4 Ekim 2018 Perşembe

Muazzez İlmiye Çığ - Çivi Çiviyi Söker

- Bana hep şunu soruyorlar: Neden Sumeroloji'ye girdin? Dil Tarih Coğrafya Fakültesi neden açıldı? İstanbul Üniversitesi'nde bana fahri doktorluk unvanı verdikleri zaman, benden bir konuşma yapmamı istediler, ben de bu konuyu anlattım. Daha önce söyledim Sumeroloji'ye mecburiyetten, hiçbir şey bilmeden girdik. Ama en önemlisi tabii Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nin açılması. Biliyorsunuz Atatürk eğitim reformu yaptı, medreseleri kaldırdı. Eğitim tektür olacak, dedi. Ama bir de yüksekokul lazım. Yüksekokul olarak İstanbul'da bir Darülfünun var. O da zamanın koşullarına göre değil, yani çağdaş bir eğitim vermiyor. Atatürk yüksekokul açmayı kafasına koymuş, ama hangi uzmanlar okutacak talebeleri? Daha 1920'den itibaren birçok sahada, yurtdışına talebe gönderilmeye başlanıyor. O kadar farklı alanlarda insan gönderilmiş ki, ''Cumhuriyet'e Kanat Gerenler '' belgeselinde gördüm, ben bile şaşırdım. Ziraatten, biyolojiden tutun uçak mühendisliğine, arkeolojiye kadar. Özellikle arkeoloji diyorum, çünkü daha Cumhuriyet'in ilk yıllarında Atatürk, Konya'ya gidiyor. Konya'da Kaleiçi'nde bir kilise varmış. Atatürk'e civarı gezdirirken bu kilisenin önünden geçiyor, bunun üzerine yanındaki yetkililer, bu kiliseyi de yıkamadık, diyorlar. Bunun üzerine Atatürk onları azarlayarak, eski eserlere dokunmayın, bırakın kalsın, diyor. Sonra İnönü'ye telgraf çekip, arkeoloji eğitimi için yurt dışına öğrenci gönderin diyor. İşte Ekrem Akurgal, Rüstem Duyuran o zaman yurtdışına gidiyor. Daha sonra tarih okuması için Sedat Alp gönderilmiş. Prof. Sedat Alp, Almanya'ya gittiğinde tarihten ziyade Hititoloji ilgisini çekiyor, o bölüme geçiyor. Velhasıl yurtdışına birçok talebe gönderilmiş, ancak bunların yetişip gelmesi için zaman gerekiyor. Hemen gelir gelmez hocalığa başlamaları da zor. İşte bu arada Atatürk, Almany'dan profesör getirtmeyi düşünüyor. (Sayfa: 36-37)
Muazzez İlmiye Çığ - Çivi Çiviyi Söker
-Atatürk 1932'de yüksekokullar kurmaya karar veriyor, ama bunların bir proje kapsamında yapılması lazım. Bunun üzerine İsviçre'den Albert Malche diye bir profesörü davet ediyor. Bu adam aynı zamanda İsviçre'de parlemento üyesi. Atatürk ondan, milli değerlerimize uygun bir yüksek öğretim raporu hazırlamasını istiyor. Bu rapor hazırlanıyor. Tam o sırada, 1933 yılında, Almanya'da Hitler iktidara geliyor ve başlıyor üniversitelerdeki Yahudi kökenli hocaları kürsülerinden atmaya. Hocalar şaşırıyor. Ne yapacaklar? İsviçre'de bir yardımlaşma derneği kuruyorlar. Dernek vasıtasıyla çeşitli milletlere müracaat ediyorlar, fakat Hitler'in korkusundan hiçbiri bunları kabul etmiyor. İşin garibi Amerika da kabul etmiyor. Nasılsa bir Einstein'ı kabul etmiş Amerika. Onu da kabul etmeseler, belki Einstein bize gelecekti. Sonunda dernektekiler, şansımızı bir de Türkiye'de deneyelim, deyip bize müracaat ediyorlar. Fakat Türkiye hakkında hiçbir bilgileri yok. Türkler'in ne dilinden ne de kültüründen haberdarlar. Yine de canlarını kurtarmak için neresi olsa gidecek durumdalar. Atatürk, derhal gelsinler, diyor. 1933'te ilk kafile için bir anlaşma yapılıyor. Bu anlaşma çok enteresan. O zamanın Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip imzalıyor anlaşmayı ve deniyor ki; '' Bu şahıslar - o zaman 40-50 kişi galiba - bundan sonra ister hapiste, ister serbest olsunlar artık Türk hükümetinin memurlarıdır, Alman hükümeti onlara herhangi bir zorluk çıkartmayacaktır. Şayet çıkarırsa, biz gereğini yerine getireceğiz.''
Düşünün daha on yıllık bir cumhuriyet ve kendisini ne kadar güçlü görüyor. Bu ne mühim bir şey.
Böylece hocalar gelmeye başlıyor. Alman hükümeti bir yıl sonra müthiş zorluklar çıkarmaya başlıyor, ama her seferinde bizim hükümet devreye girip sorunu çözüyor. Bunlar geliyor. Ben daha sonra ABD'de bir kongrede bu konuyla ilgili bir bildiri sundum ve konu üzerine çalışırken gördüm ki toplam 1200 kişi gelmiş. Bunların bir kısmı profesör, bir kısmı uzman, bir kısmı da muhacir olarak gelmiş. Benim hocalarıma gelince... Örneğin Sumeroloji hocamız B. Landsberger, bir kürsüden atılıyor. O sırada Prof. Sedat Alp, bizim oradaki talebe müfettişine, bu hocayı alsak, diyor. O aracı oluyor ve Landsberger bu vasıtayla geliyor. Yalnız Landsberger'e teklif götürdüklerinde o, kütüphaneniz yok, ben orada ne yapacağım, diyor bizimkilere ve o sırada Leipzig'de ölen bir profesörün kitaplığını almalarını tavsiye ediyor. Derhal o kitaplık alınıyor ve profesör kitaplıkla beraber Türkiye'ye geliyor. O sırada Landsberger'in talebesi Güterbock doktorasını yapmış. Landsberger, o da gelsin, diyor, onu da getirtiyorlar. Bu suretle Hitit ve Sumer kürsüsü kuruluyor. Bu meyanda gelenler arasında Yahudi olmayan, ama Hitler rejimini tasvip etmedikleri için gelenler de var. Hocalarımızın hepsi Alman'dı.
*****
- Şimdilerde Atatürk bu fakülteyi niye kurdu, diye soruyorlar bana. Atatürk yaşamı boyunca Türk tarihiyle yakından ilgilenmiş bir kişi. Atatürk okumazdı, diyor kimileri, o kadar şaşırıyorum ki. Adam çadırın içinde kitaplar okumuş. Gürbüz Tüfekçi'nin ''Atatürk'ün Okuduğu Kitaplar'' diye bir çalışması var: Okuduğu kitapları, nerelere not koyduğunu, hepsini toplamış. Oraya baksalar görecekler. Bu kitapta görüyoruz ki Atatürk, Türk tarihi ve Türk dili üzerinde özellikle duruyor, çünkü o güne kadar ülkemizde bunlar üzerine hiçbir araştırma yapılmamış. Türkler hakkında yazılan bütün kitaplar, dış kaynaklı metinler. Bizden bir şey yok. Atatürk iki şey düşünüyor: Biri, bitkin bir millet var, bunun canlandırılması lazım. Nasıl canlandırılacak? İşte bunu, Türklüğü ve eski Türk tarihini araştırtıp millete göstererek gerçekleştirmeyi düşünüyor. İkincisi, o zamana kadar üzerinde yaşadığımız toprakları bilmiyoruz. Bu topraklardan kimler gelmiş kimler geçmiş; bunların araştırılmasını istiyor. Yapılan araştırmaların yayımlanması için ilk önce, kendi parasıyla Türk Tarih Kurumu'nu kuruyor, ondan sonra da  Türk Dil Kurumu'nu.. Üstelik bu kurumları devlete bağlamıyor. Ne yazık ki 12 eylülden sonra bunları devlete bağladılar, berbat ettiler. Çok kızıyorum.
O zaman bizim arkadaşlardan bazıları da bunu onaylamış. Ben olsaydım katiyen kabul etmezdim. O zaman ABD'deydim, nasıl üzüldüm bilemezsiniz. Bunların hiçbir zaman hükümetlere bağlı olmaması lazım. Bu kurumların özgür ve objektif olarak çalışması gerek. (Sayfa: 39)

