13 Ağustos 2024 Salı

Miguel-Angel Asturias - Sayın Başkan (Orijinal Adı: El Señor Presidente) (Türkçesi: Zeyyat Selimoğlu)


SUNUŞ

*
Benim romanlarımda her zaman bir siyasal protesto temi vardır. Güney Amerikalı diktatör prototipini çizdiğim Sayın Başkan romanımı ele alalım. Crada çizilen, bütün Latin Amerika ülkelerinde rastlanan diktatör tipidir. Bu, Hitlerler, Mussoliniler gibi reklam düşkünü olmayan, aksine loşluğu seven, ortalarda görünmeyen bir diktatördür. Halk onu hiç görmez, ama aynı doğa güçleri gibi acımasız varlığını her zaman üzerinde hisseder. Daha çocukluğum sıralarında, diktatörün ardından, o da evlerin en kuytu köşelerinde, ancak alçak sesle söz edilirdi. Bu tip başkanlar elle tutulur hiçbir şey bırakmamışlardır. Aksine, ülkelerini yoksullaştırmışlar, öksüzleştirmişlerdir. Bu koşullar altında yazara tek yol kalıyordu: Tepki. Bu yol da, onu kaçınılmaz bir şekilde ya sürgüne ya da hapse götürüyordu. Ben her iki cezayı da tattım. Dahası yurtsuz kaldım. 1954'ten 1959'a kadar kimlik belgem yoktu. O sıralarda hukuk fakültesi dekanı olan bugünkü başkanımızın didinip çırpınması sonunda Guatemala pasaportumu alabildim. Böyledir.. Latin Amerika yalnızca folklordan oluşan bir gerçek değildir.
Latin Amerika'daki kargaşa, birinin çözümü ötekinden güç binlerce sorunla karşı karşıya oluşundandır. Örnek olarak önce, çocuk ö*lümü ve eğitimsizlik sorunlarını verebilirim. Böyle olunca bizde romanın da, siyasal ve toplumsal gelişmeler içinde halkın hayatını izlemesi doğaldır. Edebiyatımız bu yüzden ptoreks olmaktan çıkmıştır ve yine bu yüzden dünya bize ilgi duymaya başlamıştır.
Benim tehlikeli kitaplar yazdığım söyleniyor. Onu bilemem. Ama öyleyse, romanlarımdan en tehlikelisinin Sayın Başkan olduğunu söyleyebilirim. Güney Amerika ülkelerinde ne zaman bir devrim ya da darbe havası esse, kitapçı vitrinlerinden ilk kaldırılan kitap Sayın Başkan olur. Onun için bu romanı Güney Amerika'da siyasal bir barometreye benzetirler.
*
DİPNOT: Asturias'ın bu konuşması 11 Ağustos 1966'da yayımlanan bir röportajdan alınmıştır. (Sayfa: 5-6)
*
TANRININ KAPISI ÖNÜNDE:
*
''Parlasana mavi ateş, müthiş şeytan..''
*
''Gece indi mi dilenciler de yıldızlar gibi, Tanrının Kapısı önünde uyumak için bir araya gelirlerdi. Yalnızca yoksulluktu onları birbirine bağlayan.'' (Sayfa: 9)
*
''Kendi aralarında birbirlerine yardımcı oldukları duyulmuş, görülmüş şey değildi; bütün dilenciler gibi hasistiler; ellerindeki artıklar üzerine titriyor, dert ortaklarına bir şey vermektense köpeklere vermeyi yeğ tutuyorlardı.'' (Sayfa: 10)
*
''Nöbetçiler bu gece de her geceki gibi tetikteydi; kent dolaylarında oturduğu, sürüyle villası olduğu için nerede bulunduğu bilinmeyen Cumhurbaşkanının güvenliğini sağlamaktaydılar. Başkanın nasıl, ne vakit uyuduğu da bilinmiyordu; çünkü anlatılanlara bakılırsa, elinde kırbaç, sürekli telefonun başındaydı ve arkadaşlarının söylediğine göre de hiç uyumuyordu.'' (Sayfa: 14)
*
''Gölge olduğu yerde durdu, suratı bir gülümsemeyle kasıldı, parmaklarının ucuna basarak yürüyüp Aptal'a yaklaştı, alay olsun diye bağırdı:
''Anne..''
