4 Ekim 2018 Perşembe

Oğuz Atay - Korkuyu Beklerken

ÖNSÖZ:
*
''Korkuyu Beklerken'' öyküsünün kahramanı ''kendi kendisiyle alay etmeyi'' bilmekle övünmektedir. Oğuz Atay'ın kişilerinin başlıca erdemlerinden biri işte.! Özeleştiriyi aşan bir edimi: özalayı gerçekleştirebiliyorlar. Kahramanların söz konusu niteliği Atay'ın anlatımının temel özelliklerinden olan ironi ile örtüşmektedir.
Kendi kendini eleştirmek, alay konusu yapmak yıllarca fazla ciddiye almadığımız eylemler olarak kaldı. Ama toplumsal gelişme bu eylemleri ister istemez gündeme getirdi. 1970'lerde Oğuz Atay'ın bugünkü denli benimsenerek okunması güçtü. Okur kitlesi belli nedenlerle daha çok toplumsal gerçekçi kuramın etkisi altındaydı. Birey, ruh gibi kavramlar küçümsenirdi. Anlatımda Oğuz Atay'ın yaptığı gibi alegoriler, metaforlar kullanmak, düşsel dünyalar kurmak biçimcilik diye suçlanırdı. Bunun içindir ki Oğuz Atay'ın öykülerinde yer yer okura taş atılır, okur suçlanır.'' (Sayfa: 9)



''Elinizdeki kitap ''Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba.?'' sorusuyla bitmektedir.
''Buradayım'' yanıtını verenlerin çoğalması dileğiyle'' (Sayfa: 10)
*
Önsöz / Oğuz Demiralp, Ocak 1987


KORKUYU BEKLERKEN ÖYKÜSÜ'NDEN:
*
Yalnız insanların, kendi içlerinde başlayıp biten eğlenceleri vardır.
*
Bütün hayatım ayıklamakla geçti, gene de bitiremedim süprüntüleri atmayı.(Sayfa: 41)


Bir yerden sevmeye devam edebilir miydim.? Çünkü sevmek yarıda kalan bir kitaba devam etmek gibi kolay bir iş değildi.Ya hiç sevmemişsem bugüne kadar.? Bir kitaba yeniden başlamak gibi, sevmeye yeniden başlamak pek kolay sayılmazdı herhalde. (Sayfa: 63)

Tomris Uyar - Metal Yorgunluğu

Tomris Uyar - Metal Yorgunluğu

Şen Ol Bayburt Öyküsü'nden:

''İnsanı önce kendi soyu yer bitirir, kendi cinsi yağmalar.'' (Sayfa: 36)



Metal Yorgunluğu Öyküsü'nden:
*
''Diyorum ki kişinin doğum tarihi pek önemli değil aslında, dünyaya gözlerini açmak daha önemli.

Diyeceğim, bizim halkımız, sokağa on yılda bir dökülür. İnançları ve parası değer düşümüne uğratıldığında.'' (Sayfa:55-56)
*
Kalenin Bedenleri Öyküsü'nden:
*
''Kıyıcı bir erkeğe tutulup onun ardısıra nerelere, nerelere sürüklenmiş bir kadının ikiye bölünmüş gülümsemesi: Hüzünlü, esrik, al, solgun, hasta, dirençli, incinik, atak, ama hep yarım.
İhtiyar kentlerin hiçbirinde uzun süre konaklamamış; denizleri, dağları bile yalnızca gökten - şöyle bir geçerken - görmüş, hiç kıstırılmamış bir yeryüzü serserisi o. Yaşamak, gitmek demek onun için. Yeryüzü, iki deniz arasında bir nokta demek, iki kent arasında bir istasyon.
''Kendine ne kadar sağlam bir duvar örersen ör, hep bir gedik bırakıyordun.''
''Ben de,'' dedi, ''ben de özgürlüğüme tutsağım.'' (Sayfa:73-76-78)
*
Akşam Alacası Öyküsü'nden:
*
''Turşu suyu içmeyi özlemiş bir ülserli gibi ertesi akşamı bekledi; yağmur dinince sevindi.''
''Yapışkan, boğucu günün üzücü akşamı inerken, çocukla buluşmadan önce tek kırmızı giysisini geçirdi üstüne. Bakkala gidip ona renk renk çikletler, şekerler aldı. Yoo, veda anlamında değil: onun da zamanla renksiz bir zaman parçasına dönüşmesinden ürktüğünden.'' (Sayfa: 102- 104)

Hasan Ali Toptaş - Kayıp Hayaller Kitabı


Cızırtıyla yanan gaz lâmbası hemen nefeslerinin ucunda, eğri büğrü bir odun kütüğünün tepesindeydi nicedir ve titreyip duran ışığıyla nicedir bir oluyor dedeyi deve, bir oluyor cüceye benzetiyor; ya da zaman zaman kitaplara eğilip kalkan Hasan'la Hamdi'nin kafalarını kaptığı gibi, birer gölge hâlinde ta duvar dibine kadar yuvarlıyordu. (Sayfa: 38)
*
Hamdi'nin dedesi bu kavganın uzağındaydı henüz; sırtını duvarda oynaşan gölgelere dayamış, bir eliyle sakalını sıvazlarken ötekiyle ağır ağır tesbih çekiyordu. Parmaklarının arasından akan tanelerin her biri çok çok eskilerde kalmış upuzun bir yıldı da sanki, çıkardıkları seslerle her seferinde bambaşka bir anıyı hatırlatıyorlardı dedeye ve dede bütün taneler devirlerini tamamladığında, derin bir soluk alarak neredeyse bir kat daha yaşlanıyordu. Belki de bu yüzden, kendi kendine tutunmak için sıvazlıyordu sakalını, yani tutunmak, oldukça masum bir kılıkla sıvazlamaya tutunuyordu gizlice ya da dede bedenini sürükleyip götüren zamanı birazcık olsun dizginleyebilmek için, gün boyunca sakalına gösterilen hürmeti hızla gelip geçen dakikaların gözükmeyen avuçlarına sağıyordu beyaz beyaz. (Sayfa: 39-40)
*
(.. Canımı dişime takarım ben sonra, ıhlaya ıhlaya, zor da olsa eve gelirim. İçimdeki de seni merdivenin başında görür görmez pısar hemen, en karanlık yanıma gidip tıpkı bir kedi gibi saklanır. Sen, ben ne zaman sofradan erken kalksam, ne çabuk doydun, diye sorarsın sonra; ben de, doydum derim her seferinde sofra duası okurcasına. O doydum'ların birçoğu doydum değildir aslında gökçe gelin, o gün gülümü görememişimdir de öldüm'dür.. Bazen sürçülisan edip öldüm diyorumdur belki ben ama, sen tutup onu doydum, anlıyorsundur, olamaz mı.? Bal gibi olur, derim ben; yani gerçek nereye ve nasıl gizlenirse gizlensin arada bir kendiliğinden parlayıp söner..) (Sayfa: 49)

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin

Neden yazılır.? Dünya acılı olduğu için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmayagörsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır. ( Ya da kendi kendine kanıtlamak için. ) Çünkü, insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalım yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olmayı edebiyatla öğrendim. Çok sevdiğim üç yazarın, üç cümlesini - benim neden yazdığımı çok iyi anlattığı için - edebiyat yaratıcılığının kıpırdanışlarını çok iyi yansıttıkları için burada vurgulayacağım:
* ''Hiçbir zaman sakin olamamak, sanırım benim kaderim.''
İtalo Svevo (Zeno'nun Bilinci romanından)
* ''İnsanın konuşmak için konuşmadığını böylece öğrendim, 'bunu yaptım', 'şunu yaptım', 'yedim, içtim' demek için konuşmadığını, aksine kendi yaşam görüşünü geliştirmek, bu dünyada neler olup bittiğini kavramak için konuştuğunu.''
Cesare Pavese (Yeni Ay romanından)
* ''İşte gidiyor, felaketlerin anası, koşuyor ve tüm dünyayı kendisiyle birlikte eve götürmeye çalışıyor..
Ne garip, insan keşfetmeye görsün, nasıl da tüm dünyaya sahip olabiliyor.''
Djuna Barnes ( Gecenin Uzantısı romanından)
*
Bir cümle de ben eklemek istiyorum:
* ''Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum.'' (Sayfa: 10-11)