Muazzez İlmiye Çığ - Gilgameş


'' Avcı, '' Baba nasıl olur, bu yaban adamı hayvanlarla arkadaş olmuş, insanla hiç arkadaş olabilir mi?''
'' Oğlum, hayvanlarla arkadaş olabilen, neden insanlarla olmasın? Yalnız onu eğitmek, insan gibi yedirip içirmek, insanlaştırmak gerek.''
''Babacığım, bunu kim yapabilecek, biz insanlaştırabilir miyiz onu?''
''Hayır oğlum, onu ancak bir kadın eğitebilir. Biliyorsun, çocukları doğdukları andan itibaren anneleri eğitir. Konuşmayı, yemeyi, içmeyi, sevmeyi, gülmeyi hep annelerimiz bize öğretti. Onun için bu adamı da ancak bir kadın eğitebilir.''  ( sayfa 24-25)

Bilge Karasu - Göçmüş Kediler Bahçesi

Avından El Alan Öyküsü'nden:
*
''En doğru masal anlamadan korktuğumuzdur.''
T.S Halman, Can Kulağı, s. 13, ''Masal Sonu'' (Sayfa: 27-28)
*****
Bey, karacanın ardından uçuyordu mahmuzlayıp durduğu atın
Tekboynuz, kızoğlan kızlara düşkün. Koşar,koşar, onların ku-
sırtında. At, kanatlarını germiş, gölgesini karacanın üzerine değdir-
cağına atar kendini, yatar: Herkesin bildiği bir şey bu. Tekboynu-
di değdirecek. Karaca birden taş gibi durdu kaldı. Dünyalar çarpış-
zu yakalayıp yiğitlik göstermenin tek yolu da, güzel bir delikanlı-
tı delice hızları içinde. Boynu kırılıp yüzü gözü kan içinde kalan
nın kız gibi giydirilip kıra salınmasıdır. Delikanlı kırıta kırıta ön-
Beyi gözyaşlarıyla diriltmeğe çalışan uzun saçlı, uzun parmaklı;
den yürür; tekboynuz onu görür görmez koşar gelir, kucağına atılır,
güzeller güzeli delikanlının yok oluvermiş bir karıncanın yerinde
koynuna girer delikanlının. O zaman kat kat giysiler altına gizlen-
durmakta olduğunu kim anlayabilir, kim bilebilir bundan böyle.?
miş mızraklar ortaya çıkar, tekboynuzun böğrü delik deşik olur.

Bilge Karasu - Göçmüş Kediler Bahçesi

Yengece Övgü Öyküsü'nden:
*
(..Yinelenip durdukları, yenilenmedikleri için sav söz niteliklerini çoktan yitirmiş sav sözler.. Bu kadar pahalı bir iş midir, yeni sözler bulmak.?) (Sayfa: 76)
***
''USTA BENİ ÖLDÜRSEN E.!'' Öyküsü'nden:
*
O bahar gecesi evlerine dönerlerken, önünden geçtikleri bir bahçenin bütün söğütlerinin budanmış, daha o sabah incecik, körpecik yapracıklarla buğulu gibi duruşuna bakarak sevindikleri dalların kaldırıma atılıp yığılmış olduğunu görmüşlerdi. Ustası bunları çiğnememek için yola inmişti ama kendisi, saygıyla, sevgiyle, ağır ağır, cambaz ayaklarının bütün yeğniliğiyle bu dal yığınlarına basarak yürümüştü. Gene taşlara bastığı zaman durmuş, havayı uzun uzun koklamış, ustasına o anda bir su kıyısında , yeşilliğin, çimenlerin, otların içinde olmağı nasıl özlediğini anlatmağa çalışmıştı.
(..)
O halde herkes, ustasının kendini biçimleyişini, hayır, kendi biçimlenişini çırağına aktarmasıyla mı biçimleni
(..)
Cambazlık, insanın-ölmek istemiyorsa- bütünüyle kendini ipe, halkaya, ustaya, adıma,ele, göze vermesini gerektirenbir işti. Günün birinde, işi cambazlık değil de düşünmek olan birine rastlarsa, ona soracaktı bu soruları. Hoş o adam da cambazların soracağı sorular üzerine düşünmüş olur muydu, ayrı konu.. (Sayfa: 114-115)
***
Bir Başka Tepe Öyküsü'nden:
*
Kişinin hastalıklarla uğraşması, dışarıdan sızmış bir düşmana kafa tutmasıdır. Yüreğin bozulması ise, kişiyi kendiyle karşı karşıya getiriyor olsa gerek. (Sayfa: 204)

