vardı tahta tabutta..
Yüzü alabildiğine masum, kırılgan.
---Bir çocuk. (Sayfa: 200-201)
*
''Din kurallarına karşı gelen ben, şarkılar aracılığıyla halkın ruhuna giden gizli bir yol açtım ve halkla iletişim kurdum. İktidar çevreleri için bu, büyük bir tehlike demekti. Bu yüzden sık sık bir kazığa bağlanıp ya*kıldım. Ama buna karşın o inanca yaklaşmayı başardım. Belki de altmışlı yıllar, halk şarkısı ve Lambrakis'le birlikte, başlangıcın başlangıcıydı. Gelgelelim bugün, karşı devrimin dalgaları onca kurban ve kan pahasına elde ettiğimiz bir avuç şeyi de silip süpürdükten sonra, kendimi yeniden odama kapamamdan başka yapabileceğim ne kaldı.? Artık verebileceğim bir şey kalmadığı için değil, ama doğrudan, politik olarak bir şey veremeyeceğim için. Çünkü karşıdevrimin özü, bireyi artık hiçbir şeye hayranlık duymayan, iç dünyasında zenginleşemeyen, hiçbir düş kuramayan, ''kendine özgü'' hiçbir şeyi artık benimsemeyen bir varlığa dönüştürmektedir. Yabancılara boyun eğen ve önüne konan her şeyi itirazsız alan bir varlığa dönüştürmektedir. Bu ise, tarihsel ilerlemenin, yaratıcı çabaların duraklaması demektir.'' (Sayfa: 209-210)
*
Mikis Theodorakis'in, Yaşamım ve Müziğim Kitabı'nda, kendisinden çok etkilendiğini söylediği Kostis Palamas'tan yaptığı alıntıları ayrıca hazırladım.
Yine kitaptandır bu alıntılar da.
Ne yazık ki Türkçeleştirilmiş kitabı bulunmuyor..
*
*
Gençliğimde , Allahın emri olarak ben de Nietzsche'yi okumuştum. Özellikle Tragedyanın Doğuşu'ndan çok şey öğrendim. Ama ''Nietzsche ruhu'' diye adlandırılan şeyi önce kendi içimde -ki bu ben, hayatta kalabilmek için kendini savunmak zorundaydı- daha sonra da Palamas'da buldum:
*
Farklılar arasında farklı olan, benim. Seçkinlerin hapishanesinde seçkin olan, benim.. Yapayalnız ve yükseklerde. Eğil ve halkla halk ol. Çünkü o koparılması kolay, ruhlarını teslim etmiş çiçekler de öyle, ilerle vahşi atının üstünde, düğün çiçeklerin herkesin yaşamıyla birlikte o çirkin yaşamı da doğurmakta.. Ve yıldız olan, senin köle ve çirkin yanın, senin kadının, yaşamın ve herkesin yaşamı. Yabancı, bu kadınla birlikte yine gitmektesin beyaz aygırının üstünde, tıpkı bir yıldırım gibi, topraklardan geçerek ve çevrende Hozanna diye haykıran halk, bir deprem..
*
''Yukarıdaki, Kostis Palamas'ın Zincirlerin İlk Taslağı adlı şiirinden bir alıntı. (Sayfa: 137)
Valaoritis'ten Palamas'a geçişi, koyu mavi ciltli, sırtında altın yaldızlı harflerle KORKAK VE KATI DİZELER yazılı, etkileyici bir kitap sayesinde başardım. Bu söylediğim, Neohellenic Mercury Publishing Company Chicago'nun 1928 tarihli baskısı. Palamas, önsözünde şöyle yazıyor:
*
Bu son, ama her bakımdan tamamlanmış sayılamayacak cilt, çoğu benzerleri gibi, geride kalan kırk yıl boyunca kesintiye uğramamış bir üretimi içeriyor; bu üretimin esin kaynağı, dizeye duyulan sevgidir; o dize ki, insanoğlunun sözünü bütün büyüklüğü ve anlatım gücüyle sergiler ve mikroskopik, ritmik akışı içerisinde, evrene egemen olan ritmin simgesi olmayı savlar..