O kadar. Yükselen bu sese yattığı yerden fırlayan Pelele, si*lah kullanmasına zaman bırakmadan parmaklarını gölgenin gözlerine daldırdı, burnunu dişleriyle paraladı, gölge yere cansız düşünceye dek dizleriyle cin*sel organlarını ezdi durdu.
Dilenciler gözlerini korkuyla kapadılar, baykuş yeniden kanat çırparak geçti; ve Pelele korkunç tutkusunun yaptığından korkuya düşerek, sislere batmış sokaklarda yok oldu. Kör bir güç, ''Katırlı adam'' diye tanınan Albay Jose Parrales Sonriente'nin ca*nını almıştı.
Gün ağarıyordu.'' (Sayfa: 15)
*
''Bazıları en gerekli şeyden yoksundular, ekmeklerini kazanmak için çalışmak zorundaydılar; ötekiler ise bolluk içindeydiler, ''boş vakit''ten yana da zengindiler. Bay Başkan'ın dostları, kırk, elli evin sahibi kimseler, yedi ya da sekiz görevi tek başına yüklenen memurlar, ruhsat, unvan, tasarruf sandığı, kumarhane, horoz dövüştürme sahaları, işçi fabrikaları, gene*levler, lokanta ve ''ödenek''e bağlanmış gazete sahipleri..'' (Sayfa: 23)
*
''Ama ben suçsuzum..'' Ve yüreğinin inançlı sesiyle yineliyordu; ''Suçsuzsam neden korkuyorum.?''
Vicdanı, Cara de Angel'in sesiyle ''Çünkü..'' diye yanıt veriyordu ''Çünkü.. her şey bambaşka olurdu bu suçu işlemiş olsaydınız. İşlenmiş bir suçun değeri vardır; çünkü hükümete yurttaşların hoşgörüsünü sağlar. Ülke mi.? Canınızı kurtarın General, ben ne dediğimi biliyorum. Yurt kavramının yerini tutacak hiçbir şey yoktur. Yasalar mı.? Gülünecek şey.. Kurtarın kendinizi General, sizi ö*lüm bekliyor.'' (Sayfa: 85)
*
''Ruh ilk dakikada ne mutluluğu kavrayabilir ne de mutsuzluğu. İnsan daha önce, gözyaşına batırılmış bir mendili tutkuyla ısırmalı, o mendili dişleriyle paramparça etmiş olmalı.'' (Sayfa: 98)
*
''Her evde sahibine yakışmayan sürüyle eşya vardır.'' (Sayfa: 99)
*
"İnsanın resmini yapan zamandır, dedikleri, doğruydu." (Sayfa: 106)
*
''Ev, yenen ekmeğin gizli gizli yenmesini sağlar; rahat yenen ekmek ''makbul''dür, bilgeleştirir insanı. Ev, sürekliliğin güvenini simgeler ve toplumsal saygı uyandırır. Babanın boyunbağı düğümünün parladığı, annenin en güzel süsünü taşıdığı, çocukların kolonyayla taranmış göründüğü bir resim gibidir ev. Sokak öyle değildir; o, ne olduğu bilinmeyen şeylerin, tehlikenin, cüretin dünyasıdır; ayna gibi yanıltıcıdır, çevredeki kirin, pisliğin herkese açık çamaşırlığıdır.'' (Sayfa: 168)
*
''Ah özlem.. İnsan, özlenen şeye hem sahiptir, hem değildir. Ellerimizin on parmağıyla çevresinde bir kafes ördüğü altın bir bülbüldür o..'' (Sayfa: 188)
*
''Olmaz görünen şey gerçekleşince ağlarız; duyduğumuz sevinçten ya da üzüntüden.'' (Sayfa: 194)
*
''sevmek umudunu yitirip, yalnızca sevilmekle yetinen sevdalılar gemisine götürün onu..'' (Sayfa: 195)
*
''Hasta ile günah çıkartan rahip bir ölüler mağarasında konuşuyor gibiydiler. Şeytan, İyilik Meleği ve Ö*lüm bu günah çıkarmaya katılmışlardı. (..)