Bilge Karasu - Göçmüş Kediler Bahçesi

Friedrich Nietzsche - Ecco Home


Tek başıma gidiyorum şimdi, ey çömezlerim.! Sizler de gidin artık, tek başınıza gidin.! Böyle istiyorum.
Benden uzaklaşın, Zerdüşt'ten koruyun kendinizi.! Daha da iyisi: Utanın ondan.! Belki sizi aldatmıştır.
Kendini bilgiye adayan için yalnızca düşmanını sevmek yetmez; dostuna da kin duyabilmelidir.
Hep öğrenci kalan insan, öğretmenine borcunu kötü ödüyor demektir. Neden benim çelengimi yolmak istemiyorsunuz.?
Sayıyorsunuz beni: Ama saygınız devriliverirse günün birinde.? Bir yontunun altında kalmaktan sakının.!
Zerdüşt'e inandığınızı mı söylüyorsunuz.? Ama ne önemi var Zerdüşt'ün.! Bana inananlarsınız, ne önemi var ama tüm inananların.!
Daha kendi kendinizi aramamışken beni buldunuz. Böyledir tüm inananlar; inancın değeri azdır bu yüzden.
Şimdi size beni yitirmenizi, kendinizi bulmanızı buyuruyorum; hepiniz beni yadsıdığınız gün, ancak o gün geri döneceğim sizlere.. 
(
Sayfa: 5)
***
İnsanlarla alışverişimde bana az zorluk çıkarmayan son bir huyuma daha değinebilir miyim.? Arıklık içgüdüsünün hepten korkunç bir duyarlığı vergidir bana, öyle ki her ruhun dolaylarını, dolayları ne kelime, ta içini, ''ciğerini'' görür gibi sezerim, kokusunu alırım.. Bu duyarlık benim için psikolojik bir duyargadır; bununla her gize dokunur, yakalarım onu. Kimi yaradılışın derinlerinde yatan, belki de kötü kanın gerektirdiği, ama üstü eğitimle sıvanmış bir sürü pisliği hemen ilk dokunuşta fark ediveririm. Doğru gözlemişsem, arıklığıma zararlı bu gibi yaradılışlar da, kendi paylarına, benim iğrenip sakınışımı sezerler; böylelikle daha güzel kokulu olmazlar ya.. Bir kez böyle alışmışım, -kendime karşı aşırı bir açıklık temel koşuludur varoluşumun, arık olmayan çevrede yaşayamam-, sanki suda, dupduru, pırıl pırıl bir sıvıda yüzerim, yıkanırım, oynarım aralıksız. Bu yüzden insanlarla alışverişim hiç de kolay bir sabır sınavı değildir; benim insan sevgim, başkasının duygusunu paylaşmakta değil, paylaştığım duyguya katlanabilmektedir. Benim insan sevgim sürekli bir kendimi yeniştir. Ama ben yalnızlık olmadan edemem; yalnızlık, yani iyileşme, kendine dönüş, özgür, hafif, esinen bir havayı solumak.. Zerdüşt'üm baştan başa yalnızlığa ya da beni anladıysanız, arıklığa bir dithyrambos'tur.. (Dionysos'u öven dinsel yır; bu tür övücü, coşkun şiir) Arık deliliğe değil neyse ki.. Gözü renk görebilen ''elmastan'' der onun için. İnsandan, ayaktakımından iğrenme benim en büyük tehlikem oldu hep. 
(Sayfa: 19)
***
-Elden geldiğince az oturmalı; açık havada, yürürken doğmayan, kasların da birlikte şenlik yapmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir. -Bir kez daha söylemiştim, Kutsal Tin'e karşı işlenen asıl günah kaba etlerdir.- 
(Sayfa: 24)
***
İyice bir düşünürsem, Wagner musikisi olmadan çekilmezdi gençliğim, Almanların arasına düşmüştüm bir kez. Dayanılmaz bir baskıdan kurtulmak için afyon ister, işte böyle, bana da Wagner gerekti. Wagner Alman olan her şeye karşı en iyi panzehirdir, -zehir olmasına da zehirdir, o başka.. Tristan'ın bir piyano partisyonu olduğu andan beri -kutlarım Bay von Bülow.!- Wagnerciydim. Wagner'in daha önceki yapıtlarını kendimden aşağı, pek beylik, pek ''Alman'' buluyordum.. Ama bugün bile Tristan gibi yaman büyüleyen, o tüyler ürpertici, o tatlı sonsuzlukla dolu başka bir yapıtı tüm sanat dallarında boşuna arıyorum. Leonardo da Vinci'nin tüm gizemleri Tristan'ın ilk notasıyla büyülerini yitiriverirler. Bu yapıt Wagner'in non plus ultrası'dır (en üstün, daha ötesi olmayan); onun yorgunluğunu ise ''UstaŞarkıcılar'' ve ''Yüzük''le çıkarmıştı. İyileşmek, -Wagner gibilerinde bir gerilemedir bu. O yapıtı anlayacak olgunlukta olmam için tam çağında, hem de Almanlar arasında yaşamamı en büyük mutluluk sayıyorum. Psikolog olarak bilme isteği bende bakın nerelere varıyor. O ''cehennem tatları''nı duymak için yeterince hasta olmayan kişiye dünya nasıl yoksuldur. 
(Sayfa: 32-33)


