Sayfa: 49
Bir Barış Projesi: Dinlerarası Diyalog
''Filozofların tanıklığı'' Abelardus'a Theologia summi boni'de olduğu üzere Dialogus inter Philosophum, Judaeum et Christianum'da a akıl ile inancın bir noktada birleşme olasılığına hazırlar. Eserin en önemli amacı budur, ama yanına bir o kadar önemli bir amaç daha katılır: Farklı inançlar arasında karşılıklı hoşgörü önerisi, kıyaslamalar ve ortak noktalar arayışı yoluyla gerçekleşecektir. Yapısı açısından son derece özgün olan bu eserde Abelardus, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın temel ilkelerini yazarla ve kendi aralarında konuşmak isteyen bir Yahudi, bir filozof ve bir Hıristiyan arasındaki diyalogu konu alır. Aralarındaki ilk ortak nokta, üç karakterin tek bir ilahi ilkeye inanıyor olmasıdır; bu ilke Yahudi için Eski Ahit'in Tanrı'sı, Hıristiyan için İncil'in Tanrı'sı ve filozof için En Üstün İyiliktir. Yazar, Abelardus'un büyük bir anlayışla tasvir ettiği Yahudi'yi Kutsal Metinlerin ''kelimelerinin ötesine'' geçmeye ve ''daha ruhani'' anlamlara veya ''kalbin niyetlerine'' açık olmaya davet eder. Nitekim, metinde birkaç defa tekrarlandığı üzere, başka dini inançlara karşı hoşgörüsüzlük müminin kendi inancını katı bir şekilde kabul etmesinden ve ''kelimelerin ötesindeki'' anlamları derinlemesine kavramayı reddetmesinden kaynaklanır. Dini inanç ne kadar ''felsefi'' olursa, diğer inançlarla uzlaşmaya o kadar açık olur: Bu temel tez, Abelardus'un teoloji yazılarında sıklıkla işlenmiştir.'' (Sayfa: 50-54)
ŞEHİR OKULLARI: CHARTRES VE SAİNT VİCTOR, Roberto Limonta:
GÖRSEL: Alegorik ve bilimsel çizimler içeren bir Alman ansiklopedisinden bir sayfa, y. 1410, Washington (D.C.), Library of Congress. (Sayfa: 61)
''Devlerin Omuzlarındaki Cüceler'': Bir Vecizenin Öyküsü * Ortaçağ hem kutsal metinlere hem de geçmişin büyük filozoflarına mutlak saygı duyulan bir çağ olmasıyla ünlüdür. Ortaçağ düşünürlerinin sorunu özgün olmaları değil, kendilerinden önceki dinsel otoritelerin düşüncelerine sadık olmaya devam etmeleri gibi görünür. Ancak skolastik düşünce çevrelerinde yaygın olan bazı vecizeler söz konusudur; örneğin non nova sed nove [yeni şeyler değil, yeni yollar], yeni (nova) şeyler söylemeyi olmasa da onları yeni bir şekilde (nove) söyleme isteğini belli eder ki, bu zaten yenilik üzerinde hak iddia etmenin sahte bir şeklidir. Yenilikçiliğin otoritelere saygıyla nasıl bir arada yer alabileceğini, Lilleli Alain ünlü bir vecizede ifade eder: Otorite, istenilen yöne bükülebilecek, mumdan bir burundur. Bu, otoriteye saygı göstermenin, söylenilenlerin içeriğine uyup onu kendi bakış açısına göre yorumlama hakkına sahip olma anlamına geldiğini söylemenin oldukça cüretkâr bir yoluydu. Ama modern çağa ulaşacak kadar rağbet görmüş ve ortaçağ ruhunu en derin şekilde yansıtan bir vecize varsa, o da cüceler ve devlerle ilgili olandır; buna göre, bizden önce gelenler devlerdir ve biz onların omuzlarında oturan cüceleriz, ama bundan dolayı da onlardan daha uzağını görmeyi başarırız. Bu vecize genelde Chartreslı Bernard'a atfedilir ve ilk olarak Salisburyli John tarafından Metalogicon'da (III. 4) dile getirilmiştir: ''Bernard, devlerin omuzlarındaki cüceler gibi olduğumuzu öne sürerdi; onlardan daha çok şeyi ve daha uzağı görebiliyoruz, ama bu, görüşümüzün keskin veya vücudumuzun güçlü olmasından dolayı değil, aslında devlerin büyüklüğü sayesinde daha yüksekte oturduğumuz ve yükselebildiğimiz içindir.'' Ancak bu vecizenin mucidi Bernard değildir, çünkü cüce metaforu olmasa da bu kavram bundan altı yüzyıl önce, Priscianus'un yazılarında geçer. Bu vecizenin 1160 yılında Laon Okulunun bir metninde, sonra da yaklaşık 1185'te Danimarkalı tarihçi Sven Aggesen tarafından kullanıldığını görürüz; daha sonra da Alexander Neckham, Bloislı Pierre, Lilleli Alain ve XIII. ile XIV. yüzyılda yaşamış çeşitli yazarlar tarafından kullanılmıştır.'' (Sayfa: 60) * Umberto Eco