''Kız arkadaşımla ağız kavgası yapmış olmam..''
''Onurla ilgili sorunlardan mı.?''
''Hayır..''
''Sen Tanrıyı gücendirmişsin çocuğum..''
''Bir de erkek gibi ata binmekten suçluyum.''
''Gören oldu mu.? Bir rezalete neden oldun mu.?''
''Hayır, yalnızca birkaç Kızılderili vardı orda.''
''Ve bunu yapıp erkekle eşit olduğuna mı inandın.? Büyük bir günah bu.. Efendimiz Tanrı, kadını kadın yarattığı için, kadın kadın olarak kalmalı ve Tanrılığa özenip düş yıkımına uğrayan şeytan gibi erkekliğe özenmemeli.''..'' (Sayfa: 226)
*
''Güneşin incecik eleği içinde kaba kum taneleri gibiydiler; yürüyen pislik fabrikaları..'' (Sayfa: 227)
*
''Başkan'ın güvenini kazanmak için en etkili davranış bir suç işlemek, veya kendini savunamayacak kimseleri açıktan açığa aşağılamak, veya halka, üstün gücünü hissettirmek, ya da milletin sırtından zenginleşmektir.
K*an dökmek işlenecek en iyi suçtu. Bir insanın yok edilmesi hükümete yüzde yüz sadık olmanın kanıtıydı. Görünüşü kurtarmak için iki yıl hapis; ondan sonra karşılıklı güvene dayanan bir işe alıyorlardı insanı. Bu çeşit işler, hükümete karşı kolayca hapse atılabilmeleri için, mahkemelik olmuş memurlara veriliyordu.'' (Sayfa: 234)
*
''Ülküsüne, ülkesine, milletine ihanet eden hükümetlere bağlı kalmamızı biz askerlerden ne hakla istiyorlar.?'' (Sayfa: 249)
*
''..ülkesine ayıp üzerine ayıp getiren bütün bir toplumsal düzeni boğmak istercesine açıp kapadı yumruğunu. Demek bunun için cennet öneriyor düşmüşlere Tanrım, diye düşündü, bu alçakların her şeyini hoş karşıladıkları için. Hayır, yine de hayır.. Şantajcıların egemenliği artık yetti.. Aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya doğru, enine boyuna bir ihtilal yapmaya yemin ederim; halk bütün sömürücülere, bütün diplomalı zevk ve sefa düşkünlerine, tarlaları işlemeleri gereken boş gezenlere başkaldırmalı. Hepsi birden bu şeyi yıkmalılar, yıkmalılar. Bir kukla, başından oluncaya kadar..'' (Sayfa: 256)
*
''Geceleri ö*lülerin ağırlığıyla döner dünya; gün boyu da yaşayanlar ağır basar.. Günün birinde ö*lüler yaşayanlardan daha fazla olursa, o zaman gece sonsuz sürüp gidecek, artık son bulmayacak, çünkü gündüz yaşayanlar ağır basamayacak o zaman.'' (Sayfa: 292-293)
*
''..Ben ülküleri için yaşayanlardanım; yaşıyorum ben.. Ölmek hiçbir şey değildir..'' (Sayfa: 339)
*
''Ses, konuşanlar arasına büyük bir uzaklık koyar; gözkapakları bizi gördüğümüz şeyden ayırır..'' (Sayfa: 351)
*
''..''O gideli saatler geçti..'' Ayrıldıktan sonra, ''Gideli günler geçti'' deninceye kadar saatler sayılmaya başlanır. Ne var ki insan iki hafta sonra günlerin hesabını şaşırır ve ''gideli haftalar geçti'' denir. Bir ay oluncaya kadar. Sonra ayların hesabını şaşırır insan. Yıl doluncaya kadar.. Sonra da sıra yılların hesabını şaşırmaya gelir.'' (Sayfa: 364)

8 Temmuz 2024 Pazartesi

Antonio G. İturbe - Auschwitz Kütüphanecisi (İspanyolcadan Çeviren: Ceren Kıran)


Arka Kapak

*

Auschwitz Tutsağı Dita Kraus’un Gerçek Yaşam Öyküsüne Dayanan, Dünyadaki En Küçük –Ve En Tehlikeli– Kütüphanenin Hikâyesi

*
14 yaşındaki Dita, Auschwitz’de Naziler tarafından esir alınan pek çok tutsaktan biridir. Anne babasıyla birlikte Prag’daki Terezin gettosundan alınan Dita, kampta rutin hayatın bir parçası haline gelen dehşet ve korkuya uyum sağlamaktadır.
*
Çocuklar ve ailelerin bir arada kalmasına izin verilen 31. blokta mahkûmlar gizli bir okul kurmuştur fakat kitapların kesinlikle yasak olduğu kampta, attıkları her adıma dikkat etmeleri gerekir. Alman asıllı bir Yahudi olan blok sorumlusu Fredy Hirsch, bir gün Dita’ya mahkûmların muhafızlardan gizleyerek içeri soktukları kıymetli sekiz kitaptan bahseder ve ondan bu kitaplarla ilgilenmesini, onları korumasını ister. Daima sayfaların ve içinde barındırdıkları farklı hayatların büyüsüne kapılmış olan Dita bu teklifi hiç düşünmeden kabul eder ve Auschwitz’in kütüphanecisi olur.
*
Şiddete, kötülüğe ve en önemlisi korkuya boyun eğmeyen, korkunç savaş ortamında tek silahı kitaplar olan insanların cesaretine, gücüne ve hiç kaybetmedikleri umuda dair bir direniş öyküsü.
*
“Aklınızdan çıkaramayacağınız, yürek parçalayan bir roman.”
*
Publishers Weekly
“Ölüm kamplarında yaşanan akıl almaz vahşeti inkâr etmek mümkün değil ama yine de umut dolu bir öykü.”
*
Kirkus Reviews
“Elie Wiesel’ın Gece romanı ve Anne Frank’ın Hatıra Defteri’yle birlikte önerilecek bir roman ve bir kere okundu mu asla unutulmayacak satırlar. Yahudi Soykırımı’nın özgün, çarpıcı bir şekilde yeniden aktarımı; genç yetişkin kitapları koleksiyonu arasında mutlaka yer almalı.”
* School Library Journal
*
“Tıpkı Markus Zusak’ın Kitap Hırsızı’nda olduğu gibi, iyi düşünülmüş temasıyla, duygusal açıdan içinizi acıtacak bir okuma deneyimi sunan, çok yönlü bir roman. Yahudi Soykırımı döneminde yaşananlara ışık tutacak güçlü kanıtlardan biri.”
*
Booklist
*
“Auschwitz Kütüphanecisi, hüzünlendiren, ilham verici bir sanat eseri.”
*
Shelf Awareness
*
“Iturbe’nin muhteşem anlatımı, okurun, Auschwitz’de günlük yaşamı oluşturan şeylerle ilgilenirken bir yandan da kütüphanenin kitaplarını dağıtıp saklayarak her şeyi riske atan Dita’nın öyküsüne dalıp gitmesini sağlıyor.”
*
The Horn Book
*
Edebiyatın yaptığı şey, gece yarısı bir dağ başında yakılan kibritle eşdeğerdir. Bir kibrit çok az ışık verir ancak çevrenin ne kadar karanlık olduğunu görmemizi sağlar.
*
William Faulkner, Javier Marias'ın aktarımıyla (Sayfa: 9)
*
''Auschwitz'de insan hayatının hiçbir ederi yoktu, öyle ki bir kurşun bile insandan daha değerli olduğundan kimseyi vurmaya tenezzül etmiyorlardı. Toplama odalarında Zyklon gazı kullanıyorlardı çünkü hem ucuzdu hem de sadece bir bidonla yüzlerce kişi ö*ldü*rülebiliyordu. Bir endüstriye dönüşmüştü ölüm, ne kadar çok kişiyi içine alırsa, o kadar kârlı sayılırdı.'' (Sayfa: 11)
*
''Naziler kaç okul kapatırlarsa kapatsınlar, kim bir köşede bir şeyler anlatmak için durursa ve çocuklar da dinlemek için onun etrafını sararsa, orada bir okul kurulmuş demektir, diye yanıt verirdi onlara.'' (Sayfa: 12)
*
''Bulunması son derece tehlikeli olan ve ö*lümle cezalandırılan bu şeyler ne ateşli silahlar, ne de kesici delici aletlerdi. Acımasız Reich muhafızlarının böylesine korktuğu şey, kitaplardan başkası değildi: eski, ciltleri yırtılmış, sayfaları kopmuş, hemen hemen dağılmış kitaplar. Ancak Naziler takıntılı biçimde bunların izini sürüyor, yok ediyor, yasaklıyordu. Tarih boyunca Aryan, siyahi, Asyalı, Arap, Slav ya da hangi ten renginden olursa olsun -ister halk devrimini, ister soylu sınıflara imtiyaz sağlamayı, ister dini, ister askeri darbeyi ya da başka bir ideolojiyi savunsun- bütün diktatörlerin, tiranların ve baskıcı liderlerin hepsini de ortak özelliği şuydu: Daima bir hışımla kitapların peşine düşmüş, bunların son derece sakıncalı olduklarını düşünmüşlerdi.'' (Sayfa: 13-14)
*
''..on dört yaşındaki erkek ikiz kardeşleri -Zdenek ve Jirka- işaret etmişti ve bir asker onları aradan zorla çıkarmıştı. Anne, muhafızın savaş üniformasının eteklerine yapışmış, dizlerinin üzerine çöküp yalvarmıştı onları götürmemeleri için. Yüzbaşı müthiş bir soğukkanlılıkla araya girmişti.
''Kimse onlara Josef Amca'nın davranacağı gibi davranmaz.''
Ve sahiden de öyle olacaktı. Auschwitz'de kimse Doktor Josef Mengele'nin, deneyleri için topladığı ikizlerin kılına bile dokunmazdı. Kimse onun korkunç genetik deneylerinde davrandığı gibi davranmayacaktı. Deneylerinin amacı Alman kadınlarına ikiz doğurma imkânı sağlamak, dolayısıyla Ari doğumları ikiye katlamaktı.'' (Sayfa: 16)
*
''Çocukluktan çıktığı günün, ilk âdetini gördüğü günün değil de o gün olduğunu fark etti kederle, zira eski hayalet hikâyelerinden, iskeletlerden korkmayı bırakmış ve insanlardan korkmaya başlamıştı.'' (Sayfa: 21)
*
''Bir kıdemlinin yeni gelene verdiği ilk öğüt, hedefinin daima net olmasıydı: hayatta kalmak. Birkaç saat daha hayatta kalmak, böylece bir gün daha yaşamak, günleri birbirine ekleyince bir haftayı daha sağ çıkarabilmek. Ve böylece sürer giderdi: asla büyük planlar yapmadan, asla büyük hedefler koymadan, yalnızca her anı canlı atlatarak. Yaşamak sadece şimdiki zamanda çekimlenen bir fiildi.'' (Sayfa: 22-23)
*