Bir kimsede yalnızca içinin yoksulluğu, köşe bucağının ağır havası değil, asıl o işkembesinde yer etmiş korkaklık, pislik, sinsice öç gütmedir ona yolumu kapayan: Benim bir sözümle tüm kötü içgüdüler yüzüne vurur insanın. Tanıdıklarım içinde bir sürü denek hayvanım vardır; yazılarıma karşı gösterilen çeşit çeşit ve her biri son derece öğretici tepkileri onlarda incelerim. Yazıların özüyle hiçbir alışveriş yapmak istemeyenler, örneğin o sözde dostlarım hemen ''kişiliksiz'' oluverirler: Bir kez daha bunu başardığım için kutlarlar beni, -hem de bir gelişme varmış, daha bir keyifliymiş deyişim.. O hep kötüye işleyen kafalar, işi gücü yalan olan ''ince duygulular'' ise, ne yapacaklarını bilemezler bu kitaplarla, -dolayısıyla onları kendilerinden aşağı görürler: İşte ince mantığı ''ince duygulular''ın. Tanıdıklar arasında büyük baş hayvanlar da-yalnız Almanlar bunlar, hoş görün- demeye getirirler ki, benimle hep aynı kanıda değillermiş ama, gene de arada bir.. Bunu hem de Zerdüşt üstüne söylediklerini duydum.. Bunun gibi, insanda her türlü ''feminisme''; isterse erkek olsun benim kapılarımı kapatır ona; hiçbir zaman o pervasız bilgilerin labirentine giremez. Bu baştan başa sert doğrular arasında güle oynaya yaşamak için, insan gözünü budaktan esirgememeli, onun için alışkanlık olmalı sertlik. Tam istediğim gibi bir okuyucuyu tasarladığımda, hep ortaya yürekli, her şeyi bilmek isteyen bir canavar, ayrıca kıvrak, düzenci, sağgörülü birisi, doğuştan bir serüvenci ve bulucu çıkıyor. Kısacası, benim sözüm aslında kimleredir, bunu Zerdüşt'ten daha açık söyleyemem: Bilmecesini yalnız kimlere anlatmak istiyor o.?
*
Sizlere gözü pek arayıcılar, sınayıcılar,
-ve her kim kurnazca yelkenleriyle o kor-
kunç denizlere açılmışsa bir kez,
-sizlere, bulmacalar içinde esrimişler,
alacakarnlığı sevenler, ruhları flüt sesleriy-
le her tuzağa düşürülebilenler:
-Çünkü siz titreyen ellerinizle bir ipi
yoklayarak inmek istemezsiniz; ardında ne
olduğunu kestirdiğiniz yerde tiksi-
nirsiniz kapıyı açmaktan.. 
(Sayfa: 46/47)
*****
*****
İnsanca, Pek İnsanca
iki ekiyle birlikte
*
İnsanca, Pek İnsanca bir bunluğun anıtıdır. Özgür düşünürler için bir kitap: Budur kendine taktığı ad. Hemen her cümlesi bir yengi anlatır; yaradılışımda bana aykırı olan'dan kurtardım böylelikle kendimi. Bana aykırı olansa ülkücülüktür. Budur başlığın demek istediği, ''sizin ülküler gördüğünüz yerde, ben insanca, pek insanca şeyler görüyorum yalnız.!'' .. İnsanı ben daha iyi tanırım.. Burada ''özgür düşünür'' sözü bir tek anlama gelir: Özgürlüğüne kavuşmuş, kendini yeni baştan bulmuş bir düşünce. Sesin tonu, Çınlayışı baştan başa değişmiştir; kitabı kurnazca, soğuk, yerine göre de sert ve alaycı bulursunuz. Soylu beğeniden gelme bir tür tinsellik sanki derinde daha tutkulu bir akıntıya karşı direnmektedir. Bundan dolayıdır ki, kitabın 1878 yılındaki zamansız yayımlanışına özür olarak, Voltaire'nin 100. yıldönümüne rastlamasını göstermem bir anlam taşır. Çünkü Voltaire, kendinden sonra yazanların tersine, bir grand seigneur'dü (Soylu yüce kişi) düşünce alanında, tam benim de olduğum gibi. Kendi yazılarımdan birinin üzerinde Voltaire adı, -bir ilerlemeydi bu.. kendime doğru.. Yakından bakılınca, ülkünün yuvalandığı tüm köşe bucağı, yeraltı zindanlarını, en sonuncu sığınakları karış karış bilen, katı yürekli bir düşünce görülür burada. Elimde alevi hiç de ''titremeyen'' bir çırağı, kesin bir ışıkla ülkünün yeraltı ülkesi'ni aydınlattım. Savaş bu, ama barutsuz ve dumansız; ne savaşçı davranışlar var, ne duygulanıp coşma, ne de kırık kol bacak, -başka türlüsü gene ''ülkücülük'' olurdu. Yanılgıları birer birer, hiç acele etmeden buz üstüne koyuyorum; ülküleri çürütüyorum, donduruyorum.. Örneğin, şurada ''deha'' donuyor; az ilerde, köşe başında ''ermiş'' donuyor; şu kalın buz saçağı altındaki de ''yiğit''; sonunda ''inanç'' donuyor, o ''kanış'' dedikleri; ''acıma'' da az buz soğumuyor hani, -''kendiliğinde şey'' donuyor ne yana baksan..
(Sayfa: 65-66)
*****
''..O yıl, içinde olduğum durumun, o sonuna dek olumlayan tutkuyla, tragik tutku dediğim şeyle dolup taştığım durumun hiç de yabana atılmaz bir belirtisidir bu. İlerde bir gün beni anmak için çalıp söyleyecekler onu. -Sözleri (üzerinde duruyorum, çünkü bir yanılgıdır alıp yürümüş bu konuda) benim değildir; o sıralar dost olduğum genç bir Rus kızının, Bayan Lou Salome'nin şaşılacak esininden çıkmadır. Şiirin son bölümünden herhangi bir anlam çıkarabilen kimse, neden bu şiiri seçip beğendiğimi, neden ona hayran olduğumu anlayabilir:
Büyüklük var o sözlerde. Yaşama karşı bir itiraz sayılmıyor acı:
*
''Artık bana verecek mutluluğun kalmadı mı, ne çıkar.!
Acıların var daha''...'' 
(Sayfa:80)
*****
*****
(..Doğrunun yıldırımı, şimdiye dek en yüksekte olan şeyin üzerine düştü tam. Orada neyin yanıp kül olduğunu kavrayan kimse, elinde avucunda daha bir şeyler kalmış mı, bir de ona bakmalı. Bugüne dek ''doğru'' dedikleri ne varsa, yalanın en zararlı, en kalleş, en sinsi biçimi olarak açığa çıkarılmıştır; o kutsal ''sözde neden'', insanlığı ''düzeltmek'', aslında yaşamın iliğini, kanını emecek bir hile olarak, töre bir vampirlik olarak ortaya çıkarılmıştır. Töre'nin ne olduğunu bulan, onunla birlikte, insanların inandığı, inanmış olduğu tüm değerlerin değersizliğini de bulmuş demektir; insanlığın en çok saygı gören, giderek ermişler katına yükseltilen örneklerinde, artık saygıya değer hiçbir yan bulmaz, en uğursuz cinsinden sakat doğmuşlar olarak görür onları: Uğursuzdurlar, büyülerler çünkü.. ''Tanrı'' kavramı, yaşama bir karşıt kavram olarak uydurulmuş, yaşama zararlı, ağulu, kara çalıcı, onun can düşmanı ne varsa hepsi o kavramda bir ürkünç birlik olmuştur.! ''Öte yan'', ''gerçek dünya'' kavramları, var olan biricik dünyayı değerden düşürmek, yersel gerçekliğimiz için bir tek amaç, neden, ödev bırakmamak için uydurulmuş.! ''Ruh'', ''tin'', giderek ''ölümsüz ruh'' kavramları, bedeni hor görmek, onu hasta -ermiş- yapmak, yaşamda önemsemeye değer ne varsa, beslenme, konut, düşünce düzeni, hastalara bakma, temizlik, hava vb. hepsinin karşısına ürkünç bir umursamazlık koymak için uydurulmuş.! Sağlık yerine ''ruhun selameti'', yani tövbe çırpınmaları ve kurtuluş isterisi arasında gidip gelen bir folie circulaire (delilik).! ''Günah'' kavramı o kendinden ayrılmaz işkence aracıyla, ''özgür istem'' kavramıyla birlikte, içgüdüleri sapıttırmak, onlara karşı güvensizliği bizde ikinci bir yaradılış yapmak için uydurulmuş.! ''Çıkar gözetmezlik'' ve ''kendini yadsıma'' kavramları yoluyla, o asıl decadence (çöküş) belirtisi, zararlı olana doğru eğilim, kendine yarayanı artık bulamaz olmak, kendi kendini yıkmak, gerçek değerin ta kendisi, ''ödev'', ''ermişlik'', insandaki ''tanrısal yan'' katına yükseltilmiş.! Son olarak -en korkuncu da bu- iyi insan kavramıyla tüm zayıfların, hastaların, kusurluların, kendi kendinden acı çekenlerin, yok olması gereken ne varsa hepsinin yanı tutulmuş, -ayıklama yasası çarmıha gerilmiş; gururlu, yetkin, olumlayan, geleceğe güvenen, geleceği doğrulayan insanın karşısına bir ülkü çıkarılmış, -ona kötü denmiş bundan böyle.. Töre diye inanmışlar bunlara da.! Ecrasez l'infâme.!- (Ezin alçağı.!-Voltaire)
*
Anladınız mı beni.? Çarmıhtakine karşı Dionysos..
(Sayfa: 119-120)