*
Son derece usta bir biçimde yoğunlaştırılmış ve sözcüklerin kalıbına dökülmüş olan bu düşünce, dünyaya, mikrokozmosa ve evrenin uyumuna ilişkin olan ve içimde taşıdığım karmaşayı ya aydınlığa kavuşturmuş, ya da daha da anlaşılmaz kılmıştı. Ama öte yandan da ruhumda o çirkin yaşam bakımından gerçekleştirmeyi umduğum sınırlandırmayı ve benim için yabancı, düşman bir dünyada aradığım desteği sağlayan dogmayı bulmamda da yardımcı olmuştu. (Sayfa: 137-138)
Palamas'ın ÇİNGENENİN DODEKALOGU'na yazdığı prolog'un, aradan yarım yüzyıl geçtikten sonra -benim için- yeniden bunca güncellik kazanacağı hiç aklıma gelmezdi:
*
Düşünceler, duygular, Yunanlı olan herkes, bana da kulak verin: Yalnızca felaket getiren, boğucu, ilençli yıllarda yaşamaktayız. Hiçbir şey başarabilmiş değilim, sizlere getirilmeye değer hiçbir şeyim yok; ben, o deneyimsiz, buz gibi insan, yapabildiğim tek şey, şarkı söylemek.. Düşünceler, duygular, Yunanlı olan herkes, gökyüzünün ritmi, yanıltılması olanaksız güneş, uluslar için bir yasa bulunacaktır elbet. Ve onun çevresinde, bir mıknatısın yörüngesinde tuttuğu bir gezegen, yasanın gezegeni olarak mutlu halk.. Hareket etmeyen hiçbir şey doğmaz, akmayan, solup gitmeyen hiçbir şey doğmaz. Ama yıkılan şeyden susuzlukları dindirecek olan kaynak fışkırır.! Ve nefret, alınan yara, ne yaratıcı güçtür.! Ve bu her yerde olan vatan, nasıl bir vatandır.! Bu vatan gittiğimiz, mola verdiğimiz her yerde; bulduğumuz vatan, aslında kendi içimizdedir, yalnızca değişik adlar, değişik yüzler ve değişik maskeler taşımakta, o kadar. Vatanlar olmaksızın hiçbir insan ruhu yaşayamaz..
Düşünceler, duygular, Yunanlı olan herkes, şunu unutmayın: Ne iseniz, yalnızca ve yalnızca kendi elinizle yaratmış değilsiniz, hayır. Gelmiş ve geçmişlere, gelip geçeceklere çok şey borçlusunuz. Bizler, sonradan doğacak tarafından, ölüler tarafından yargılanacağız.
*
Gerçek evrenselliğin ne demek olduğunu ilk kez bu şiirden öğrendim. (Sayfa: 141-142)
Aristotelis Proelengios'a adadığı DELİLİĞİN ŞARKISI adlı şiirle Palamas, bize bir vasiyetname bırakır -''bize'' sözcüğü, burada biz ''uyumsuzlar'', biz ''yabancılar'' anlamına gelmektedir:
*
Ve ben farklı olandım, pazarcıydım, göçebeydim, yani ben, benden başkası değildim. Bu ben'in gözünde bir deli, başkaları için dilenci, size göre de adil olmayan'dım.. Söyleyin bana, neredeyim ben.? Dağda mıyım.? Kentte mi.? Yoksa büyük bir tarlada mı.? Deli değilim ben. Benim sevgili insanlarım, dinleyin beni; ey ev, aç kapını ki girebileyim; ey bahçe, senin özlemini çekiyorum.. Ama köpekler beni ısırıyor, komşular kovuyorlar, sanki bir hırsız, bir kat*ilmişim gibi. Nöbetçiler dikkat kesildiler, uşaklardan dayak yedim, Tanrım.! ne acımasızlık. Ben ne hırsızım, ne de ka*til. İyi insanlar, gelin, sizlerle çok sakin konuşacağım. Yazgımın yargılısıyım ben, beni taşlamayın, Tanrım.! Acı çekiyorum.. Taşlayın beni, insanlar, sen, kapkara hapishanedeki kara adam, bana iş*kence et. Benim ışığım asla sönmez. Ben öğrenmiştim aşkın, sevginin ne olduğunu ve şimdi seni yaşadım, ey hayat.! (Sayfa: 142-143)
Yine Ion Dragumis'e adanan YIKICI adlı şiirden alınma aşağıdaki dizelerin üzerimde ne kaorkunç bir etki yarattığı kolayca kestirilebilir:
*
Ben, o yeteneksiz çocuk, korkaklığa boyun eğiyorum, ne evet, ne hayır, hiçbir yanıt almaksızın sürekli soruyorum, hep o söylenmeden kalan sözcüğü bekliyorum ve bir utanç beni sımsıkı sarıyor. (Sayfa: 144)
''Yaşa.! Yaşa ve hayranlık duy.!'' dizesi çok hoşuma gitmişti. Artık gözlerimin daha çok görebildiğini hissediyordum; dünyanın bütün güzelliklerini, ama aynı zamanda da en sıradan şeyleri görebiliyordum. Hayranlığımı coşkuyla belli ediyordum. Herkesten önce, aynı sınıfta okuduğum arkadaşlarıma gösteriyordum. İçlerinden biri bir matematik dehasıydı. Bir başkası nefis kompozisyonlar kaleme alabiliyordu. Bir üçüncüsü fizikte rakipsizdi. Her birine şöyle diyordum: ''Çok iyisin. Sana hayranım.!'' Bunu söylediğim kimse, ''Benimle eğleniyor musun.?'' dercesine, kuşkuyla yüzüme bakıyordu. Bazı arkadaşlarım ise bana şu öğüdü veriyorlardı: ''Onlarla böyle konuşmamalısın, çünkü şımarırlar.'' Şair ise, ''Hâlâ, hâlâ hayranlıklar mı.?'' diye sorup, şu yanıtı veriyordu:
*
Hâlâ, hâlâ hayranlıklar.!
Umutlar hâlâ, ama hâlâ var mı.?
Hâlâ, hâlâ umutlar var.! Yaşa.
