18 Kasım 2024 Pazartesi

Georges Simenon - Bella'nın Ölümü (Çeviren: Bilge Karasu) (Kabalcı Yayınları)

 

''Kişinin, evinde gidip geldiği, alışıldık hareketleri, her günkü hareketleri yaptığı, yüz çizgilerinin yalnızca kendisi için gerildiği, sonra ansızın, başını kaldırınca, perdelerin açık kaldığının, sokaktan gelip geçenlerin kendisini seyrettiğinin farkına vardığı zamanlar olur.'' (Sayfa: 5)

*

"..Erkekleri ilgilendiren tek bir şey vardır bu dünyada, onu bir kez ele geçirdiler miydi, kalkarlar, onlara boyun eğdiğin için çıkışmaya başlarlar.. (..) Aşk dedikleri şey bir kirletme gereksinimidir onlar için. Başka bir şey değil. (..) Böylelikle kendi günahlarından arınır gibi olurlar, daha bir temize çıkmış gibi gezerler ortalıkta." (Sayfa: 112)

*

''Ne gerekliyse onu yapmıştı her zaman; evlenmesi gerekli insanla evlenmişti; her zaman hangi yanı tutmak gerekirse onu tutmuş, gülmek gerekince gülmüş, öfkelenmesi istendiği zaman öfkelenmişti.'' (Sayfa: 158)

16 Kasım 2024 Cumartesi

Felsefe Tarihi 3, Aostalı Anselmus'tan Pomponazzi'ye (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

 
Arka Kapak
*
XI ile XIII. yüzyıllar arasında Batıda siyasi ve toplumsal hayatta, sanat, ekonomi ve teknoloji alanlarında köklü dönüşümler göze çarpar. Felsefe de bu dönemdeki maddi ve entelektüel uyanışın bir parçasıdır.
XIII. yüzyıl ise tercüme ve yorum (translatio) hareketinin etkisini gösterdiği dönemdir. Bu hareket, Batının bir yandan Araplar ve eski Yunan karşısındaki felsefi gecikmesini telafi etme çabası, diğer yandan “skolastik” döneme bakışını değiştiren tartışmaların kaynağıdır. Tezlerin ve karşı tezlerin sunulması neticesinde bir sonuca ulaştırılan bu tartışmaların mekânı ise “üniversite”lerdir.
*
Ancak XIII. yüzyılın sonlarında, bir açıklama modeli olarak kabul gören Aristoteles felsefesine güven sarsılır. Özellikle teoloji ile felsefe arasındaki zorunlu bağ kopar. XIV. yüzyıla yaklaşırken, kültür hakikatlerin çoğulluğuna açılır. Avrupa bir yandan da Yüzyıl Savaşlarının ve vebanın gölgesindedir. XV. yüzyılda ise yeni bir duyarlılık şekillenir: hümanizm. Artık insanın her şeyin ölçüsü sayılacağı zamanlara gelinmiştir.
*
KEŞİŞLER VE HOCALAR:


Latin Batıda 1000 yılından sonra bütün alanlarda Rönesans yaşandığına dair bir klişe söz konusudur; gerçekten de XI ile XIII. yüzyıllar arasında siyasi ve toplumsal hayatta, sanat, ekonomi, ve teknoloji alanlarında köklü dönüşümler yer alır. O dönemde yaşayan insanlar da enerji ve fikir alanında gerçekleşen bu Rönesans'ın bilincindeydi; felsefi düşüncelerin de hem maddi hem de entelektüel olan bu uyanışın bir parçası olduğu anlaşılır. Önceki yüzyıllarda bilgi, ağırlıklı olarak geleneksel bilgeliğe getirilen yorum olarak görülürken, bu yüzyıllarda yenilikçilik anlamında kültür fikri ortaya çıkar: O dönemde insanların kendilerini devlerin omuzlarındaki cüceler olarak gördüğüne, antikçağ insanlarına göre kendilerini kabiliyet açısından belki daha zayıf hissettiklerine, ama onlara göre daha geniş bakış açılarına sahip olduklarına dair o ünlü deyiş (nasıl yorumlanırsa yorumlansın) araştırmanın daima yenilikçi olduğuna dair fikrin ne kadar yaygın olduğunu gösterir.
*
Kentsel bağlamın bu Rönesans'ta önemli bir rol oynadığına şüphe yoktur: Ekonomik büyüme ve demografik gelişme sayesinde şehirler hem toplumsal hem de ona bağlı olarak kültürel açıdan yeniden merkezi bir konum edinir. Erken ortaçağın ormanların ve kırsal bölgelerin sessizliğine gömülmüş manastır okullarından şehir okullarına geçilir ve hocalık tüccarlığa ve zanaatkârlığa benzer şekilde gerçek anlamda bir meslek olarak ortaya çıkar.
*
Her halükârda, XI ile XII. yüzyıllar arasında, günümüzde ''dev'' dev sayılan düşünürler yaşamıştır: Çağdaş felsefe alanında, Aostalı Anselmus'un, Batı gelenekleri doğrultusunda ''ontolojik argüman'' olarak tanımlanan düşüncesinin tartışma konusu olmaya devam ettiğini veya düşünce tarihinin Abelardus'un araştırmaları sayesinde ne kadar geliştiğini veya evrenseller meselesinin felsefe tartışmalarında ne kadar önem kazandığını düşünecek olursak, bu iki yüzyılda ne kadar canlı bir düşüncenin söz konusu olduğunu anlarız.
*
Ortaçağ düşüncesinin auctoritates'lerin [otoriteler], Aristotales'in ve Kilise Babalarının özgünlükten uzak bir şekilde tekrarlanıp durduğuna dair önyargıyı ortadan kaldırmak için, XII. yüzyılda ''Arap hocaların dostu'' Bathlı Adelard'ın botanik alanında araştırmalar yürütmek için merhametli Tanrı'nın iradesine atıfta bulunmak yerine olguların doğal nedenlerinin incelenmesi gerektiğini ilan ettiğini hatırlatmak yeterli olacaktır; Bretonyalı Abelardus da aynı yüzyılda yazdığı akılcı Ethica'da [Ahlak] kötülüğün ve günahın tanımına Kitabı Mukaddes'i değil de mantıksal bir argümanı temel alarak ulaşmıştır. Chartres Okulunda Platon'un o dönemde bilinen tek diyaloğu olan Timaios okunduktan sonra baş döndürücü bir kozmoloji geliştirilir; mistik düşünce Saint Victor Okulu düşünürleriyle, Clairvauxlu Bernard'la ve Bingenli Hildegard'la çok yüksek zirelere ulaşır; Salisburyli John'un eserleriyle modern siyasi düşüncenin temeli atılır; Pierre Lombard'ın yazdığı Sententiae [Hükümler] adlı eser sonraki yüzyıllarda aralıksız olarak yorumlara konu olacaktır.
*
Ansiklopedi geleneği de Bartholomeus Anglicus ve Alexander Neckham gibi yazarlarla zenginleşir ve XII. yüzyılın en büyük ansiklopedik sentezi olan Vincent de Beauvais'nin dört Speculla'sı [Aynalar] için zemin hazırlanmış olunur. XI. yüzyılda faaliyet gösteren İbn Cabir, Aristotales'in hilomorfizm öğretisini, yani gerçekliğin tamamının madde ve formdan oluştuğu fikrini teolojik açıdan ele alır: Bu öğreti özellikle XIII. yüzyılda felsefe tartışmalarında önemli bir rol oyanayacaktır. X ile XII. yüzyıllar arasında İslam dünyasında Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd ve Gazzâlî gibi düşünürler ile El Batruci ve İbn Heysem gibi bilim insanları ortaya çıkacaktır; bu arada hekim ve filozof İbn Meymûn da Yahudi geleneğini Aristotales'in akılcılığı ışığında yorumlayacaktır.
*
Erken ortaçağda neredeyse sırf logica vetus [eski mantık] adı altında toplanan eserleriyle (yani Aristotales'in Kategoriler ve Yorum Üzerine eserlerinin tercümeleri ile Porphyrios'ın Isagoge'si [Giriş] ve Boethius'un bazı inceleme eserleri) bilinen Aristotales'in diğer eserleri XII. yüzyılda Batıda keşfedilmeye başlanır. Arapçadan veya doğrudan Yunancadan tercümeleriyle Birinci Çözümlemeler, Topikler, Sofistlerin Çürütmeleri Üzerine ve İkinci Çözümlemeler dolaşıma girer, ayrıca Aristotales'in doğa felsefesi konulu eserleri de tercüme edilir. Cluny başkeşişi Muhterem Pierre, Kuran'ın Herman Dalmatin ile Kentonlu Robert tarafından Latinceye tercüme edilmesini teşvik eder. Daha çok İber Yarımadası ile Palermo sarayında yürütülen bu devasa tercüme faaliyetleri ve Arap ile Yahudi düşüncelerinin giderek daha nüfuzlu hale gelmesi, XII ile XIII. yüzyıllar arasında translatio studii [bilginin aktarımı] adı verilen o kapsamlı felsefi e bilimsel etkileşim süreci üzerinde etkisini güçlü bir şekilde hissettirecektir. (Sayfa: 13-14)
*
İNANCIN ARDINDAKİ AKIL: BERENGARİUS VE LANFRANC, Luigi Catalani:


İtalyan-Bizans ustası, Son Akşam Yemeği, y. 1072-1087, Sant'Angelo in Formis (Sayfa: 15)


Campioneli Çile Ustası, Son Akşam Yemeği, vaiz kürsüsü, 1184, Modena, Katedral (Sayfa: 16-17)

1000 Yılı Korkusu ve Sahte İsa, Umberto Eco
*
Aziz Yuhanna'nın Vahyi

İlahi Kudüsi zafer takından bir ayrıntı, VI. yüzyıl, Roma, Santa Maria Kilisesi (Sayfa: 20)

Vaftizci Aziz Yuhanna'ya atfedilen Vahyin XX. bölümünde şöyle yazar: ''Sonra bir meleğin gökten indiğini gördüm. Elinde dipsiz derinliklerin anahtarı ve büyük bir zincir vardı. Melek, ejderhayı -İblis ya da Şeytan denen o eski yılanı- yakalayıp bin yıl için bağladı. Bin yıl tamamlanıncaya dek ulusları bir daha saptırmasın diye onu dipsiz derinliklere attı, oraya kapayıp girişi mühürledi. Bin yıl geçtikten sonra kısa bir süre için serbest bırakılması gerekiyor. Bazı tahtlar ve bunlara oturanları gördüm. Onlara yargılama yetkisi verilmişti. İsa'ya tanıklık ve Tanrı'nın sözü uğruna başı ke*silenlerin canlarını da gördüm. Bunlar, canavara ve heykeline tapmamış, alınlarına e ellerine onun işaretini almamış olanlardı. Hepsi dirilip Mesih'le birlikte bin yıl egemenlik sürdüler. Ölülerin geri kalanı bin yıl tamamlanmadan dirilmedi. İlk diriliş budur. İlk dirilişe dahil olanlar mutlu ve kutsaldır. İkinci ölümün bunların üzerinde yetkisi yoktur. Onlar Tanrı'nın ve Mesih'in kâhinleri olacak, onunla birlikte bin yıl egemenlik sürecekler. Bin yıl tamamlanınca Şeytan atıldığı zindandan serbest bırakılacak. Yeryüzünün dört bucağındaki ulusları -Gog'la Magog'u- saptırmak, savaş için bir araya toplamak üzere zindandan çıkacak. Toplananların sayısı deniz kumu kadar çoktur. Yeryüzünün dört bir yanından gelerek kutsalların ordugâhını ve sevilen kenti kuşattılar. Ama gökten ateş yağdı, onları yakıp yok etti. Onları saptıran İblis ise canavarla sahte peygamberin de içinde bulunduğu ateş ve kükürt gölüne atıldı. Gece gündüz, sonsuzlara dek iş*kence çekeceklerdir. Sonra büyük, beyaz bir taht ve tahtta oturanı gördüm. Yerle gök önünden kaçtı, yok olup gittiler. Tahtın önünde duran küçük büyük, ölüleri gördüm. Sonra kitaplar açıldı. Yaşam kitabı denen başka bir kitap daha açıldı. Ölüler kitaplarda yazılanlara bakılarak yaptıklarına göre yargılandı. Deniz kendisinde olan ölüleri, ölüm ve ölüler diyarı da kendilerinde olan ölüleri teslim ettiler. Her biri yaptıklarına göre yargılandı. Ölüm ve ölüler diyarı ateş gölüne atıldı. İşte bu ateş gölü ikinci ölümdür. Adı yaşam kitabına yazılmamış olanlar ateş gölüne atıldı.''
Harfiyen yorumlandığında bu bölümde insanlık tarihinin belirli bir ânında Şeytan'ın hapsedileceği ve tutsak kaldığı dönemin tamamı boyunca yeryüzünde Mesih'in krallığının yaşanacağı, bütün seçilmişlerin bu krallığa dahil olacağı ve ilk dirilişle ödüllendirilecekleri anlatılıyor gibidir. Bu dönem Şeytan'ın tutsak olduğu bin yıl boyunca sürecektir. Sonra Şeytan bir süreliğine serbest bırakılacaktır, dolayısıyla yeniden bir çatışma dönemi yaşanacaktır. Bu noktada tahta oturan İsa, kıyamet gününü başlatacaktır, yeryüzünün tarii tamamlanacak (21. bölümün başına geçtik), yeni bir gökyüzü ve yeni bir yeryüzü, yani İlahi Kudüs oluşacaktır.
İlk Hıristiyanların problemi şuydu: Mesih'in krallığının bin yılı henüz başlamamış mıydı, yoksa içinde yaşadıkları dönem miydi.? Vahyin ilk yorumlama şekli doğruysa Mesih'in İkinci Gelişini ve bir tür Altın Çağı beklemek lazımdı (bunlar zaten birçok kadim din tarafından da vaat edilmişti), sonrasında Şeytan'ın ve Sahte İsa'nın (genelde bu isimle bilinecekse de Vahiy'de sadece Sahte Peygamberden söz edilir) endişe verici dönüşü yaşanacaktı. Ardından da kıyamet günü ve zamanın sonu gelecekti. Augustinus dönemine kadar bu yorum şekli hâkim olacaktır.
IV. yüzyılda yayılan Donatusçu sapkın görüş, resmi kilisenin litürjisinin büyük kısmının geçerliliğini reddeder ve Kutsal Ruh tarafından aydınlanmış, katı erdemlere sahip bir cemaatin (Donatusçu Kilise) saflığını savunur ve kilisenin temsil ettiği Yeni Babil'e, geleceğin İlahi Kudüs'üyle karşılık verir. (Sayfa: 19-21)

AOSTALI ANSELMUS, Massimo Parodi:

GÖRSEL: Canterbury Katedrali'nin haritası, ''Edwine'in Mezmurlar Kitabı,'' y. 1150, Cambridge Trinity Koleji (Sayfa: 29)

Mantık ve Hakikat:
*
''Özellikle nesneler daima hakikidir, çünkü daima amaçlandıkları hedefi yerine getirirler; nesneler facere veritatem'den (hakikati yapmak) dolayı varlık sahibidir ve aynı amaç, hatırlanan tüm durumlar için söz konusu olmalıdır, dolayısıyla insanlardan mantığı ve ahlakı hakikat üretmek için kullanmaları beklenir.'' (Sayfa: 37)

PIERRE ABELARDUS, Mariateresa Fumagalli Beonio Brocchieri:

GÖRSEL: Abelardus Soissons Konsilinde, minyatür, ms 26, f. 227r, XIV. yüzyıl, Chantilly, Musee Conde. (Sayfa: 39)

Entelektüel Bir Hayatın Hikâyesi:
*
''Abelardus'un entelektüel hayatını yeniden kurgulamak için elimizde, kırk yaşını geçtikten bir süre sonra ''bir arkadaşa mektup'' şeklinde yazdığı Historia Calamitatum [Başıma Gelen Felâketlerin Hikâyesi] adlı otobiyografik eseri vardır: O dönemde çok ender rastlanan otobiyografi yazarlığı, kendi hayatında yer alan olaylara bir kimlik ve üstün bir anlam atfetmek isteyen bilinçli bir insana işaret eder.
Abelardus'un ailesi alt düzey aristokrasi sınıfındandı ve gelenekler doğrultusunda askerlik kariyerini seçmesi gerekirdi. Ancak Abelardus kendini felsefeye adamaya karar verir: Onun ''akıl'' lehine ve kendi ahlaki bakış açısında göre insanları ahlaki açıdan zayıf kılan ''örf ve âdetler,'' yani gelenekler aleyhine attığı ilk adım budur.''
*
''Abelardus ayrıca defalarca, hayatının sürekli olarak mücadeleyle geçtiğini söyler. Aşkı da geç yaşta bulur: neredeyse kırk yaşındayken, Paris'te sever ve sevilir; baştan çıkardığı, henüz yirmi yaşına basmamış güzel ve kültürlü öğrencisi Heloise, şehrin önemli bir piskoposunun yeğenidir. Abelardus mantık öğretmeniyken şair olur ve bestelediği aşk şarkılarını öğrencileri ''şehrin sokaklarında söyler.'' Heloise'le olan aşk hikâyesi herkesin diline düşer ve çok geçmeden bir trajediye dönüşür: Kadının ailesi olanları onur kırıcı olarak görür ve intikamını almak için Abelardus'u hadım ettirir. İki sevgili çaresiz bir halde Paris kapılarındaki iki ayrı manastıra, Saint-Deniz'e ve Argenteuil'e kapanır. Neredeyse yirmi yıl sonra ruhsal olarak yeniden birbirlerine yakınlık duyarak birbirlerine dokunaklı anılarla ve felsefi düşüncelerle dolu mektuplar yazacaklardır.'' (Sayfa: 41)

Tümeller ve Yüklemlenebilenler: Devam Edegelen Bir Tartışma, Riccardo Fedriga:

Sayfa: 49

Bir Barış Projesi: Dinlerarası Diyalog

''Filozofların tanıklığı'' Abelardus'a Theologia summi boni'de olduğu üzere Dialogus inter Philosophum, Judaeum et Christianum'da a akıl ile inancın bir noktada birleşme olasılığına hazırlar. Eserin en önemli amacı budur, ama yanına bir o kadar önemli bir amaç daha katılır: Farklı inançlar arasında karşılıklı hoşgörü önerisi, kıyaslamalar ve ortak noktalar arayışı yoluyla gerçekleşecektir.
Yapısı açısından son derece özgün olan bu eserde Abelardus, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın temel ilkelerini yazarla ve kendi aralarında konuşmak isteyen bir Yahudi, bir filozof ve bir Hıristiyan arasındaki diyalogu konu alır. Aralarındaki ilk ortak nokta, üç karakterin tek bir ilahi ilkeye inanıyor olmasıdır; bu ilke Yahudi için Eski Ahit'in Tanrı'sı, Hıristiyan için İncil'in Tanrı'sı ve filozof için En Üstün İyiliktir.
Yazar, Abelardus'un büyük bir anlayışla tasvir ettiği Yahudi'yi Kutsal Metinlerin ''kelimelerinin ötesine'' geçmeye ve ''daha ruhani'' anlamlara veya ''kalbin niyetlerine'' açık olmaya davet eder. Nitekim, metinde birkaç defa tekrarlandığı üzere, başka dini inançlara karşı hoşgörüsüzlük müminin kendi inancını katı bir şekilde kabul etmesinden ve ''kelimelerin ötesindeki'' anlamları derinlemesine kavramayı reddetmesinden kaynaklanır. Dini inanç ne kadar ''felsefi'' olursa, diğer inançlarla uzlaşmaya o kadar açık olur: Bu temel tez, Abelardus'un teoloji yazılarında sıklıkla işlenmiştir.'' (Sayfa: 50-54)

ŞEHİR OKULLARI: CHARTRES VE SAİNT VİCTOR, Roberto Limonta:




GÖRSEL: Alegorik ve bilimsel çizimler içeren bir Alman ansiklopedisinden bir sayfa, y. 1410, Washington (D.C.), Library of Congress. (Sayfa: 61)

''Devlerin Omuzlarındaki Cüceler'': Bir Vecizenin Öyküsü
*
Ortaçağ hem kutsal metinlere hem de geçmişin büyük filozoflarına mutlak saygı duyulan bir çağ olmasıyla ünlüdür. Ortaçağ düşünürlerinin sorunu özgün olmaları değil, kendilerinden önceki dinsel otoritelerin düşüncelerine sadık olmaya devam etmeleri gibi görünür. Ancak skolastik düşünce çevrelerinde yaygın olan bazı vecizeler söz konusudur; örneğin non nova sed nove [yeni şeyler değil, yeni yollar], yeni (nova) şeyler söylemeyi olmasa da onları yeni bir şekilde (nove) söyleme isteğini belli eder ki, bu zaten yenilik üzerinde hak iddia etmenin sahte bir şeklidir. Yenilikçiliğin otoritelere saygıyla nasıl bir arada yer alabileceğini, Lilleli Alain ünlü bir vecizede ifade eder: Otorite, istenilen yöne bükülebilecek, mumdan bir burundur. Bu, otoriteye saygı göstermenin, söylenilenlerin içeriğine uyup onu kendi bakış açısına göre yorumlama hakkına sahip olma anlamına geldiğini söylemenin oldukça cüretkâr bir yoluydu. Ama modern çağa ulaşacak kadar rağbet görmüş ve ortaçağ ruhunu en derin şekilde yansıtan bir vecize varsa, o da cüceler ve devlerle ilgili olandır; buna göre, bizden önce gelenler devlerdir ve biz onların omuzlarında oturan cüceleriz, ama bundan dolayı da onlardan daha uzağını görmeyi başarırız.
Bu vecize genelde Chartreslı Bernard'a atfedilir ve ilk olarak Salisburyli John tarafından Metalogicon'da (III. 4) dile getirilmiştir: ''Bernard, devlerin omuzlarındaki cüceler gibi olduğumuzu öne sürerdi; onlardan daha çok şeyi ve daha uzağı görebiliyoruz, ama bu, görüşümüzün keskin veya vücudumuzun güçlü olmasından dolayı değil, aslında devlerin büyüklüğü sayesinde daha yüksekte oturduğumuz ve yükselebildiğimiz içindir.''
Ancak bu vecizenin mucidi Bernard değildir, çünkü cüce metaforu olmasa da bu kavram bundan altı yüzyıl önce, Priscianus'un yazılarında geçer. Bu vecizenin 1160 yılında Laon Okulunun bir metninde, sonra da yaklaşık 1185'te Danimarkalı tarihçi Sven Aggesen tarafından kullanıldığını görürüz; daha sonra da Alexander Neckham, Bloislı Pierre, Lilleli Alain ve XIII. ile XIV. yüzyılda yaşamış çeşitli yazarlar tarafından kullanılmıştır.'' (Sayfa: 60)
*
Umberto Eco


FİLOZOFLAR VE TEOLOGLAR İÇİN YENİ KÜTÜPHANELER


XIII. yüzyıl, bir önceki yüzyılın başlarından itibaren yaşanan ve Arapların bilgi birikimine ve Yunanca klasik kaynaklara kıyasla Latin Batıda oluşan bilimsel ve felsefi gecikmeyi telafi etmeye izin veren tercüme ve yorum (translatio) hareketinin etkisini gösterdiği dönemdir. Bu dönemde yer alan felsefi tartışmalar günümüzde incelendiğinde ''skolastik olarak bilinen döneme geleneksel bakışın büyük ölçüde değişmesine neden olmuştur; XIII. yüzyıl, geleneksel bakış açısına göre önceki dönemin teolojik meselelerinin Aristotales'in bilim tanımı doğrultusunda çözüm bulduğu organik ve sistematik bir felsefenin, yani skolastisizmin zirvesini teşkil ediyordu.
Latin Batının felsefesi ile Arap ve Yahudi kaynakları arasındaki bağlantıları ve düşündüğümüzden çok daha çeşitlilik gösteren ve çelişkili olan bu dönemde ne kadar önemli oldukları yeniden ortaya çıkan tarihçiler böylelikle, sadece görünürde önemsiz duran ansiklopedi yazarlığına, Daçyalı Boetius ve Brabantlı Siger gibi fazla önemli sayılmayan yazarlara ve Arap ile Yahudi felsefe geleneklerinin büyük etkisine yeniden dikkat çekmeyi başarmıştır.
XIII. yüzyılda Aristotales yeniden bir otorite haline gelir. Önceki yüzyıllarda tercümanlar tarafından yürütülen çalışmalar tamamlanır: XIII. yüzyıl ortalarında Robert Gorsseteste'in tercüme ettiği Nikomakhos'a Etik sonradan Moerbekeli Willem tarafından gözden geçirilir; 1260'lı yıllarda da Willem'in kendisi Politika'nın tamamını tercüme eder. II. Friedrich'in ''çokkültürlü'' sarayında faaliyet gösteren Michael Scotus, Aristotales'in hayvanlar konusundaki kitaplarını tercüme eder ve aynı kitapları Moerbekeli Willem de Yunancadan tercüme eder. Willem 1278'de Poetika'yı da tercüme ederken, İbn Rüşd'ün Poetika konusunda yazdığı yorum eserinin tercümesi 1256'da Retorik eserini de Arapçadan tercüme eden Hermannus Alemannus tarafından yapılır.
Böylelikle XIII. yüzyıldan itibaren Aristotales Hıristiyan teologlar ve filozoflar açısından tartışmasız felsefi otoriteler arasına dahil edilmiş olur; ancak sanat fakülteleri ile teoloji fakülteleri arasında sayısız akademik tartışmaya konu olur; bir yanda entelektüel ve profesyonel kimliklerinin bilincinde olan sanat hocaları Aristotales'in eserlerine sahip çıkarken, diğer yanda kilise yetkilileri zaman zaman müdahalelerde bulunur.
Bu tartışmaların asıl mekânı üniversitelerdir; tartışmaların yöntem ve biçimleri buralarda belirlenir; en önemli tartışma şekli olan quaestio, bir mesele konusundaki çeşitli tezlerin ve karşıt tezlerin organize edilmesine, incelenmesine, kıyaslanmasına ve nihai olarak görülen bir sonuca varılmasına izin verir. Quaestio, teolojik ve felsefi bilgi birikiminin tamamını sistematik hale getirmeyi amaçlayan bir felsefe stili modeli olan summa'nın iskeleti sayılabilir. Quaestio aynı zamanda quaestio disputata, yani bir hocanın karşısında öğrencilerinin veya rakiplerinin yer aldığı, halka açık tartışma anlamına da gelebilir ve kuramsal veya ahlaki meselelerin en önemsizlerini bile konu alan quaestio quodlibetalis'ten çok farklı değildir.
*
Aristotales'in yeniden keşfi ve özellikle kanıtlama biliminin ilkelerini içeren İkinci Çözümlemeler, felsefi araştırmalara görmezden gelinmesine imkân olmayan bir bilimsel model sunar; bu meydan okumayı en bilinçli şekilde kabul edip en derinlemesine karşılık veren kişi, Thomas Aquinas'tır. Ancak Aristotalesçiliğin yorumlanması ile Hıristiyan ortodoksluğunun uzlaştırılması zor olacaktır. 1255 yılında Aristotalesin eserlerinin tamamı Paris'teki sanat fakültesi tarafından benimsenir; ancak Piskopos Tempier'nin 1277 yılında mahkûm edilmesi, Aristotalesçiliğe dayandırılan ve kilise öğretilerine (dünyanın ebediyeti, ruhun ölümsüzlüğü, aklın tekliği vs.) karşıt sayılan 219 tezi etkiler. Aristotales'in düşüncesinin yayılması bu şekilde engellenmeye çalışılır: Suçlamalara göre sanat hocaları Aristotales ile yorumcusu İbn Rüşd'ü okurlar ve bu iki pagan filozofun savunduğu hakikatlerin, farklı olsalar da Hıristiyanlıkta vahyedilen hakikatlerin yanında yer alabileceğine inanırlar. Bu hocalara göre felsefenin ne üstü örtülmelidir ne de Hıristiyan bilgeliğinin birliği uğruna feda edilmelidir: Sanat hocaları, Aristotales'e getirdikleri farklı yorumlar yoluyla çok çeşitli bilimsel yöntemler savunurlar. Mutlak ve vazgeçilmez bir hakikati içerdiği kimse tarafından inkâr edilmeyen bir inancın içerisinde bilgi alanlarının sınırlarını çizme ve her birini kanıtlama kurallarını ve kriterlerini belirleme gerekliliği giderek hissedilmeye başlanır. Thomas Aquinas'ınki başta olmak üzere Aristotalesçiliğin çeşitli versiyonlarının hüküm sürdüğü XIII. yüzyıldan geriye, tek bir senteze indirgenmesi imkânsız bir çoğulculuğun nitelediği bir dönem imajı kalmıştır. Ancak aynı zamanda ve yine Aristotalesçi formasyon bağlamında, Fransisken geleneği, Augustinus'un da yeniden yorumlanması yoluyla ve Robert Grossetesse, Roger Bacon ve Bagnoregiolu Bonaventura gibi yazarlar sayesinde, bilimsel ve teolojik düşüncede deneyimin değerini yeniden takdir etmeye başlayacaktır. (Sayfa: 89-90)


GÖRSEL: Aristotales ve Büyük İskender, İbn Baktişu'nun Hayvanlar ve Âdetleri adlı eserinden bir illüstrasyon, ms. Or. 2784, f. 96, XIII. yüzyıl, Londra, British Library. (Sayfa: 99)

İSLAM FELSEFESİ, Cecilia Martini Bonadeo:

GÖRSEL: Filozoflar, El-Mubaşir'in hüküm derlemesinden bir illüstrasyon, XIII. yüzyıl, İstanbul, Topkapı Sarayı. (Sayfa: 109)

Falsafa
*
Falsafa olarak bilinen ortaçağ İslam Arap felsefesi, VIII ile XIII. yüzyıllar arasında, İspanya'dan Kuzey Afrika'ya ve İndus Nehrine kadar uzanan bir coğrafyada üretilir. Bu coğrafyada İslam dini farklı kültürlere sahip farklı halkları bir araya getirmiştir, Kuran Arapçası koine (ortak dil) haline gelmiştir ve Bağdat, Şam, Kahire ve Buhara gibi büyük merkezlerde İslam monoteizminin hâkimiyetinde, ama Hıristiyanlar ve Yahudiler gibi diğer cemaatler tarafından üretilen bilimsel katkılara açık, yoğun bir kültür hayatı gelişir.
Falsafa konusunda titiz bir araştırma çok yönlü bir şekilde yürütülmelidir. Her şeyden önce, Yunan felsefe eserlerinin Arapça tercümelerinin ve bu eserleri konu alan Arapça şerhlerin incelenmesi, Platoncu ve Aristotalesçi felsefe geleneğinin Arap-Müslüman süreci yoluyla klasik Yunanistan'dan Latin ortaçağına kadar olan sürekliliği gözler önüne serilmelidir. İkinci olarak da Yunan felsefesinin İslam kültürü ile bir araya gelmesi, Müslüman filozofların ürettiği özgün eserlerin incelenmesi bizi felsefenin kendine özgü niteliklerini -özellikle pagan Yunan düşüncesi ile katı bir şekilde monoteist olan İslam teolojisini sürekli olarak uzlaştırma çabaları ve bunun sonucunda Platon ve Aristotales gibi düşünürlerin bu doğrultuda yorumlamaları- belirlemeye yönlendirmelidir. (Sayfa: 108)
*
Bireysel Ruhun Ölümsüzlüğü:
*
''İbn-i Rüşd'e göre, Ruh Üzerine'yi konu alan Uzun Şerh'te tek tek insanlar maddi akla sahip değildir. Maddi akıl, insanoğlunun tümel mükemmelliğidir, yani bütün insanlara birden aittir ve insanoğlunun tür olarak ebedi olmasına benzer şekilde o da ebedidir. Her birey düşündüğü zaman insanoğlunun tamamına ait olan aklı gerçeğe dönüştürür. Nitekim bireylerin maddeden soyutladığı formlar veya ''hayal edilen formlar,'' maddi akla özgü bilme potansiyelini gerçeğe dönüştüren ilkelerdir; görme nasıl görünür nesnelere ve ışığa bağlıysa, bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi de aynı zamanda Fail Akla bağlıdır.
Maddi aklın tekliği kuramının sonucu, ölümden sonra bireysel aklın hayatta kalmasının imkânsızlığıdır; çünkü bireylere gerçek anlamda ait olan tek şey, bedenin çürümesine maruz kalan, hayal edilen bireysel formlardır; ölümsüzlük sadece tümel akla aittir ve kişilerüstüdür.'' (Sayfa: 118)
*
ORTAÇAĞ YAHUDİ FELSEFESİ, Riccardo Fedriga
*
Gelenek, Kurallar ve Anlatım
*
Yahudi geleneği bir norm sistemini, Kitabı Mukaddes'in metnini tamamlamayı amaçlayan ve hahamların hükümlerini içeren hukuki bir külliyatı temel alır. Kitabı Mukaddes başlangıçta sözlü olarak aktarılıp sonradan Talmud adı altında yazılı hale getirilir. Geleneğin bu normatif bölümüne halakha denir. Aggada (anlayım) ise mucizevi hikâyelere ve bilge deyişlere dayalı, normatif olmayan bir bölümdür. Talmud, yasanın (Tevrat) tekrarı olan Mişna ile Mişna'nın yazılı yorumlarını içeren Gemara'dan oluşur. Babil ve Filistin veya Kudüs adı verilen iki farklı Talmud, iki farklı yorum geleneğine dayanır. Yahudilik aslında insanların gündelik hayatına dayalı bir din olarak ortaya çıkar; dogmalardan yoksun bir dindir ve teoloji veya spekülatif fikirleri değil, davranış ve eylemler konusunda bir kurallar bütününü temel alır. Talmud'un II ila V. yüzyıllar arasında, yasanın ve geleneğin incelenmesiyle tezat oluşturan yabancı bir ilim olarak görülen Yunan felsefesinden uzak durmasının başlıca nedeni budur.
VII. yüzyılda durum değişmeye başlar: Müslüman Araplar 634'te Bizans ve Sasani imparatorluklarını istila edip önce Şam, sonra Bağdat merkezli bir halifelik kurarlar: Yahudi toplulukları bu yönetim altında bir hoşgörü ortamında hayatlarını sürdürür. Üç Kitap dini (Hıristiyanlık, İslam ve Yahudilik) burada birbiriyle temas eder. İslam dünyasında akılcı ve kanıtlayıcı argümantasyona dayanan ve din alanında apolojist türden teolojik bir tartışma yöntemi olan Kelam gelişir. Yahudi âleminde buna paralel olarak gelişen süreç de eleştirmenler tarafından Yahudi Kelamı olarak tanımlanmıştır. Bu alanda öne çıkanlar arasında Saadia Gaon vardır. (Sayfa: 119)

1. GÖRSEL: ''Kuş başları'' aggada'sı, parşömen üzerine el yazması, y. 1300, Kudüs, Israel Museum. (Sayfa: 120)
*
2. GÖRSEL: (Sayfa: 121)
*
3. GÖRSEL: İbn Meymûn'un Mishneh Torah eserinin başsayfası (y. 1180, XIV. yüzyıl, Kudüs, Biblioteca Nazionale. (Sayfa: 123)

ÜNİVERSİTELER: BİR ORTAÇAĞ İCADI, Andrea Colli:
*
''XII. yüzyıl başlarında eğitim faaliyetlerinin neredeyse tamamı manastır veya katedral okulları tarafından yürütülür ve ruhban sınıfının eğitimi sağlanır. Uygulamalı hukuk ve noterlik alanında bazı özel okulların bulunduğu şehirlerin giderek gelişmesi ve kıral bölgelerdeki birçok büyük manastırda bulunan okulların kapanmaya başlaması, eğitim faaliyetlerinin kent merkezlerinde gerçekleşmeye başladığı, gerçek bir ''eğitim devrimi''ne yol açar. Hocalarla öğrenciler arasında basit antlaşmalar şeklinde ortaya çıkan ve en azından başlangıçta öğrencilerin ödediği ücretlerle finanse edilen okullar, Avrupa'nın birçok şehrinde hızla gelişir ve gerçek anlamda loncaların hukuki niteliklerini edinir (eğitim faaliyetine katılan herkesi kapsadıklarından dolayı da kendilerine universitas adı verilir). Kendiliklerinden ortaya çıkan üniversitelerin yanı sıra papa veya imparator tarafından kurulanlar ve bazı öğrencilerin veya hocaların var olan üniversitelerden ayrılıp kurduğu üniversiteler de söz konusudur. Paris'te bu tür birliklerin izine XII. yüzyıl sonlarından itibaren rastlanır, ancak Bologna'nın ilk üniversitesi (1088), ne kiliseye ne de devlet otoritesine bağlı olan ilk okuldur, Paris'te ise Abelardus döneminde bile (XII. yüzyılın ilk yarısı) okul hâlâ katedrale, dolayısıyla da piskoposluğa bağlıdır. Napoli'de üniversite, İmparator II. Friedrich'in (1194-1250) isteği üzerine açılırken, Padova ile Orleans, Bologna ve Paris üniversitelerinden hocaların göç etmesi sonucu açılan üniversitelere birer örnek oluşturur.'' (Sayfa: 128)

GÖRSEL: Lorenzo di Voltolina, Üniversitede ders, Henricus de Alemannia'nın Liber ethicorum eserinden, Min. 1233, XIV. yüzyıl, Berlin, Kupferstichkabinett, Staatliche Musseen. (Sayfa: 129)
*
Tıp
*
Tıp eğitimi alanında Hippokrates (MÖ 459/460-375/351), Galenus (y. 129-201), Afrikalı Constantinus (1015-1087) ve İbn Sînâ'nın (980-1037) Kanun'u ile İbn Rüşd'ün (1126-1198) Latincede Colliget olarak billinen Külliyat eseri başta olmak üzere, bazı Arapça inceleme yazıları temel alınır. XIV. yüzyıldan itibaren, Montpellier başta olmak üzere, bazı üniversitelerde ceset diseksiyonuna başlanır. (Sayfa: 132)

GÖRSEL: Montpellier Tıp Fakültesinde diseksiyon dersi, Guy de Chauliac'ın Chirurgia Magna eserinden, ms. H 184, f. 14v, XIV. yüzyıl, Montpellier, Musee Atger. (Sayfa: 133)

Işık ve Metafizik
*
Renklerin Güzelliği

GÖRSEL: Kuzey cephesinin vitrayı, 1225-1230, Notre-Dame Katedrali (Sayfa: 175)

Ortaçağda güzellik orantıyla, ışıkla ve renkle özdeşleştirilir ve renk daima en basit biçimdedir: kırmızı, mavi, altın, gümüş, beyaz ve yeşilin senfonisi nüanslar, ışık ve gölge oyunları içermez, renklerin görkemi nesneleri dışarıdan saran veya ortaya çıkaran ışıktan değil de bir bütün olarak uyumlarından kaynaklanır. Ortaçağ minyatürlerinde nesnelerin kendileri ışık saçar gibidir. Sevillalı İsidorus'a göre mermerler beyazlıkları, metaller yansıttıkları ışık, hava da aurum, yani altının ihtişamından dolayı güzeldir; hatta adını, yani aer'i ondan alır (nitekim altın gibi, ışık tarafından şekillendirildiği anda ışıldar). Değerli taşlar renklerinden dolayı güzeldir, çünkü renk, hapsedilmiş güneş ışığından ve arıtılmış maddeden başka bir şey değildir. Gözler ışıltılı ise güzeldir, en güzel gözler de mavi-yeşil gözlerdir. Şairler bu parlak renk duygusuna daima sahiptir: Otlar, yeşil; kan, kırmızı; süt, bembeyazdır. Bingenli Hildegard'ın mistik düşleri kıpkırmızı alevler içerir, cennetten kovulan ilk meleğin güzelliği de gökyüzündeki yıldızları andıran ışıl ışıl taşlardan kaynaklanır. Gotik kiliselerin kapkaranlık neflerine Tanrı'nın girebilmesi için vitraylardan içeriye ışık demetleri nüfuz eder ve bu ışık koridorlarına yer vermek için pencereler de, gül pencereler de genişler, duvarlar da payandalar ve kemeler yoluyla neredeyse ortadan kalkarlar ve kilisenin tamamı ışığın oyma yapı unsurları arasından kiliseye yayılmasını sağlayacak şekilde inşa edilir. Haçlı Seferlerinin vakanüvisleri gemilerin güneş ışığında ışıldayan renkli sancaklarını, zırhlardan, miğferlerden ve mızrak uçlarından yansıyan güneş ışınlarını, şövalyelerin bayraklarının ve sancakların soluk sarı ve mavi, turuncu ve beyaz, siyah ve beyaz renk bileşimlerini tasvir ederler; minyatürlerde de rengârenk giysileri içinde hanımlardan ve şövalyelerden oluşan kortejler resmedilir. (Sayfa: 174)
*
Umberto Eco
*
MI Daçyalı Boetius:
*
HAYAT İDEALİ OLARAK FELSEFE:
*
De summo bono, ss. 19-20
*
''Öğretmen Daçyalı Boetius, De summo bono [En Yüce İyi Üzerine] adlı inceleme eserinde düşünce hayatını (yani felsefeyi) insan için olabilecek en asil varoluş şekli olarak hararetle metheder. Boetius, farklı iyilik türleri arasındaki ayrım üzerine kurduğu hiyerarşide, insanın en üstün yetisi olan aklı en yüce iyi olarak tespit eder. Bu metin, Aristotales'in zihinsel hayatın, olabilecek en erdemli ve mutlu var olma şekli olarak yüceltildiği Nikomakhos'a Etik eserinin X. kitabını neredeyse kelimesi kelimesine çağrıştırır..'' (Sayfa: 189)
*
M4 Thomas Aquinas
*
TANRI'YA AKIL YOLUYLA ERİŞMEK:
Summa theologica, Tanrı'yı Tanımak:
*
''Madde 2
TANRININ VARLIĞINI KANITLAMAK MÜMKÜN MÜDÜR.?
*
Tanrı'nın varlığının kanıtlanabilir olmadığı anlaşılıyor. Nitekim:
*
Tanrı'nın varlığı bir inanç hakikatidir. İnanca bağlı şeyler kanıtlanamaz, çünkü kanıtlama beraberinde bilimi getirir, halbuki inanç, Havari'nin dediği gibi, sadece kendinden belli olan şeylerle ilgilidir. Dolayısıyla Tanrı'nın varlığı kanıtlanamaz.
Bir kanıtlama işleminin orta terimi, konunun doğasından elde edilir. Ancak Tanrı'nın ne doğası ne de ne olduğunu bilebiliriz. Tek bilebileceğimiz, Şamlı Johannes'in dediği gibi, ne olmadığıdır. Dolayısıyla Tanrı'nın varlığını kanıtlayamayız.'' (Sayfa: 194)
*
''Nedenle orantılı olmayan sonuçlardan nedenin mükemmel bir şekilde tanınamayacağı doğrudur. Ancak herhangi bir sonuçtan hareketle nedenin varlığını apaçık bir şekilde kanıtlayabiliriz. Dolayısıyla, Tanrı'nın yarattıkları yoluyla Tanrı'nın özünü mükemmel bir şekilde tanımak mümkün değilse de onun varlığı, yarattıklarından yola çıkarak kanıtlanabilir.
1) Yani a priori kanıtlama.
2) Yani a posteriori kanıtlama. (Sayfa: 195)
*
Ortaçağ Tıbbi ve Felsefi Statüsü, Giorgio Cosmacini:
*
Hildegard, Trotula, Salerno Okulu
*
Bingenli Hildegard, 1000 yılından sonra yaşamış önemli bir şahsiyet ve bir bilim kadını prototipidir. Hildegard'ın tıbbı, biri botanik konulu ve Physica [Fizik] başlıklı, diğeri ''insanları hasta kılan güçler'' ve ''iyileştiren güçler'' (bunların başında yaşamın doğayla müttefik, yeşil gücü viriditas [yeşillik, bereketlilik] yer alır) şeklinde daha karmaşık bir konusu olan Causae et curae [Nedenler ve Tedaviler] başlıklı iki kitap şeklinde derlenmiştir.
Başka bir alanda da olsa, Hildegard kadar önemli bir başka kadın, kadın hekim ünvanını hak eden Salernolu kadınların bilgeliğini derlediği söylenen Trotula'dır. '2Kadınların doğum öncesinde, sırasında ve sonrasında tutkuları'' başta olmak üzere doğum ve jinekoloji konusunda yazdığı Latince bir eser, hamile ve doğum yapan kadınlar ile lohusalara yardım uygulamalarının yeniden tıp alanına dahil olduğunu gösterir.
Skolastik dönemde Salerno, Norman Puglia ve Calabria Dükalığının parlak başkentiydi. Constantinus Africanus'un (1010-1085) 1077'de Kartaca'dan Salerno'ya gelişi, Latin ve Yunan-Bizans tıbbıyla kaynaşmış Arap tıbbının katkısına işaret eder. Bu sentezin başyapıtı olan Regimen sanitatis salernitatanum [Salerno Sağlık Rejimi], ortaçağ tıbbının yayılmasına izin veren en önemli derleme sayılır.
Ortaçağ tıbbının temel taşları beslenme, eczacılık ve cerrahidir. Tıp eğitiminin gerçek anlamda kurumsallaşmasına daha zaman varsa da deneysel practica, derlemeler ve yorumlar şeklinde toplanmış theorica'dan destek alırdı. (Sayfa: 197)

GÖRSEL: Tıbbi burçlar kuşağı, merkezinde İsa-Apollon, dış çemberlerde de dört mevsim, ms. lat. 7028, f. 154v, XI. yüzyıl, illüstrasyon, Paris, Bibliotheque Nationale de France (Sayfa: 199)

Hekimle ve Filozoflar:
*
''..Petrus Hispanus (1226-1277) hekim bir papadır. Oftalmoloji alanındaki Liber oculorum [Gözlerin Kitabı] eserinin yanı sıra, giderek büyüyen ileçle tedavi sektörüne, artan tıbbi tedavi harcamalarına ve hekimlerin hırsına karşı, halkın varlıklı olmayan kesimine tedavi kriterleri ve yöntemleri sağlamaya yönelik bir eser olan Thesaurus pauperum'u [Yoksulların Hazinesi] yazmıştır.'' (Sayfa: 201)

ÇOĞUL HAKİKATLER


GÖRSEL: Bakireler Kapısı, ayrıntı (Bilge Bakireler), XIV. yüzyıl, Erfurt, Katedral. (Sayfa: 250)

ECKHART VE REN BÖLGESİ MİSTİSİZMİ, Alessandra Beccarisi:
*
İnsan: İlahi Varlık
*
Nitekim insanı niteleyen sahip oldukları (düşünce, eylem, maddi mülk) değil, ne olduğu, yani ilahi bir varlık olduğudur: ''Varlığımızın temel aldığı şey, kendi kendimizi iptal etmemizden başka bir şey değildir. Bundan dolayıdır ki, kendini tam bir mülkiyet şeklinde bize vermek isteyen Tanrı önce tüm mülklerimizden tamamıyla kurtulmamızı ister. Tanrı aslında herhangi bir mülke sahip olmamamızı ister.''
*
Ruhsal Kıvılcım
*
Mülklerden kurtulma eylemi alıştırma yapmayı, kendini adamayı ve özellikle insanın yavaş yavaş kendi imkânlarının bilincine varmasını gerektirir ve bu süreç sonucunda insan, hakiki doğasına yabancı olan her şeyden kopar. Dolayısıyla Eckhart'ın insanın ontolojik statüsü konusundaki düşünceleri insan mevkiinin yeni bir tanımının temelini oluşturur: ''İnsan kendini mülk sahibi olabilen varlıklar arasında bir varlık olarak saydığı sürece, içindeki ilahi yönü keşfedemez. Ama canlı boyutundan uzaklaşıp özü üzerinde dikkatli bir şekilde düşünürse, Tanrı'dan geldiğini ve daima Tanrı'yla bir olduğunu keşfeder. İnsanın Tanrı'yla bir olduğunun bilincine varması, akıldışı ve duygusal, mistik bir deneyimin sonucu değildir, ruhun başlangıçtaki özgürlüğünün keşfi anlamına gelir.
Eckhart ilk yazılarından itibaren bu özgürlüğe belirlenimsizlik ve varoluşa tam anlamıyla açık olma gözüyle bakar. Bunlar, Eckhart'ın Almanca eserlerinde ''tapınak,'' ''kale,'' ''kıvılcım,'' veya ''ruh ışığı,'' adını verdiği insan ruhunun özsel ilkesinin özellikleridir. Aristotales'in mümkün akla dair klasik psikoloji öğretisini ele alan Eckhart, bu öğretiyi yepyeni bir bağlama uygular. Eckhart belirlenmemiş akıl fikrini ele alırken, onu bilinmesi gereken bir nesneye zıt olarak görmez, mutlak bir şekilde belirlenmemiş olan bir başka akıl olan Tanrı'nın zıt ve gerekli kutbu olarak algılar. (Sayfa: 251)
*
İlk Quaestio'lar:
*
''Meister Eckhart'ın imge öğretisi, bu özdeşlik ve fark dinamiğine açıklama getirir. Bir insanın aynadaki görüntüsü, aynı anda gerçek insanın hem aynısıdır hem de ondan farklıdır. Aynıdır, çünkü yansıtılmış imgesini oluşturur; farklıdır, çünkü aynadaki bir imgedir. Tanrı'nın insandaki imgesi de böyledir; akıl, insanı aynı anda hem Tanrı'yla aynı hem de ondan farklı kılar: Aynıdır, çünkü Tanrı'nın aklı insana yansır; farklıdır, çünkü bu imge zaman ve mekânda belirli, sonlu, somut bir insanda bulunur. Eckhart insanın özünün temelinde yatan, insanla Tanrı arasındaki bu yakınlık ilişkisine ''Tanrı'nın ruhu içinde doğuşu'' adını verir; bu süre Tanrı açısından sonsuzdur, ama insan açısından keşfedilmesi gereken bir olaydır.'' (Sayfa: 253)

GÖRSEL: Konstanzlı Usta Heinrich, Aziz Johannes İsa'nın göğsünde dinlenirken, XIV. yüzyıl başları, Antwerp, Mayer van den Bergh Müzesi. (Sayfa: 254)


DEVAMLILIK VE KIRILMA: XV. YÜZYIL:
*
''XV. yüzyıl bu anlamda, iki farklı dönemin fikirlerinin hem çakıştığı hem de bir araya geldiği, gerçek anlamda bir geçiş dönemidir. Ayrıca tam da bu yüzyılda felsefi düşüncenin, bir yandan yeni dünyaların ortaya çıkmasıyla sarsılırken, diğer yandan da matbaanın icadı sayesinde fikirlerin dolaşımı ve yayılması açısından yeni olasılıklarla karşılaştığını da unutmamalıyız.'' (Sayfa: 282)

GÖRSEL: Meryen Ana'nın Hayatı'nın Ustası, İsa'nın Çarmıha Gerilmesinden bir ayrıntı: Nicolaus Cusanus'un olası portresi, 1465'ten sonra, Bernkastel-Kues, Almanya, St. Nikolaus-Hospital. (Sayfa: 287)

Kardinal ve Piskopos:
*
''II. Pius tarafından Roma'ya çağrılan Cusanus Bressanone'ye çok kısa bir süreliğine dönecektir. Bu arada 1460'da De possest [Olasılığın Fiili Varlığı Üzerine] adlı diyaloğu ve 1461'de Kuran'ı incelediği De cribratione Alkoranı [Kuran Üzerine İnceleme] adlı eseri yazacaktır. (..) Cusanus üç tek tanrılı dini bir araya getirmeyi başaracak üniter bir din hayalini kurup De pace fidei'yi bu doğrultuda yazsa da, II. Pius tarafından yeni bir Haçlı Seferi düzenlemekle görevlendirilir, ancak ağustos 1464'te vefat eder.'' (Sayfa: 287)
*
M. D'A.


De pace fidei:
*
''1453 tarihli De pace fidei çok geniş bir ekümenik ufku temel alır. Bu edebi kurmacada yeryüzündeki bütün halkları temsil eden 17 âlim -bir Yunan, bir İtalyan, bir Arap, bir Hint, bir Keldani, bir Yahudi, bir Türk, bir Alman vs- aralarındaki ihtilafların çözülebileceği tek yer olan gökyüzünde bir araya gelirler. Bu eser ortaçağ düşüncesinde çok rağbet gören dinlerarası diyalog geleneğini çağrıştırır.''
*
''Eserin amacı, çeşitli teolojik konumların kavranmasını temel alan hoşgörüden hareketle farklı inançların barış içinde bir arada yaşamasını sağlamaktır. Burada benimsenen temel varsayım, bütün bu farklı durumlarda ibadet edilen Tanrı'nın aynı Tanrı olduğu, dolayısıyla İslam'ın bazı yönleriyle ilgili olarak söz konusu olduğu üzere, gerçek anlamda teolojik hataları temel almadığı sürece dinler arasındaki farklılıkların halkların farklı örf ve âdetlerine, hatta bireylerin bile münferit zevkine dayanan ibadet biçimleriyle bağlantılı meselelere indirgenebileceğidir. Bütün bunlar bir dinden başkasına geçmeyi ve tabii ki farklı dinlere inananların bir arada yaşamasına engel değildir. On yedi âlim, gökyüzünde verilen ve karşılıklı görüş alışverişinde geliştirilen bu evrensel mesajı kendi halklarına aktarmalı ve böylelikle insanlık tarihinde kalıcı barışın hüküm süreceği yeni bir çağın başlamasını sağlamalıdır.'' (Sayfa: 288)
*
FAAL HAYAT VE DÜŞÜNCE HAYATI: COLUCCİO SALUTATI'NİN YURTTAŞLIK HÜMANİZMİ, Claudio Fiocchi:

GÖRSEL: Coluccio Salutati, Floransa başvekili, Floransa, Biblioteca Medicea Laurenziana. (Sayfa: 304)

Eskiler, Şiir, Yurttaşlık Sorumluluğu:
*
''Salutati'nin kelimelere verdiği önem, üniversitelerdeki uygulamalardan, tartışmalardan ve soyut terimlerden uzak durmasını sağlar. Nitekim kelimeler ya ''nesnelerle beraber doğmuştur,'' ya kaybedilmiştir ya da kelimelerin kullanımından dolayı üstü örtülmüş olan bu derin değerin geri kazanılması gereklidir. Kelimeleri ve anlamlarını iyi bilmek, hem Tanrı'nın kelamını anlamak açısından önemlidir hem de Salutati'nin felsefesinin yönelimine, yani söylemlerin somutluğuyla nesneler ile beşeri eylemler arasında daha sıkı bir ilişkiyi geri kazanma iradesine işaret eder.'' (Sayfa: 303)
*
Astrolojiye Karşı: De fato.
*
Salutati insanoğlunun faaliyetini yüceltirken, astroloji gibi onu sınırlayabilecek öğretileri araştırır. Nitekim astroloji, olayların ve insan davranışlarının, gökyüzünde hareketlerini gördüğümüz yıldızların yeryüzü üzerindeki etkisini öngördüğü için bir tür belirlenimciliktir. De fato [Kader Üzerine] adlı eserini bu konuya adayan Salutati'ye göre astroloji, biri bilgilerin doğruluğuyla ilgili, diğeri ilkesel olmak üzere iki öenmli kusura sahiptir. Birincisi, İskenderiyeli bilim adamı Klaudios Ptolemaios'tan (II. yüzyıl) itibaren yıldızlar konusundaki bilgilerde yapılan sayısız hatayla ilgilidir. Bu hatalar bu disipline güvenilemeyeceğini gösterir. İkinci hata, insanların seçimlerini sınırlayan öngörülerde bulunma iddiasıyla ilgilidir; Salutati'ye göre, insanın özgür olduğu akıl yoluyla gösterilemez, ama irade ve insanın irade algısı yoluyla kanıtlanabilir. (Sayfa: 304)

GÖRSEL: Kuzey İtalya okulu, Arezzolu Leonardo Bruni, XV. yüzyıl, Liverpool, Walker Art Gallery. (Sayfa: 318)
*
Görsel: Erdem Ağacı, Aristotales'in Leonardo Bruni tarafından tercüme edilen Etik eserinden, ms. Harley 3396, f. 118v, 1470-1480, Londra, British Library. (Sayfa: 319)

LEONARDO BRUNİ: RÖNESANS'IN EŞİĞİNDE İNSAN, TANRI VE DÜNYA, Luca Bianchi:
*
Felsefi Eserleri ve ''Yurttaş Hümanizmi'':
*
''Aristotales'in insanın ''politik bir hayvan'' olduğu düşüncesini ele alan Bruni, inziva tercihine karşı olduğunu söyleyerek hem dine adanma alanındaki monastik ve çileci yorumları hem de hümanist ideallerin sadece edebi ve estetik eğilimli yorumlarını eleştirir; Dante'yi, ''yurttaşlık'' açısından üstün sayıldığı Petrarca'ya tercih etmesi de buradan kaynaklanır.'' (Sayfa: 319-322)

GÖRSEL: Leonardo da Vinci, Tırpanlı araba çizimi, 1487-1490, Torino, Biblioteca Reale. (Sayfa: 331)
*
GÖRSEL: (s. 387): Leonardo da Vinci, İmola Haritası, facsimile del Codice Windsor el yazmasının tıpkıbasımı (y. 1502), Vinci, Museo Vinciano. (Sayfa: 333)

LEONARDO DA VİNCİ'DE FELSEFE VE BİLİM, Giorgio Stabile:
*
Zanaatkâr ve Mühendis:
*
''Leonardo, keşfettiği [inventio) ve yapılacak bazı değişikliklerle gelecekte işine yarayabilecek alet, argüman, mekanizma veya makinelere rast geldikçe onları kâğıda dökerek kayıt altına alır. Bir mühendis zekâsıyla bu hafıza birikimini bir hazine gibi muhafaza edip somut durumlarda işine yarayabilecek şeyleri arayıp bulabileceği bu katalogda hazır tutar. Leonardo deneyim birikimini, kanıtlar veya ölçüler değil, resimler yoluyla ifade ederek geliştirir. Leonardo'nun dehası, önerebildiği, ama o dönemde henüz karşılık görmeyen teknik çözümlerinin çokluğunda yatar.'' (Sayfa: 331)
*
Matematik Bilimlerinin Üstünlüğü:
*
Leonardo'ya göre mekanik, ''matematik bilimlerinin cenneti''ni temsil eder, çünkü hem nihai sebeplerin ve temellerinin bilgisi hem de inşaat ilkelerini üreten bilim anlamında matematiğin meyvelerinin tadı ancak mekaniğin verimli bahçesinde çıkarılır. Bir şeyleri inşa etmesini bilenler sadece bilgi sahibi olmasını bilenlerdir; ancak, bilgi sahibi olmak aynı zamanda deney yapmak, yani bir deneyin sebeplerini açıklayabilmek demektir. Leonardo'ya göre sebepler matematikseldir ve onlar konusunda bilgi sahibi olununca doğanın yasalarına sahip olunur. Matematiksel açıklamaların üstünlüğünün anlaşılmasıyla, Galilei'yle ve modern fiziğin doğuşuyla sonuçlanacak olan, zanaatlerin teknolojiye, teknolojinin de bilime dönüşüm süreci başlar. Leonardo'ya göre makineler ile doğa arasında yapısal açıdan benzerlik, dolayısıyla da ortak yasalar söz konusu olduğundan, geriye doğanın kendisinin mekanik olduğunu kabul etmekten başka bir şey kalmaz. O halde mühendislerin araştırmaları fizikçilerin ve bilim insanlarının araştırmalarıyla özdeşleşir. Ancak, Leonardo'ya göre her şeyin mekanik ve matematiksel yönleri henüz birbirini dışlamaz; makineler doğanın iskeletini oluşturursa da doğa eti, yani süsün somut güzelliğini muhafaza etmeye devam eder. Sebeplerin zihinsel evreni artık bilim insanlarının alanına girerken, Leonardo'ya göre doğanın gizli ve sonsuz hazinesi olan somut biçimler hâlâ sanatçının hâkimiyetindedir. (Sayfa: 335-338)
*
Optik, Perspektif ve Görme Kuramları:
*
Işık ve Renkler:
*
''Leonardo da Vinci altı basit rengi belirler ve renklerle elementler arasında tespit ettiği bağıntıyı Codex Urbinas'ta açıklar: Buna göre beyaz olmadığı taktirde hiçbir rengin görünmediği ışıktan, sarı topraktan, yeşil sudan, mavi havadan, kırmızı ateşten, siyah da ateş elementinin üzerinde yer alan karanlıktan kaynaklanır.''
*
Antonio Clericuzio (Sayfa: 336)

GÖRSEL: Leonardo da Vinci, Kayalıkların Meryem'i, 1438-1485, Paris, Musee du Louvre. (Sayfa: 339)

OlağanüstüMakineler: Leonardo'nun Mirası:
*

GÖRSEL: Döner okuma standı (standı çeviren okurun elinin altında çeşitli kitaplar olur), Agostino Ramelli'nin Le diverse et artificiose machine.. eserinde resim CLXXXVIII, Paris, 1588, özel koleksiyon. (Sayfa: 341)
*
FICINO VE HÜMANİST HERMETİZM, Umberto Eco:
*
Orpheus İlahileri, Keldani Kehanetleri ve Corpus Hermeticum:
*
''Hümanist çevreler, Orpheus İlahileri, Keldani Kehanetleri gibi arkaik döneme ait metinlere ulaşır. Rönesans döneminde bilinen şekliyle Orpheus İlahileri muhtemelen II ila III. yüzyıllar arasında yazılmış olup büyü-afsun temelinde Güneş kültünü yüceltir ve Orpheus'a atfedilir. Kehanetler de II. yüzyılda yazılmış olup çok uzak bir geçmişe ait olduklarına inanılır ve Zerdüşt'e atfedilir. Bu eserlerden sonra da Batıya Corpus Hermeticum [Hermetik Külliyat] ulaşır.'' (Sayfa: 349)