Gülten Akın - Kestim Kara Saçlarımı Kitabından


Yalnızlık Camları
*
Açıktayız gözlerimizin ardı kapkara
Bir ayrılışta yıkılıyoruz
Bir ayrılışta bağlarımız kopuyor
Burası İstanbul
*
Bazı adamlar var şaşıyoruz
Avuçlarındaki sıcağı nasıl
Düzenlerini nasıl yitirmiyorlar
Şaşıyoruz burası İstanbul
*
Akşam kuşlarını İstanbul'un
Damlar üzerinden bir kaldırıp
Başka damlara konduruyoruz
Bu camlar yalnızlık camları
Dışardan yukardan gözlerimizle
Bu camlara yağmur yağdırıyoruz (Sayfa: 20)
*****
*****
Pazar
*
Aldılar önceden dolmuş gününüzü
Ortalığa bıraktılar işsiz güçsüz
Yazılar masalar pencereler yok
Şimdi ne yapacaksınız
*
Üstünüzde on iki saat bu mavi
Sonra yıldızdan delirmiş gökyüzü
Yol, gücünüzün yettiği kadar, rüzgâr
Ama elleriniz sevginiz nerde
Şimdi ne yapacaksınız
*
En anlamsız yüzü yaşamanın
Üstünüze üstünüze gelir
Bir ses sevgiyi yadsır bilmeden
Vaktinden önce büyümüş
*
Koşarsınız filmlere kitaplara
-Karanlıkta düşünmek unutmak kolay-
Koşarsınız bir iki saatçik
Baştan savmaya kendinizi
*
Sizin yaşamanız oysa
O sizin asıl istediğiniz
Uykularda olmayacak şeylerde
Yalanlarda eskidi. (Sayfa: 31)
*****
*****
AĞUSTOS AYDINI
*
Bunca taze el taze göz
Bizim olan havadan aydınlıktan
Çekildik çizeklerin yasakların
Çekildik yapıların karanlığına
Kendi kurduğumuz kendimiz için
*
Bir yudum su istesek demir borulardan
Tüm koku tüm sıcak vay bize
Nerde bir dokunsak delireceğimiz
Serin ağaç altlarından gölge topraklardan
*
Gün doğar gün batar bize ne
Güzelmiş, havadan bize ne
Bütün iş düzgün soluk almada
Bazıları için her şey düzeninde
*
Çevreleri varlıkları saygıdeğer atalarınca
Vardan yaratılan bayanlar baylar
Yazını gündüzler boyu dev yapıların
Pencerelerinden geçiren biz
Uyudukları sırada birazcık
Serin havalarından alabilir miyiz (Sayfa: 45)

Orhan Pamuk - Benim Adım Kırmızı

Orhan Pamuk - Benim Adım Kırmızı
(.. Bir köpek tencereyi yaladı diye o tencerenin ya atılması ya kalaylanması gerektiği yalanını ancak kalaycılar çıkarabilir.. Belki de kediler..) (Sayfa: 21)
***
(.. insanların yüzlerine baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçirmemiş oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini. Bu küçük talih ve kader meselesi yüzünden, insanların çoğunun benden daha ahlaklı ya da iyi olduğuna inanmak zor. Olsa olsa henüz cinayet işlemedikleri için biraz daha aptal suratlı oluyorlar ve bütün aptallar gibi iyi niyetli gözüküyorlar. Gözünde bir zekâ ışıltısı, yüzünde ruhundan yansıyan bir gölge gördüğüm herkesin gizli bir katil olduğunu anlamam için o zavallıyı öldürdükten sonra, İstanbul sokaklarında dört gün yürümem yetti. Yalnızca aptallar masumdur..)
(Sayfa: 23)

Orhan Pamuk - Benim Adım Kırmızı
Orhan Pamuk - Benim Adım Kırmızı
''Saf hiçbir şey yoktur,'' dedi Enişte Efendi. ''Nakışta, resimde ne zaman harikalar yaratılsa, ne zaman bir nakkaşhanede gözlerimi sulandıracak, tüylerimi ürpertecek bir güzellik ortaya çıksa, bilirim ki orada daha önceden yan yana gelmemiş iki ayrı şey birleşip bir yeni harikayı ortaya çıkarmıştır. Behzat'ı ve bütün Acem resminin güzelliğini, Arap resminin Moğol-Çin resmiyle karışmasına borçluyuz. Şah Tahmasp'ın en güzel resimleri Acem tarzıyle Türkmen hassasiyetini birleştirdi. Bugün herkes Hindistan'daki Ekber Han'ın nakkaşhanelerini anlata anlata bitiremiyorsa, nakkaşlarını Frenk üstatlarının usüllerini almaya teşvik ettiği içindir bu. Doğu'da Allah'ındır, Batı da. Allah bizi saf ve karışmamış olanın isteklerinden korusun.
(Sayfa: 186)
***
Duyuyorum sorduğunuzu: Nedir bir renk olmak.?
Renk gözün dokunuşu, sağırların müziği, karanlıkta bir kelimedir. On binlerce yıldır kitaptan kitaba, eşyadan eşyaya rüzgârın uğultusu gibi ruhların konuştuklarını dinlediğim için benim dokunuşumun meleklerin dokunuşuna benzediğini söyleyeyim. Bir yanım burada gözlerinize sesleniyor, o benim ağır yanım. Bir yanım havada bakışlarınızla kanatlanıyor, o benim hafif yanım.
Kırmızı olmaktan ne de mutluyum.! İçim yanıyor, kuvvetliyim; farkedildiğimi biliyorum; bana karşı koyamadığınızı da.
Saklanmam: Benim için incelik, zayıflık ya da güçsüzlükle değil, kararlılık ve iradeyle gerçekleşir ancak. Kendimi ortaya koyarım. Başka renklerden, gölgelerden, kalabalıktan ya da yalnızlıktan korkmam. Ne de güzeldir beni bekleyen bir yüzeyi kendi muzaffer ateşimle doldurmak.! Benim yayıldığım yerde gözler parıldar, tutkular kuvvetlenir, kaşlar kalkar, yürekler hızlanır. Bakın bana; ne kadar güzel şey yaşamak.! Seyredin beni; ne güzeldir görmek. Yaşamak görmektir. Her yerde görünürüm. Hayat benimle başlar, her şey bana döner inanın bana (Sayfa: 215)
***
(.. Zaten tek bir kırmızı vardır ve yalnızca ona inanılır.
''Bu kırmızının anlamı nedir.?'' diye yine sordu atı ezberden çizmiş kör nakkaş.
''Renklerin anlamı orada karşımızda olmaları ve onları görmemizdir,'' dedi öteki. ''Görmeyene kırmızı anlatılamaz.''
''Münkirler, zındıklar, inançsızlar da Allah'ı inkâr etmek için onun gözükmediğini söylerler,'' dedi atı çizen kör nakkaş.
''Oysa o görene gözükür,'' dedi öteki usta. ''Kuran-ı Kerim bu yüzden görenle görmeyenin hiç bir olmayacağını söyler.''
Güzel çırak, atın eğerinin örtüsüne beni yavaş yavaş sürmüştü. Güzel bir nakşın siyah beyazına kendi doluluğum, gücüm ve canlılığımı yerleştirmek öyle hoş bir duygudur ki, kedi kılından fırça beni kâğıda yayarkensevinçten gıdıklanırım. Böylece ben renklendirdikçe sanki âleme ''ol'' derim ve âlem benim kan rengimden olur. Görmeyen inkâr eder, ama her yerde ben varım. (Sayfa: 217)

Kafa Dergisi - Coşkun Aral

Bütün zamanların ve coğrafyaların nasrettin hocası '' Aziz Nesin ''
Geçen yıl kaybettiğimiz Yaşar Kemal'in tanımlamasıyla ''Bütün zamanların ve coğrafyaların Nasrettin Hocasıydı Aziz Nesin.'' Çağımızın en büyük güldürü yazarıdır. İki evrensel edebiyatçımız arasındaki dostluk çok eskilere dayanıyor. Ancak devlerin dostluğu kadar küskünlükleri de meşhur olurmuş. Aziz Nesin'in ölümünden bir kaç ay öncesine kadar Yaşar Kemal'le küskünlüğü de o dönemin sanat çevrelerinin en büyük derdiydi. Sanat ve kültür dünyasının yaratıcılarının buluşma mekanı Çiçek Bar'da iki ustanın dostu Arif Keskiner'in girişimi bu kırgınlığı ortadan kaldırmıştı. Bir haberci olarak böyle bir olaya tanık olmak da benim için önemliydi.
1995 Temmuz'unda kaybettiğimiz Aziz Nesin'le bir foto muhabiri olarak ilk kez görüşmem, Savaş Ay'la birlikte Çatalca'da kurduğu Nesin Vakfı'ndaydı. Ardından dünya gündemine oturduğu Madımak olaylarının yıldönümünde tarihi yarımadada birlikte yaptığımız uzun yürüyüşle, sevdiği mekanlarda fotoğrafını çekme fırsatı bulmuştum.
Bu toprakların dünya edebiyatına kazandırdığı ender değerlerden biri olan Aziz Nesin, 1915 Heybeliada doğumlu olmasına rağmen kendini Şebinkarahisarlı olarak tanıtmıştı. Aynı bölge, ustam Ara Güler'in, İdil Biret'in, Rahşan Ecevit'in kökenlerinin dayandığı coğrafya...
1935'de girdiği Kuleli'den sonra orduya katılan Aziz Nesin, 1941'de başından geçen bir bomba kazasıyla mimlenip; 1944'de cephanelik boşaltılmasındaki ihmal gerekçesiyle ordudan atılmış, sonra da antimilitarist mücadele veren bir yazar olarak tanınmıştır.
1946 yılında Sabahattin Ali'yle birlikte yayınladığı ''Marko Paşa'' dergisiyle hiciv yoluyla muhalefeti başlatan ünlü yazar bu yıllardan itibaren arada bir yazılarıyla mahkumiyetler yaşamış; II. Elisabeth, İran Şahı Pehlevi ve Kral Faruk gibi dünyaca ünlü monarklara yazı yoluyla hakaret gerekçeli hapis cezalarına mahkum edilmişti. Ölümüne kadar onlarca dile çevrilmiş yüzlerce hikaye, roman, tiyatro ve şiirle demokrasi ve insan hakları savunuculuğu yaparken sivri, alaycı üslubuyla bir taraftan okurlarını güldürüp ardından düşündüren Aziz Nesin'in bir sözü sanırım onun misyonunu en iyi şekilde açıklar:
''Gülmesini bilen yaratık sevmesini de, sorgulamasını da velhasıl düşünmesini de bilir. Gülmesini bilmeyenler sadece ahmaklardır.''