FİLOZOFLAR VE TEOLOGLAR İÇİN YENİ KÜTÜPHANELER
XIII. yüzyıl, bir önceki yüzyılın başlarından itibaren yaşanan ve Arapların bilgi birikimine ve Yunanca klasik kaynaklara kıyasla Latin Batıda oluşan bilimsel ve felsefi gecikmeyi telafi etmeye izin veren tercüme ve yorum (translatio) hareketinin etkisini gösterdiği dönemdir. Bu dönemde yer alan felsefi tartışmalar günümüzde incelendiğinde ''skolastik olarak bilinen döneme geleneksel bakışın büyük ölçüde değişmesine neden olmuştur; XIII. yüzyıl, geleneksel bakış açısına göre önceki dönemin teolojik meselelerinin Aristotales'in bilim tanımı doğrultusunda çözüm bulduğu organik ve sistematik bir felsefenin, yani skolastisizmin zirvesini teşkil ediyordu. Latin Batının felsefesi ile Arap ve Yahudi kaynakları arasındaki bağlantıları ve düşündüğümüzden çok daha çeşitlilik gösteren ve çelişkili olan bu dönemde ne kadar önemli oldukları yeniden ortaya çıkan tarihçiler böylelikle, sadece görünürde önemsiz duran ansiklopedi yazarlığına, Daçyalı Boetius ve Brabantlı Siger gibi fazla önemli sayılmayan yazarlara ve Arap ile Yahudi felsefe geleneklerinin büyük etkisine yeniden dikkat çekmeyi başarmıştır. XIII. yüzyılda Aristotales yeniden bir otorite haline gelir. Önceki yüzyıllarda tercümanlar tarafından yürütülen çalışmalar tamamlanır: XIII. yüzyıl ortalarında Robert Gorsseteste'in tercüme ettiği Nikomakhos'a Etik sonradan Moerbekeli Willem tarafından gözden geçirilir; 1260'lı yıllarda da Willem'in kendisi Politika'nın tamamını tercüme eder. II. Friedrich'in ''çokkültürlü'' sarayında faaliyet gösteren Michael Scotus, Aristotales'in hayvanlar konusundaki kitaplarını tercüme eder ve aynı kitapları Moerbekeli Willem de Yunancadan tercüme eder. Willem 1278'de Poetika'yı da tercüme ederken, İbn Rüşd'ün Poetika konusunda yazdığı yorum eserinin tercümesi 1256'da Retorik eserini de Arapçadan tercüme eden Hermannus Alemannus tarafından yapılır. Böylelikle XIII. yüzyıldan itibaren Aristotales Hıristiyan teologlar ve filozoflar açısından tartışmasız felsefi otoriteler arasına dahil edilmiş olur; ancak sanat fakülteleri ile teoloji fakülteleri arasında sayısız akademik tartışmaya konu olur; bir yanda entelektüel ve profesyonel kimliklerinin bilincinde olan sanat hocaları Aristotales'in eserlerine sahip çıkarken, diğer yanda kilise yetkilileri zaman zaman müdahalelerde bulunur. Bu tartışmaların asıl mekânı üniversitelerdir; tartışmaların yöntem ve biçimleri buralarda belirlenir; en önemli tartışma şekli olan quaestio, bir mesele konusundaki çeşitli tezlerin ve karşıt tezlerin organize edilmesine, incelenmesine, kıyaslanmasına ve nihai olarak görülen bir sonuca varılmasına izin verir. Quaestio, teolojik ve felsefi bilgi birikiminin tamamını sistematik hale getirmeyi amaçlayan bir felsefe stili modeli olan summa'nın iskeleti sayılabilir. Quaestio aynı zamanda quaestio disputata, yani bir hocanın karşısında öğrencilerinin veya rakiplerinin yer aldığı, halka açık tartışma anlamına da gelebilir ve kuramsal veya ahlaki meselelerin en önemsizlerini bile konu alan quaestio quodlibetalis'ten çok farklı değildir. * Aristotales'in yeniden keşfi ve özellikle kanıtlama biliminin ilkelerini içeren İkinci Çözümlemeler, felsefi araştırmalara görmezden gelinmesine imkân olmayan bir bilimsel model sunar; bu meydan okumayı en bilinçli şekilde kabul edip en derinlemesine karşılık veren kişi, Thomas Aquinas'tır. Ancak Aristotalesçiliğin yorumlanması ile Hıristiyan ortodoksluğunun uzlaştırılması zor olacaktır. 1255 yılında Aristotalesin eserlerinin tamamı Paris'teki sanat fakültesi tarafından benimsenir; ancak Piskopos Tempier'nin 1277 yılında mahkûm edilmesi, Aristotalesçiliğe dayandırılan ve kilise öğretilerine (dünyanın ebediyeti, ruhun ölümsüzlüğü, aklın tekliği vs.) karşıt sayılan 219 tezi etkiler. Aristotales'in düşüncesinin yayılması bu şekilde engellenmeye çalışılır: Suçlamalara göre sanat hocaları Aristotales ile yorumcusu İbn Rüşd'ü okurlar ve bu iki pagan filozofun savunduğu hakikatlerin, farklı olsalar da Hıristiyanlıkta vahyedilen hakikatlerin yanında yer alabileceğine inanırlar. Bu hocalara göre felsefenin ne üstü örtülmelidir ne de Hıristiyan bilgeliğinin birliği uğruna feda edilmelidir: Sanat hocaları, Aristotales'e getirdikleri farklı yorumlar yoluyla çok çeşitli bilimsel yöntemler savunurlar. Mutlak ve vazgeçilmez bir hakikati içerdiği kimse tarafından inkâr edilmeyen bir inancın içerisinde bilgi alanlarının sınırlarını çizme ve her birini kanıtlama kurallarını ve kriterlerini belirleme gerekliliği giderek hissedilmeye başlanır. Thomas Aquinas'ınki başta olmak üzere Aristotalesçiliğin çeşitli versiyonlarının hüküm sürdüğü XIII. yüzyıldan geriye, tek bir senteze indirgenmesi imkânsız bir çoğulculuğun nitelediği bir dönem imajı kalmıştır. Ancak aynı zamanda ve yine Aristotalesçi formasyon bağlamında, Fransisken geleneği, Augustinus'un da yeniden yorumlanması yoluyla ve Robert Grossetesse, Roger Bacon ve Bagnoregiolu Bonaventura gibi yazarlar sayesinde, bilimsel ve teolojik düşüncede deneyimin değerini yeniden takdir etmeye başlayacaktır. (Sayfa: 89-90)
GÖRSEL: Aristotales ve Büyük İskender, İbn Baktişu'nun Hayvanlar ve Âdetleri adlı eserinden bir illüstrasyon, ms. Or. 2784, f. 96, XIII. yüzyıl, Londra, British Library. (Sayfa: 99)
İSLAM FELSEFESİ, Cecilia Martini Bonadeo:
GÖRSEL: Filozoflar, El-Mubaşir'in hüküm derlemesinden bir illüstrasyon, XIII. yüzyıl, İstanbul, Topkapı Sarayı. (Sayfa: 109)
Falsafa * Falsafa olarak bilinen ortaçağ İslam Arap felsefesi, VIII ile XIII. yüzyıllar arasında, İspanya'dan Kuzey Afrika'ya ve İndus Nehrine kadar uzanan bir coğrafyada üretilir. Bu coğrafyada İslam dini farklı kültürlere sahip farklı halkları bir araya getirmiştir, Kuran Arapçası koine (ortak dil) haline gelmiştir ve Bağdat, Şam, Kahire ve Buhara gibi büyük merkezlerde İslam monoteizminin hâkimiyetinde, ama Hıristiyanlar ve Yahudiler gibi diğer cemaatler tarafından üretilen bilimsel katkılara açık, yoğun bir kültür hayatı gelişir. Falsafa konusunda titiz bir araştırma çok yönlü bir şekilde yürütülmelidir. Her şeyden önce, Yunan felsefe eserlerinin Arapça tercümelerinin ve bu eserleri konu alan Arapça şerhlerin incelenmesi, Platoncu ve Aristotalesçi felsefe geleneğinin Arap-Müslüman süreci yoluyla klasik Yunanistan'dan Latin ortaçağına kadar olan sürekliliği gözler önüne serilmelidir. İkinci olarak da Yunan felsefesinin İslam kültürü ile bir araya gelmesi, Müslüman filozofların ürettiği özgün eserlerin incelenmesi bizi felsefenin kendine özgü niteliklerini -özellikle pagan Yunan düşüncesi ile katı bir şekilde monoteist olan İslam teolojisini sürekli olarak uzlaştırma çabaları ve bunun sonucunda Platon ve Aristotales gibi düşünürlerin bu doğrultuda yorumlamaları- belirlemeye yönlendirmelidir. (Sayfa: 108) * Bireysel Ruhun Ölümsüzlüğü: * ''İbn-i Rüşd'e göre, Ruh Üzerine'yi konu alan Uzun Şerh'te tek tek insanlar maddi akla sahip değildir. Maddi akıl, insanoğlunun tümel mükemmelliğidir, yani bütün insanlara birden aittir ve insanoğlunun tür olarak ebedi olmasına benzer şekilde o da ebedidir. Her birey düşündüğü zaman insanoğlunun tamamına ait olan aklı gerçeğe dönüştürür. Nitekim bireylerin maddeden soyutladığı formlar veya ''hayal edilen formlar,'' maddi akla özgü bilme potansiyelini gerçeğe dönüştüren ilkelerdir; görme nasıl görünür nesnelere ve ışığa bağlıysa, bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi de aynı zamanda Fail Akla bağlıdır. Maddi aklın tekliği kuramının sonucu, ölümden sonra bireysel aklın hayatta kalmasının imkânsızlığıdır; çünkü bireylere gerçek anlamda ait olan tek şey, bedenin çürümesine maruz kalan, hayal edilen bireysel formlardır; ölümsüzlük sadece tümel akla aittir ve kişilerüstüdür.'' (Sayfa: 118) * ORTAÇAĞ YAHUDİ FELSEFESİ, Riccardo Fedriga * Gelenek, Kurallar ve Anlatım * Yahudi geleneği bir norm sistemini, Kitabı Mukaddes'in metnini tamamlamayı amaçlayan ve hahamların hükümlerini içeren hukuki bir külliyatı temel alır. Kitabı Mukaddes başlangıçta sözlü olarak aktarılıp sonradan Talmud adı altında yazılı hale getirilir. Geleneğin bu normatif bölümüne halakha denir. Aggada (anlayım) ise mucizevi hikâyelere ve bilge deyişlere dayalı, normatif olmayan bir bölümdür. Talmud, yasanın (Tevrat) tekrarı olan Mişna ile Mişna'nın yazılı yorumlarını içeren Gemara'dan oluşur. Babil ve Filistin veya Kudüs adı verilen iki farklı Talmud, iki farklı yorum geleneğine dayanır. Yahudilik aslında insanların gündelik hayatına dayalı bir din olarak ortaya çıkar; dogmalardan yoksun bir dindir ve teoloji veya spekülatif fikirleri değil, davranış ve eylemler konusunda bir kurallar bütününü temel alır. Talmud'un II ila V. yüzyıllar arasında, yasanın ve geleneğin incelenmesiyle tezat oluşturan yabancı bir ilim olarak görülen Yunan felsefesinden uzak durmasının başlıca nedeni budur. VII. yüzyılda durum değişmeye başlar: Müslüman Araplar 634'te Bizans ve Sasani imparatorluklarını istila edip önce Şam, sonra Bağdat merkezli bir halifelik kurarlar: Yahudi toplulukları bu yönetim altında bir hoşgörü ortamında hayatlarını sürdürür. Üç Kitap dini (Hıristiyanlık, İslam ve Yahudilik) burada birbiriyle temas eder. İslam dünyasında akılcı ve kanıtlayıcı argümantasyona dayanan ve din alanında apolojist türden teolojik bir tartışma yöntemi olan Kelam gelişir. Yahudi âleminde buna paralel olarak gelişen süreç de eleştirmenler tarafından Yahudi Kelamı olarak tanımlanmıştır. Bu alanda öne çıkanlar arasında Saadia Gaon vardır. (Sayfa: 119)
1. GÖRSEL: ''Kuş başları'' aggada'sı, parşömen üzerine el yazması, y. 1300, Kudüs, Israel Museum. (Sayfa: 120) * 2. GÖRSEL: (Sayfa: 121) * 3. GÖRSEL: İbn Meymûn'un Mishneh Torah eserinin başsayfası (y. 1180, XIV. yüzyıl, Kudüs, Biblioteca Nazionale. (Sayfa: 123)
ÜNİVERSİTELER: BİR ORTAÇAĞ İCADI, Andrea Colli: * ''XII. yüzyıl başlarında eğitim faaliyetlerinin neredeyse tamamı manastır veya katedral okulları tarafından yürütülür ve ruhban sınıfının eğitimi sağlanır. Uygulamalı hukuk ve noterlik alanında bazı özel okulların bulunduğu şehirlerin giderek gelişmesi ve kıral bölgelerdeki birçok büyük manastırda bulunan okulların kapanmaya başlaması, eğitim faaliyetlerinin kent merkezlerinde gerçekleşmeye başladığı, gerçek bir ''eğitim devrimi''ne yol açar. Hocalarla öğrenciler arasında basit antlaşmalar şeklinde ortaya çıkan ve en azından başlangıçta öğrencilerin ödediği ücretlerle finanse edilen okullar, Avrupa'nın birçok şehrinde hızla gelişir ve gerçek anlamda loncaların hukuki niteliklerini edinir (eğitim faaliyetine katılan herkesi kapsadıklarından dolayı da kendilerine universitas adı verilir). Kendiliklerinden ortaya çıkan üniversitelerin yanı sıra papa veya imparator tarafından kurulanlar ve bazı öğrencilerin veya hocaların var olan üniversitelerden ayrılıp kurduğu üniversiteler de söz konusudur. Paris'te bu tür birliklerin izine XII. yüzyıl sonlarından itibaren rastlanır, ancak Bologna'nın ilk üniversitesi (1088), ne kiliseye ne de devlet otoritesine bağlı olan ilk okuldur, Paris'te ise Abelardus döneminde bile (XII. yüzyılın ilk yarısı) okul hâlâ katedrale, dolayısıyla da piskoposluğa bağlıdır. Napoli'de üniversite, İmparator II. Friedrich'in (1194-1250) isteği üzerine açılırken, Padova ile Orleans, Bologna ve Paris üniversitelerinden hocaların göç etmesi sonucu açılan üniversitelere birer örnek oluşturur.'' (Sayfa: 128)
GÖRSEL: Lorenzo di Voltolina, Üniversitede ders, Henricus de Alemannia'nın Liber ethicorum eserinden, Min. 1233, XIV. yüzyıl, Berlin, Kupferstichkabinett, Staatliche Musseen. (Sayfa: 129)* Tıp * Tıp eğitimi alanında Hippokrates (MÖ 459/460-375/351), Galenus (y. 129-201), Afrikalı Constantinus (1015-1087) ve İbn Sînâ'nın (980-1037) Kanun'u ile İbn Rüşd'ün (1126-1198) Latincede Colliget olarak billinen Külliyat eseri başta olmak üzere, bazı Arapça inceleme yazıları temel alınır. XIV. yüzyıldan itibaren, Montpellier başta olmak üzere, bazı üniversitelerde ceset diseksiyonuna başlanır. (Sayfa: 132)
GÖRSEL: Montpellier Tıp Fakültesinde diseksiyon dersi, Guy de Chauliac'ın Chirurgia Magna eserinden, ms. H 184, f. 14v, XIV. yüzyıl, Montpellier, Musee Atger. (Sayfa: 133)
Işık ve Metafizik * Renklerin Güzelliği
GÖRSEL: Kuzey cephesinin vitrayı, 1225-1230, Notre-Dame Katedrali (Sayfa: 175)
Ortaçağda güzellik orantıyla, ışıkla ve renkle özdeşleştirilir ve renk daima en basit biçimdedir: kırmızı, mavi, altın, gümüş, beyaz ve yeşilin senfonisi nüanslar, ışık ve gölge oyunları içermez, renklerin görkemi nesneleri dışarıdan saran veya ortaya çıkaran ışıktan değil de bir bütün olarak uyumlarından kaynaklanır. Ortaçağ minyatürlerinde nesnelerin kendileri ışık saçar gibidir. Sevillalı İsidorus'a göre mermerler beyazlıkları, metaller yansıttıkları ışık, hava da aurum, yani altının ihtişamından dolayı güzeldir; hatta adını, yani aer'i ondan alır (nitekim altın gibi, ışık tarafından şekillendirildiği anda ışıldar). Değerli taşlar renklerinden dolayı güzeldir, çünkü renk, hapsedilmiş güneş ışığından ve arıtılmış maddeden başka bir şey değildir. Gözler ışıltılı ise güzeldir, en güzel gözler de mavi-yeşil gözlerdir. Şairler bu parlak renk duygusuna daima sahiptir: Otlar, yeşil; kan, kırmızı; süt, bembeyazdır. Bingenli Hildegard'ın mistik düşleri kıpkırmızı alevler içerir, cennetten kovulan ilk meleğin güzelliği de gökyüzündeki yıldızları andıran ışıl ışıl taşlardan kaynaklanır. Gotik kiliselerin kapkaranlık neflerine Tanrı'nın girebilmesi için vitraylardan içeriye ışık demetleri nüfuz eder ve bu ışık koridorlarına yer vermek için pencereler de, gül pencereler de genişler, duvarlar da payandalar ve kemeler yoluyla neredeyse ortadan kalkarlar ve kilisenin tamamı ışığın oyma yapı unsurları arasından kiliseye yayılmasını sağlayacak şekilde inşa edilir. Haçlı Seferlerinin vakanüvisleri gemilerin güneş ışığında ışıldayan renkli sancaklarını, zırhlardan, miğferlerden ve mızrak uçlarından yansıyan güneş ışınlarını, şövalyelerin bayraklarının ve sancakların soluk sarı ve mavi, turuncu ve beyaz, siyah ve beyaz renk bileşimlerini tasvir ederler; minyatürlerde de rengârenk giysileri içinde hanımlardan ve şövalyelerden oluşan kortejler resmedilir. (Sayfa: 174) * Umberto Eco * MI Daçyalı Boetius: * HAYAT İDEALİ OLARAK FELSEFE: * De summo bono, ss. 19-20 * ''Öğretmen Daçyalı Boetius, De summo bono [En Yüce İyi Üzerine] adlı inceleme eserinde düşünce hayatını (yani felsefeyi) insan için olabilecek en asil varoluş şekli olarak hararetle metheder. Boetius, farklı iyilik türleri arasındaki ayrım üzerine kurduğu hiyerarşide, insanın en üstün yetisi olan aklı en yüce iyi olarak tespit eder. Bu metin, Aristotales'in zihinsel hayatın, olabilecek en erdemli ve mutlu var olma şekli olarak yüceltildiği Nikomakhos'a Etik eserinin X. kitabını neredeyse kelimesi kelimesine çağrıştırır..'' (Sayfa: 189) * M4 Thomas Aquinas * TANRI'YA AKIL YOLUYLA ERİŞMEK: Summa theologica, Tanrı'yı Tanımak: * ''Madde 2 TANRININ VARLIĞINI KANITLAMAK MÜMKÜN MÜDÜR.? * Tanrı'nın varlığının kanıtlanabilir olmadığı anlaşılıyor. Nitekim: * Tanrı'nın varlığı bir inanç hakikatidir. İnanca bağlı şeyler kanıtlanamaz, çünkü kanıtlama beraberinde bilimi getirir, halbuki inanç, Havari'nin dediği gibi, sadece kendinden belli olan şeylerle ilgilidir. Dolayısıyla Tanrı'nın varlığı kanıtlanamaz. Bir kanıtlama işleminin orta terimi, konunun doğasından elde edilir. Ancak Tanrı'nın ne doğası ne de ne olduğunu bilebiliriz. Tek bilebileceğimiz, Şamlı Johannes'in dediği gibi, ne olmadığıdır. Dolayısıyla Tanrı'nın varlığını kanıtlayamayız.'' (Sayfa: 194) * ''Nedenle orantılı olmayan sonuçlardan nedenin mükemmel bir şekilde tanınamayacağı doğrudur. Ancak herhangi bir sonuçtan hareketle nedenin varlığını apaçık bir şekilde kanıtlayabiliriz. Dolayısıyla, Tanrı'nın yarattıkları yoluyla Tanrı'nın özünü mükemmel bir şekilde tanımak mümkün değilse de onun varlığı, yarattıklarından yola çıkarak kanıtlanabilir. 1) Yani a priori kanıtlama. 2) Yani a posteriori kanıtlama. (Sayfa: 195) * Ortaçağ Tıbbi ve Felsefi Statüsü, Giorgio Cosmacini: * Hildegard, Trotula, Salerno Okulu * Bingenli Hildegard, 1000 yılından sonra yaşamış önemli bir şahsiyet ve bir bilim kadını prototipidir. Hildegard'ın tıbbı, biri botanik konulu ve Physica [Fizik] başlıklı, diğeri ''insanları hasta kılan güçler'' ve ''iyileştiren güçler'' (bunların başında yaşamın doğayla müttefik, yeşil gücü viriditas [yeşillik, bereketlilik] yer alır) şeklinde daha karmaşık bir konusu olan Causae et curae [Nedenler ve Tedaviler] başlıklı iki kitap şeklinde derlenmiştir. Başka bir alanda da olsa, Hildegard kadar önemli bir başka kadın, kadın hekim ünvanını hak eden Salernolu kadınların bilgeliğini derlediği söylenen Trotula'dır. '2Kadınların doğum öncesinde, sırasında ve sonrasında tutkuları'' başta olmak üzere doğum ve jinekoloji konusunda yazdığı Latince bir eser, hamile ve doğum yapan kadınlar ile lohusalara yardım uygulamalarının yeniden tıp alanına dahil olduğunu gösterir. Skolastik dönemde Salerno, Norman Puglia ve Calabria Dükalığının parlak başkentiydi. Constantinus Africanus'un (1010-1085) 1077'de Kartaca'dan Salerno'ya gelişi, Latin ve Yunan-Bizans tıbbıyla kaynaşmış Arap tıbbının katkısına işaret eder. Bu sentezin başyapıtı olan Regimen sanitatis salernitatanum [Salerno Sağlık Rejimi], ortaçağ tıbbının yayılmasına izin veren en önemli derleme sayılır. Ortaçağ tıbbının temel taşları beslenme, eczacılık ve cerrahidir. Tıp eğitiminin gerçek anlamda kurumsallaşmasına daha zaman varsa da deneysel practica, derlemeler ve yorumlar şeklinde toplanmış theorica'dan destek alırdı. (Sayfa: 197)
GÖRSEL: Tıbbi burçlar kuşağı, merkezinde İsa-Apollon, dış çemberlerde de dört mevsim, ms. lat. 7028, f. 154v, XI. yüzyıl, illüstrasyon, Paris, Bibliotheque Nationale de France (Sayfa: 199)
Hekimle ve Filozoflar: * ''..Petrus Hispanus (1226-1277) hekim bir papadır. Oftalmoloji alanındaki Liber oculorum [Gözlerin Kitabı] eserinin yanı sıra, giderek büyüyen ileçle tedavi sektörüne, artan tıbbi tedavi harcamalarına ve hekimlerin hırsına karşı, halkın varlıklı olmayan kesimine tedavi kriterleri ve yöntemleri sağlamaya yönelik bir eser olan Thesaurus pauperum'u [Yoksulların Hazinesi] yazmıştır.'' (Sayfa: 201)
ÇOĞUL HAKİKATLER
GÖRSEL: Bakireler Kapısı, ayrıntı (Bilge Bakireler), XIV. yüzyıl, Erfurt, Katedral. (Sayfa: 250)
ECKHART VE REN BÖLGESİ MİSTİSİZMİ, Alessandra Beccarisi: * İnsan: İlahi Varlık * Nitekim insanı niteleyen sahip oldukları (düşünce, eylem, maddi mülk) değil, ne olduğu, yani ilahi bir varlık olduğudur: ''Varlığımızın temel aldığı şey, kendi kendimizi iptal etmemizden başka bir şey değildir. Bundan dolayıdır ki, kendini tam bir mülkiyet şeklinde bize vermek isteyen Tanrı önce tüm mülklerimizden tamamıyla kurtulmamızı ister. Tanrı aslında herhangi bir mülke sahip olmamamızı ister.'' * Ruhsal Kıvılcım * Mülklerden kurtulma eylemi alıştırma yapmayı, kendini adamayı ve özellikle insanın yavaş yavaş kendi imkânlarının bilincine varmasını gerektirir ve bu süreç sonucunda insan, hakiki doğasına yabancı olan her şeyden kopar. Dolayısıyla Eckhart'ın insanın ontolojik statüsü konusundaki düşünceleri insan mevkiinin yeni bir tanımının temelini oluşturur: ''İnsan kendini mülk sahibi olabilen varlıklar arasında bir varlık olarak saydığı sürece, içindeki ilahi yönü keşfedemez. Ama canlı boyutundan uzaklaşıp özü üzerinde dikkatli bir şekilde düşünürse, Tanrı'dan geldiğini ve daima Tanrı'yla bir olduğunu keşfeder. İnsanın Tanrı'yla bir olduğunun bilincine varması, akıldışı ve duygusal, mistik bir deneyimin sonucu değildir, ruhun başlangıçtaki özgürlüğünün keşfi anlamına gelir. Eckhart ilk yazılarından itibaren bu özgürlüğe belirlenimsizlik ve varoluşa tam anlamıyla açık olma gözüyle bakar. Bunlar, Eckhart'ın Almanca eserlerinde ''tapınak,'' ''kale,'' ''kıvılcım,'' veya ''ruh ışığı,'' adını verdiği insan ruhunun özsel ilkesinin özellikleridir. Aristotales'in mümkün akla dair klasik psikoloji öğretisini ele alan Eckhart, bu öğretiyi yepyeni bir bağlama uygular. Eckhart belirlenmemiş akıl fikrini ele alırken, onu bilinmesi gereken bir nesneye zıt olarak görmez, mutlak bir şekilde belirlenmemiş olan bir başka akıl olan Tanrı'nın zıt ve gerekli kutbu olarak algılar. (Sayfa: 251) * İlk Quaestio'lar: * ''Meister Eckhart'ın imge öğretisi, bu özdeşlik ve fark dinamiğine açıklama getirir. Bir insanın aynadaki görüntüsü, aynı anda gerçek insanın hem aynısıdır hem de ondan farklıdır. Aynıdır, çünkü yansıtılmış imgesini oluşturur; farklıdır, çünkü aynadaki bir imgedir. Tanrı'nın insandaki imgesi de böyledir; akıl, insanı aynı anda hem Tanrı'yla aynı hem de ondan farklı kılar: Aynıdır, çünkü Tanrı'nın aklı insana yansır; farklıdır, çünkü bu imge zaman ve mekânda belirli, sonlu, somut bir insanda bulunur. Eckhart insanın özünün temelinde yatan, insanla Tanrı arasındaki bu yakınlık ilişkisine ''Tanrı'nın ruhu içinde doğuşu'' adını verir; bu süre Tanrı açısından sonsuzdur, ama insan açısından keşfedilmesi gereken bir olaydır.'' (Sayfa: 253)
GÖRSEL: Konstanzlı Usta Heinrich, Aziz Johannes İsa'nın göğsünde dinlenirken, XIV. yüzyıl başları, Antwerp, Mayer van den Bergh Müzesi. (Sayfa: 254)
DEVAMLILIK VE KIRILMA: XV. YÜZYIL: * ''XV. yüzyıl bu anlamda, iki farklı dönemin fikirlerinin hem çakıştığı hem de bir araya geldiği, gerçek anlamda bir geçiş dönemidir. Ayrıca tam da bu yüzyılda felsefi düşüncenin, bir yandan yeni dünyaların ortaya çıkmasıyla sarsılırken, diğer yandan da matbaanın icadı sayesinde fikirlerin dolaşımı ve yayılması açısından yeni olasılıklarla karşılaştığını da unutmamalıyız.'' (Sayfa: 282)
GÖRSEL: Meryen Ana'nın Hayatı'nın Ustası, İsa'nın Çarmıha Gerilmesinden bir ayrıntı: Nicolaus Cusanus'un olası portresi, 1465'ten sonra, Bernkastel-Kues, Almanya, St. Nikolaus-Hospital. (Sayfa: 287)
Kardinal ve Piskopos: * ''II. Pius tarafından Roma'ya çağrılan Cusanus Bressanone'ye çok kısa bir süreliğine dönecektir. Bu arada 1460'da De possest [Olasılığın Fiili Varlığı Üzerine] adlı diyaloğu ve 1461'de Kuran'ı incelediği De cribratione Alkoranı [Kuran Üzerine İnceleme] adlı eseri yazacaktır. (..) Cusanus üç tek tanrılı dini bir araya getirmeyi başaracak üniter bir din hayalini kurup De pace fidei'yi bu doğrultuda yazsa da, II. Pius tarafından yeni bir Haçlı Seferi düzenlemekle görevlendirilir, ancak ağustos 1464'te vefat eder.'' (Sayfa: 287) * M. D'A.
De pace fidei: * ''1453 tarihli De pace fidei çok geniş bir ekümenik ufku temel alır. Bu edebi kurmacada yeryüzündeki bütün halkları temsil eden 17 âlim -bir Yunan, bir İtalyan, bir Arap, bir Hint, bir Keldani, bir Yahudi, bir Türk, bir Alman vs- aralarındaki ihtilafların çözülebileceği tek yer olan gökyüzünde bir araya gelirler. Bu eser ortaçağ düşüncesinde çok rağbet gören dinlerarası diyalog geleneğini çağrıştırır.'' * ''Eserin amacı, çeşitli teolojik konumların kavranmasını temel alan hoşgörüden hareketle farklı inançların barış içinde bir arada yaşamasını sağlamaktır. Burada benimsenen temel varsayım, bütün bu farklı durumlarda ibadet edilen Tanrı'nın aynı Tanrı olduğu, dolayısıyla İslam'ın bazı yönleriyle ilgili olarak söz konusu olduğu üzere, gerçek anlamda teolojik hataları temel almadığı sürece dinler arasındaki farklılıkların halkların farklı örf ve âdetlerine, hatta bireylerin bile münferit zevkine dayanan ibadet biçimleriyle bağlantılı meselelere indirgenebileceğidir. Bütün bunlar bir dinden başkasına geçmeyi ve tabii ki farklı dinlere inananların bir arada yaşamasına engel değildir. On yedi âlim, gökyüzünde verilen ve karşılıklı görüş alışverişinde geliştirilen bu evrensel mesajı kendi halklarına aktarmalı ve böylelikle insanlık tarihinde kalıcı barışın hüküm süreceği yeni bir çağın başlamasını sağlamalıdır.'' (Sayfa: 288) * FAAL HAYAT VE DÜŞÜNCE HAYATI: COLUCCİO SALUTATI'NİN YURTTAŞLIK HÜMANİZMİ, Claudio Fiocchi:
GÖRSEL: Coluccio Salutati, Floransa başvekili, Floransa, Biblioteca Medicea Laurenziana. (Sayfa: 304)
Eskiler, Şiir, Yurttaşlık Sorumluluğu: * ''Salutati'nin kelimelere verdiği önem, üniversitelerdeki uygulamalardan, tartışmalardan ve soyut terimlerden uzak durmasını sağlar. Nitekim kelimeler ya ''nesnelerle beraber doğmuştur,'' ya kaybedilmiştir ya da kelimelerin kullanımından dolayı üstü örtülmüş olan bu derin değerin geri kazanılması gereklidir. Kelimeleri ve anlamlarını iyi bilmek, hem Tanrı'nın kelamını anlamak açısından önemlidir hem de Salutati'nin felsefesinin yönelimine, yani söylemlerin somutluğuyla nesneler ile beşeri eylemler arasında daha sıkı bir ilişkiyi geri kazanma iradesine işaret eder.'' (Sayfa: 303) * Astrolojiye Karşı: De fato. * Salutati insanoğlunun faaliyetini yüceltirken, astroloji gibi onu sınırlayabilecek öğretileri araştırır. Nitekim astroloji, olayların ve insan davranışlarının, gökyüzünde hareketlerini gördüğümüz yıldızların yeryüzü üzerindeki etkisini öngördüğü için bir tür belirlenimciliktir. De fato [Kader Üzerine] adlı eserini bu konuya adayan Salutati'ye göre astroloji, biri bilgilerin doğruluğuyla ilgili, diğeri ilkesel olmak üzere iki öenmli kusura sahiptir. Birincisi, İskenderiyeli bilim adamı Klaudios Ptolemaios'tan (II. yüzyıl) itibaren yıldızlar konusundaki bilgilerde yapılan sayısız hatayla ilgilidir. Bu hatalar bu disipline güvenilemeyeceğini gösterir. İkinci hata, insanların seçimlerini sınırlayan öngörülerde bulunma iddiasıyla ilgilidir; Salutati'ye göre, insanın özgür olduğu akıl yoluyla gösterilemez, ama irade ve insanın irade algısı yoluyla kanıtlanabilir. (Sayfa: 304)
GÖRSEL: Kuzey İtalya okulu, Arezzolu Leonardo Bruni, XV. yüzyıl, Liverpool, Walker Art Gallery. (Sayfa: 318) * Görsel: Erdem Ağacı, Aristotales'in Leonardo Bruni tarafından tercüme edilen Etik eserinden, ms. Harley 3396, f. 118v, 1470-1480, Londra, British Library. (Sayfa: 319)
LEONARDO BRUNİ: RÖNESANS'IN EŞİĞİNDE İNSAN, TANRI VE DÜNYA, Luca Bianchi: * Felsefi Eserleri ve ''Yurttaş Hümanizmi'': * ''Aristotales'in insanın ''politik bir hayvan'' olduğu düşüncesini ele alan Bruni, inziva tercihine karşı olduğunu söyleyerek hem dine adanma alanındaki monastik ve çileci yorumları hem de hümanist ideallerin sadece edebi ve estetik eğilimli yorumlarını eleştirir; Dante'yi, ''yurttaşlık'' açısından üstün sayıldığı Petrarca'ya tercih etmesi de buradan kaynaklanır.'' (Sayfa: 319-322) |