''Bir Yahudinin gücünü göstermek için en ufak fırsatı bile değerlendirecekti. Nazilerden çok daha güçlü olduklarını, onların bu yüzden kendilerinden korktuklarını düşünüyordu. Bu yüzden onların işini bitirmek istiyorlardı. Sırf kendi orduları olmadığı için boyun eğdirmişlerdi onlara ama bir daha bu hataya düşmeyeceklerine emindi. Buna şüphe yoktu: Tüm bunlar bittiğinde bir ordu kuracaklardı ve gelmiş geçmiş en güçlü ordu olacaktı.'' (Sayfa: 25)
*
''Tuhaf duruşuyla -koluyla bir şey sakladığı belliydi- hemen ayırt ediliyordu. Hitler gibi ağzına içki koymayan, yalnızla nefretle sarhoş olan Nazilerden olan Papaz'ın dikkatli bakışlarından kaçmasına imkân yoktu.'' (Sayfa: 27)
*
''Şanlı Yahudi ordularının Greklere karşı ayaklanma bayramı olan Hanuka'yı kutlama biçimlerindendi bu.'' (Sayfa: 29)
*
''Cesur kişiler gözü pektir, riski görmezden gelip sonuçlarına aldırmadan kendilerini tehlikeye atarlar. Tehlikenin farkına varmayan biri, yanındaki herkesi tehlikeye atar'' (..) ''Cesur kişiler kendi korkularının üstesinden gelmeyi becerenlerdir.'' (Sayfa: 37) * ''Bazı insanların kitaplarla arasındaki özel bağa sahipti o.'' (Sayfa: 40) * ''Kitaplar olmadan, asırlardır süregelen bir medeniyetin bilgeliği yok olup gidebilirdi.'' (Sayfa: 42) * ''Auschwitz masumları ö*ldürmekle kalmıyor, masumiyeti de öldürüyordu.'' (Sayfa: 46) * ''Çocuk olmak için önce çocukluğunun olması lazım.'' (Sayfa: 54) * ''Naziler 15. yüzyıldan beri iyi korunmuş mezarlara gitmeyi kısıtlamamışlardı. Hastalıklı ve detaylı planlara göre Hitler, Yahudi ırkının nasıl yok olduğunu göstermek için sinagog ile mezarlıkları müze yapmak istiyordu. Okul çocuklarının -elbette Ari ırktan- gönülsüz bir merakla ziyaret edecekleri, Yahudilerin dinozorlar gibi, uzak bir çağa ait canlılar olarak görüleceği bir antropoloji müzesi.'' (Sayfa: 57) * ''Büyükler asla bulamayacakları bir mutluluğu boş yere aramakla vakit kaybederken, çocuklar mutluluğu avuçlarının içinde filizlendirirdi.'' (Sayfa: 58) * ''En güçlü atlet hedefe en önde varan değildir. O en hızlısıdır. En güçlü ise her düştüğünde yerden kalkandır. Canı yansa da durmayandır. Bitiş çizgisine çok uzak olsa da yarışı bırakmayandır. O koşucu, hedefe varan son kişi olsa dahi kazanmıştır. Bazen istesen de en hızlı olmak senin elinde değildir; bacakların yeterince uzun olmayabilir veya ciğerlerin büyük olmayabilir. Ancak en güçlü olmak daima senin elindedir. Sadece sana, iradene ve çabana bağlıdır.'' (Sayfa: 59) * ''Zafer için mücadele etmiyorsan, yenilgiden sonra sakın ağlama.!'' (Sayfa: 65)
*
''Kitaplar sayfaları arasında yazarının bilgeliğini saklar. Hafızalarını asla kaybetmez kitaplar.'' (Sayfa: 83)
*