---Varol ki, hâlâ umutlanasın
Sevgi çekmekte mi seni hâlâ.?
Kutsayalım öyleyse sevgiyi.!
Üç yapraklı yoksulluğundan ilkbaharın
insana, yani yaratıcıya kadar.!
Yaşa, yaşa ki sevebilesin.
*
Palamas'tan etkilenmeme yol açan, yalnızca bu kitabı değildi. Şiiri bir bütün olarak, özellikle o şiiri ilk tanıdığım sıralarda üzerimde çok özel bir etki yaratmıştı. Yoğun, entelektüel ve felsefi bir şiirdi; güzellikle imgeyi birleştiriyordu. Sanki katı ve rakkas gibi hareket eden mermere kazılmış gibiydi. Şairin kaçışan gölgelere bir biçim vermek amacıyla kendi iç dünyasındaki zorlanması ve soluk soluğa kalışı, algılanabiliyordu. Bu kitap, benim için aklım ya da duygularım aracılığıyla aldığım bir manevi besin kaynağıydı. İlk felsefe derslerime böylece başlamış oldum: anlamların ve görüntülerin güzelliğini, sanki bu dünya görüşünün düşünceleri Theophilos'un renkleriyle oluşturulmuşçasına algılıyordum. (Sayfa: 146)
..tarihsel maddecilik alanındaki kuramsal ve pratik gelişmelerime karşın, insanın kendi isteklerini toplumunkilerle, bireysel dengeyi dünya-uyumu'yla bağdaştıramadığı sürece kötü kalacağı korkusunu içimden atamamıştım. Bunların olabilmesi için önce insanın kendi ruhunda uyum egemen olmalıydı. Ondan sonra uyumu başkalarında, yıldızlarda ve erende arayabilirdi. Palamas, şöyle yazar:
*
Ve bırakılmışken herkes tarafından
yapayalnız, dingin bir yalnızlığın ortasında
kollarım iki yana açılmış,
üstünde altın günbatımlarının söndüğü
karanlık ve alçak bir gökyüzüne
bakmaya gücüm var.. (Sayfa: 152-153)
*
*
*
(OLİMPİYAT MARŞI KİTAPTA YOKTUR)
Η Μικτή Χορωδία της Εθνικής Λυρικής Σκηνής εκτελεί τον Ολυμπιακό Ύμνο σε ποίηση του Κωστή Παλαμά. Η μουσική είναι του Σπύρου Σαμάρα.
*
(Ulusal Opera Karma Korosu, Kostis Palamas'ın şiirindeki Olimpiyat Marşını seslendiriyor. Müzik Spyros Samaras'a aittir.)
*
Αρχαίο Πνεύμα αθάνατο, αγνέ πατέρα
Κατέβα, φανερώσου κι άστραψε εδώ πέρα
στη δόξα της δικής σου γης και τ' ουρανού
Στο δρόμο και στο πάλεμα και στο λιθάρι
Στων ευγενών αγώνων λάμψε την ορμή
Και με το αμάραντο στεφάνωσε κλωνάρι
και σιδερένιο πλάσε και άξιο το κορμί
και σιδερένιο πλάσε και άξιο το κορμί
Κάμποι, βουνά και θάλασσες φέγγουνε μαζί σου
σαν ένας λευκοπόρφυρος μέγας ναός
Και τρέχει στο ναό εδώ προσκυνητής σου
Και τρέχει στο ναό εδώ προσκυνητής σου
Αρχαίο Πνεύμα αθάνατο, κάθε λαός, κάθε λαός
Αρχαίο Πνεύμα αθάνατο, κάθε λαός
*
O Ancient immortal Spirit, pure father
Of beauty, of greatness and of truth,
Descend, reveal yourself and flash like lightning here,
within the glory of your own earth and sky.
At running and at wrestling and at throwing,
Shine in the momentum of noble contests,
And crown with the unfading branch
And make the body worthy and ironlike.
Plains, mountains and seas glow with you
Like a white-and-purple great temple,
And hurries at the temple here, your pilgrim,
O Ancient immortal Spirit, every nation.
*
*
*
*
Olimpiyat İlahisi
*
Güfte: Kostis Palamas
Beste: Spiridon Samaras, 1896
Kabul tarihi: 1958
*
Olimpiyat İlahisi
*
Olimpiyat İlahisi (Yunanca: Ολυμπιακός Ύμνος - Olimpiakos İmnos) veya gayriresmî adıyla Olimpiyat Marşı, Olimpiyat Oyunları ile Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin resmî marşı olarak kabul edilen korosal kantat. Sözleri Kostis Palamas tarafından yazılan, bestesi Spiridon Samaras tarafından oluşturulan marş 1896'da Atina'da gerçekleştirilen ilk modern Olimpiyat Oyunları'nda seslendirildi. Bu tarihten sonraki oyunlarda farklı besteler icra edilse de, 1958'deki Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin 54. toplantısında oyunların resmî marşı olarak kabul edildi ve Roma'daki 1960 Yaz Olimpiyatları'ndan itibaren her etkinlikteki açılış ve kapanış töreninde kullanıldı.
*
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder