1 Ocak 2025 Çarşamba

Julian Young - Nietzsche (Çeviren: Bülent O. Doğan)

 

Arka Kapak
*
Dünya üzerine gelip geçmiş bütün felsefeciler arasında, “filozof”, hatta “feylosof” tanımına en çok layık olanı; herhalde aslen felsefeci değil, klasik filolog olan Friedrich Nietzsche’dir (1844-1900). Üretken hayatı boyunca Hıristiyanlıkla bütünleşmiş Batı kültürüyle boğuşan Nietzsche; bu kültüre bir itirazdan ibaret olan külliyatını, kimi zaman yıkıcı ve sert, kimi zaman yumuşak ve incelikli ama her zaman çarpıcı üslubuyla kaleme almıştır. Felsefesinin temeli, ne kadar kökleşmiş olursa olsun, insanın coşkun enerjisini engelleyen her türlü öğretinin sorgulanıp ayıklanması ve bunun yerine “hayatın olumlanması”dır. Bu kapsamda Apollon-Dionysos ikiliği, güç istenci, bengi dönüş, üstinsan gibi anahtar kavramlar eşliğinde oluşturduğu felsefesinde kendini Deccal ilan edip Tanrı’nın öldüğünü ileri sürerek Zerdüşt kimliğiyle Batı kültürünü ıslah etmeye girişmiştir.
*
Nietzsche’nin düşüncelerini döneminin bağlamına (Prusya militarizminin, Darwinci bilimin, antisemitizmin, gençlik ve özgürlük hareketlerinin yükselişi) yerleştiren elinizdeki biyografi, bahtsız filozofun hayatını bütün boyutlarıyla anlatmaktadır. Lou Salomé’ye duyduğu umutsuz aşkın kişiliği üzerindeki yakıcı etkisini dile getirmekte, kırk dört yaşında aklını yitirmesinin sebeplerini anlamaya çalışmaktadır. Ölümünün ardından düşünsel mirasına el koyan kız kardeşi tarafından çarpıtılarak Nazizme felsefi payanda haline getirilen ve bu prangadan ancak on yıllar sonra kurtulan eserlerini, bütün alt anlamlarıyla birlikte titizlikle ele alıp incelemektedir.
*
19-20. yüzyıl Alman felsefesi uzmanı olan yazar Profesör Julian Young, Nietzsche’nin hayatı ve felsefesine dair bugüne kadar yazılmış bu en kapsamlı biyografisinde özel bir bölümleme yapmıştır. Böylece isteyen okur Nietzsche’nin sadece hayatıyla, isteyen de sadece eserleriyle ilgili bölümleri okuyabilir. Elbette yazarın dileği, ünlü filozofun hem sarsıcı eserlerinin, hem de dokunaklı hayatının okunmasıdır.
*
*
*
Kronoloji:
*
1882:
*
''16-17 Haziran: Lou'yla buluşmak için Berlin'de bir gün boyunca bekledi.
25 Haziran - 27 Ağustos: Tautenburg'da. Lou ve Elizabeth de 7-26 Ağustos'ta oradaydı.
Lou N'ye ''Gebet an das Leben'' (Hayata Dua) adlı şiiri hediye etti. N şiiri derhal besteledi, 1874'teki bestesi Hymnus an die Freundschaft'ın (Dostluğa İlahi) melodisini kullandı.'' (Sayfa: XXIV)



GENÇLİK:
*
Da Capo
*
Röcken


''Nietzsche'ye göre, ruh sağlığı gayet yerinde olan bir insan geriye bakıp bütün hayatını gözden geçirdikten sonra coşkuyla ayağa kalkıp ''oyunun ve performansın tamamına'' ''Da capo.!'' -bir daha.! Bir daha.! Tekrar en baştan.!- diye haykırabilmeliydi. Bu fikir onun en büyük esin kaynağıydı. Sağlığı tamamen yerinde olan bir insanın ''en büyük coşkuyla arzuladığı şey'' kendi hayatının sonsuz bir zaman boyunca ''bengi dönüşü''dür. (ewige Wiederkehr) -kötü parçaları atılarak arıtılmış haliyle değil, tam olarak aynı hayatı, ne kadar acı ve utanç verici olursa olsun, en ufak ayrıntısına kadar ister. Nietzsche'nin kendi amacı da bunu yapabilmek, kendi hayatına ''Da capo.!'' diye haykıracak bir noktaya ulaşabilmekti. Bakalım o noktaya varıncaya dek nelerle yetinmek zorunda kalmış.'' (Sayfa: 3)
*
''..Nietzsche'nin dört bir yanı Lutherci papazlarla doluydu diyebiliriz. Ama daha sonra Hıristiyanlığa suikast girişimini köktenci ya da bağnaz bir geçmişe tepki olarak değerlendirmek hata olacaktır. Ailesi ne köktenci ne de bağnazdı, mesleğinin sonunda yazdığı yarı otobiyografik eseri Ecce Homo'da kendisi de bunu doğrular: ''Hıristiyanlıkla savaşıyorsam, bu tam benim işimdir; çünkü o yönden hiçbir yıkımla, hiçbir engelle karşılaşmadım. En koyu Hıristiyanlar benden hiç esirgememişlerdir sevgilerini.''..'' (Sayfa: 5)
*
''Elizabeth küçük yaşlardan itibaren Fritz'in yazdığı ne bulursa aşırma alışkanlığı edinmişti; Nietzsche'nin ölümünden geriye kalan epeyce yayımlanmamış metni (Nachlass) kaynağı bu alışkanlıktır. Soyut düşünme kapasitesinden yoksun ve duygusallıkla yüklü (tüm o ''oh'' ve ''ah''lardan kurtulsa yazdıkları çok daha iyi olurdu, diye annesine yakınır Nietzsche) Elizabeth, yine de açıkgözce (hatta en sonunda suç niteliğinde) bir girişimcilik yeteneği edinecek, böylece ağabeyinin delirmesinden sonra onun adını kullanarak geçimini gayet iyi sağlayacaktı.'' (Sayfa: 8-9)
*
''Röcken'deki bu kral yanlısı ailede Fransız Devrimi'nin tekrarına (bu tekrara Dresden'deki Richard Wagner ve Rhineland'daki Karl Marx da dahil olmuştu) hiç sempatiyle bakılmıyordu elbette. Prusya kralının kalabalığı yatıştırmak için sosyalist devrimcilerin kızıl armasını taktığını duyan Ludwig (babası) gözyaşlarına boğulmuştu. Göreceğimiz üzere, Nietzsche ömrü boyunca Rousseau'ya (Fransız Devrimi'ne ''Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik'' savaş çığlığını veren kişi), sosyalizme, hatta her türlüsünden devrime nefretini korumuştu. Ayrıca babasının kralcılığına sadık kalarak daima monarşiyi ideal bir hükümet biçimi olarak görmüştü.''(16) (Sayfa: 11)


Dip Not (16): Nietzsche'nin edebi mirasının korunan ilk fragmanının on yaşında bir oyunun taslağı olması dikkate değerdir. Bu taslakta kral kahramandı ve bir isyanla karşı karşıyaydı (KGW I.1 1 [1]). Nietzsche, 18 yaşından kalma başka bir fragmanda monarşik devletlerin gündelik işleri halletmekte ve bilhassa savaşta daima en iyisi olduğunu yazar. Yunanlılar bunu anlamış ve Zeus'u tüm diğer tanrıların hükümdarı yapmışlardı; Pers İmparatorluğu'nun gücü de, Perslerin çok akıllı olmasından değil, krala çok bağlı olmalarından kaynaklanıyordu (KGW 1.2 10 [33]). 1883'te Batı modernliğinin yozlaşmışlığından bahsederken, ''kralların çağı geçti çünkü insanlar artık onlara layık değil: krallarda ideallerinin simgesini değil kârlarının aracını görmek istiyorlar'' (Gİ 725), der. Geç dönem düşüncesinde Platon'un ''filozof-kralının'' büyük yer kapladığını da göreceğiz.'' (Sayfa: 847)
*
''..on dört yaşındayken şiir dışında kolayca ifade edemediği hislerinin yüzeye çıkmasına müsaade ederken şöyle yazmıştı:
*
Nereye.?
Ey gökteki minik kuş,
Bir cıvıltıyla uçup git
Selamımı götür
Sevgili yuvama.
*
Ah, sen tarlakuşu, al bu çiçeği
Koru bağrında
Süslesin diye kopardım
Babamın uzaklardaki evini
*
Uçuverip gel yanıma bülbül
Al şu gül goncasını
Bırak babamın mezarına. (Sayfa: 12-13)
*
Naumburg:
*
''Fritz'in acayip ve çok yönlü zekâsını, ayrıca kralcı hislerini gözler önüne seren başka bir oyun da Elizabeth'in hatıralarında görülür:
*
Ağabeyim ve ben.. kendimize ait hayali bir dünya yaratmıştık; bu dünyada minik insan ve hayvan bibloları, kurşun askerler vs. tek bir merkezi şahsiyetin, yani Kral Sincap adını verdiğimiz beş santim boyundaki minik porselen sincabın çevresinde yer alırdı.. Bir sincabın kral olamayacağı bir an bile aklımızdan geçmemişti; aksine, en haşmetli varlığın o sincap olduğunu düşünüyorduk.. bu küçük kral her türlü şenlikli küçük seremoninin başkahramanıydı.. -Ağabeyimin yaptığı her şey Kral Sincap şerefineydi; tüm müzikal üretimini Majestelerine övgü olsun diye yapıyordu; doğum gününde.. şiirler okundu ve piyesler sahnelendi, bunların da hepsini ağabeyim yazmıştı. Kral Sincap sanatın koruyucusuydu; bu yüzden bir resim galerisi olmalıydı. Fritz kendi yaptığı Meryem tablolarından, manzaralardan oluşan bir galeri hazırladı. Özellikle güzel bulduğum birinde, eski bir manastır hücresindeki bir oyukta, eski moda bir kandil yanıyor ve odayı tuhaf bir ışıkla aydınlatıyordu.'' (Sayfa: 20)
*
''Nietzsche utangaç olduğu ve çok şey beklediği için dost edinmekte zorlanıyordu. Ama biriyle dost olursa ona çok değer veriyordu. Bu yüzden olgunluk dönemindeki yazılarında dostluğun çok tartışılması şaşırtıcı değildir. Farklı yerlerde, hakiki bir dostlukta muhakkak bulunması gereken iki unsurdan bahseder. Bunlardan birincisine ''mücadeleci'' unsur denebilir; bu unsur Antik Yunan'daki agon -nihayetinde işbirliğine dayalı bağlantıların barındırdığı saldırgan rekabet- idealini temel alır. ''Dostunda en büyük düşmanını bulmalısın,'' der, İşte Böyle Dedi Zerdüşt'te. Krug'la dostluğunda kavgacı unsur güçlü bir şekilde hissedilmektedir; Fritz şöyle diyor: ''Sıklıkla bir partisyona birlikte bakar, aksi görüşler öne sürer,'' piyanoyu ''sırayla çalarak kendi iddiamızın sağlamasını yapardık. (Sayfa: 22) (..)
Nietzsche insanın ruhunu başkasına fütursuzca açmasının bir yararı olacağına inanmıyordu: Zerdüşt'te, kişi en iyi kıyafetlerini giymeli ve dostunun önüne ''kıyafetsiz'' çıkmamalıdır, der. Hakiki dostluğun ikinci unsuru olarak ruhların samimiyeti yerine ortak bir amaca bağlılığı önerir. İki dostun mücadelesinde ortak bağları teşkil eden budur. (..)


Nietzsche yaratıcı hayatının ikinci yarısında şiddetli bir yalnızlık çekti. Öteki beni Zerdüşt gibi o da kendini (İsviçre'de) bir dağın doruklarında yalnız buldu. Ama hiç değilse düşünsel bakımdan bu durumunu kabullenmişti. Çünkü radikal bir toplum eleştirmeni olarak, kendisi gibi ''özgür ruhlu birinin'' toplumsal hayatın dayandığı temel anlaşmalara karşı çıktıkça, muhtemel yoldaş sayısının azalacağı, dolayısıyla muhtemel arkadaşlarının sıfıra yaklaşacağı sonucuna varmıştı. Ama gençliğinde toplum eleştirmeni olmaktan çok uzaktı. Birazdan göreceğimiz üzere, daha ziyade topluma uyma yanlısıydı, hatta ateşli bir toplumsal konformistti. Dolayısıyla hiç arkadaş sıkıntısı çekmiyordu. Yapısı gereği dostluk kuramadığı suçlamasının hatalı olduğu açıktır.'' (Sayfa: 23)
*
''Geriye baktığı zaman kendi karakterini şöyle değerlendirir:
*
Gençliğimde zaten fazlasıyla trajedi ve üzüntü yaşamıştım, bu yüzden çocukların genellikle olduğu kadar coşkulu ve neşeli değildim. Bu sadece ilkokulda değil Enstitü'de [Herr Weber'in], hatta gramer okulunda da geçerliydi. Çocukluğumdan beri yalnız olmayı aradım ve kendimi en çok yalnız kalıp rahatsız edilmediğimde iyi hissettim. Bu da genellikle en hakiki neşeyi bulduğum doğanın özgür tapınağında mümkün oluyordu. Bu yüzden gök gürültülü fırtınalar bende derin etkiler yaratırdı; uzaklardan gelen gümbürtüler ve patlayan parlak ışık sadece Tanrı karşısında hissettiğim huşuyu artırırdı.'' (Sayfa: 24)


2. Bölüm
*
Pforta:



Bölünmüş Miras:
*
''Pforta nasıl bir yerdi.? Bir kere, 1843'te okulun 300'üncü kuruluş yıldönümü kutlamasında müdürün yaptığı konuşmada belirtildiği gibi, ''kendi kendine yeten bir eğitim devletiydi'', devlet içinde ''devlet''ti ve bu devlette ''tüm ebeveynlik hakları ergenlikten üniversiteye girişe kadarki altı yıl boyunca eğitim kurumuna devrediliyordu''. Böylece çocuklar ''şehir hayatıyla bağlantılı tüm dikkat dağıtıcı şeylerden uzaklaşabiliyordu''.
Pforta'nın öğrencileri bu mutlak tecritin yanı sıra neredeyse eksiksiz bir kontrol altında yaşıyordu. Hemen her şey için izin almak gerekiyordu. Nietzsche'nin Nachlass'ında sayısız not vardır; bunların hepsi yürüyüşe çıkmak, biraz harçlık almak, piyano kiralamak, pasta satın almak, ailesiyle görüşmek vs. için hocasından izin istemek üzere yazılmıştı. Bu kadar kontrol hakkı verilen müdürün, öğrencinin varlığının ''bütününü'' okulun oluşturduğu iddiası boş bir böbürlenme değildi; ''sadece zihinlerinin gelişimini değil, ahlaklarını ve karakterlerini de biçimlendiriyor''lardı, neticede ''her Pforta çocuğu kurumu istisnasız sağlam bir sebat duygusuyla terk ediyor ve hayatı boyunca bu duyguyu taşıyor''du.
''Sağlam sebat'' tipik Pforta tevazusunun ürünüydü. (Elizabeth'in yorumuna göre öğretmenler Fritz'in tanıdıkları en yetenekli öğrenci olduğunu bilmelerine rağmen, ''bunun şüphesini uyandıracak tek söz edilmemişti'', çünkü Pforta ''yetenekli öğrencilerini hiçbir koşulda pohpohlamazdı'').'' (Sayfa: 30)
*
''..meyve ve sebzelerin hepsi okulun kendi bahçe ve bostanlarından taze taze toplanıyordu ve büyük ihtimalle çok lezzetli oluyorlardı. Fritz'in gündelik hayatı betimlemesi şöyle devam eder:
*
Bir haftalık [öğlen yemeği] mönüsü şöyle:
Pazartesi: çorba, et, sebze, meyve.
Salı: çorba, et, sebze, ekmek ve tereyağı.
Çarşamba: çorba, et, sebze, meyve.
Perşembe: çorba, haşlama et, sebze, ızgara böbrek ve salata.
Cuma: çorba, ızgara domuz pirzolası, sebze, ekmek ve tereyağı; ya da çorba, yeşil mercimek, sosis, ekmek ve tereyağı.
Cumartesi: çorba, et, sebze meyve.
*
Akşam 7.00'de yenen akşam yemeği mönüsü de şöyleydi:
*
Pazartesi ve Cuma: çorba, ekmek, tereyağı, peynir.
Salı ve Cumartesi: çorba, patates, ringa balığı, ekmek ve tereyağı.
Çarşamba: çorba, sosis, patates püresi, salatalık turşusu.
Perşembe: çorba, gözleme, erik sosu, ekmek ve tereyağı.
Pazar: çorba, sütte haşlanmış pirinç, ekmek ve tereyağı; ya da yumurta, salata, ekmek ve tereyağı. (Sayfa: 32)
*
''..disiplin ve düzen aslında müdürün söylediği kadar mutlak ve katı değildi. Yürüyüşlere çıkmak, dokuz kuka oynamak, Saale'de yüzmek ya da kışları kaymak için -Fritz ikisini de sever ve iyi becerirdi- bol bol vakit vardı. Sabah 4.00'de kalkılmasına rağmen, yatma saati akşam 8.30 ya da 9.00'du, bu yüzden çocuklar yaklaşık sekiz saatlik uykularını alabiliyorlardı. Ayrıca Fritz'in yazdığı kadarıyla yazları sıcaklık 24 dereceyi geçerse dersler iptal ediliyor ve okulun bütün öğrencileri yüzmeye gidiyordu. Pazar günleri çocuklara okulun kendi bağlarından üretilen şarap ikram ediliyordu. (Saale-Unstrut Almanya'nın en kuzeyindeki şarap üretim merkezidir).'' (Sayfa: 32-33)
*
''..Nietzsche özünde Prusyalıydı ve hayatı boyunca öyle kaldı. Evi onu bu yönde hazırlamıştı ama Prusya disiplinine tereddütsüz bağlılığı -sonraki terminolojisiyle ''kendini alt etmesi'' çok büyük ölçüde Pforta'nın ürünüydü. Ama kendisi çelişkili olan Pforta, Nietzsche'de de bir çelişki yaratmıştı. İngiliz özel okulları nasıl toplumun liderlerini yarattığı gibi vefasız muhalefeti de -Burgess, Maclean, Philby ve Blunt gibi komünist casusları- yarattıysa, Pforta da Nietzsche'nin şahsında Prusya karşıtı bir Prusyalıyı, Prusya'nın kendi ''köstebeğini'', olgun yaşlarında, Prusya'nın temsil ettiği her şeyi baltalayacak kişiyi yaratmıştı.'' (Sayfa: 36)
*
''Nietzsche'nin baş ağrılarının fiziksel bir sebebi olabilir. Ama aşırı miyopluğu ve çok fazla kitap okuması da büyük ihtimalle baş ağrısını artırıyordu. (Çoğunlukla bütün gece, uykusu açılsın diye ayağını buz gibi bir kova suya sokarak okurdu.)'' (Sayfa: 46)
*
''Sonra da (Şen Bilim'in önemli bir sözü olan ''Ancak yaratıcılar olarak yıkabiliriz''i, yani Nietzsche'nin niye sadece bir yapıbozumcu'' olmadığını gösteren bir aforizmayı önleyerek) şöyle yazar:
*
Her şeyi inkâr etmeyi denedim [Versuch]. Ah, yıkmak kolay -peki, ya yapmak.! Yıkım bile olduğundan daha kolay görünür, çünkü çocukluğumuzda zihnimize kazınanlar en içsel varlığımızı etkilemektedir, ebeveynlerimizin ve eğitimimizin etkisindeyizdir; öyle ki, bu derine işlemiş önyargılar rasyonel argümanlarla kolayca sökülüp atılamaz kesinlikle.'' (Sayfa: 50)


Müzik:
*
''Dinin başka yollardan sürdürülmesi bakımından Fritz'in gözünde müzik en öncelikli sanat biçimi, dolayısıyla başlıca yaşam faaliyeti haline gelir. Ama başka iki bağlantısı bakımından da önceliklidir.
Birincisi, dil karşısında önceliklidir:
*
Bir dil ne kadar eskiyse ses bakımından o kadar zengindir, hatta o kadar zengindir ki çoğunlukla şarkıdan ayırt edilemez. Yani en eski dillerde çok az sözcük vardır ve hiç evrensel kavram yoktur. Bunların kelime dilleri değil duygu dilleri olduğunu söylemek bile mümkündür neredeyse.'' (Sayfa: 56)
*
Ahlak ve Siyaset:
*
''..başka bir ilginç söz de, ''iyi, sadece kötünün en incelikli gelişimidir'' sözüdür. Bu sözün altında neyin yattığını bilmenin yolu yok. Ama ilginç bir sözdür, çünkü ''kötünün'' yüceltilerek ''iyi halini alması'', daha sonra göreceğimiz üzere, Nietzsche'nin olgunluk dönem felsefesinde ana temalardan biridir: İnsandaki kötülüğü ''kısırlaştırmaya'' çalışmamalıyız, çünkü onun içindeki tüm iyilikler gerçekte yüceltilmiş kötülüktür.'' (Sayfa: 67)
*
3. Bölüm:
*
Bonn
*
''Nietzsche 7 Eylül 1864'te Pforta kapısından son kez öğrenci olarak geçti.''
*
Nihayet Özgür:

*
Nietzsche-Haus in Naumburg (Saale)

''İlk iki hafta Naumburg'da geçti ve Deussen, Nietzsche ailesi üzerinde çok iyi bir izlenim bıraktı. Sonra 23 Eylül'de iki arkadaş batıdaki Bonn'a doğru dolambaçlı bir yol izlemeye başladılar.
Nietzsche hâlâ Pforta'da olan bir arkadaşına, ''İnsan özgürlüğün tadına varmak için kısıtlanmayı yaşamış olmalıdır,'' diye yazıyordu. Altı yıllık yoğun çalışmanın sonrasında, gerçek dünyayı birkeç bin yıl öncesine taşıyan yarı-manastır tarzı bir kurumdan çıkan Nietzsche, Rhineland yolculuğu sırasında ilk özgürlüğünün çekici yönlerini yoğun ölçüde yaşadı. Mektupları her istediğini yapabilmenin heyecanıyla, her ayrıntısı canlı ve önemli olan yeni bir dünyanın (daha önce Doğu Almanya'dan hiç ayrılmamıştı) hayranlığıyla ışıl ışıldı: ''Her şeyi not ediyorum; yiyeceklerin, faaliyetlerin, tarımın vs. ayırt edici özelliklerini yazıyorum,'' diyordu eve gönderdiği mektupta.'' (Sayfa: 75)
*
''Nietzsche gerçekten de esasen iffetli bir yaşam sürmüştür. Fakat aynı zamanda Zerdüşt'ün ''Çöl Kızları Arasında'' başlıklı bölümündeki gibi şiirler de yazmıştır:
*
Ey sevgili kızlar
Bir Avrupalı olarak
İlk bana bağışlandı
Oturmak ayaklarınızın dibinde
Şu palmiyeler altında..
Öyle uzağım ki çölden,
Hiçbir şeyim çölleşmemiş:
Çünkü yutmuş beni
Şu küçücük vaha:
- Açıverdi, esneyerek,
O güzelim ağzını,
En güzel kokulusu tüm küçük ağızların:
Düştüm işte derken,
Düştüm tam ortanıza,
Ey sevgili kızlar.!
Oturmuşum işte
Şu küçük vahada..
Bir değirmi kız ağzı özleyerek'' (Sayfa: 81)
*
Nietzsche'nin kızkardeşi Elizabeth'e yazdığı mektuptan:
*
''Kendi gençliğimizden itibaren bütün kurtuluşun İsa'da değil de mesela Muhammed'de olduğuna inansaydık, aynı kutsallığı yaşayacağımız kesin değil midir.? Kutsallık hissini yaratan, imanın ardında yatan nesnel gerçeklik değil, imanın kendisidir. Sana bunları yazmamın sebebi, sevgili Lizbeth, imanların sarsılmazlığını göstermek üzere içsel deneyimlerine başvuran dindar insanların genellikle benimsediği ispatlama çizgisini karşılamak sadece. Her hakiki iman sarsılmazdır, insanın imanda bulmayı umduğu şeyi verir ama nesnel doğruluğuna kanıt olarak en ufak bir destek sunmaz.
İnsanların seçeceği yollar burada ayrılır: Ruhsal huzur ve mutluluk peşindeysen inanırsın, doğrunun havarisi olmak istersen sorgularsın.'' (Sayfa: 88)
*
4. Bölüm:
*
Leipzig:

GÖRSEL: File:Nietzsche3l philolog-gesell-leipzig.jpg
*

''Leipzig'e gelmesinden yaklaşık bir ay sonra Nietzsche'nin hayatındaki en önemli felsefi karşılaşma meydana geldi: Ev sahibinin sahaf dükkânında Arthur Schopenhauer'ın başyapıtı İstanç ve Tasarım Olark Dünya (Die Welt als Wille und Vorstellung, 1818-1819) ikinci el bir nüshasını buldu, satın aldı, baştan sona okudu ve dünyasını şaşırdı (Richard Wagner'in de on bir yıl önce benzer bir ''dönüşüm deneyimi'' olmuştu.) Derhal kendisini ''Schopenhaur'cı'' ilan etti ve sonraki on yıl bu iddiasından vazgeçmedi.'' (Sayfa: 94)


''Nietzsche'nin mutluluğunun üçüncü kaynağı da ''hak etmediği muhabbeti'' bahşeden Ritschl sayesinde rüyalerındaki profesörü -on dakika görüşebilmek için bir ay önceden yazılı başvuruda bulunmanız gereken (bugün de farklı değildir), bilinen Alman ''Tanrı-profesörlerin'' tam tersi birini- bulmuş olmasıydı. Parlak, eksantrik, eğlenceli, konusuna kafayı takmış Ritschl sevdiği öğrencilere her şeyden önce baba gibi davranıyor, onların hayatının ve kariyerinin her yönünü düşünüyordu. (Hatta Nietzsche, yüzüne söylemese de ondan ''Ritschl Baba'' diye sevgiyle söz ediyordu.) Nietzsche daima onun gözde öğrencilerinden biri olma şansına erişmişti.
Nietzsche ilk olarak (daha önce Pforta'da hakkında ödev yaptığı anlaşılması güç Yunan şairi) Theognis hakkında yazdığı bir incelemeyi Ritschl'e gösterme cesaretini bulduğunda, istisnai yeteneğiyle onun gözüne girdi. Birkaç gün sonra Nietzsche görüşmek üzere çağrıldı. Bir öğrenciden bu kadar çarpıcı bir eser geldiğini daha önce hiç görmediğini söyleyen Ritschl ondan kendisinin editörlüğünü yürüttüğü akademik klasikler dergisi (hâlâ gelişme aşamasındaydı) Rheinisches Museum für Philologie'de yayımlanmak üzere incelemeyi genişletmesini istedi.'' (Sayfa: 96)


Dipnot: Richard Wagner'in birkaç çeşit mitolojik serüvenden esinlenerek bestelediği Der Ring Nibelungen'ini (Nibelung Yüzüğü) oluşturan dört dramından ikincisi olan Die Walküre'de (Valkyrieler) İskandinav mitolojisinden de esintiler vardır. Tanrı Odin'e hizmet eden, ölmüş savaşçıların sarayı Valhalla'ya girmeye layık olanları seçmeleri için savaş alanına gönderilen Valkyrieler, atlı genç kızlardan oluşan bir gruptur. (Sayfa: 111)


''..hem Tristan'ın prelüdünden hem de Die Meistersinger von Nürnberg (Nürnbergli Usta Şarkıcılar) uvertüründen çok etkilenmişlerdi:
*
Bu müziğe karşı eleştirel mesafemi bir türlü koruyamıyorum. Sinirlerimin her bir telini titretiyor; sarhoşluk halimi bu uvertür kadar uzun süre devam ettiren bir parça olmamıştı nicedir.'' (Sayfa: 112)

Görsel Kaynağı: http://www.friedrichnietzsche.de/.bin/showpic.php?picnr=82

''Peri Masalımsı ve Yedi Fersahlık Çizme Misali:
*
''1869 başında Basel Üniversitesi'nin klasik filoloji kürsüsü boşaldı. Kürsünün eski sahibi olan Adolf Kiessling eski hocası Ritschl'e bir mektup göndererek eserini Rheinishes Museum'da okuduğu Nietzsche'nin durumunu sordu. Ritschl verdiği cevapta otuz dokuz yıllık öğretmenlik hayatında ''bu kadar erken olgunlaşmış başka bir delikanlı tanımadığını'' yazdı. Onun Leipzig'deki genç filozofların lideri olduğunu belirtti ve günün birinde en önde gelen Alman klasikçilerinden biri olacağı kehanetinde bulundu.
(..)
23 Mart'ta sınava sokulmaksızın Rheinisches Museum'da yayınlanan eserlerine dayanılarak doktorası verildi. Alman sisteminde her akademik mevki için önşart olan Habilitation, yani ikinci doktorayı ise hiç yapmadı.
Böylece, akademik mevki için yıllarca bekleyecek olan Rohde ve Deussen'in aksine Nietzsche 24 yaşındayken aniden kendini yılda 3000 İsviçre frangı (yaklaşık 800 taler ya da 2540 mark kazanan bir doçent olarak buldu.
(..)
Nietzsche bir yıl sonra da profesörlüğe getirildi. on Gersdorff'a yazdığı gibi, Ritschl sayesinde akademik mesleğin normal engellerini atlamadan -daha doğrusu hepsini birden atlayarak- ilerlemesinde ''peri masalımsı ve yedi fersahlık çizme misali'' bir kolaylık yaşamıştı.'' (Sayfa: 116-117)
*
5. Bölüm
*
Schopenhauer:


''1865 Kasım'ında, Leipzig'e vardıktan kısa süre sonra bir gün Nietzsche öğrenciliğin dar geçim imkânlarına rağmen ani bir güdünün etkisine girdi.
*
Rohn'un sahaf dükkânında bu kitaba rastladım, büyük bir özenle elime alıp sayfalarını çevirmeye başladım. Hangi iblis kulağıma fısıldadı bilmem: ''Bu kitabı alıp evine götür.'' Kitap almakta aceleci davranmama alışkanlığıma rağmen kitabı aldım. Odama çıktığımda kendimi ganimetimle birlikte kanepenin köşesine attım ve o enerji dolu, hüzünlü dâhinin zihnime işlemesine izin verdim. Her satırı feragat, inkâr ve tevekkülle haykıran bu kitapta bütün dünyanın, hayatımın ve kendi zihnimin korkutucu bir görkemle akseden görüntüsünü izlediğim bir ayna buldum.'' (Sayfa: 119)


''İstencin yolunda.. hep aradığımız ama hep bizden kaçan huzur.. Epikuros'un en yüce iyi ve tanrıların hali diye övdüğü acısız hale ulaşırız; o an için istencin sefilleştirici baskısından kurtuluruz. İstenç hapishanesindeki cezamıza ara verilir; İksion'un(*) çarkı durur.''
*
Demek ki her sanatın özünde dünyanın -elbette görülür dünyanın, ''görünüşler'' dünyasının- saflaşmış, istençten uzak algısını bize sunmak vardır. Ama müzik farklıdır, çünkü Schopenhauer'ın malumu ilamıyla, görsel dünyayı temsil etmez. (Kuş-ötüşü ve savaş-sahnelerinin temsilini müziğin önemsizleştirilmesi olarak görür.) Bu da geriye iki seçenek bırakır. Birincisi ''biçimci'' görüş olarak adlandırabileceğimiz, müziğin hiçbir şeyi temsil etmediği görüşüdür; buna göre, soyut resim nasıl anlamsız renklerin uyumlu bir deseniyle haz veriyorsa müzik de aynı şekilde anlam-sız seslerin uyumlu bir deseniyle sadece haz verir. Schopenhauer'ın aktardığı kadarıyla müziği ''zihnin saydığını fark etmediği bilinçsiz bir aritmetik alıştırması'' olarak tanımlayan Leibniz bu görüştedir. İkinci seçenek ise ''derin tasarım'' adını verebileceğimiz görüşü benimsemektir. Buna göre müzik görünüşler dünyasının değil ''kendinde şey''i temsil eder. Schopenhauer müziğe atfettiğimiz derin anlamı açıklayamadığı gerekçesiyle biçimci görüşü reddeder ve sanatlar içinde sadece müziğin kendinde gerçekliğe''örtü''-süz erişimimizi mümkün kıldığı sonucuna varır.''
*
(*) Dipnot: Yunan mitolojisinde, günahları ve nankörlüğü nedeniyle Zeus'un, alevler saçan bir çarka bağlı olarak sonsuza dek dönme cezası verdiği kral. (Sayfa: 123)
*
Nietzsche'nin Dönüşümü:
*
''Nietzsche kesinlikle Schopenhauer'ın büyüsüne kapılan tek kişi değildi. Aksine Schopenhauer ömür boyu anlaşılmaz ve karanlıkta kaldıktan sonra 1860'taki ölümünün ardından gelen on yıl içinde, Nietzsche'nin daha sonra belirttiği üzere, en meşhur on dokuzuncu yüzyıl Alman filozofu olmuştu. Bu yüzden Nietzsche temsili bir figür sayılabilirdi: Schopenhauer'ın felsefesinde ona çekici gelenin ne olduğunu sormakla, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, hatta yirminci yüzyılda ciddi sayıda eğitimli kişiye neyin çekici geldiğini de sormuş oluyoruz.
Albert Camus Sisyphos Söylenine [1988, Le Mythe de Sisyphe, 1942] şu meşhur sözlerle başlar: ''Gerçekten ciddi tek bir felsefi problem vardır, o da in*tihardır. Hayatın yaşamaya değip değmediğine karar vermek felsefenin temel sorusuna cevap vermekle birdir.'' Hayatın değeriyle (ve kaçınılmaz olarak anlamıyla) ilgili bu sorunun ortaya atılmasıyla yeni bir tür felsefe doğuyordu: ''Varoluşçuluk''. Bu felsefe, teorinin sadece dar bir profesyoneller kliğine ilginç (hatta anlaşılır) gelen çetrefilli meseleleri sökmeye çalışmak yerine, her insan ''varoluşunun'' bilincinde saklanan derin, endişe verici ve çok zor sorulara bakar. Ama Camus'nün sorusunu ilk kez ortaya atan (aynı zamanda adeta davayı savcılığa sunan) kişi Schopenhauer'dır. Demek ki bu anlamda Schopenhauer ilk ''varoluşçuydu'', felsefeyi kütüphanelerden ve dersliklerden çıkarıp insanların hayatlarına götüren (antik dönemden beri) ilk filozoftu.
Üstelik bunu ustaca bir berraklıkla, zarafetle, zekâyla, akkor halinde bir öfkeyle (esasen Hegel'in ucuz iyimserliğine ve ''beyin çürüten'' anlaşılmazlığına yönelik bir öfke), bin tane boş lafla boy ölçüşebilen somut, anlamlı örneklerle yapmıştı.'' (Sayfa: 127-128)
*
''..Schopenhauer'ın idealizmine göre ölüm sadece hayat ''rüyasının'' sonra ermesidir. Ama rüya görmek için rüya gören biri gerekir, bu kişi rüyanın dışında olmalıdır. Bu yüzden idealizme göre asıl benliğimiz kesinlikle ölümden zarar görmez. İşte bu yüzden Schopenhauer idealizmin ölümsüzlük sorusuna ''en eksiksiz cevabı'' verdiğini söyler, zira ölümle ''içsel [hakiki] doğamızın yok edilemeyeceğini'' kanıtlamaktadır. Zamanın büyük bir kısmında gündelik, cisimleşmiş, ''ampirik'' benliğimizi tanımlamak için müphem ''ben'' sözcüğünü kullanırız elbette ki bu ben gerçekten de ölümle sona erer. Fakat metafizik içgörünün bizi götürdüğü noktada ''ben''in hakiki anlamının ''aşkın'' ben olduğunu, zamanın ötesinde kalan, dolayısıyla doğumun ve ölümün ötesinde kalan bir ben olduğunu görürüz.
Demek ki Nietzsche'nin Schopenhauer'dan aldıklarının kalbinde bu vardır. Ölümün son-olmamasını bilme yönündeki ''metafizik ihtiyacı'' artık Hıristiyanlıkla doyurulamayacak, Schopenhauer idealizminin içerimlerinde yeni bir doyum alanı bulacaktır.'' (Sayfa: 131)
*
Kant ve Lange'nin Etkisi:
*
''Lange'nin kitabı iki kısma bölünmüştü. Birincisinde antik Yunanlardan Kant'a kadar materyalizmin tarihi vardı, ikinci kısımda da Kant'tan on dokuzuncu yüzyıl ortasına kadar materyalizmin eleştirel tartışması bulunuyordu.'' (Sayfa: 132)
*
6. Bölüm
*
Basel, 1870'te Basel:

Görsel: Basel, Spalentor

''Nietzsche ilk haftalarını geride kalan kapı komplekslerinden en büyüğü olan Spalentor'un ''korkunç denebilecek'' Spalentorweg 2'de geçirdi.'' (Sayfa: 146)
*
''Nietzsche hafta içi her sabah yediden sekize kadar ders veriyor, haftada toplam sekiz saat öğrencilerle temas halinde oluyordu. Buna ilaveten Padegogium'da haftada altı saat ders veriyordu.'' (Sayfa: 148)
*
''Öğretmenlik görevlerinin üstüne bir de üniversite meclisi, fakülte ve kütüphane komitesi toplantılarına katılması gerekiyordu, 1874'te insan bilimleri dekanı seçilmesi, meslektaşları arasında ne kadar saygın olduğunu gösterse de, muazzam iş yükünü daha da artırmışa benzer. Tüm bunların üstüne bir de sıklıkla hasta meslektaşlarının derslerine giriyor ve üniversitenin kamuoyu nezdindeki profilini iyileştirmek için sayısız ücretsiz ders veriyordu. Üstelik Prusyalı vicdanı yüzünden verdiği her derste yüzde yüz elli oranında çaba harcamadan edemiyordu elbette. Sadece bir yıllık çalışmanın ardından, yirmi beş yaşındayken profesör olması bu yüzden pek de şaşırtıcı değildir.
Nietzsche öğretmen olarak hem heyecan verici hem de talepkârdı. Altıncı sınıftaki öğrencilerine sanki şimdiden üniversite öğrencisi olmuşlar gibi davranıyor, onlardan bol miktarda bağımsız araştırma talep ediyordu. En iyilerini de Leipzig'deki mezun olduğu okula gönderiyordu. Ayrıca öğrencilerle sosyal bağ da kuruyor, dönem sonlarında yemekler düzenliyordu. Nietzsche içgüdüsel bir tarzda ve çaba harcamadan disiplin sağlayan öğretmenlerdendi. Ecce Homo için hazırladığı bir taslakta (ama bunun sadece bir kısmı eserde basılmıştır) şunları hatırlar:
*
Temelde pedagojik ilkelere ne ihtiyaç duyan ne de bunlara sahip olan gönülsüz öğretmenlerden biriyim. Basel Padagogiumu'ndaki üst sınıflara ders verdiğim yedi yıl boyunca tek bir ceza bile vermeme gerek kalmaması, daha sonra yeminlerle anlatıldığına göre en tembel öğrencilerin bile benim derslerimde çok çalışması bunun delili olsa gerek. Öğrencilik günlerimden zekice küçük bir strateji kalmış aklımda: Bir öğrenci önceki dersin konusunu yeterince iyi anlatamıyorsa daima alenen kendimi suçladım -örneğin anlattıklarım çok üstünkörüyse ya da belirsizse herkesin benden daha fazla açıklama ve yorum isteme hakkı olduğunu söylerdim. Bir öğretmenin her zekâ düzeyinin anlayacağı dilden konuşma zorunluluğu vardır.. Bu küçük stratejinin her türlü azarlamadan daha etkili olduğu söylenirdi bana. -Gramer okulundaki öğrencilerle ve üniversite öğrencileriyle ilgilenirken gerçekten hiç zorluk yaşamadım.'' (Sayfa: 149)
*
Burckhardt


''Burckhardt'ın en tanınmış eseri, Nietzsche'nin olgunluk dönemi düşüncesine derin etki yapmış bir eser olan İtalya'da Rönesans Kültürü'dür. (2010; Geschichte der Renaissance in Italien). 1860'ta çıkan bu eserin baskısı hiç bitmemiştir. On dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda İtalya'nın ortaçağdaki geçmişiyle belirleyici kopuş yaşandığını ve modernliğin doğuşunun bu kopuşla gerçekleştiğini en iyi ortaya koyan eser buydu. Eserde İtalyan Rönesansı'nda güçlü, özbilinçli bireyciliğin ilk ortaya çıkışına vurgu yapılır ve bu bireycilik iki yüzlü bir fenomen olarak tanımlanır: Bir taraftan azgın şehvet, şiddet ve savaş patlaması yaratmıştır, diğer yandan Raffaello, Leonardo ve Michelangelo'nun sanatını yaratmıştır. (İsviçre bağlantısını da düşünürsek, Burckhardt'ın Rönesans anlatımı büyük ihtimalle şu meşhur satırların kökeninde yatıyor denebilir:
*
Borgia(*) hanedanı yönetimindeki İtalya otuz yıl boyunca savaş, te*rör, ci*nayet, k*an gördü ama Michelangelo, da Vinci ve Rönesans'ı yarattı. İsviçre'de kardeşçe sevgi ve beş yüz yıllık demokrasi ve barış var. Peki, İsviçre ne üretti.? Guguklu saat.''
*
Dipnot: Bu satırlar 1944 yapımı The Tird Man (Üçüncü Adam) adlı filmdendir, ya senaryoyu kendi romanından uyarlayan Graham Greene tarafından, ya da Harry Lime karakterini oynarken bu repliği söyleyen Orson Wlles tarafından uydurulmuştur. Yönetmen Carol Reed'di. (Sayfa: 152)

Overbeck:


''Overbeck ömrü boyunca Nietzsche'ye sadık kalan tek dostu oldu. Aynı zamanda Nietzsche'nin hiç kavga etmediği tek dostuydu: ''Dostluğumuz hiç gölgelenmedi,'' diyordu Overbeck. Nietzsche ise şöyle diyordu:
*
Overbeck insanın dost olarak görmek isteyebileceği en ciddi, dürüst, sevilesi bir kişilik, ayrıca bildiğim en sorunsuz insan ve araştırmacı. Aynı zamanda bağlantı kurduğum tüm insanlarda görmek istediğim o radikal niteliğe sahip.
*
Nietzsche 1879'da sağlığının en kötü setrettiği dönemde Overbeck'in sadakatinin ve dostluğunun hayatını kurtardığını itiraf edecektir: ''Hayatın ortasında bizim Overbeck ''tarafından kuşatılmıştım'' -yoksa diğer eşlikçim beni karşılamak üzere kalkacaktı: Mors.'' İleride göreceğimiz gibi, on yıl sonra Overbeck Nietzsche'nin gerçekten hayatını kurtarmıştır.'' (Sayfa: 154)
*
7. Bölüm
*
Richard Wagner ve Tragedyanın Doğuşunun Doğuşu:


''Tragedyanın Doğuşu bu duygusal ve entelektüel yakınlığın ürünüydü. Kitabın Önsöz'ünde eser Wagner'e ithaf edilir, onunla ''sohbetin'' bir devamı olarak tanımlanır ve bu sohbetin asla başka bir kimseyle yapılamayacağına dikkat çekilir. Bu ''sohbeti'' mümkün kılan şey dâhi bir besteci, orkestra şefi ve şair olan Wagner'in aynı zamanda gelişmiş ve seçkin bir dünya görüşüne sahip ciddi bir entelektüel olmasıdır. Nietzsche akademisyenleri ve meraklıları neredeyse hep Nietzsche'nin bu dünya görüşüne borcunu inkâr etmeye çalışmışlardır, zira nahoşluğu su götürmez şu iki durumdan dolayı rahatsızdırlar: Yahudi karşıtlığı ve daha sonra da Alman şovenizmi. Fakat bu etkiyi inkâr etmenin anlamı yoktur: Nietzsche'nin bu kitabını gerçekten anlamak için, defterlerinde tanımladığı ''Bayreuth ufkunu'' anlamak gerekir. Eserin, içinde geliştiği bu ufuk, dünyaya bakışında çağdaş bir yorumcunun ifadesiyle, taktığı bu ''Wagner gözlükleri'' anlaşılmak zorundadır.'' (SayfaÇ 165-166)
*
Wagnerci Dünya Görüşü:
*
''Wagner kendi zamanındaki pek çok eğitimli kişi için Hıristiyanlığın artık inandırıcı olmadığının farkındaydı. Gelgelelim, Hıristiyanlığın kötü bir miras bıraktığını öne sürüyordu. Yunanlar mutluluğu normal bir insanlık durumu olarak kavrarken, Hıristiyan dünya görüşü bizi ''iğrenç bir zindanda'' yaşamaya mahkûm eder. Hıristiyanlık bize dünyevi olan her şeyden nefret etmeyi öğretir -aynı zamanda evrensel kardeşçe sevgiyi öğütlediği için kendisiyle çelişir. Fakat İsa'nın yaptığı bu değildi. Bu Celileli marangozun kendisi bir tür devrimci sosyalistti, öğütlediği evrensel sevgiyi gerçekten hayata geçiren, işçi sınıfından bir adamdı. Bu dünyayı küçümsemeye yol açan öbür-dünyalı metafiziği icat eden İsa değil Roma Kilisesi'ydi (Nietzsche'nin sonraki eserinde başlıca temalardan biri budur). Demek ki genellikle Hıristiyanlık yıkıcı bir kuvvetti ve bize kendini değersiz görmeyi miras bırakmıştı.
Üstelik modern ekonomik hayatın gayri insani karakteri için de ortam hazırlamıştı. İnsan değersiz bir varlıksa, ona modern sanayileşmiş toplumun yaptığı gibi ''salt mekanizmanın buhar gücü'' muamelesi yapmamak için hiçbir sebep yoktu. Yani modern toplumda çalışma bitap düşürücü, insanlıktan çıkarıcı bir ''eziyete'' dönüşmüştü. İnsanlar makinenin köleleri olmuş, hatta kendileri makineleşmişlerdi.
Bunun insan refahına korkunç bir etkisi olmuştu. Kitleler salt makine parçaları olmak üzere eğitildiğinden ve her halukârda çalışmaktan bitkin düştüğünden, verilen dinlenme anlarında ucuz, düşünce içermeyen hazların tadına varabiliyordu ancak. Fakat ucuz tüketimcilik sürekli daha az haz verdiğinden, modernliğin en çok öne çıkan ruh hali sıkıntıydı. Tüketim toplumunda insanlar ''haz alırken ölümüne sıkılıyordu''. Wagner'in Yahudi karşıtlığı kısmen Yahudilerin tüketimcilik yarattığını ve bu tüketimciliğe kendilerini kaptırdıklarını düşünmesine dayanır; gerçi sonraki yazılarında bu kez parmağını Fransızlara uzatır: Modernliği kuşatan şey ''Fransız materyalizmidir''..'' (Sayfa: 166-167)
*
''Wagner milliyetçiliği sonradan daha farklı ve nahoş bir hal almıştır. Nietzsche'nin onun aleyhine dönmesini açıklarken 1888'de yazdığı gibi, orta-yaşlı Wagner gençliğindeki ''kozmopolit havayı'' kaybetmiş, artık reichsdeutsch, yani Bismarkçı bir aşırı milliyetçi olmuştu. Yine de nispeten yaşlı Wagner hiç değilse teoride konumunu nihayetinde enternasyonalist kaygılarla uzlaştırmış, Fransa-Prusya savaşının patlamasından üç yıl önce şöyle yazmıştı:
*
Kendimizi materyalist medeniyetin [Fransa'nın] tiranlığından kurtarmak.. tam Almanya'ya düşen misyondur; çünkü kıta ülkeleri içinde bir tek Almanya daha soylu bir kültür getirmekte zorunlu niteliklere ve zihinsel kuvvetlere sahiptir.
*
Yani Almanya'nın ''içedönüklüğü'' -gerekirse si*lah zoruyla'' genişletilmelidir ki kendini Fransız yozlaşmasının hâkimiyetindeki medeniyetten koruyabilsin. (Tanrı-vergisi bir Alman ''misyonuna'' başvurmanın tehlikesi, Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'na girişini meşrulaştırmaya çalışan sağcı entelektüellerin de, küçük Bush'un Irak'ı işgalini meşrulaştırmaya çalışan Alman-felsefesinden-esinlenmiş entelektüellerin de aynı şekilde ulusal misyona başvurmasından anlaşılıyor zaten.)'' (Sayfa:: 173-174)
*
''Bütün büyük sanatlar doğrudan müzikten değilse bile ''müziğin ruhundan'' doğar aslında, der Wagner: Yunan kültürü de böyle yaratılmıştır, İtalyan Rönesansı'nın sanatı da.'' (Sayfa: 181)
*
''Tekrarlayalım, Albert Camus, felsefenin tek ciddi probleminin ''in*tihar sorunu'' yani hayatın yaşamaya değip değmediğinin sorgulanması olduğunu söylemişti. Nietzsche-Wagner-Schopenhauer kötümserliği benimsemezler. Ama Nietzsche, Camus'nün bu sözünü yanıltıcı bulurdu, çünkü in*tihar bir seçenek değildir. Rasyonel olmayan ama kaçınılmaz (biyolojik olarak programlanmış) ''yaşama istenci'' -summum malum [en büyük kötü] sayılan ö*lümden nefret-, ''bedeli ne olursa olsun'' varlığı yokluğa yeğleyeceğimiz anlamına gelir (sadece çok özel durumlarda, biyolojik bozukluklarda istisnalar oluşur. Yaşamaktan başka seçeneğimiz yoktur. Bu da sorunun şeklini değiştirir. Doğru soru hayatın yaşamaya değip değmemesi değil, yaşamak zorunda olduğumuza göre yaşamaya nasıl katlanacağımız, kötü bir işin iyi yanını nasıl göreceğimizdir. Antik Yunan'ın, özellikle de Yunan sanatının anlam kazandığı nokta tam da burasıdır.'' (Sayfa: 185)
*
Homeros'un Sanatı:


''Tragedyanın Doğuşu'nun kafa karıştırıcı yönlerinden biri ''Apolloncu'' tabirini iki anlamda kullanmasıdır. İlk başta bu tabir sadece gündelik dünyayı, Schopenhauer'ın principium individuationisinin denetimindeki dünyayı anlatır. Apollon tekilliği (aynı zamanda adaleti) yaratan hudut çizme tanrısı olduğundan, gündelik dünya sırf tekil şeylerin dünyası olması bakımından '2Apolloncudur''. Bu dünyayı yaratan insan zihninin yetenekleri açısından, kavramsal, dilsel, rasyonel alanların hepsi de (popüler nörolojiye göre, bu alanlar beynin sol yarımküresinde yer alır) Apolloncudur.
İkinci anlamda ise, Homeros sanatında ''Apolloncu'' tabiri bu dünyanın bir haşmet haline, ''kusursuzluğa'', ''ilahlaşmaya'', ''ululaşmaya'' yükseltilmesi demektir. Hıristiyan sanatı gayri insani, hatta insan-karşıtı bir ideal oluştururken -hiçbirimiz bir bakireden doğmayız, dolayısıyla da ci*nsel şe*hvetten kaçamayız- Apolloncu sanat, tanrıları ve kahramanları resmetme bakımından tam tersini yapar. ''[İnsan] olan her şeyi iyi kötü demeden ilahlaştırır''. Yunanlar Apolloncu sanatta kendilerinin ışıltılı bir portresini inşa etmiş, ''varoluşlarının ideal imgesini'' yaratmışlardı. Bu yüzden, der Nietzsche -Homeros sanatının bir din olduğunu, ''ödev ya da çileciliğin değil, hayatın dini'' olduğunu açığa vurarak- tanrılar ''insan hayatını doğrudan kendileri yaşayarak meşrulaştırıyordu- tek tatmin edici teodise.!'' Sekizinci yüzyılın Yunanları bu sayede varoluşun ''dehşet ve korkularını'' yenmiş.. veya her koşulda örtmüş'', varlıklarını sürdürmeye kendilerini ikna etmişlerdi. ''Böyle tanrıların parlak gün ışığında varoluşu başlı başına arzu edilir bir şey olarak görülüyordu''..'' (Sayfa: 186-187)
*
(Sözlükçe) Teodise: ''Tanrı her şeye kadir ve mutlak iyiyse dünyada bunca kötülüğün olmasına nasıl izin veriyor.?'' sorusunu inandırıcı biçimde açıklama çabasına, Hıristiyan teolojisinde verilen isim. (Sayfa: 922)


Mitin Rolü:
*
''Dinsel mitin önemi nedir.? Yine Wagner'i neredeyse kelimesi kelimesine tekrar eden Nietzsche, ''ancak mitlerle çevrili bir ufuk, tüm bir kültür hareketinin bütünlüğünü kurabilir,'' der. Sadece mit bir kültüre ''güvenli ve kutsal bir köken yeri'' sağlar. Mit imgelerinin, diye devam eder,
*
genç ruhun onların koruması altında büyüyeceği, yetişkin erkeğin yaşamını ve savaşımlarını onların işaretleriyle yorumlayacağı daemonik bekçiler olmaları gerekir: devletin kendisi de, dinle bağlantısına, mitsel tasavvurlardan yetişmiş oluşuna kefil olan mitsel temelden daha güçlü bir yazılmamış yasa tanımaz.
*
''Sanat ve Volk [halk], mit ve ahlâk zorunlu olarak.. iç içe geçmiştir,'' diye sözlerini bitirir. Bir halk ancak deneyimine mitsel, ''ebedi'' bir görüşü yükleyebilirse doğru düzgün bir halk olabilir. ''Mitsel anayurdu'' oluşturan ''evin ocağının tanrıları'' olmadan ne bir halk ne de bir birey varlığını sürdürecektir.
O halde tragedyanın mitsel içeriğinin camaatin ethosunu alegorik biçimde dile getirdiğini söyleyebiliriz kısaca. Böylece ''[tekil''] Yunan sanatlarının kutlamayla yeniden birleşimi'' olması ve cemaati bir araya getirip onu koruması bakımından iki anlamda ''kolektif sanat'' eseri olur. Ortaçağ Almanyası'ndaki dini tiyatro oyunları bireyin kendini cemaatten ayırarak mahremiyette tefekküre çekilmesine imkân verme işlevine sahipken, ''Yunanlar antik tragedyaları, kendilerini bir araya getirmek (sich sammeln) için izliyordu''.. '' (Sayfa: 193-194)
*
Sokrates ve Tragedyanın Ölümü:


''Sokratesçilik hakkında Nietzsche'nin iki iddiası vardır. İlkine göre, Sokratesçilik yanlıştır, ''yanılsamadır''. ''Kant ve Schopenhauer'ın olağanüstü cesareti ve bilgeliği sayesinde'', bir başka deyişle metafizik idealizmin nedenselliği, görünüşlerin rüya-dünyasına kapatması sayesinde, nihai gerçekliğe bilimle ulaşılamayacağını, dolayısıyla ''düzeltilebilir'' olmadığını biliyoruz. Bu yüzden Sokratesçilik bir tür güç zehirlenmesidir; o yüzden de ''çocuk-tanrı'' kumdan kalelerden birini yıkınca Sokrates kültürü felaketvari ve tamamen beklenmedik travmalar yaşayabilir. Nietzsche'nin ikinci iddiası da Sokratesçiliğin şu an içinde bulunduğumuz Aydınlanma sonrası Batı'nın içinde bulunduğu durum olduğudur. (O halde 11 Eylül'ü ya da küresel ısınmayı böyle bir travma olarak düşünebiliriz.) Modern insan Sokratesçi insandır. Nietzsche bu iddialara bir üçüncüsünü ekler: Sokratesçi kültür bozulmuş bir kültürdür. Peki bu nasıl oluyor.?
*
Şu Anki Halimizde Yanlış Olan Nedir.?
*
Nietzsche modern kültürde iki şeyin yanlış olduğunu belirtir. Birincisi, bilimsel materyalizmin hâkimiyeti ve dolayısıyla Dionysosçuluğun yok oluşu yüzünden, ''bireysel varoluşun dehşeti'' karşısında ''korkudan kaskatı kesilmekten'' bizi koruyan ''metafizik teselliyi'' yitirdik. Nietzsche Wagner Bayreuth'ta'da, ''birey, ölüm ve zamanın getirdiği korkunç endişeden kurtarılmalıdır,'' diye yazar. Fakat Hıristiyanlık-sonrası, metafizik-sonrası kültürümüz bizi kurtaramaz. Dolayısıyla Sokratesçi kültüre ölüm karşısındaki endişe, sakınma ve en nihayetinde dehşet musallat olur.
Nietzsche'ye göre Sokratesçi kültürün ikinci yanlış yönü, mitin yitirilmesidir. Modern insan ''mitsiz insandır''. Bunun sebebi de modernlikte sanatın rolüyle ilgilidir.'' (Sayfa: 196-197)
*
DİPNOT: Nietzsche Tragedyanın Doğuşu'nun son sayfalarında, Die Meistersinger'in en sonundaki Sachs'a çok benzer bir tarzda, ''Alman mitinin yeniden doğumunu'' sağlama çağrısında bulunur (TD 23; vurgular Nietzsche'nin). Wagner'e hayranlığından kurtulur kurtulmaz, düşüncesindeki bu tür milliyetçi duyarlılıklar yok olur -hatta ona küfür gibi gelir bu duyarlılıklar. Ama ondaki, cemaat mitinin, ulus-üstü cemaat mitinin hayati önemine bağlılığın asla yok olmadığını göreceğiz. (Sayfa: 198)
*
8. Bölüm
*
Savaş ve Sonrası:
*
Şi*ddet:


''..''İnsani olan'', yani insanlığı hayvanların üzerine yükselten şey Yunanlarda en yüksek gelişim düzeyine ulaşmıştır. Fakat aynı zamanda Yunanların doğasının köklerinde ''nedensiz zalimlik'', ''kaplanlara yaraşır bir yıkıcılık hazzı'' vardı: İskender ve Akhilleus'un yendikleri düşmanlarını savaş arabalarının arkasında sürükleme âdeti bunun bir kanıtıdır. (On sekizinci yüzyıldaki sakince ve çaba harcamadan insani olan Yunan portresine burada kasten karşı çıkarak yazmaktadır).
Bildiğimiz gibi, Yunanlar kendimize bakmamızı sağlayan ''bir aynadır''. İnsan türünün en insanisi şidde*te yatkınlıktan muaf değilse hiçbir insan türü bundan muaf değildir. Zalimliğe, saldırganlığa, şiddete (Nietzsche daha sonra ''güç istencinden'' bahsedecektir) yatkınlık, insanlarda doğuştan vardır, yapıtaşımıza ''kazınmıştır''. Bu yüzden şidd*ete yatkınlığı ortadan kaldırmak söz konusu olamaz. Tek mümkün olan şey kültürün bu yatkınlığı sınırlandırması ya da başka yere yönlendirmesidir.'' (Sayfa: 208)
*
''Nietzsche'nin Yunanlar üzerine düşüncelerinden çıkardığı kalıcı ders, insan doğasından za*limliği ve şid*deti silmenin imkânsızlığı değildi sadece; bunları silmeyi zaten istememeliydik, zira ''insanın .. gayri insani olarak görülen kor*kunç gizilgüçleri .. aslında tüm insani şeylerin, insani duyguların, işlerin ve başarıların doğabileceği tek verimli topraktır''. Nietzsche olgun felsefesinde ''soylu'' ve ''insani''nin doğaüstü bir fail tarafından doğal düzene aşılanan bir şey olmadığını, daha ziyade içimizdeki ''sarışın canavarın'' kültür tarafından yeniden yönlendirilmesiyle ortaya çıktığını vurgular. ''İyilik'' hakkı için ''kötü'' gizilgüçlerimizi muhafaza etmeliyiz.'' (Sayfa: 210)
*
Öğretim Kurumlarımızın Geleceği Üzerine:
*
''Hegel felsefesinin -özellikle okulların kendisinde- propaganda amacıyla kullanılması da daha kurnazca bir yoldur. Hegel, devleti (Nietzsche'ye göre) ''mutlak ölçüde tamamlanmış etik organizma'' diye övdüğünden, doğal olarak hayatın anlamı da devlete hizmet ya da devlet için fedakârlıktır -belki de en büyük fedakârlığı yapmaktır. Dolayısıyla ''eğitimin görevi her birimizin devlete en çok faydalı olacağı yer ve mevki bulmamızı sağlamaktır.
Devletin amacı gayet basittir: ''her şeye kadirlik'' noktasına ulaşmak, bir başka deyişle diğer devletlere nazaran bütünsel güç sahibi olmak, küresel egemenlik kurmak. Böylece Hegelci ''devlet kültürü'' propagandasının yapıldığı okullar başka bir Prusya yeniliği olan zorunlu askerlikle paralel gider. Bana kalırsa Nietzsche burada 4. Bölüm'de tartışılan ''bütünsel'' toplum kavramına doğru gitmektedir. Daha özel olarak da, yarım yüzyıl sonra Nietzsche'nin hayranı Ernst Jünger tarafından dile getirilen ''toptan seferber olmuş toplum'' kavramının ilk işaretlerini görüyoruz. Toplumsal hayatın tüm yönlerinin devletin amaçlarına doğru çekilmesi ve bu amaçların hükmüne girmesi anlamında ''totaliter'' bir toplum. Burada devletin amaçları da esasen güç kullanarak fetihte bulunmak ve genişlemektir.'' (Sayfa: 213)
*
''Nietzsche'nin modeline göre gymnasium'un misyonu devletin faydalı bir görevlisi olmaya yönelik eğitim değil, ''kültüre [Bildung] yönelik eğitimdir [Erziehung]''. (Nietzsche ''hakiki eğitimi'' kültüre yönelme olarak, diğerini ise ''kurs'' ya da ''talim'' olarak tanımladığından, tezi bir totoloji olarak da ifade edilebilir: Eğitimin asıl amacı eğitimdir.)'' (Sayfa: 214)
*
''Bildung'a [kültür] yönelik eğitimin amacı, der Nietzsche dinleyicilerine, ''dahinin doğuşu ve eserini yaratması için hazırlık yapmaktır''. Böyle bir eğitimin odağında Alman dili ve edebiyatının öğrenilmesi vardır ama daha da önemlisi ''Alman özünün'', kritik olmasına rağmen ''gizlerle dolu ve kavranması zor'' bir şekilde bağlı olduğu klasik antik dönem öğrenilmelidri. Öğrenci hakiki ''Alman ruhunun'' doruğundakilere aşina olmalı ''Goethe ve Winckelmann gibi otantik ''dâhileri'' tanımalı, ''klasik eğitimin bu yüksek rahipleri'' aracılığıyla Yunan antikitesiyle, yani ''eğitimin tek ve doğru yuvasıyla'' yakınlaşmalıdır. Yani eğitim bize ''Yunan anayurdumuzu'' geri vermelidir. ''Sonsuz uzaklıkta ve elmas surlarla çevrili Helen dünyası, insanların en iyileri ve en yeteneklilerinin hac yer'' haline gelmelidir.
Bu görüşü gayri Schopenhauer'ci yapan şey, Schopenhauer dâhiliği sadece sanat bağlamında tartışırken, Nietzsche'nin burada gayet açıkça ahlaki gelişimi kastetmesidir -von Gersdorff'a gönderdiği mektupta verdiği adla ''etik eğitimden'' bahsetmektedir.'' (Sayfa: 215)
*
''Hakiki gymnasium'da Yunanlar kendi aksimize baktığımız ''bir ayna''dır -ne olduğumuza değil, daha ziyade ne olmak istediğimize bakarız bu aynada.'' (Sayfa: 216)
*
''Nietzsche'nin reddettiği ''Hegelci'' falsefeye göre birey için anlamlı bir yaşam, nihai ''etik organizma'' olan ''devlete'' -kişinin yetilerine uygun olarak- bağlılık ve hizmet demektir. Ama kendisi de aynı ölçüde ''organik'' bir çerçevede kalır. Onun ideal toplumu, yani ''orkestrası'', her bireyin her hareketi diğer bireylerinkiyle ahenkli -ve serbest- bir biçimde koordine olabilsin diye dâhi şef tarafından yönetilir. Birey ''orkestra'' topluma aidiyeti ve hizmeti sayesinde anlamlı bir yaşam sürer. Demek ki ''Hegelci'', Bismakçı devlete Nietzsche'nin karşı çıkışı kesinlikle bireyin önceliğine dair liberal-demokratik anlayışın olumlanması değildir. Nietzsche devletin işlevinin bireylerin kendi atomik hayatlarını sürebileceği, başkalarının hayatlarıyla koordine olmadan yaşayıp gidebileceği bir alan yaratmak olduğu fikrini desteklemez. Onun itirazına göre hakiki ''etik organizma'' devlet değil ''halk'' ve halkın kültürüdür. Devlet halkın ve kültürün ''sınır bekçisi, düzenleyicisi ya da denetçisi'' olmamalıdır, der.'' (Sayfa: 218)
*
''Martin Heidegger, lidere liderlik etmek (Almanca deyişle ''den Führer zu führen'') için Nazi partisine katıldığını söylediğinde, aslında siyaset ile kültür ve devlet ile ruhun hayatı arasındaki ilişkiye dair eski bir Alman geleneğine uygun davranıyordu ki Nietzsche de daha önce bu geleneğe sahip çıkmıştı.'' (Sayfa: 219)
*
9. Bölüm

Görsel Kaynağı: https://neilscott.substack.com/p/nietzsche-and-photography (1871)

Anal Filoloji:
*
''Nietzsche'nin sağlığı 1871 Şubat'ında o kadar kötüleşti ki hastalık izni alıp iyileşmek için altı haftalığına Lugarno'daki Hotel du Parc'a çekildi. Orada ona Elizabeth baktı. Basel'e döndüğünde felsefe kürsüsüne başvurusunun reddedildiğini öğrendi. Schopenhauer taraftarlığının kurbanı olduğunu iddia etti ama aslında reddedilmesi gayet yerinde bir karardı, zira felsefi yöntem eğitimi almadığı gibi felsefe tarihinin temel bilgisinden de yoksundu -bu boşluğu hiçbir zaman doldurmadı. Aristotales'in, Retorik (2006; Tekhne Rhetorike) dışında hiçbir önemli eserini bilmiyordu, ortaçağ skolastiklerinden haberi yoktu, kıta rasyonalistlerini ya da İngiliz amppiristlerini de tanımıyordu. Kant'ın Yargı Yetisinin Eleştirisini okumuş olsa da, Arı Usun Eleştirisi'ni neredeyse kesinlikle ikincil kaynaklardan biliyordu. (Putların Alacakaranlığı'nda ''Hakiki Dünya Sonunda Nasıl Masal Oldu.?'' başlıklı yarım sayfalık Batı felsefesi tarihi özetinde, Platon ile Kant arasındaki iki bin yıllık boşlukta yaşamış hiçbir filozofun adının geçmemesi dikkat çekicidir.) Bu yüzden Nietzsche bu küçük bölümün ders ihtiyacını karşılama kapasitesinden yoksundu.'' (Sayfa: 222)
*
Dağlara Çekilme:

GÖRSEL: https://en.wikipedia.org/wiki/Spl%C3%BCgen_Pass

''Nietzsche Eylül sonunda yaralarını sarmak için dağlara doğru yola çıktı. İtalya'ya kadar gitme niyetiyle küçük Splügen köyüne posta arabasıyla vardı. Deniz seviyesinin üç bin metre yukarısında bir vadiye kurulmuş olan köy İsviçre-İtalya sınırındaydı. ''Sanki İsviçre'yi hiç görmemiştim .. bu benim doğam,'' diye yazıyordu dramatik Via Mala boyunca arabayla yolculuğu için. Annesine mektubu şöyle devam ediyordu:
*
Splügen'e yaklaşırken orada kalma arzusu beni etkisi altına aldı. İyi bir otelde son derece sade bir oda buldum. Balkonu şahane bir manzarayı görüyordu. Bu yüksek Alp vadisi .. tam istediğim şey. Sert rüzgârlar tertemiz havayı getiriyor, her türden tepeler ve kayalar var, ayrıca bunların hepsini karla kaplı heybetli dağlar çevreliyor. Ama en çok hoşuma giden şey uzun saatler boyunca yürüdüğüm yayla yolları.. Öğlen saati posta arabası geldiğinde yabancılarla birlikte yemek yiyorum. Konuşmak gerekmiyor, kimse beni tanımıyor.. Küçük odamda taptaze bir gayretle .. şu andaki başlıca konum olan ''Öğretim Kurumlarımızın Geleceği'' üzerine çalışıyorum. [Bu aşamada dersleri bir kitaba çevirmeye niyetlenir.] .. Artık güçlü ve taze bir faaliyette bulunurken insanlardan tümden uzak yaşayabileceğim bir köşe biliyorum dünyada. İnsanlar burada siluetlerden farksız.
*
Neticede Nietzsche İsviçre'nin aynı köşesindeki Engardine'de daha yüksek başka bir vadiye yerleşti. Fakat giderek daha çok öne çıkan şu temanın burada belirdiğini görüyoruz: Nietzsche'nin düşünceleriyle baş başa kalma ihtiyacı.'' (Sayfa: 232-233)
*
Varoluşçu Filoloji:
*
''Tragedyanın Doğuşu'nun, filolojinin kurulu düzenini huzursuz etmesinin bir sebebi de Yunanların ''sakin ve rasyonel'' olduğu yolundaki görüşü baltalamasıydı. Nietzsche Yunan hayatındaki irrasyonel, Dionysosçu unsuru vurgulamak suretiyle Yunan ''rasyonelliğinin'' doğuştan gelen bir şey değil ulaşılan bir şey oldğunu vurgulayarak -bana göre eserin kalıcı, tarihsel fazileti de budur- kurulu düzenin hâlâ bağlı olduğu Winckelmann-Goethe-Schiller klasikçiliğini zayıflatmıştır.
Sonucu ve belki de en büyük suç da ''teorik'', bilimsel insanın anal takıntılı bir kontrol manyağı olarak resmedilmesi, ya da en azından kitabın böyle bir okumasının mümkün olmasıydı. Burada resmedilen insan, hayatın gizemi karşısında dehşete kapılmıştı ve bilime değil sadece Dionysosçu vecit halindeki sanatçıya açık nihai gerçeklikten habersizdi. Wilamowitz benzerleri, kendilerini tam da dört başı mağrur bilimsel insanlar olarak tasavvur ettiklerinden, ''teorik'' ya da ''İskenderci'' insan tasvirini kendilerinin hakaret içeren bir portresi saymışlardı -Ritschl bunu açıkça söylemişti. Von Gersdorff'un deyişiyle Wilamowitz'in risalesi, ''teorik açıdan ilk kez gerçek yansımasını görünce bir çığlık atıp aynayı kırmak istemesiydi.''..'' (Sayfa: 234-235)
*
Wagnergille İlişkiler:


''Temel meselelerde, kimsenin benden daha doğrucu ve daha derinden bağlı olabileceğini sanmam: Nasıl yapacağımı bilsem daha fazlasını da yaparım. Fakat ufak tefek, tali meselelerde ve belli başlı, neredeyse ''sıhhi'' konularda, kendimi şahsi biraradalıktan uzak tutmayı gerekli görüyorum, kendime biraz özgürlük vermeliyim ki daha yüksek anlamda sadakatimi gerçekten koruyabileyim.
*
Nietzsche'nin mektuplarında Wagner-Nietzsche göğünde varlığı ima edilen ilk buluttur bu.'' (Sayfa: 236)
*
''..''Doğrunun Dokunaklılığı''na göre, (..) ..doğru diye bir şey yoktur -o filozofları trajik kişiler yapan da budur. Mutlak doğru fikri ''tanrı kuruntusundan (Wahn)'' ibarettir. ''Doğru ve Yalanlar''da (''Doğrunun Dokunaklılığı''nın sondan üçüncü paragrafıyla başlar) ise bunun sebebini açıklamaya çalışır.
Ortaya üç sav atar Nietzsche. (..) O dönemden kalma bir notta, ''bitki için bütün dünya bitkidir, bizim için insandır'' diye yazmıştır. O halde ''doğrular yanılsama olduğunu unuttuğumuz yanılsamalardır''..'' (Sayfa: 238)
*
10. Bölüm
*
Zamana Aykırı Bakışlar:


''1873'ün başında Nietzsche'nin Yunan ve Roma Retoriği dersine sadece iki öğrencinin kayıt yaptırdığını görmüştük. Bu yüzden dersleri Giftrütte'deki dairesinde yapmaya karar verdi. Kimi zaman bira da ikram ediliyordu. Çoğunlukla gramer okulu öğrencilerini de orada ağırlıyordu. Bu öğrencilerden biri olan Louis Kelterborn, Nietzsche'nin evdeki haline dair bir tasvir bırakmıştır:
*
Tavır ve davranışlardaki istisnai kibarlık ve inceliğin son derece cazibeli ve doğal bir iyilikle birleşimi insanı hemen çarpıyor; öyle ki, kısa süre sonra doğrudan ve kendiliğinizden daha soylu, temiz ve yüce bir manevi atmosfere yükseldiğinizi hissediyorsunuz.. Tavırlarının ve giyiminin, ayrıca neredeyse askeri hassasiyetinin zarifliğiyle tamamen uyum içinde döşenmiş hoş bir orta sınıf dairesi burası. Açık renkli pantolon ve kahverengi frak ya da ceketle, dışarıya çıktığında da silindir şapkayla [o zaman bile antika duruyordu] -belleğimde işte böyle yaşıyor. Sıcak yaz günlerinde [Basel son derece nemli olabiliyor] buz küpleri kullanarak odasının ısısını düşürmeye çalışırdı.'' (Sayfa: 245)
*
Bayreuth'da Kasvet:

Görsel Kaynağı: https://es.m.wikipedia.org/wiki/Archivo:Coll%C3%A8ge_de_France._M._le_professeur_Gabriel_Monod,_membre_de_l%27Institut.jpg

''Nietzsche 1873 Mart'ında Herr Monod'un düğün töreni(*) için bir Monodie a deux'' yani dört elle çalınan bir payano düeti besteledi -anlaşılan von Bülow'un vahşice yorumları, içindeki bestecilik dürtüsünü tamamen ezip yok etmemişti- ''monide'' tek sesli bir parça olduğundan (aynı zamanda eseri besteleme vesilesi olan kişinin adı üzerine bir kelime oyunu yaratıyordu), bu eser ''bir düğün için son derece simgeseldi''. Sonraki ay nihayet Bayreuth'a ilk ziyaretini gerçekleştirdi.''
*
DİPNOT: Gabriel Monod'un evlendiği Olga Herzen, Rus sosyalist devrimci Alexander Herzen'in kızı ve Herzenlerin Londra'daki evine bakan Malwida von Meysenburg'un manevi kızıydı. (Sayfa: 247)

Monodie a deux (Lob der Barmherzigkeit)

Zamana Aykırı Bakışlar'ın Birincisi: David Strauss: İtirafçı ve Yazar:


''Birinci Bakış'ta kendisinde de Strauss'un bir zamanlar iyi bir araştırmacı olduğunu kabul eder. Fakat onun saldırdığı kişi yaşlanmış, yumuşamış ve sağlam kafayla düşündüğü sıralarda ön kapıdan kovduğu dini arka kapıdan geri alan Strauss'tur. Nietzsche'ye göre, Eski ve Yeni İman'ın (Des alte und neue Glaube) yazarı Hegel'ci iyimserliğin bir versiyonunu -bir nevi evrimci panteizmi- alternatif bir din olarak sunuyordu. ''Gerçeğin rasyonelliğinin'' insanı ''yeryüzündeki cennete götüreceğini öne sürüyordu. Nietzsche bu konuda üç eleştiri hattı kurar..'' (Sayfa: 251-252)
*
Rosalie Nielsen Olayı:
*
Rosalie Nielsen, tabiri caizse ilk sol Nietzsche'cidir herhalde. Nielsen olayı Tragedyanın Doğuşu'nun çıkışından kısa bir süre sonra başladı. (..) Anlaşıldığı kadarıyla kadın Leipzig'e döndükten sonra Wagnerlerin yayımcısı Fritzsch'ten yayınevini satın almaya kalkmıştı; Nietzsche'ye söylediği kadarıyla böylece onların yazılarının iyi muamele görmesini garantiye alacaktı. Solcu sendikaların grevlerinden mustarip olan ve mali güçlük çeken Fritzsch gerçekten de yayınevini devretmeye ikna olabilecek haldeydi. Nielsen'in Mazzini ve İtalyan Marksistleriyle bağlantıları varmış gibi göründüğünden, Nietzsche Ekim ayında eski sosyalist Wagner'i sahneden silmek üzere ona yakın yayınevini satın almaya yönelik uluslararası bir komplodan korkmaya başladı. Fritzsche gerçekten de sıkıntıda olmasına rağmen, anlaşıldığı kadarıyla komplo sadece Nietzsche'nin ve bir ihtimal Nielsen'in kafasındaydı sadece. (..) Bu olay biraz komik olsa da, Nietzsche'nin daha o zamandan ciddi bir sosyalizm ve örgütlü emek düşmanı olduğunu göstermektedir; üstelik sendika aktivizmiyle sorun yaşayan Basel'in asil ailelerinin evlerinde de bu düşmanlığı güçlenmişti. O dönemden kalma notlarından birinde, ''birkaç sofuca dileği,'' olduğunu yazar: ''Herkese oy hakkının kaldırılması, ö*lüm cezasının korunması ve grev hakkının kısıtlanması''. Düşmanlığının temelinde ''Yunan Devleti''nde açıkladığı görüş yatıyordu elbette: Sanat çoğunluğun çalışmasıyla azınlığa boş vakit yaratılmasını gerektirdiğinden, sanat ve sosyalizm birbirinin can düşmanıydı. (Wagner bu temelsiz karşıtlığı kabul etmediğinden, sosyalizme karşı o kadar paranoyakça bir tavrı yoktu ve Nielsen olayını hafife almıştı.)'' (Sayfa: 257-258)

Zamana Aykırı Bakışlar'ın İkincisi: Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Sakıncası:


''İkinci Bakış, nihayetinde biraz gazetecilik tarzı içeren birincisine nazaran daha farklı bir eserdir, tümden başka bir düzeydedir. Başlıkta belirtildiği gibi tarihin yararları ve zararları üzerinedir; burada ''tarih'' sözcüğü ''geçmiş'' anlamına gelmez, ''geçmişin tasarımları'' ya da tarihyazımı anlamındadır. Eserin genel savına göre, doğru türden bir tarih ''hayat'' için esasken, yanlış türden tarih ise hayatı öldürür. Nietzsche burada ''hayat'' derken ''sıhhat'' gibi bir anlamı kasteder, yani ''gelişmekten'' bahsetmektedir: İyi bir tarih canlı bir varlığın, ''bu canlı varlık ister bir insan, ister bir halk ya da kültür olsun'', gelişmesi için zorunludur, kötü tarih ise onu engeller. Nietzsche gelişmeyi artıracak üç tür tarihten bahseder.'' (Sayfa: 261)

Yeraltından Notlar:


''Darwin'in evrim teorisi, sanat, din ve ahlkata korkunç sonuçlara yol açsa da (Strauss'un yüzleşmeyi reddettiği sonuçlar), bu teorinin ''doğru olduğunu savunuyorum'' diye yazar Nietzsche. Peki, bu kabul Kant'ın idealizminin kabulüyle tutarsız değil mi.? Hiç de değil: ''İnsan jeolojik ve Darwinci süreçlerden söz edebilir .. ama (dünya-yaratan) özneyi devreden çıkarmak kesinlikle imkânsızdır.'' Bir başka deyişle, Darwincilik doğrudur doğru olmasına, fakat sadece belli -insanca- bir bakış açısıyla. ''Kendinde'' gerçekliğin Darwinci (hatta uzamsal ya da zamansal) olduğunu var sayma hakkımız yoktur, çünkü kendinde gerçeklik bilinmeyen bir alandır.'' (Sayfa: 267)
*
''Neden Felsefe.? Nietzsche ''Platon-Öncesi'' filozoflar üzerine düşünürken, hiçbirinin kitlesel olarak takip edilmediğini gözlemler. Peki, o zaman nihai iyilik, yani cemaatin kültürel sağlığı bakımından felsefenin faydası nedir.? Felsefe çok farklı şeyler yapabilir: Thales ve Demokritos'ta olduğu gibi bilimsel ''hakikat'' hissini kuvvetlendirerek ''mitsel olanı boyunduruğa alabilir'', ya da tam tersine Herakleitos gibi yapabilir. Sokrates'te olduğu gibi her türlü dogmacılığı yerle bir edebilir. O yüzden sağduyulu filozof ''kültürün hekimi'' olma ihtiyacı duyar: Zamanının kültürel ihtiyaçlarını teşhis etmeli ve reçetesini yazmalıdır. Bizim için filozofun görevi ''dünyevilikle'' (materyalizmle) savaşarak ''bilgi güdüsünün barbarlaştırıcı etkisini sınırlamaktır'', diye devam eder. Günümüzün kültürel hekimi ''kültürün ancak bir sanatın ya da sanat eserinin merkezileştirici öneminden çıkabileceği'' bilgisiyle hareket etmelidir.'' (Sayfa: 269)


''..Nietzsche'nin bütün hayatı ve felsefesi her şeyden önce ''kültürü'' yeniden kuracak yeni bir dini bakış açısı bulma çabasıdır.'' (Sayfa: 270)
*
11. Bölüm
*
Aimez-vous Brahms.? (Brahms'ı Sever misiniz.? François Sagan'ın 1959 tarihli romanının ve 1961 yılında bu romandan çekilen filmin adı.)


Wagner Bilançosu:
*
''1873'te Nietzsche'nin defterlerinde Wagner eleştirisinin izine bile rastlanmadığını önceki bölümde vurgulamıştım. ''Üstat'' üzerine mahrem düşünceleri de aleni ifadeleri kadar saygılıydı. Bu yüzden 1874 başından itibaren bambaşka ifadelere düzenli olarak rastlamamız şaşırtıcıdır: ''büyük bestecilerimizden hiçbiri yirmi sekiz yaşındaki Wagner kadar kötü besteci değildi'', ''Bach'tan ya da Beethoven'dan saf bir doğa yansır. Wagner'in vecitleri çoğunlukla şiddetlidir ve yeterince naif değildir''. Böyle ifadelerde asıl irkiltici yön, ezici eleştirellik değildir; o kadar ezici oldukları söylenemezse de, salt eleştirel olmalarıdır. Demek ki Wagner artık ''Üstat'' değildi, yarı-dini bir saygı nesnesi olmaktan çıkmış, salt bir ölümlü olmuştu ve ölümlülüğün pek çok kırılganlığını da taşıyordu.Kısacası, tanrılar katından insanca bir kata indirilmişti.'' (Sayfa: 276)
*
''..Wagner bir ''aktör'' olmakla kalmaz, özellikle ''tiranlık'' yapısına sahip bir aktördür. Eserlerinin her bakımdan ''muazzam'' olmasının sebebi budur -Parsifal beş buçuk saat sürer, Yüzük (Der Ring) dörtlemesi on yedi saat sürer (araları saymazsak), ayrıca yeni opera binasının ihtiyaçları Wagner'in daha önce hiçbir bestecinin hayal bile etmediği ölçekteki orkestra ve sahne kaynakları talebine göre belirlenmiştir. Wagner sadece duygulandırmayı değil aynı zamanda alt etmeyi, sırf eserlerinin boyutlarıyla ''korkutmayı'' amaçlar. Nietzsche'nin sonraki terminolojisiyle, cisimleşmiş ''güç istencidir''. Wagner'in tiranlığı (siyasi iktidara sahip olmadığı için şükretmeliyiz, diye düşünür Nietzsche) hem başka bestecilere cevabını hem de toplumsal düşüncesini etkilemektedir.'' (Sayfa: 277)
*
''Wagner'in olumlu erdemlerine dair Nietzsche'nin anlattıkları, son derece önemli bir sözcük olan 'birlik' ile özetlenebilir:
*
Müzik çok iyi değil, şiir ve olay örgüsü de aynı, çoğunlukla salt retorik olan oyunculukta da pek iş yok. Ama hepsi bir bütün, birlik oluşturuyorlar ve hepsi aynı boyda. Düşünür olarak Wagner müzisyen ve şair olarak Wagner'le tam olarak aynı düzeydeler.'' (Sayfa: 280)
*
Ev Cephesi, Yeni Yayıncı, Kadınlar:
*
''Nietzsche'nin kadın arkadaşlarına biçtiği birkaç rol vardır: salt anne, MalwidaVonMeysenburg; kardeş-sevgili, Cosima; anne-sevgili, Marie; salt arkadaş, Meta von Salis; salt sevgili, Lou Salome; salt kardeş, Elizabeth. Fakat tüm kadın arkadaşlarının (Elizabeth hariç) ortak noktası çok bilgili, iyi eğitimli olmaları ve okumaya merak duymalarıdır. Bu yüzden Leipzig'den Fraulein Rubinstein'ın doktora programına yaptığı başvuru 10 Temmuz 1884'te Basel'in birleşik fakülteler komitesinin önüne üniversiteye kadınları kabul edip etmeme sorununu koyduğunda, Nietzsche'nin kadınları kabul etme yanlısı dört üyeden biri olması biyografik açıdan şaşırtıcı değildir. İki saatlik tartışmanın ardından (Burckhardt dahil) altı üye karşı oy kullanınca ret sonucu çıktı. Fakat Nietzsche ve kadınları kabul etme yanlısı diğer üç üye buna bozulmuş olmalıydı, zira itirazlarının açıkça kayda geçirilmesini istediler. Nietzsche'nin olgunluk dönemi yazıları feminizm karşıtı, hatta kadın düşmanı olmakla ünlüdür. Özgürlükçü taleplere en azından kısmen verdiği bu desteğin nasıl doğduğunu daha sonra sorgulayacağız.'' (Sayfa: 284-285)
*
Berggrün:
*
''..Elizabeth'e yazdığı kadarıyla, önceki yıl Flims'te tanıştığı Fraulein Berta Rohr'la, ''neredeyse evlenmeye karar veriyordu''. Elizabeth bu evliliğe karşı çıkınca Fritz yeniden aile diplomasisini devreye soktu ve sadece şaka yaptığına onu temin etti. Fakat aynı sıralarda von Gersdorff'a da Berta yüzünden Chur'dan ayrılmaya gönülsüz olduğunu yazdığına göre, şaka yaptığı biraz şüphelidir. Hatta Nietzsche'nin aslında eşc*insel olduğu teorisine karşı, ''Bayreuth çöpçatanlık-komisyonunun'' bir eş bulması talimatına uymasının önündeki en büyük engelin Elizabeth'in yarı-ens*estvari bir kıskançlıkla, aşktan konuşmak şöyle dursun bir kadının Fritz'e ondan daha fazla yakınlaşmasına bile katlanamaması olduğu söylenebilir.'' (Sayfa: 285)
*
''Ayrıca Wagner bu olaydan arkadaşı Hans von Wolzogen'e de bahsetmiştir. Wolzogen'in hatırladığı kadarıyla Wagner şöyle der:
*
Nietzsche bu müzik hakkında doğru bir görüş edinmek için onu tanımam gerektiğini söyledi. Kabul etmedim ama üzerime gelmeye devam etti. En sonunda ona çok öfkelendim (kızınca nasıl olurum bilirsin-zavallı Cosima benden çok çekmiştir). Kabalaştım -Tanrım, kesinlikle öyle yaptım.!- Nietzsche fırladığı gibi kapıdan çıkıp gitti. Evet, ben böyleyim işte. -bir daha hiç dönmedi.! Şimdi de.. Nietzsche'mi kaybetmeme vesile olan Brahms'ı sevmem bekleniyor.!'' (Sayfa: 289)
*
Auf Wiedersehen Bayreuth (Hoşça Kal Bayreuth.!)
*
Biz Filologlar:
*
''Yunanlar hakkındaki en önemli mesele, tüm insanlığa açık olan evrensel doğayı paylaşmalarına rağmen, çocuksu masumiyetlerinin ve ''naifliklerinin'', önemli insani fenomenlerin -devlet, eğitim, ci*nsellik ve sanat- eşsiz bir netlikle ortaya çıkmasını sağlamasıdır: ''Yunan aşçı başka aşçıdan daha aşçıdır.'' Yunanlar açık ve dürüst insanlardı, çünkü Hıristiyan ve Hıristiyanlık sonrası insanlığın tersine utançları yoktu.
*
Yunanların toplu olarak modern insanlıktan daha etik olduğunu söylersem bunun anlamı nedir.? Eylem halindeki ruhlarının bütün görünürlüğü onların utançlarının olmadığını gösterir. Vicdan azabı diye bir şey bilmiyorlardı. Sanatçılar gibi daha açık, daha tutkululardı; bir tür çocuksu naifliği de taşıyorlardı, bu yüzden yaptıkları tüm kötü şeyler de bir nevi saflık, kutsala yaklaşan bir şey barındırıyordu.
*
(Albert Camus de Yunan ''naifliğini'' benzer bir şekilde över ve özellikle atletlerin çıplaklığıyla ilişkilendirir.) O halde Yunanlar neticede özel ilgiye layıktı. Gelgelelim, on sekizinci yüzyıldan beri baskın olan duygusallaştırılmış, ''yaldızlı kâğıda sarılmış'', ''kısırlaştırılmış'' Yunan imgesine değil, gerçek Yunanlara bakılmalıydı. Yunanların -ve insanın- doğasındaki ''insanca, pek insanca''lığı tanımalıyız: ''İnsan ilişkilerindeki irrasyonelliği hiçbir utanç duymadan aydınlığa çıkarmak'' zorundayız. Ancak bunu yaptıktan sonra ''temel ve geliştirilemez olan ile geliştirilebilir olan arasında ayrım yapabiliriz''. Üstelik ancak pek-insanca olanı dürüstçe tanıdıktan sonra onunla makul bir tarzda uğraşabiliriz. Tıpkı Yunanların kendisi gibi biz de şunu kabul etmeliyiz:
*
Esriklik, hilekârlık, intikam, kin besleme, iftira gibi arzuların insaniliğini .. böylece toplumu ve etiği inşa ederken bu arzuları da katmalıyız. [Yunan] kurumlarının bilgeliği iyi ile kötü, siyah ile beyaz arasındaki ayrımın yokluğunda yatıyordu. Demek ki kendini gösteren doğa inkâr edilmeyip onunla kaynaşılıyor, belli kültler ve günlerde sınırlanıyordu. Antiklerin tüm özgür-ruhluluğunun [Freisinnigkeif] kökünde bu vardı: İnsanlar doğa kuvvetlerini imha ve inkârın değil, ılımlı tahliyenin peşindeydi.
*
Nietzsche'nin daha sonra Hıristiyanlığın ''kötü''yü ele alışına yönelttiği eleştirinin önemli bir öncelini görüyoruz burada. Daha yerel bağlamda ise örneğin cinselliği ara sokaklardaki randevuevlerine süren ikiyüzlü Viktoryen namus bekçiliğine de bir karşı çıkıştı bana kalırsa. (..)
Yani Yunanlar tıpkı Romalılar gibi salt ''dekorasyon ve ciladan'' ibaret değildir. Onlara göre kültür hayatın köklerine aitti. ''Kültürü'' salt pastanın üstündeki süsleme olarak, ahmakça ticaretçilik gerçeğinin üstüne çekilmiş ince bir vernik olarak gören modernlik, Yunanların en iyi yönlerini tekrarlamakla övünür. Fakat aslında ''dekorasyon'' olarak kültür kavramı zaten çoktan Antik Yunan'ın büyüklüğünden düşüşü temsil eden İskender-Roma döneminden gelir. Nietzsche'nin buradaki itirazı on dokuzuncu yüzyılın cephe beğenisinedir -birbirine aynen benzeyen binaların üzerine klasik ya da gotik bir süsleme cilası çekilmesine- dir.'' (Sayfa: 302-303)

Jakob Burckhardt

''..modern tarihçiler gizli teologlardır. Nietzsche bu kısır döngünün tek bir istisnasını görmüştür -meslektaşı Jakob Burckhardt.'' (Sayfa: 304)

Hiç yorum yok:

Sohrâb Sepehrî (سهراب سپهری) (Sohrâb-i Sipihrî) - Sekiz Kitap, Bütün Şiirleri (Farsçadan Çeviren: Mehmet Kanar)

Rengin Ölümü (1951)   GECENİN KATRANINDA * Nicedir bu yalnızlıkta Suskunluğun rengi dudakta. * Bir ses çağırıyor beni uzaktan Ama ayaklarım ...