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin
Kafka, babası Hermann Kafka'nın, kendisiyle hiç bağdaşmayan kişiliğinin acısını ve baba baskısını yaşamı süresince algıladı.
1919 yılında (kitap baskısında 62 sayfa tutan) ünlü Baba'ya Mektup'u yazdı. Ama bu mektubu hiçbir zaman babasına göndermedi. Bir bölüm de bu mektuptan okuyalım:
''..Yemek masasında, yalnız yemekle ilgilenmemize izin verilirdi, oysa sen tırnaklarını temizler, keser, kalem açar, kürdanla kulağını temizlerdin. Baba, beni yanlış anlama, bunlar belki de önemsiz ayrıntılardı, ama örnek almam gereken senin gibi önemli bir insanın bana koyduğu kurallara kendisinin uymaması, bu ayrıntıları ezici öğeler haline getiriyordu. Böylelikle dünya benim için üçe bölünüyordu; birincisi benim için icat edilmiş, ama benim, neden bilmem, hiçbir zaman uyamadığım yasaklar dünyasında yaşayan ben, bir esir; sonra ikinci dünya, senin yaşadığın ve benden sonsuz uzak dünya, senin yönetimin, emirlerin ve emirlerine uyulmamasının verdiği öfke içinde yaşadığın dünyan; ve giderek üçüncüsü, arda kalan insanların, emir almaksızın ve uymak zorunda kalmaksızın yaşadıkları dünya. Ben her zaman bir utanç altındaydım, çünkü senin emirlerine uymam utanç verici bir durum, emirler bana özgü olduğundan, diyelim inadım tutuyor bu da utanç, çünkü sana karşı nasıl inatçı olunabilir, ya da çok olağanmış gibi, benden yerine getirmemi istediklerine hiç uyamadım, çünkü bende ne senin gücün, ne senin iştahın, ne becerilerin var, bu da en büyük utanç oldu. İşte çocukken, düşüncelerimin olmasa bile, duygularımın dalgalanışı buydu.'' (Sayfa: 16-17)

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin
''İlk kez bir insan için yazıyorum. Sevgili dost Celâl Sılay için. Bir yıl önce, Eylül başlarında yitirdik onu. Şiiri hiçbir zaman anlayamadım, bu nedenle onun ozanlığını da değerlendiremem, ama hiçbir yazarda görmediğim öfkesini, her gün yazmak, söylemek, anlatmak isteyen kişiliğini ve bunların da ötesindeki insanlığını çok iyi bilirim.'' (Sayfa: 24)
*
''Saçsız, dişsiz, tırnakları kemirilmiş, kısa boylu bir adamdı Celâl Sılay. Ama güzel bir adamdı. Pırıl pırıl, taşan bir öfkesi, canlı bir gülüşü, haykırışı, çığlığı vardı. Onun kadar burjuva tutkularından arınmış bir başka insan tanımadım.'' (Sayfa: 25)

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin
Cumhuriyet, 4 Temmuz 1983
*********************************
1920 yıllarında Kafka'yı ancak küçük bir edebiyat çevresi tanırdı. Kafka'ya ilk sahip çıkan, Andre Breton'un bulunduğu, Sartre ile Camus'nün de katıldığı ''Minotaure'' grubudur. Fransa'dan sonra İngiltere ve Amerika'da basılan Kafka, Almanya'da tüm yapıtlarıyla ilk kez, ancak 1957'de basılabilmiştir. Yazarın Türkçeye ilk çevirileri de bu yıllardadır.
3 Haziran 1924'te Kierling Sanatoryumu'nda ölen Kafka, Prag'daki Yahudi Mezarlığı'nda babası Hermann ve annesi Julie Kafka ile bir arada yatmaktadır.
''İnsanların bakışlarına bile dayanamıyorum, insan düşmanı olduğumdan değil, ama insanların bakışları, çevremde bulunmaları, öylesine oturup bakmaları, bütün bunlar benim için dayanılır gibi değil.'' Bir Prag kahvesinden eve döndüğünde bu tümceyi yazmıştır günlüğüne. Sonra şöyle devam eder: ''Sabah uykusu yerine saatlerce öksürdüm, yüzerek bu yaşamın dışına çıkmayı yeğlerdim.''

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin
Düşünce özgürlüğüne kavuşturulmamış bir ülkenin kadını olarak, Türk kadınının sınıfsal çelişkisi konusunda söz söylemek oldukça güç. Çünkü, bugünün Türkiyesi hem çok sınıflı bir toplum, hem de 5. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar onbeş yüzyılı birarada yaşayan bir toplumdur. Ayrıca Batı dünyası kapsamı içinde düşünülen; askeri, siyasal ve ekonomik yönden Batıya bağımlı.. Ama bir İslam ülkesidir. Bu durumda halkı başka başka çelişkilerle karşı karşıya getirmektedir.
Bu denli karmaşık ve sorunlu bir toplumda biz hangi kadından söz edeceğiz.?
Daha bir yıl önce, kışın acımasız soğuğu karşısında evini ısıtmak için, Harbiye'de eski bir yapıdan tahta sökmek isteyen üç kadın, inşaat çökmesi sonucu yapının altında kalıp öldüler. İstanbul'un ortasında, Hilton Oteli'nin karşısındaki sokakta. Birkaç odun parçası için üç kadın ölüyordu. Türk kadını için bir genelleme yok ki.. Kimi 18 saat güneş altında tarlalarda çalışır, evde çalışması caba.. Kimi bir kova su bulmak için saatlerce yürür, kimi din baskısı altında ortaçağ anlayışıyla dünyaya kapalı tutulur ve tüm insanca verilerden uzaklaştırılır, kimi bir ticari mal gibi, başlık parası karşılığında satılır. Kasabada, kentte işçilik, memurluk yapan kadın ise evinin ve çocuklarının da tüm işlerini yapar. En çok yıpranmak da kadınlar arasındadır.
Yüzbinlercesi kendi toplum ve geleneğinden koparılmış, Orta Avrupa'nın sanayi ülkelerinde iş bulmuş, ama birlikte getirdiği çelişkilerine, bir de yabancısı olduğu ülkenin çelişkileri, bağdaşmazlıkları eklenmiş.. Ve bu kadınlardan acaba kaçı mutlu olabilmiştir.?
Bu nedenle Türk insanı için, Batıdaki anlamında bir feminizm, ''kadın sorunu'' söz konusu olmaz. Türk kadınının sorunu, Türkiye'nin tüm sorunları içinde ele alınmalıdır.
Sınıflı toplumumuz büyük eşitsizlikler göstermektedir. Üstelik son on yılda Türkiye'de köylere dek yayılan televizyon, ''beyin yıkama'' politikası ile, köy kadınının karşısına bile Dallas gibi bir Amerikan filmiyle çıkabilme cesaretini göstermektedir. Renkli basın, reklam filmleri, fotoroman ticareti var gücüyle halkın bilinçlenmesini engellemek için, sermayenin ve çarpık kültürün egemenliğini daha uzun kılabilmek için var güçleriyle çalışmaktadırlar.Aynı tutum yıllar yılı Yeşilçam sineması filmleriyle de uygulanmıştır. Ezilen sınıfların ve ezilen kadının da sorunlarına eğilen yeni ilerici Türk filmlerinin, geniş halk kitlelerine ulaşması engellenmiştir.
Türkiye'de emekçi sınıfların mücadelesi, bu sınıf insanlarının kadın, erkek, çocuk yani tüm bireyleriyle bilinçlenip, belli bir kültür düzeyine erişmesi ile gerçekleşecektir. İşte ancak bu gerçekleştiği an, kadının sorunlarına da çözümler bulunabilecektir. Burada da en büyük görev, gene aydın insana, aydın kadına düşmektedir. Bugünün çağdaş dünyasında bilinçsiz bir kurtuluş yoktur. Bilinçsizce sınıf atlamak, insana hiçbir çözüm getirmez. İnsan, hem toplumsal yaşamı, hem iş hayatı, hem kendi iç dünyası, hem öz yaşamı için bilinçlenmek zorundadır. Hiçbir toplumsal sınıfın insanı, bilinçsiz ve kendi sınıfından soyutlanarak (yani ayrılarak), sınıf atlamaya çabalayıp bir çözüme ulaşamaz. Para ve maddeye bağlanıp dünyada ''kendi paçasını kurtarmak'' terimi, artık çağdaş dünya insanı için geçerli değildir. Ve özellikle o insan, Türkiye gibi bir ülkenin insanı ise.
Bireysel kurtuluş diye bir yaşam biçimi yoktur. İnsan, her zaman toplumsal bir yaratık olduğunu kavrayıp kendi sınıfının bilinçlenmesi ve daha insancıl koşullara kavuşması için çaba gösterdikçe mutlu olabilecek, yaşamı değerlendirecektir. Yaşam, şöyle bir yaşanıp geçmek için varolmak değildir. Aksine insanları, en insancıl yaşama ulaştırmanın mücadelesinin verildiği bir olgudur. Bilinçsiz bir yaşam, insan yaşamı değildir. Bir anlamda aileyi yöneten, çocuklarını yetiştiren kadınlar da olduğuna göre, aydın Türk kadınının en büyük görevi, diğer kadınları bilinçlendirmek olmalıdır.
Halkçı (Sayfa: 43-45)

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin
Marburg Edebiyat Ödülü Üzerine
**************************************
''İnsanın kendisinin ödüllendirildiği bir töreni yazması gerçekten güç. Ama Federal Almanya'da basılan gazetelerimiz genellikle futbol maçı, nişan, düğün, sünnet töreni ya da yurttan gelen bir şarkıcı konserine geniş yer ayırmalarına karşın, hemen Frankfurt kentinin bir saat yakınındaki Marburg kentinde Türkiyeli bir yazara verilen ödülü duymadılar ve ben tek başıma Türk yazınını temsil etmek, hem de Milliyet Sanat dergisinin yazarı olarak, ikinci bir kişilikle olayı tarafsız izlemek zorunda kaldım. İkinci bir dilde kitap yazıp, o dilin edebiyat ödüllerinden birini alan ilk Türk yazarı olarak bu töreni okura yansıtmayı görev sayıyorum.'' (Sayfa: 112)
diyerek başladığı sözlerine, kitabın yazım sürecindeki hikâyesini anlatarak devam ediyor Tezer Özlü.
Kitabının adı ''Bir İntiharın İzinde ( Cesare Pavese Üzerine Çeşitlemeler ).
''Federal Almanya'dan son yıllarda Türk yazınından çok kitap çevrildi. Bunlar geniş kitlelere yayılmasa da gene Türk yazınını tek yanlı yansıtan seçimler. Köy yazını, direnç yazını, işçi ve işçilerimizi gözleyen yazın.. İşte bu nedenler beni, kitabımı Almanca yazmaya itti. Çünü nasılsa yazdıklarımız daha uzun süre çevrilmeyecekti, çevrilse de, belki biçem farklılıkları gösterecekti. Yirmi sekiz yıldır iç içe olduğum Alman dili, bu ülkede yaşadığım bir yıl içinde doğal olarak düşünceme egemen oldu. Yazdığım cümleleri Almanca düşündüm. Cümleler Almanca olarak belirdi. Bu kitabımda Cesare Pavese'nin tüm kitaplarından küçük alıntılar var. Belli bir dünya görüşünü, yalnızlığı ve acıyı yansıtan şiirsel anlatılar. Başlangıç çeşitlemelerimi altı ay içinde Berlin'de yazdım. Kitabın üçte ikisini Berlin- Prag- Viyana- Zagreb- Belgrad- Niş- Belgrad- Zagreb- Trieste- Torino- S.Stefano Belbo arasındaki yedi bin kilometrelik yolu on gün içinde trenle ve arabayla geçip, hiç durmadan trenlerde, istasyonlarda, otellerde yazdım. Prag'da Franz Kafka'nın mezarı, Trieste'de İtalo Svevo'nun mezarı ve Torino'da Pavese'nin tüm sokakları, bulvarları, kahveleri, çalışma odası, intihar ettiği oda, doğduğu ev, yaşayan arkadaşı romanının kahramanı Nuto'yu bularak, konuşarak.
Svevo'nun tüm kahramanlarının fotoğraflarını gördüm. Onları tam romanlarını okurken düşündüğüm gibi buldum. Pavese'nin roman kahramanıyla üç gün konuştum. Yaşam her şeyi sunuyor, derinlemesine bakmayı bilirsek.'' (Sayfa: 114)
*
''Ödül töreni eski üniversite arenasında yapıldı. On üçüncü yüzyılda yapılan büyük dinsel tabloların süslediği bir orkestranın Handel'den concerto grosso, J. Sebastian Bach'tan Çembalo konçertoso çaldığı, herkesin tören giysileri ile geldiği, sanatçı ve izleyicilerin yanı sıra, yöre politikacıları ve Federal Parlemento'dan Gerhard Jahn, Friedrich Bohl adlı milletvekillerinin hazır bulundukları tören gerçekten bütün beklentilerimi aşan bir düzeyde gerçekleşti.
*
Çever Belediye Bakanı Dr. Chiristian Wagner, törende yaptığı konuşmada özetle:
' Kültürü yalnız büyük kentlerde geliştirmek yerine, böyle bir üniversite kentinden de ülke doğrultusunda kıpırdanışlarla beslemek amacındayız. Ödülün amacı, kitap piyasasına egemen olmuş ünlü adların yanı sıra, henüz yeterince tanınmamış yetenekleri de çalışmalarında özendirmektir. Sanatın özgürlüğü ülkemizde anayasa ile saptanmıştır. Sanatçıya verilen bu temel hak, hepimizi bağlamaktadır. Politikacılar, sanat ve sanatçıya özgür ortam sağlamakla sorumludur. Ancak böylelikle iki taraflı bir hoşgörü ve çeşitli düşüncelerin tartışıldığı bir ortam yaratmak mümkündür. Bir halkın yaratma gücü ve hoşgörüsü, ancak sanatın yayılabilmesi ve düşünce zenginliği doğrultusunda gerçekleşir. Çağımızı ve çevremizi kavramamızda en büyük etken çağdaş sanattır. Kültür, insanın yaşam düzeyini belirleyen en önemli öğedir.' dedi.. ''( Sayfa: 116)
*
Jüri başkanı Hans Jürgen Fröhlich'in törende yaptığı konuşmadan kitabımla ilgili bölümü aktarıyorum:
'Yarışmaya katılanlar arasında Tezer Kıral'ın Bir İntiharın İzinde ( Cesare Pavese Üzerine Çeşitlemeler ) adlı çalışması çok şaşırtıcı oldu. Tezer Kıral bir Anadolu kentinde doğmuş Türk vatandaşı ve halen DAAD bursu ile Berlin'de bulunuyor. Almaca'dan Türkçe'ye çevirileri yanı sıra Türkiye'de yayımladığı iki kitabı var: Öyküler ve bir roman. Bize gönderdiği Almanca olarak yazdığı ilk büyük şiirsel çalışması. Yazar, Cesare ve İtalo Svevo'nun yaşam izlerinden gitmeyi deniyor. Torino'ya, S. Stefano Belbo'ya, Trieste'ye gidiyor, yazarların tanıdıklarını, arkadaşlarını arıyor, Svevo'nun ailesinden yaşayanlarla konuşuyor. Konuşmalarını aktarıyor, bu yazarların yaşadıkları ve çalıştıkları çevreyi anlatıyor. Sonuç bir röportaj değil, aksine atmosfer yaratılan, çok yoğun ve şiirsel bir araştırma. Bu çalışmada olduğu gibi otobiyografik bir anlatımla, kişinin yaşam ve düşüncesinin okura bu denli yaklaştırıldığı ve bunun başarıya ulaştığı çok az yazınsal örnek biliyorum. Oysa Tezer Kıral otobiyografi yazmıyor, roman da yazmıyor. Kendine özgü bir biçim bulmuş, romansı, otobiyografiye yakın ve bu biçeme yakın anılarını, içgüdülerinin izdüşümlerini yansıtıyor. Görüldüğü gibi, edebiyat ve yaşam arasındaki sınırları kaldırmamış. Yabancı bir dilde, bu dili başarıyla kullanması açısından bu ödül kendisine oybirliği ile verilmiştir.'
*
Bu çalışmamla ilgili eleştirilerini Alman yazarı Hans Magnus Enzensberger şöyle yansıttı:'Yazdıkların çok güçlü. Bu, mutlak güçlü bir yaşam simgesi demektir. Edebiyatın tüm kurallarına karşı çıkıyorsun. Ama ben sevdim ve yazdıklarından bir şeyler öğrendiğimi de söyleyebilirim.'
*
ZDF, İkinci Alman Televizyonu kitapla ilgili (bir kültür programı kapsamında) bir çekim gerçekleştirecek. Hessen yöresi gazeteleri de oldukça geniş bir yer ayırdı.
*
Bu yazıyı, Cesare Pavese'den şu alıntı ile bitirmek istiyorum:
''Yaşanılacak bir yaşam vardır. Üzerine binilip dolaşılacak bisikletler vardır. Yürünecek yaya kaldırımları ve tadına varılacak günbatımları vardır.'' (Sayfa: 117-118)