''Kendinizi kandırmayın; o parlak üniformaların içinde hiçbir şey yok. Boş bir çerçeve gibi. Hiçbir şey. Biz dıştan parlamakla ilgilenmiyoruz, biz içten parlamak istiyoruz. İşte bu yüzden kazanacağız. Bizim gücümüz üniformada değil, inançta, gururda ve kararlılıkta yatıyor.'' (..) ''Kalplerimiz daha güçlü olduğu için biz onlardan daha güçlüyüz. Kalplerimiz daha güçlü olduğu için onlardan daha iyiyiz. Bu yüzden bizi alt edemeyecekler. Bu yüzden Filistin topraklarına geri döneceğiz ve şaha kalkacağız. Ve bir daha kimse bizi küçük düşüremeyecek. Çünkü gururumuzu kuşanacağız ve çok keskin kılıçlarla silahlanacağız. Bize tüccar toplum diyenler yalan söylüyor; biz savaşçı bir toplumuz ve bize gelen her darbeye, her saldırıya yüz misliyle karşılık vereceğiz.'' (Sayfa: 95-96)
*
''..annesi pek açıklama yapmaz, onu üzen şeyleri anlatmayı yersiz bir davranış olarak görürdü. Ona şöyle demeyi ne çok isterdi oysa: Anne, dök içindekileri, anlat bana her şeyi.. Ama o, başka zamanın kadınıydı, başka kumaştan yapılmıştı..'' (Sayfa: 97)
*
''O kitap beni bir çift ayakkabının götüremeyeceği kadar uzaklara götürdü.'' (Sayfa: 106)
*
''Doktor Utitz o Louvre Cafe'deki buluşmaları aklından çıkaramıyor, âdeta Kafka'ya soramadığı tüm sorulardan, romancının ona anlatamadığı her şeyden pişmanlık duyuyordu, şimdi ise her şey sonsuza dek yitip gitmişti. Bu olanları görecek kadar uzun yaşasaydı ince düşünceli Franz'ın neler yazabileceğini soruyordu kendi kendine. Ve Utıtz o zamanlar Franz'ın kız kardeşleri Elli ve Valli Kafka'nın bir süre sonra Chelmno'daki toplama kampının gaz odalarında can vereceğini, en küçükleri Ottla'nın da Auschwitz-Birkenau'da Zyklon gazıyla katledileceğini bilemezdi henüz.
Aslında Dönüşüm'ün yazarı, olacakları herkesten önce tahmin etmişti: İnsanların bir gece içinde canavar yaratıklara dönüşebileceğini görmüştü.'' (Sayfa: 111)
*
''Güvensizlik yavaş açılan bir uyuz yarasıydı ancak bir kere başladın mı kaşımaktan kendini alamazdın.'' (Sayfa: 118)
*
''İlk giren, başıyla sessizce onu selamlayan ve oturduğu yerin yakınında bir grup çocuğa ders veren genç bir öğretmen oldu. Ondan komünist olarak bahsedildiğini duymuştu. Bir de çok kültürlü olduğunu, İngilizce de bildiğini. Güvenilir biri olup olmadığını anlamak için jestlerini gözlemledi ama ne düşüneceğini bilmiyordu. Üzerinde çalışılmış kayıtsızlığının ardında bir zekâ pırıltısı fark etti. Kitaplara bakınırken gözü H. G. Wells'in kitabına takılınca sanki onay verir gibi başını salladı. Sonra Freud'un teorileriyle ilgili kitabına gelince durdu ve başını olumsuz anlamda salladı. Dita onu dikkatle inceliyordu ve öğretmenin bir şey demesinden çekiniyordu. Bir an düşüncelere daldı.
''H. G. Wells, komşusunun Sigmund Freud olduğunu bilseydi sana kızardı.''
Dita bir an kocaman gözleriyle ona baktı ve biraz da kızarıp bozardı.
''Anlayamadım..''
''Sen bana aldırma. Wells gibi sosyalist ve rasyonalist birini Freud gibi bir fantezi satıcısının yanında görünce içim parçalandı.''
''Freud fantastik hikâye yazarı mı.?''