Aziz Nesin - Ah Biz Ödlek Aydınlar, Heykel Yerine

Polatlı'dan gelen mektupta şunlar yazılı:
''Merkezi 20 bin nüfuslun Polatlı'da bir Atatürk anıtının Yokluğunu derinden duyarak, Atatürk anıtı yaptırmak için bir dernek kurmuş bulunuyoruz. . Muhteşem bir anıt yaptırabilmemiz için yardım çareleri aramak zarureti, dernek olarak bizi zâtıâlinize müracaat zorunluluğunda bırakmıştır.
Derneğimize yapacağınız en ufak yardım, bu eserde sizin de bir nebze harcınızın bulunmasına imkân vereceği cihetle, yardım istirhamımızı reddetmeyeceğiniz ümidini muhafaza etmekteyiz.
Bizim için büyük bir değer taşıyacak yardımlarınızı aşağıdaki banka hesap numaralarından birine yatırmak zahmetine.. sunarız.
Polatlı Atatürk Anıtı Yaptırma Derneği Başkanı,
Kaymakam Sadri TURAN''
Sayın Kaymakam Sadri Turan'a yanıtımız şudur:
Sayın Kaymakam,
Yardım ''istirhamınızı'' reddediyorum. Benim için ''yardım istirhamınızı reddetmeyeceğim ümidinizi muhafaza'' etmeyiniz.
Elimde olsaydı, ister Polatlı'ya ister daha başka yerlere dikilecek Atatürk anıtı için para verecek olan bütün yurttaşlarıma, bu yapılanın yanlış olduğunu, ''yardım istirhamlarını'' reddetmelerini, tam tersine, 1963 Türkiyesinde Atatürk'e heykel dikmenin Atatürkçülüğe aykırı bir davranış olduğunu anlatmaya çalışırdım.
Sayın Kaymakam, hiç kuşkusuz büyük bir iyi niyet ve Atatürk sevgisiyle giriştiğiniz anıt dikme işinin nice yanlış olduğunu, kanıtlarıyla açıklamak istiyorum.
Atatürkçülük deyince biz, şunları anlıyoruz:
1) Önce, her bakımdan-yani ekonomik ve sosyal- ve tam anlamıyla ''ulusal bağımsızlık''.
2) Kurduğu partinin programına koyduğu ''Halkçılık, halkçılık için Devletçilik, bu ikisinin sürekli olması için Devrimcilik, bunların engellerini kaldırmak için Laiklik, Ulusçuluk ve Cumhuriyetçilik''.
3) Zamanın koşullarına en iyi ve en uygun uyarlanma ''Şartlara İntibak''. (Çünkü Atatürkçülüğün bir felsefi temeli yoktur ama, böyle bir gerçekçi temeli vardır.)
Bizim anladığımız gerçekçi Atatürkçülüğün özeti işte budur. Bunun dışındaki her türlü Atatürkçülük yorumlarının, gerici gizli niyetlerin maskesi olduğu kanısındayız.
Şimdi diyoruz ki, Atatürk heykeli dikmek, önce akılcılığa, sonra da zamanın koşullarına uyarlanma ilkesine aykırıdır. Zamanın koşulları deyince, 1963 Türkiyesini göz önünde tutmanız gerekir. Kısaca ve kalın çizgileriyle 1963 Türkiyesi şu gerçeklikte görünüyor:
Dış yardımlar ve dış borçlanmalar olmasa, ekmeklik buğdayını bulamayacak bir ülke.. Gırtlağına dek borca batmış, bu gidişle borçlarının faizlerini torunlarının torunlarına bırakacak bir ülke.. Ulusal gelirinin yüzde otuzüçünü, nüfusunun yüzde birinin cebe indirdiği bir ülke.. İşleri olanlarının geçim sıkıntısında olduğu, işsizlerinin de kıvrandığı ve en değerli hazinesi insan gücünün, tütün, fındık, palamut ve salyangozdan önce dışsatım maddesi olduğu bir ülke.. Kendisinin en çok gereksindiği emek gücünü bitürlü örgütleyip üretime sokamayan, ondan üstün hiçbir değeri olmayan delikanlı ve gençkız emeğini yabancılara kiralamak zorunda kalmış bir ülke.. Cumhuriyetin ilanından bu yana, kırk yıldır, halkının yüzde yetmişi hâlâ okuryazar olamayan bir ülke.. Çocukları okulsuz, okulları öğretmensiz, öğretmenleri gereçsiz, gereçleri yetersiz bir ülke.. En büyük kenti İstanbul'un ilkokullarında dörtlü öğretim yapan (Yani her öğrenci iki günde yarım gün okula gidebilir) bir ülke.. Bir başbakanının yönetimin A'dan Z'ye bozuk olduğunu söylediği, ondan bu yana düzenin daha da bombozuk olduğu bir ülke.. Bir bakanının, Meclis kürsüsünden zenginlerinin vergi kaçakçılığı yaptığını açıkladığı bir ülke..
Sayın Kaymakam, sizin de bizim kadar bildiğinizi umduğumuz bu acı gerçekler karşısında ve bu acı görünümden bizim gibi acılandığınıza inandığımız yurdumuzda para toplayıp Atatürk heykeli dikmek neye yarar.? Bu davranış, herşeyden önce, Atatürk'ün Türkiye'ye getirmeye çalıştığı Akılcılık'a, sonra da Atatürk'ün zamanın koşullarına uyarlanma ''şartlara intibak'' ilkesine aykırıdır.
Niçin doğrulara gözlerimizi yumalım, niçin kendimizi kandıralım;
daha kalın çizgilerle şöyle söyleyebiliriz; Geçim için avucunu yabancılara açmış bir Türkiye, kendi halkından para toplayıp Atatürk anıtı dikmeye kalkarsa, bu, Atatürkçülük olmaz. Atatürkçülüğü, coşkudan akılcılığa getirmek zorundayız. Yoksa bitürlü kurtulamadığımız ortaçağ geleneklerine bağlı kalarak, Atatürk'ü kentlerimizin ve kasabalarımızın her köşe bucağını saran yatırlar durumuna düşürmüş oluruz.
Bikaçı dışında, hemen bütün illerde Atatürk heykelleri var, ilçelerin pekçoğunda, bucakların çoğunda, köy alanlarında Atatürk büstleri var. Bu heykelleri daha da çoğaltsanız, her yüz adımda bir Atatürk heykeli olsa, ne çıkar bundan.? Bu, biçimcilikten başka bir şey değildir. İnsanımız, bitürlü biçimcilikten kurtulup öze kavuşamıyor. Demokrasi, biçimsel demokrasi.. Sosyal adalet.? Anayasa, kâğıtta basılı kalmış bir biçim.. Atatürkçülük.? Betonlaşmış, tunca, demire, alçıya dökülmüş bir biçim.. Artık çağdaş bir akılcılıkla sorunlarımızın özüne varmak zorundayız. Türkiye'nin kalkınması, yani Türk halkının çalıştığı, hak ettiği, lâyık olduğu oranda ulusal gelirden payını alarak kalkınması, birbirinden ayrılmaz ve birbirinin içinde şu iki eyleme bağlıdır: Üretim ve öğretim.. Bunun başka bir yolu yok sayın Kaymakam.
Halktan para toplayınız ama bu paralarla heykel yaptırmayınız; topladığınız paraları üretime ve öğretime yatırınız. Türkiye'nin aydınlarına, gerçek yurtseverlerine utanç veren gericiliği ve geri kalmışlığından kurtuluşu ancak, üretim ve öğretimle olabilir. Okul açınız, halkı üretime yöneltiniz, üretim olanakları sağlayınız.! Bunları da yapıyorsanız daha, daha yapınız; nice yapılsa az.
İyi niyetinizden hiç kuşkumuz olmadığı gibi, düşüncelerimizi benimsemeseniz bile, sizin de bizim iyi niyetimizden hiç kuşkunuz olmayacağına inanıyoruz.
Saygılarımla.
*
Akşam, 1963 
(Sayfa: 124/127)

Yaşar Kemâl - Tek Kanatlı Bir Kuş

Remzi Bey, korkusunu, ürküntüyü unutup, içi aydınlataraktan, eskiyip kararmış masanın ucundaki sarı boyalı tahta koltuğa çöktü. Şefin arkasındaki duvarda kaşlarını iyice çatmış, alt yanı yırtılıp saçaklanmış, sapsarı bir Atatürk resmi yan yatmış duruyordu.
''Ha, ona mı bakıyorsun.?''
Remzi Bey gülümsedi.
''Bak bak, iyi adamdır ya, fazla canı sıkılmış. Bak bak, iyi gelir sana.''
*
Sayfa: 14
***********
''Şöyle buyrun Müdür Bey.. Şöyle rahat. Bacağının birisi kırık kanepeyi gösterdi. Remzi Bey ucuna ilişti.
''Rahat rahat otur Müdür Bey.. Rahat otur. O kanepe kırık bacaklan seni değil Ecevit'i bile götürür.
(...)
''Bu kanepe Ecevit'i de, İsmet Paşayı da, Fevzi Çakmağı da götürmüş gene kırılmamıştır.
Ha, kırılmaz. Rahat rahat otur.
*
Sayfa: 16
***********
Ceviz ağacı çok değerlidir ama altında uyumayacaksın, gölgesi ağırdır. Bir de ceviz ağacının bir huyu vardır, budaklarından birisi oluşurken yakınında kim varsa, ne varsa hemencecik budağın içine resmini nakşediverir. Zamanla budakla birlikte resim de büyür. Ceviz budağından çok acayip resimler çıkmıştır. Ulu ağaçlar, bulutlar, denizler, uzun yollar, kamyonlar, otobüsler, otomobiller, sincaplar, tilkiler, ayılar, kurtlar, çakallar. Zinhar, ceviz ağacı altında cima etmeyesin, sakıncalıdır. Ola ki, resminiz olduğu gibi, o durumda budaklara çıkar.
*
Sayfa: 25


Yaşar Kemâl - Yer Demir Gök Bakır

Fransız Basınından
*
'' Burada Yaşar Kemal'in Fransızcaya çevrilen Bir eserinden daha söz etmiştik. Bu seferde göz doldurucu bir başka eserinden söz etmek istiyoruz. Bu romana dikkati çekici, göz doldurucu değil, bir şaheser demek daha doğru olur.''
*
Bulletin Critique Du Livre Français
*****
''... Romancının hüneri, kişileri yaratması, bir manzarayı çizme ustalığı, bir gün doğuşu, bir kokunun anlatılışı, bir şefkat gösterisi... Bütün bunlarda Yaşar Kemal'in kabiliyeti eşsiz.''
*
Anne Philippe
*****
İngiliz Basınından
*
''Yaşar Kemal, büyük Rus yazarlarına has bir özellik gösteriyor. İşlediği konunun en ince ayrıntılarına kadar inmesi, onun eserini hayattan daha canlı bir hale getiriyor.''
*
Sunday Telegraph
*****
'' Yaşar Kemal'de büyük romancının bütün nitelikleri var.''
*
British Books

******
Çukurova'da, pamuk toplayarak yaşamlarını sürdürme mücadelesi veren bir köy halkının hikayesidir Yer Demir Gök Bakır. Adil'in her yıl köy halkından aldığı ücreti, o yıl köy halkının ödeyemeyişiyle başlar hikaye ve bu korku kitabın tamamında hakimdir. Ve bu korkunun yanısıra köyün en dürüst ve dobra insanı olan Taşbaş'a atfettikleri ermişlik makamıyla, hikaye başka örgülerde de devam eder. Küçüğünden büyüğüne, olağanüstü hikayeleri, inanılmaz bir hayal gücüyle besleyen bu halkın içinde, köy muhtarı Sefer, küçük Hasan ve onun ailesi ve susma yeminiyle adeta çıldırtan Meryemce Ana baş kahramanlardır.
*
Hikaye kaba taslak budur ama asıl sözü edilecek, sanırım Yaşar Kemal'İn yazma üslubudur. Bu konuyu, Fransız basınında Anne Philippe'in de belirttiği gibi; korkuyu, hayalleri, baharı ve daha nice yönüyle hayatı o kadar güzel betimlemiştir ki, okuyucu adeta içinde yaşar hale gelir. Küçük bir örnek:

''Bozkırda bahar çıldırmıştı. Her yıl olduğundan bin beter. Çiçeklerin sapları bir parmak boyunda var yok, kısa, küt olur. Bozkır çiçeklerinin renkleri alabildiğine parlaktır. Kırmızıysa, böyle bir kırmızı hiç bir yerde görülmüş değildir... Sarısı, mavisi, turuncusu da öyledir. Gece karanlığında bile gözükürler. Kokuları keskindir. Bu yüzden, üstünde çiçek olsun olmasın, eğil, bozkır toprağını kokla, mis gibi kokar. Bir avuç toprak alıp koynuna koy, günlerce acı, keskin, baş döndürücü bozkır çiçekleriyle kokarsın. İyicene, çıkmamacasına toprağa sinmiştir koku.'' (sayfa 421)

Gogol - Palto

''Küçük insan''a yapılan bu vurgular nedeniyle Gogol'un Palto'su edebiyata insancıl ve gerçekçi bir damarın başlangıcı olarak kabul edilir. Daha önceki dönemlerde kralların, prenseslerin, soyluların, kahramanların, yüksek duygularla baş etmeye çalışan yüksek mevkilerdeki insanların başlarından geçenleri konu edinen edebiyatın, odağına köylüleri, yoksul kentlileri, küçük memurları onların maddi sıkıntılarının yanında, manevi dertlerini, iç dünyalarındaki bastırılmış arzuları, hırslarını, korkularını, kendilerinden rütbeliler, yüksek mevkidekiler karşısında içine düştükleri bocalamaları, kendilerini önemsizleştirerek direnmelerini, küçük kurnazlıklarını almasının ilk ve en başarılı örneklerinden biridir Palto. Bu yanıyla kendisinden sonra gelen kuşakları etkilemiş, en azından onlara ilerleyebilecekleri bir yol açmıştır.
Gerçekten de Akakiy Akakiyeviç'i ya da Dostoyevski'nin İnsancıklar'ındaki kimi kahramanları andıran öykü ve roman kahramanları edebiyatta hiç eksik olmamış, Gogol'un açtığı yol derinleştirilmiş, yeni kavşak, sokak ve çıkmaz sokaklarla zenginleştirilmiştir. Türkçe öykünün önemli yazarlarının çoğunda, Sait Faik'te, Sabahattin Ali'de, Memduh Şevket'te, Fahri Celal'de, Oktay Akbal'da, Haldun Taner'de sıkça karşımıza çıkmıştır bu tip. Kürk Mantolu Madonna'nın baş kahramanı Raif Efendi mesela, yaşayışı, ezikliği, iş yerindeki arkadaşlarının alaylarına maruz kalışıyla Akakiy Akakiyeviç'i bir hayli andırır. Toplumsal hayat içerisinde önemsenmeyen, gözden kaçan, birbirine benzer hayatlar sürdüğü sanılan insanların yaşantılarında ya da iç dünyalarında anlatmaya değer, onlara özgü ama bir o kadar da önemli şeyler bulunduğu iddiası gidildikçe çatallanan bir başka yol daha açmıştır. Edebiyat ( özellikle öykü ), insan yaşantılarındaki kimi önemsiz görünen anların üzerine düşürdüğü edebi ışık vasıtasıyla insan olmanın, yeryüzünde yer kaplamanın nasıl bir şey olduğu ( ya da olmadığı ) gibi soruları içine almaya, tartışmaya ve yeni sorularla didiklemeye başlamıştır. Bu anlık edebi ışığın ilk huzmelerinden biri de Gogol'ün Akakiy'in üzerine düşürdüğüdür. ''

Behçet Çelik (sayfa 12-13 )

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...