Tezer Özlü - Çocukluğumun Soğuk Geceleri

Tezer Özlü - Çocukluğumun Soğuk Geceleri
Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel bir ölü gövdeyle öc almak istediğim insanlar var. Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış.! Küçük dünyanız sizin olsun.!
(Sayfa:12)
*
(Geniş bir bulvarda oturabilme tutkum var. Evimizin önünde yol olmayışı beni üzüyor. Bulvarlarda oturabilenleri kıskanıyorum. Şimdilerde kimseyi ve hiçbir bulvarı, hiçbir evi kıskanmıyorum. Her yerde kalabilirim. Ama o bizim, önünü gecekonduların kapattığı evimizde bir gece bile oturamam. Hiç düşündünüz mü.? Ölen bir insani gerçekten bir kez daha görebilir misiniz.? Ölen bir okula gidebilir misiniz.? Ölen bir evde uyuyabilir misiniz.? O yIllar öldü. O yılları bize, öldürecek biçimde yaşattılar.)
(Sayfa: 24)

Tezer Özlü - Her Şeyin Sonundayım

Tezer Özlü - Her Şeyin Sonundayım
''O, çektiği acıları kullanarak, ortaya koymadı yapıtını. Çektiği acılardan bir yapıt yarattı.''
Ferit Edgü
***
''Ben beni bunaltıyor. Ben'in yazdığı bu satırlar canımı sıkıyor benim.'' (Sayfa: 15)
*
''Çok şuurlu bir delilik ve çok büyük bir espri, Beckett'i aşan bir absürd içindeyim.'' (Sayfa: 17)
*
''En çok ve en uzun sana inandım.''
(Sayfa: 17)
*
''Ben en çok seni kavrayabiliyorum. Nasıl anlatayım.? Senden başka hiçbir insanı tam anlamıyla, bütünüyle kavrayamıyorum. Öykülerini ve çevirilerini ve yazılarını da iyi anlıyorum. Diğer kişilerle aramda hep bir boşluk kalıyor, Demir'le bile. Galiba en çok da seni seviyorum. Bana mektubun bile Bach kadar dinlendirici geliyor.'' (Sayfa: 26)
*
''Kitaplar beni hiç ilgilendirmiyor, canım hiç okumak istemiyor, ama birisi bana okusa, dinlerdim. Her şeyi konuşarak yapmak istiyorum. Konuşarak yazı yazmak, konuşanları dinlemek. Şu sıralar en çok sesleri seviyorum. En çok seslere ihtiyacım var. Müzik veya insan sesleri.'' (Sayfa: 29)

Tezer Özlü - Her Şeyin Sonundayım
(.. İhtiyarlık diye bir olguya inanmıyorum, çünkü gençliğe de inanmıyorum. Çocukken de, genç iken de ihtiyarı içinde taşıyorsun, yaşlanırken de çocuğu. Ancak yaşlandıkça duygusallaşma biçim değiştiriyor. Gençlik duygusallığı öfke, beklenti, başkaldırma, cesaret gibi duygularla iç içe, ama yaşlandıkça duygusallığa acımsı tatlar karışıyor, buruk..) (Sayfa: 84)
*
(..Ne vatanım, ne kökenim, ne ne ne.. Ağaçlar, göl, kuğular, yalnız sokaklar, hareketsiz bir kent içinde-zamansızlığın tadını yaşıyorum-..) (Sayfa: 85)


Tezer Özlü'den Leylâ Erbil'e Mektuplar

Tezer Özlü'den Leylâ Erbil'e Mektuplar
Ama her şeyden önemli olan, yaşayabilmek.. Biz, kimse ile yaşayamıyorsak da, kendimizle yaşayan, kendi içimizde gece gündüz mücadele eden insanlarız. (Sayfa: 26)
***
(..A. gibi, aklından geçen her bokun bir cevher olduğuna inanan bir insan değilim..) (Sayfa: 27)
***
(..Biz ki, ne çocuğuna, ne kocasına dayanamayan, kendi kendine dayanamayan kadınlarız..) (Sayfa: 31)
***
(..Aziz Nesin'i özellikle öp benim için..) (Sayfa: 46)
***
(..Ama insanın kendisi kadar duygulu bir insanla sevgiyi bölüşmesi, birbirine sevgiyi aktarması ve o insanla bir arada yaşaması o kadar güzel, ama o kadar zor ki..) (Sayfa: 49)
***
(..her şey burada, duygularda, sen de, ölüler de.. ve yürünecek sokaklar da var. Bütün dünya benim, bunu algılıyorum.)
(Sayfa: 51)
***
(..Ben zaten yeryüzünün neresini benimsedim ki.? Zaman zaman kendimi çok iyi, zaman zaman da kötü duyuyorum. İki durum da uzun sürmüyor, böylece bir denge kuruluyor.)
(Sayfa: 52)
***
(..Burada 100 yaşını bulan, 20 yıl bitki gibi yaşayan insanlar var. Yoğun yaşayıp, ölebilmek de güzel.) (Sayfa: 55)
***
(..Ben de beraber olacaksak, somut olarak beraber olalım, gelecekle ilgili plan yapmayalım, birlikte olabileceksek, olalım, ya da herkes birbirinin kadın/erkek, (...) olduğunu unutsun, beni herkesten bağımsız bir insan olarak gör, diyorum.) (Sayfa: 57)
***
(..Bizler belki de kendi kendilerine yaşaması gereken, ama belki de toplumumuz buna elvermediği için evlilikler yapan kadınlarız..) (Sayfa: 60)
***
(..Ve ilk kez yavaş yavaş, belki de araya giren somut mesafe ya da - bir süre için kesin görülen- uzaklık nedeniyle çocukluğumdan uzaklaşıyorum. Kendi zamanım içindeyim. Ancak, Arnavutköy'ü gerçekten çok özlüyorum. Orada benimle tümüyle bağdaşan bir olgu var. Deniz, yokuşlar, ağaçlar, taşrayı andıran evler.. Orada kendimi her zaman güçlü duymuştum. Erden de bana, beni her zaman güçlü duyurtmuştu. Hans Peter bana çok benzeyen bir insan. Onunla ilk kez iki insan arasındaki sevgiyi, insandan insana geçen sevgiyi duydum. Ama bu da kolay değil. Çünkü sevgi de (istersen aşk de), üzücü, yorucu, duyurucu, doyurucu bir olgu. Olması güzel (yani tender), ama belki olmaması daha rahat. (Sayfa: 61)
***
(..Çünkü en büyük acı düşünceler..)
(..Ama depresyon iyi oldu, korkularımı kustum..) (Sayfa: 64)

Muazzez İlmiye Çığ - Çivi Çiviyi Söker

- Bana hep şunu soruyorlar: Neden Sumeroloji'ye girdin? Dil Tarih Coğrafya Fakültesi neden açıldı? İstanbul Üniversitesi'nde bana fahri doktorluk unvanı verdikleri zaman, benden bir konuşma yapmamı istediler, ben de bu konuyu anlattım. Daha önce söyledim Sumeroloji'ye mecburiyetten, hiçbir şey bilmeden girdik. Ama en önemlisi tabii Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nin açılması. Biliyorsunuz Atatürk eğitim reformu yaptı, medreseleri kaldırdı. Eğitim tektür olacak, dedi. Ama bir de yüksekokul lazım. Yüksekokul olarak İstanbul'da bir Darülfünun var. O da zamanın koşullarına göre değil, yani çağdaş bir eğitim vermiyor. Atatürk yüksekokul açmayı kafasına koymuş, ama hangi uzmanlar okutacak talebeleri? Daha 1920'den itibaren birçok sahada, yurtdışına talebe gönderilmeye başlanıyor. O kadar farklı alanlarda insan gönderilmiş ki, ''Cumhuriyet'e Kanat Gerenler '' belgeselinde gördüm, ben bile şaşırdım. Ziraatten, biyolojiden tutun uçak mühendisliğine, arkeolojiye kadar. Özellikle arkeoloji diyorum, çünkü daha Cumhuriyet'in ilk yıllarında Atatürk, Konya'ya gidiyor. Konya'da Kaleiçi'nde bir kilise varmış. Atatürk'e civarı gezdirirken bu kilisenin önünden geçiyor, bunun üzerine yanındaki yetkililer, bu kiliseyi de yıkamadık, diyorlar. Bunun üzerine Atatürk onları azarlayarak, eski eserlere dokunmayın, bırakın kalsın, diyor. Sonra İnönü'ye telgraf çekip, arkeoloji eğitimi için yurt dışına öğrenci gönderin diyor. İşte Ekrem Akurgal, Rüstem Duyuran o zaman yurtdışına gidiyor. Daha sonra tarih okuması için Sedat Alp gönderilmiş. Prof. Sedat Alp, Almanya'ya gittiğinde tarihten ziyade Hititoloji ilgisini çekiyor, o bölüme geçiyor. Velhasıl yurtdışına birçok talebe gönderilmiş, ancak bunların yetişip gelmesi için zaman gerekiyor. Hemen gelir gelmez hocalığa başlamaları da zor. İşte bu arada Atatürk, Almany'dan profesör getirtmeyi düşünüyor. (Sayfa: 36-37)
Muazzez İlmiye Çığ - Çivi Çiviyi Söker
-Atatürk 1932'de yüksekokullar kurmaya karar veriyor, ama bunların bir proje kapsamında yapılması lazım. Bunun üzerine İsviçre'den Albert Malche diye bir profesörü davet ediyor. Bu adam aynı zamanda İsviçre'de parlemento üyesi. Atatürk ondan, milli değerlerimize uygun bir yüksek öğretim raporu hazırlamasını istiyor. Bu rapor hazırlanıyor. Tam o sırada, 1933 yılında, Almanya'da Hitler iktidara geliyor ve başlıyor üniversitelerdeki Yahudi kökenli hocaları kürsülerinden atmaya. Hocalar şaşırıyor. Ne yapacaklar? İsviçre'de bir yardımlaşma derneği kuruyorlar. Dernek vasıtasıyla çeşitli milletlere müracaat ediyorlar, fakat Hitler'in korkusundan hiçbiri bunları kabul etmiyor. İşin garibi Amerika da kabul etmiyor. Nasılsa bir Einstein'ı kabul etmiş Amerika. Onu da kabul etmeseler, belki Einstein bize gelecekti. Sonunda dernektekiler, şansımızı bir de Türkiye'de deneyelim, deyip bize müracaat ediyorlar. Fakat Türkiye hakkında hiçbir bilgileri yok. Türkler'in ne dilinden ne de kültüründen haberdarlar. Yine de canlarını kurtarmak için neresi olsa gidecek durumdalar. Atatürk, derhal gelsinler, diyor. 1933'te ilk kafile için bir anlaşma yapılıyor. Bu anlaşma çok enteresan. O zamanın Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip imzalıyor anlaşmayı ve deniyor ki; '' Bu şahıslar - o zaman 40-50 kişi galiba - bundan sonra ister hapiste, ister serbest olsunlar artık Türk hükümetinin memurlarıdır, Alman hükümeti onlara herhangi bir zorluk çıkartmayacaktır. Şayet çıkarırsa, biz gereğini yerine getireceğiz.''
Düşünün daha on yıllık bir cumhuriyet ve kendisini ne kadar güçlü görüyor. Bu ne mühim bir şey.
Böylece hocalar gelmeye başlıyor. Alman hükümeti bir yıl sonra müthiş zorluklar çıkarmaya başlıyor, ama her seferinde bizim hükümet devreye girip sorunu çözüyor. Bunlar geliyor. Ben daha sonra ABD'de bir kongrede bu konuyla ilgili bir bildiri sundum ve konu üzerine çalışırken gördüm ki toplam 1200 kişi gelmiş. Bunların bir kısmı profesör, bir kısmı uzman, bir kısmı da muhacir olarak gelmiş. Benim hocalarıma gelince... Örneğin Sumeroloji hocamız B. Landsberger, bir kürsüden atılıyor. O sırada Prof. Sedat Alp, bizim oradaki talebe müfettişine, bu hocayı alsak, diyor. O aracı oluyor ve Landsberger bu vasıtayla geliyor. Yalnız Landsberger'e teklif götürdüklerinde o, kütüphaneniz yok, ben orada ne yapacağım, diyor bizimkilere ve o sırada Leipzig'de ölen bir profesörün kitaplığını almalarını tavsiye ediyor. Derhal o kitaplık alınıyor ve profesör kitaplıkla beraber Türkiye'ye geliyor. O sırada Landsberger'in talebesi Güterbock doktorasını yapmış. Landsberger, o da gelsin, diyor, onu da getirtiyorlar. Bu suretle Hitit ve Sumer kürsüsü kuruluyor. Bu meyanda gelenler arasında Yahudi olmayan, ama Hitler rejimini tasvip etmedikleri için gelenler de var. Hocalarımızın hepsi Alman'dı.
*****
- Şimdilerde Atatürk bu fakülteyi niye kurdu, diye soruyorlar bana. Atatürk yaşamı boyunca Türk tarihiyle yakından ilgilenmiş bir kişi. Atatürk okumazdı, diyor kimileri, o kadar şaşırıyorum ki. Adam çadırın içinde kitaplar okumuş. Gürbüz Tüfekçi'nin ''Atatürk'ün Okuduğu Kitaplar'' diye bir çalışması var: Okuduğu kitapları, nerelere not koyduğunu, hepsini toplamış. Oraya baksalar görecekler. Bu kitapta görüyoruz ki Atatürk, Türk tarihi ve Türk dili üzerinde özellikle duruyor, çünkü o güne kadar ülkemizde bunlar üzerine hiçbir araştırma yapılmamış. Türkler hakkında yazılan bütün kitaplar, dış kaynaklı metinler. Bizden bir şey yok. Atatürk iki şey düşünüyor: Biri, bitkin bir millet var, bunun canlandırılması lazım. Nasıl canlandırılacak? İşte bunu, Türklüğü ve eski Türk tarihini araştırtıp millete göstererek gerçekleştirmeyi düşünüyor. İkincisi, o zamana kadar üzerinde yaşadığımız toprakları bilmiyoruz. Bu topraklardan kimler gelmiş kimler geçmiş; bunların araştırılmasını istiyor. Yapılan araştırmaların yayımlanması için ilk önce, kendi parasıyla Türk Tarih Kurumu'nu kuruyor, ondan sonra da  Türk Dil Kurumu'nu.. Üstelik bu kurumları devlete bağlamıyor. Ne yazık ki 12 eylülden sonra bunları devlete bağladılar, berbat ettiler. Çok kızıyorum.
O zaman bizim arkadaşlardan bazıları da bunu onaylamış. Ben olsaydım katiyen kabul etmezdim. O zaman ABD'deydim, nasıl üzüldüm bilemezsiniz. Bunların hiçbir zaman hükümetlere bağlı olmaması lazım. Bu kurumların özgür ve objektif olarak çalışması gerek. (Sayfa: 39)

Muazzez İlmiye Çığ - Gilgameş


'' Avcı, '' Baba nasıl olur, bu yaban adamı hayvanlarla arkadaş olmuş, insanla hiç arkadaş olabilir mi?''
'' Oğlum, hayvanlarla arkadaş olabilen, neden insanlarla olmasın? Yalnız onu eğitmek, insan gibi yedirip içirmek, insanlaştırmak gerek.''
''Babacığım, bunu kim yapabilecek, biz insanlaştırabilir miyiz onu?''
''Hayır oğlum, onu ancak bir kadın eğitebilir. Biliyorsun, çocukları doğdukları andan itibaren anneleri eğitir. Konuşmayı, yemeyi, içmeyi, sevmeyi, gülmeyi hep annelerimiz bize öğretti. Onun için bu adamı da ancak bir kadın eğitebilir.''  ( sayfa 24-25)

Bilge Karasu - Göçmüş Kediler Bahçesi

Avından El Alan Öyküsü'nden:
*
''En doğru masal anlamadan korktuğumuzdur.''
T.S Halman, Can Kulağı, s. 13, ''Masal Sonu'' (Sayfa: 27-28)
*****
Bey, karacanın ardından uçuyordu mahmuzlayıp durduğu atın
Tekboynuz, kızoğlan kızlara düşkün. Koşar,koşar, onların ku-
sırtında. At, kanatlarını germiş, gölgesini karacanın üzerine değdir-
cağına atar kendini, yatar: Herkesin bildiği bir şey bu. Tekboynu-
di değdirecek. Karaca birden taş gibi durdu kaldı. Dünyalar çarpış-
zu yakalayıp yiğitlik göstermenin tek yolu da, güzel bir delikanlı-
tı delice hızları içinde. Boynu kırılıp yüzü gözü kan içinde kalan
nın kız gibi giydirilip kıra salınmasıdır. Delikanlı kırıta kırıta ön-
Beyi gözyaşlarıyla diriltmeğe çalışan uzun saçlı, uzun parmaklı;
den yürür; tekboynuz onu görür görmez koşar gelir, kucağına atılır,
güzeller güzeli delikanlının yok oluvermiş bir karıncanın yerinde
koynuna girer delikanlının. O zaman kat kat giysiler altına gizlen-
durmakta olduğunu kim anlayabilir, kim bilebilir bundan böyle.?
miş mızraklar ortaya çıkar, tekboynuzun böğrü delik deşik olur.

Bilge Karasu - Göçmüş Kediler Bahçesi

Yengece Övgü Öyküsü'nden:
*
(..Yinelenip durdukları, yenilenmedikleri için sav söz niteliklerini çoktan yitirmiş sav sözler.. Bu kadar pahalı bir iş midir, yeni sözler bulmak.?) (Sayfa: 76)
***
''USTA BENİ ÖLDÜRSEN E.!'' Öyküsü'nden:
*
O bahar gecesi evlerine dönerlerken, önünden geçtikleri bir bahçenin bütün söğütlerinin budanmış, daha o sabah incecik, körpecik yapracıklarla buğulu gibi duruşuna bakarak sevindikleri dalların kaldırıma atılıp yığılmış olduğunu görmüşlerdi. Ustası bunları çiğnememek için yola inmişti ama kendisi, saygıyla, sevgiyle, ağır ağır, cambaz ayaklarının bütün yeğniliğiyle bu dal yığınlarına basarak yürümüştü. Gene taşlara bastığı zaman durmuş, havayı uzun uzun koklamış, ustasına o anda bir su kıyısında , yeşilliğin, çimenlerin, otların içinde olmağı nasıl özlediğini anlatmağa çalışmıştı.
(..)
O halde herkes, ustasının kendini biçimleyişini, hayır, kendi biçimlenişini çırağına aktarmasıyla mı biçimleni
(..)
Cambazlık, insanın-ölmek istemiyorsa- bütünüyle kendini ipe, halkaya, ustaya, adıma,ele, göze vermesini gerektirenbir işti. Günün birinde, işi cambazlık değil de düşünmek olan birine rastlarsa, ona soracaktı bu soruları. Hoş o adam da cambazların soracağı sorular üzerine düşünmüş olur muydu, ayrı konu.. (Sayfa: 114-115)
***
Bir Başka Tepe Öyküsü'nden:
*
Kişinin hastalıklarla uğraşması, dışarıdan sızmış bir düşmana kafa tutmasıdır. Yüreğin bozulması ise, kişiyi kendiyle karşı karşıya getiriyor olsa gerek. (Sayfa: 204)