GÖRSEL: Sandro Botticelli, Pallas ve Kantaur, y. 1482, Floransa, Galleria degli Uffizi. (Sayfa: 351)
*
PICO DELLA MIRANDOLA: FELSEFESİ, KABALA VE CONCORDIA UNIVERSALIS, Federica Caldera:
*
Concordia Universalis Projesi:
*
''..İbranice ve Keldanice bilen Pico, sonradan Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Yahudi Flavio Mitridate'nin yardımıyla ve büyük bir coşkuyla, Kutsal Metinlerin ve dünyanın yorumlanması için gerekli anahtarı içerdiğine inandığı kabala metinlerini incelemeye koyulur. Kabala, gizli tefsir yöntemi yoluyla bütün bilgi biçimlerine ilk ve temel birliğini geri kazandırır. Kabala, gerçekliğin yorumlanması için gerekli anahtarın keşfedilmesini ve bütün inançların, bütün öğretilerin ve bütün dillerin bire indirgenmesini sağlayacak, ancak konunun uzmanlarının ulaşabileceği gizli ve gizemli bilgiler içerir. Dolayısıyla kabala, en üstün ve en saf gnosis [irfan] biçimi, tek hakiki gizli ilim, Hıristiyanlığın ilmiyle ve vehiyle filozofların öğretileri arasındaki en üstün buluşma noktası ve ebedi, değişmez hakikatin mutlak tezahürü olarak algılanır.'' (Sayfa: 357)

GÖRSEL: Sandro Botticelli, İlkbahar Alegorisi (Venüz'ün Krallığı), y. 1478, Floransa, Galleria degli Uffizi. (Sayfa: 362)
*
İnsan, Kaderinin Efendisidir:
*
''Dignitas hominis [insanın haysiyeti] doğru anlaşıldığı zaman insanoğlunun dünyadaki merkezi konumundan kaynaklanmaz ve yaratılış üzerindeki hâkimiyetinden veya buna bağlı özgürlüğüne bağlı değildir. Dignitas hominis özgürlük demektir, ama varlıkla ilgisi olmayan bir hedefe doğru dikey bir iradeyle gerçekleşecek bir özgürlüktür. Tanrı'ya ulaşmak için birçok yol vardır, içerikleri farklıdır, ama üçlü yapıları ve ortak amaçlarından dolayı eşbiçimlidirler. Dolayısıyla insanın büyüklüğü, ahlaki disiplin, tefekkür ve aşk/sevgi mantığı yoluyla Tanrı'yla ve en üstün mutlulukla özdeşleşmeyle sonuçlanacak güzergâhı tamamlama yeteneğinden kaynaklanır.
Diyalektik, doğa felsefesi ve teoloji yoluyla gerçekleştirilen bu ilmi yükseliş, evrensel barışa erişilmesini garantilemelidir. Dolayısıyla haysiyet, evrensel aşk/sevgi düzenine yaklaşma amaçlı bilinçli bir tercihtir; günahlardan dolayı bulanan doğal mutluluğun ancak gölgesi olabileceği Üstün İyiliğe hakiki katılım anlamına gelir.'' (Sayfa: 362-363)
*
POMPONAZZI'NİN FELSEFESİNİN SINIRLARI VE STATÜSÜ, Luca Bianchi:
*
''..Pomponazzi, Aquinas'ı temel alarak, zihnin tekliği öğretisinin felsefi açıdan sahte, tefsir açısından da kabul edilemez olduğunu savunur, çünkü Aristotales'e ona ait olmayan, ''icat'' sayılabilecek fikirler atfetmiştir. Nitekim Pomponazzi'ye göre Aristotales düşüncenin daima, somutluklarını kaybetmiş olsalar da, duyusal deneyimimizden kaynaklanan ''imgelere'' ihtiyaç duyduğunu söylemiştir: bu da insan ruhunun hiçbir faaliyetinin bedenden tamamıyla bağımsız olmadığı ve de zihnin ayrı ve ölümsüz olduğunun kanıtlanamayacağı anlamına gelir.'' (Sayfa: 368)

GÖRSEL: Giorgione, Üç Filozof, 1508-1509, Viyana Kunsthistorisches Museum. (Sayfa: 367)
*
İnsanın Doğadaki Konumu ve Farklı İnsan ''Tipleri''
*
Dolayısıyla Pomponazzi, usta bir eleştiri stratejisiyle İbn Rüşd ile Thomas Aquinas'ın zıt gibi görünen yaklaşımları arasındaki benzerlikleri vurgulamaya çalışır: Ona göre bu yaklaşımlar, zihne -tek olsun, bireyler için çoğaltılmış olsun- sahip olmadığı, olsaydı onu ilahi zihinler düzeyine çıkartacak ayrı ve ölümsüz bir kader atfetme iddiasında bulunan Aristotales'in hatalı ''ruhani'' yorumunun iki farklı versiyonunu temsil eder. Halbuki Pomponazzi'nin kesintisiz bir hiyerarşik yapı olarak düşündüğü doğanın aşamalı olduğu ilkesi, insan zihninin, maddeden tamamen ayrı olan zihinlerin bir basamak altında, ama duyusal yetilerin üzerinde yer alan bir ara form olduğunun kabul edilmesini gerektirir. İnsan zihni ne tamamen maddenin içinde ne de ondan tamamen ayrı olup bir organ aracılığıyla işlemez ve faaliyetleri için duyusal deneyimlerin sunduğu ''imgelere'' ihtiyaç duyar. Pomponazzi'ye göre Aristotales'in ruh konusundaki ''doğal organik bir vücudun ilk eylemi'' tanımından elde edilebilecek sonuç, Aquinas'ınkinin tamamıyla zıttıdır: İnsan ruhu ''mutlak anlamda'' ölümlüdür ve sadece ''göreceli olarak'' ölümsüzdür; başka bir deyişle ruh bedenin ölümünden sonra var olmaz, dolayısıyla da ''gerçekten ölümlüdür,'' ama ''hatalı olarak'' ölümsüz olarak tanımlanabilir, çünkü düşünme faaliyeti yoluyla maddi ve bozulabilir dünyayı aşmayı ve zihinle ulaşılabilen, maddi olmayan ebedi dünyayı tanımayı becerir. (Sayfa: 369)
*
İnsan ve Evren:
*
''..Ancak insan, gerçek bir psikofizik ünite olarak göz önüne alınırsa, ruhun da bedensel bir form olduğu ve her ne kadar Aristotalesçi geleneğe göre zihin yetileri bir organa gereksinim duymazlarsa da bedensel yetiler oldukları ve hiçbir zaman bedenden tamamen bağımsız olamayacakları sonucuna varılır. İnsan ruhu bedenin bir formudur sadece, bedenle birlikte yaşar ve ölür ve onunla birlikte faaliyet gösterir, dolayısıyla insanın kırılgan ve maddi bir varlık olduğunu ve doğa ile diğer insanların şiddetine tâbi olduğunu unutup ''insanı yüceltenlerin'' iddia ettiğinin tersine ayrı zihinlere ve Tanrı'ya özgü, söylemsel olmayan, saf bilince yükselemez.'' (Sayfa: 372)

GÖRSEL: İbn Rüşd'ün portresini içeren minyatürlü başharf, Cesena, Biblioteca Malatestiana. (Sayfa: 373)

M6 Pico della Mirandola:
*
İNSANIN HAYSİYETİ:
*
De hominis dignitate [İnsanın Haysiyeti Üzerine:
*
''Onun için de insanı doğası belirli olmayan bir eser olarak dünyanın merkezine yerleştirdi ve ona şöyle dedi: ''Âdem, sana ne belirli bir yer, ne kendine özgü bir görünüm ne de bir ayrıcalık verdim, isteyeceğin o yeri, o görünümü ve o ayrıcalıkları kendi eylemlerinle ve kararlarınla elde et ve muhafaza et diye. Diğerlerinin sınırlı doğası, benim tesis ettiğim yasalar çerçevesi içinde yer alır. Sen kendi doğanı hiçbir engelle sınırlanmadan, seni yetkisine emanet ettiğim kendi iradenle belirleyeceksin.
Seni ne ilahi ne de dünyevi, ne ölümlü ne de ölümsüz yaptım, kendi tercih ettiğin biçimi kendin özgürce biçimlendiresin ve yontasın diye. Senin altında bulunan kaba canlılara da dönüşebilirsin, iraden doğrultusunda senin üzerinde bulunan ilahi şeyler şeklinde yeniden doğabilirsin.'' (Sayfa: 383)

Sohrâb Sepehrî (سهراب سپهری) (Sohrâb-i Sipihrî) - Sekiz Kitap, Bütün Şiirleri (Farsçadan Çeviren: Mehmet Kanar)

Rengin Ölümü (1951)   GECENİN KATRANINDA * Nicedir bu yalnızlıkta Suskunluğun rengi dudakta. * Bir ses çağırıyor beni uzaktan Ama ayaklarım ...