Bilge Karasu - Göçmüş Kediler Bahçesi

Friedrich Nietzsche - Ecco Home


Tek başıma gidiyorum şimdi, ey çömezlerim.! Sizler de gidin artık, tek başınıza gidin.! Böyle istiyorum.
Benden uzaklaşın, Zerdüşt'ten koruyun kendinizi.! Daha da iyisi: Utanın ondan.! Belki sizi aldatmıştır.
Kendini bilgiye adayan için yalnızca düşmanını sevmek yetmez; dostuna da kin duyabilmelidir.
Hep öğrenci kalan insan, öğretmenine borcunu kötü ödüyor demektir. Neden benim çelengimi yolmak istemiyorsunuz.?
Sayıyorsunuz beni: Ama saygınız devriliverirse günün birinde.? Bir yontunun altında kalmaktan sakının.!
Zerdüşt'e inandığınızı mı söylüyorsunuz.? Ama ne önemi var Zerdüşt'ün.! Bana inananlarsınız, ne önemi var ama tüm inananların.!
Daha kendi kendinizi aramamışken beni buldunuz. Böyledir tüm inananlar; inancın değeri azdır bu yüzden.
Şimdi size beni yitirmenizi, kendinizi bulmanızı buyuruyorum; hepiniz beni yadsıdığınız gün, ancak o gün geri döneceğim sizlere.. 
(
Sayfa: 5)
***
İnsanlarla alışverişimde bana az zorluk çıkarmayan son bir huyuma daha değinebilir miyim.? Arıklık içgüdüsünün hepten korkunç bir duyarlığı vergidir bana, öyle ki her ruhun dolaylarını, dolayları ne kelime, ta içini, ''ciğerini'' görür gibi sezerim, kokusunu alırım.. Bu duyarlık benim için psikolojik bir duyargadır; bununla her gize dokunur, yakalarım onu. Kimi yaradılışın derinlerinde yatan, belki de kötü kanın gerektirdiği, ama üstü eğitimle sıvanmış bir sürü pisliği hemen ilk dokunuşta fark ediveririm. Doğru gözlemişsem, arıklığıma zararlı bu gibi yaradılışlar da, kendi paylarına, benim iğrenip sakınışımı sezerler; böylelikle daha güzel kokulu olmazlar ya.. Bir kez böyle alışmışım, -kendime karşı aşırı bir açıklık temel koşuludur varoluşumun, arık olmayan çevrede yaşayamam-, sanki suda, dupduru, pırıl pırıl bir sıvıda yüzerim, yıkanırım, oynarım aralıksız. Bu yüzden insanlarla alışverişim hiç de kolay bir sabır sınavı değildir; benim insan sevgim, başkasının duygusunu paylaşmakta değil, paylaştığım duyguya katlanabilmektedir. Benim insan sevgim sürekli bir kendimi yeniştir. Ama ben yalnızlık olmadan edemem; yalnızlık, yani iyileşme, kendine dönüş, özgür, hafif, esinen bir havayı solumak.. Zerdüşt'üm baştan başa yalnızlığa ya da beni anladıysanız, arıklığa bir dithyrambos'tur.. (Dionysos'u öven dinsel yır; bu tür övücü, coşkun şiir) Arık deliliğe değil neyse ki.. Gözü renk görebilen ''elmastan'' der onun için. İnsandan, ayaktakımından iğrenme benim en büyük tehlikem oldu hep. 
(Sayfa: 19)
***
-Elden geldiğince az oturmalı; açık havada, yürürken doğmayan, kasların da birlikte şenlik yapmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir. -Bir kez daha söylemiştim, Kutsal Tin'e karşı işlenen asıl günah kaba etlerdir.- 
(Sayfa: 24)
***
İyice bir düşünürsem, Wagner musikisi olmadan çekilmezdi gençliğim, Almanların arasına düşmüştüm bir kez. Dayanılmaz bir baskıdan kurtulmak için afyon ister, işte böyle, bana da Wagner gerekti. Wagner Alman olan her şeye karşı en iyi panzehirdir, -zehir olmasına da zehirdir, o başka.. Tristan'ın bir piyano partisyonu olduğu andan beri -kutlarım Bay von Bülow.!- Wagnerciydim. Wagner'in daha önceki yapıtlarını kendimden aşağı, pek beylik, pek ''Alman'' buluyordum.. Ama bugün bile Tristan gibi yaman büyüleyen, o tüyler ürpertici, o tatlı sonsuzlukla dolu başka bir yapıtı tüm sanat dallarında boşuna arıyorum. Leonardo da Vinci'nin tüm gizemleri Tristan'ın ilk notasıyla büyülerini yitiriverirler. Bu yapıt Wagner'in non plus ultrası'dır (en üstün, daha ötesi olmayan); onun yorgunluğunu ise ''UstaŞarkıcılar'' ve ''Yüzük''le çıkarmıştı. İyileşmek, -Wagner gibilerinde bir gerilemedir bu. O yapıtı anlayacak olgunlukta olmam için tam çağında, hem de Almanlar arasında yaşamamı en büyük mutluluk sayıyorum. Psikolog olarak bilme isteği bende bakın nerelere varıyor. O ''cehennem tatları''nı duymak için yeterince hasta olmayan kişiye dünya nasıl yoksuldur. 
(Sayfa: 32-33)


Bir kimsede yalnızca içinin yoksulluğu, köşe bucağının ağır havası değil, asıl o işkembesinde yer etmiş korkaklık, pislik, sinsice öç gütmedir ona yolumu kapayan: Benim bir sözümle tüm kötü içgüdüler yüzüne vurur insanın. Tanıdıklarım içinde bir sürü denek hayvanım vardır; yazılarıma karşı gösterilen çeşit çeşit ve her biri son derece öğretici tepkileri onlarda incelerim. Yazıların özüyle hiçbir alışveriş yapmak istemeyenler, örneğin o sözde dostlarım hemen ''kişiliksiz'' oluverirler: Bir kez daha bunu başardığım için kutlarlar beni, -hem de bir gelişme varmış, daha bir keyifliymiş deyişim.. O hep kötüye işleyen kafalar, işi gücü yalan olan ''ince duygulular'' ise, ne yapacaklarını bilemezler bu kitaplarla, -dolayısıyla onları kendilerinden aşağı görürler: İşte ince mantığı ''ince duygulular''ın. Tanıdıklar arasında büyük baş hayvanlar da-yalnız Almanlar bunlar, hoş görün- demeye getirirler ki, benimle hep aynı kanıda değillermiş ama, gene de arada bir.. Bunu hem de Zerdüşt üstüne söylediklerini duydum.. Bunun gibi, insanda her türlü ''feminisme''; isterse erkek olsun benim kapılarımı kapatır ona; hiçbir zaman o pervasız bilgilerin labirentine giremez. Bu baştan başa sert doğrular arasında güle oynaya yaşamak için, insan gözünü budaktan esirgememeli, onun için alışkanlık olmalı sertlik. Tam istediğim gibi bir okuyucuyu tasarladığımda, hep ortaya yürekli, her şeyi bilmek isteyen bir canavar, ayrıca kıvrak, düzenci, sağgörülü birisi, doğuştan bir serüvenci ve bulucu çıkıyor. Kısacası, benim sözüm aslında kimleredir, bunu Zerdüşt'ten daha açık söyleyemem: Bilmecesini yalnız kimlere anlatmak istiyor o.?
*
Sizlere gözü pek arayıcılar, sınayıcılar,
-ve her kim kurnazca yelkenleriyle o kor-
kunç denizlere açılmışsa bir kez,
-sizlere, bulmacalar içinde esrimişler,
alacakarnlığı sevenler, ruhları flüt sesleriy-
le her tuzağa düşürülebilenler:
-Çünkü siz titreyen ellerinizle bir ipi
yoklayarak inmek istemezsiniz; ardında ne
olduğunu kestirdiğiniz yerde tiksi-
nirsiniz kapıyı açmaktan.. 
(Sayfa: 46/47)
*****
*****
İnsanca, Pek İnsanca
iki ekiyle birlikte
*
İnsanca, Pek İnsanca bir bunluğun anıtıdır. Özgür düşünürler için bir kitap: Budur kendine taktığı ad. Hemen her cümlesi bir yengi anlatır; yaradılışımda bana aykırı olan'dan kurtardım böylelikle kendimi. Bana aykırı olansa ülkücülüktür. Budur başlığın demek istediği, ''sizin ülküler gördüğünüz yerde, ben insanca, pek insanca şeyler görüyorum yalnız.!'' .. İnsanı ben daha iyi tanırım.. Burada ''özgür düşünür'' sözü bir tek anlama gelir: Özgürlüğüne kavuşmuş, kendini yeni baştan bulmuş bir düşünce. Sesin tonu, Çınlayışı baştan başa değişmiştir; kitabı kurnazca, soğuk, yerine göre de sert ve alaycı bulursunuz. Soylu beğeniden gelme bir tür tinsellik sanki derinde daha tutkulu bir akıntıya karşı direnmektedir. Bundan dolayıdır ki, kitabın 1878 yılındaki zamansız yayımlanışına özür olarak, Voltaire'nin 100. yıldönümüne rastlamasını göstermem bir anlam taşır. Çünkü Voltaire, kendinden sonra yazanların tersine, bir grand seigneur'dü (Soylu yüce kişi) düşünce alanında, tam benim de olduğum gibi. Kendi yazılarımdan birinin üzerinde Voltaire adı, -bir ilerlemeydi bu.. kendime doğru.. Yakından bakılınca, ülkünün yuvalandığı tüm köşe bucağı, yeraltı zindanlarını, en sonuncu sığınakları karış karış bilen, katı yürekli bir düşünce görülür burada. Elimde alevi hiç de ''titremeyen'' bir çırağı, kesin bir ışıkla ülkünün yeraltı ülkesi'ni aydınlattım. Savaş bu, ama barutsuz ve dumansız; ne savaşçı davranışlar var, ne duygulanıp coşma, ne de kırık kol bacak, -başka türlüsü gene ''ülkücülük'' olurdu. Yanılgıları birer birer, hiç acele etmeden buz üstüne koyuyorum; ülküleri çürütüyorum, donduruyorum.. Örneğin, şurada ''deha'' donuyor; az ilerde, köşe başında ''ermiş'' donuyor; şu kalın buz saçağı altındaki de ''yiğit''; sonunda ''inanç'' donuyor, o ''kanış'' dedikleri; ''acıma'' da az buz soğumuyor hani, -''kendiliğinde şey'' donuyor ne yana baksan..
(Sayfa: 65-66)
*****
''..O yıl, içinde olduğum durumun, o sonuna dek olumlayan tutkuyla, tragik tutku dediğim şeyle dolup taştığım durumun hiç de yabana atılmaz bir belirtisidir bu. İlerde bir gün beni anmak için çalıp söyleyecekler onu. -Sözleri (üzerinde duruyorum, çünkü bir yanılgıdır alıp yürümüş bu konuda) benim değildir; o sıralar dost olduğum genç bir Rus kızının, Bayan Lou Salome'nin şaşılacak esininden çıkmadır. Şiirin son bölümünden herhangi bir anlam çıkarabilen kimse, neden bu şiiri seçip beğendiğimi, neden ona hayran olduğumu anlayabilir:
Büyüklük var o sözlerde. Yaşama karşı bir itiraz sayılmıyor acı:
*
''Artık bana verecek mutluluğun kalmadı mı, ne çıkar.!
Acıların var daha''...'' 
(Sayfa:80)
*****
*****
(..Doğrunun yıldırımı, şimdiye dek en yüksekte olan şeyin üzerine düştü tam. Orada neyin yanıp kül olduğunu kavrayan kimse, elinde avucunda daha bir şeyler kalmış mı, bir de ona bakmalı. Bugüne dek ''doğru'' dedikleri ne varsa, yalanın en zararlı, en kalleş, en sinsi biçimi olarak açığa çıkarılmıştır; o kutsal ''sözde neden'', insanlığı ''düzeltmek'', aslında yaşamın iliğini, kanını emecek bir hile olarak, töre bir vampirlik olarak ortaya çıkarılmıştır. Töre'nin ne olduğunu bulan, onunla birlikte, insanların inandığı, inanmış olduğu tüm değerlerin değersizliğini de bulmuş demektir; insanlığın en çok saygı gören, giderek ermişler katına yükseltilen örneklerinde, artık saygıya değer hiçbir yan bulmaz, en uğursuz cinsinden sakat doğmuşlar olarak görür onları: Uğursuzdurlar, büyülerler çünkü.. ''Tanrı'' kavramı, yaşama bir karşıt kavram olarak uydurulmuş, yaşama zararlı, ağulu, kara çalıcı, onun can düşmanı ne varsa hepsi o kavramda bir ürkünç birlik olmuştur.! ''Öte yan'', ''gerçek dünya'' kavramları, var olan biricik dünyayı değerden düşürmek, yersel gerçekliğimiz için bir tek amaç, neden, ödev bırakmamak için uydurulmuş.! ''Ruh'', ''tin'', giderek ''ölümsüz ruh'' kavramları, bedeni hor görmek, onu hasta -ermiş- yapmak, yaşamda önemsemeye değer ne varsa, beslenme, konut, düşünce düzeni, hastalara bakma, temizlik, hava vb. hepsinin karşısına ürkünç bir umursamazlık koymak için uydurulmuş.! Sağlık yerine ''ruhun selameti'', yani tövbe çırpınmaları ve kurtuluş isterisi arasında gidip gelen bir folie circulaire (delilik).! ''Günah'' kavramı o kendinden ayrılmaz işkence aracıyla, ''özgür istem'' kavramıyla birlikte, içgüdüleri sapıttırmak, onlara karşı güvensizliği bizde ikinci bir yaradılış yapmak için uydurulmuş.! ''Çıkar gözetmezlik'' ve ''kendini yadsıma'' kavramları yoluyla, o asıl decadence (çöküş) belirtisi, zararlı olana doğru eğilim, kendine yarayanı artık bulamaz olmak, kendi kendini yıkmak, gerçek değerin ta kendisi, ''ödev'', ''ermişlik'', insandaki ''tanrısal yan'' katına yükseltilmiş.! Son olarak -en korkuncu da bu- iyi insan kavramıyla tüm zayıfların, hastaların, kusurluların, kendi kendinden acı çekenlerin, yok olması gereken ne varsa hepsinin yanı tutulmuş, -ayıklama yasası çarmıha gerilmiş; gururlu, yetkin, olumlayan, geleceğe güvenen, geleceği doğrulayan insanın karşısına bir ülkü çıkarılmış, -ona kötü denmiş bundan böyle.. Töre diye inanmışlar bunlara da.! Ecrasez l'infâme.!- (Ezin alçağı.!-Voltaire)
*
Anladınız mı beni.? Çarmıhtakine karşı Dionysos..
(Sayfa: 119-120)

Gülten Akın - Kestim Kara Saçlarımı Kitabından


Yalnızlık Camları
*
Açıktayız gözlerimizin ardı kapkara
Bir ayrılışta yıkılıyoruz
Bir ayrılışta bağlarımız kopuyor
Burası İstanbul
*
Bazı adamlar var şaşıyoruz
Avuçlarındaki sıcağı nasıl
Düzenlerini nasıl yitirmiyorlar
Şaşıyoruz burası İstanbul
*
Akşam kuşlarını İstanbul'un
Damlar üzerinden bir kaldırıp
Başka damlara konduruyoruz
Bu camlar yalnızlık camları
Dışardan yukardan gözlerimizle
Bu camlara yağmur yağdırıyoruz (Sayfa: 20)
*****
*****
Pazar
*
Aldılar önceden dolmuş gününüzü
Ortalığa bıraktılar işsiz güçsüz
Yazılar masalar pencereler yok
Şimdi ne yapacaksınız
*
Üstünüzde on iki saat bu mavi
Sonra yıldızdan delirmiş gökyüzü
Yol, gücünüzün yettiği kadar, rüzgâr
Ama elleriniz sevginiz nerde
Şimdi ne yapacaksınız
*
En anlamsız yüzü yaşamanın
Üstünüze üstünüze gelir
Bir ses sevgiyi yadsır bilmeden
Vaktinden önce büyümüş
*
Koşarsınız filmlere kitaplara
-Karanlıkta düşünmek unutmak kolay-
Koşarsınız bir iki saatçik
Baştan savmaya kendinizi
*
Sizin yaşamanız oysa
O sizin asıl istediğiniz
Uykularda olmayacak şeylerde
Yalanlarda eskidi. (Sayfa: 31)
*****
*****
AĞUSTOS AYDINI
*
Bunca taze el taze göz
Bizim olan havadan aydınlıktan
Çekildik çizeklerin yasakların
Çekildik yapıların karanlığına
Kendi kurduğumuz kendimiz için
*
Bir yudum su istesek demir borulardan
Tüm koku tüm sıcak vay bize
Nerde bir dokunsak delireceğimiz
Serin ağaç altlarından gölge topraklardan
*
Gün doğar gün batar bize ne
Güzelmiş, havadan bize ne
Bütün iş düzgün soluk almada
Bazıları için her şey düzeninde
*
Çevreleri varlıkları saygıdeğer atalarınca
Vardan yaratılan bayanlar baylar
Yazını gündüzler boyu dev yapıların
Pencerelerinden geçiren biz
Uyudukları sırada birazcık
Serin havalarından alabilir miyiz (Sayfa: 45)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...