''Hayır, kesinlikle değil. Freud Moravia'dan, Avusturyalı Yahudi bir psikiyatristti. İnsanların kafalarının içindekine bakan cinsten biri.''
''Peki ne görüyormuş.?''
''Kendisine göre bir sürü şey. Beynin çürüyen hatıralar deposu olduğunu ve insanları delirttiğini kitaplarında açıklar. Zihinsel hastalıkları iyileştirmek için yeni bir yol öne sürdü: hastayı bir divana yatırmak ve ilk hatırasından son hatırasına kadar her şeyi ona anlattırmak; bu biçimde en gizli düşünceleri bile araştırabiliyor, buna psikanaliz diyordu.''
''Ne oldu ona.?''
''Meşhur oldu. Bu sayede 1938'de Viyana'da paçayı kıl payı kurtardı. Birkaç Nazi muayenehanesine gelmiş, her şeyi altüst etmiş ve bin beş yüz dolarını alıp gitmiş. Freud'a haber verildiğinde hiçbir zaman bir muayene için bu kadar para almadığını söyledi. Yüksek mevkilerde çok tanıdığı vardı. Yine de karısı ve kızıyla birlikte Londra'ya giderken ülke dışına çıkmasına izin vermediler. Nazi yetkililerinin kendilerine ne kadar iyi davrandığına, Üçüncü Reich'ın Viyana'sında hayatın ne kadar muhteşem olduğuna dâir bir kâğıda imza atana dek onu zorladılar. Kâğıdı imzalayacakken yazıyı kısa bulduğunu söylemiş ve bir şeyler eklemek istediğini belirterek şunları yazmıştı: 'Gestapo'yu dünyadaki herkese şiddetle tavsiye ederim.' Naziler buna bayılmıştı.''
''Yahudi mizahı diye bir şeyden hiç haberleri yokmuş.''
''Almanlara göre mizah ayak gıdıklamak gibi bir şey.''
''İngiltere'ye gittikten sonra ne oldu.?''
''Freud ertesi yıl, yani 1939'da öldü. Çok yaşlı ve hastaydı.''
Freud'un kitabını alıp göz attı. ''Hitler'in, 1933'te yakılmasını emrettiği ilk kitaplardan oldu Freud'unkiler. Bu kitap tehlikenin vücut bulmuş hali; hem gizli hem de yasaklı.''
Dita içinin ürperdiğini hissetti ve konuyu değiştirdi.
''H. G. Wells kimdi peki.?''
''Bir özgür düşünce yanlısı, sosyalistti. Hepsinden önemlisi de büyük bir yazardı. Görünmez Adam'ı duydun mu hiç.?''
''Evet..''
''İşte onun yazarı Wells'tir. Yeryüzüne gelen Marslıları anlatan Dünyalar Savaşı onun eseri. İnsan ile hayvan arası genetik karışımlar yapan deli bilim insanını anlatan Doktor Moreau'nun Adası da. Doktor Mengele okusa çok severdi. Ama bence Zaman Makinesi hepsinden iyiydi. Zamanda ileri ve geri gitmek..'' Bunu derken düşüncelere daldı. ''Hayal edebiliyor musun.? O makineye girip 1924'e dönsek ve Adolf Hitler'in hapisten çıkmasını engellesek neler değişirdi, biliyor musun.?''
''Ama o makine hayal ürünü değil mi.?''
''Maalesef öyle. Romanlar hayatın eksiklerini kapatır.''
''Şey, sizin için de uygunsa Bay Freud ile Bay Wells'in kitaplarını iki ayrı uca koyayım.''
''Hayır, bırak böyle kalsınlar. Belki birbirlerinden bir şeyler öğrenirler.''..'' (Sayfa: 119-121)
*
''Resim yapmak onu, mancınıkla kendi içine doğru fırlatmaktı. Resim yapmak dışarı çıkmanın değil, içeri girmenin bir yoluydu.'' (Sayfa: 123)
*
''Eninde sonunda H. G. Wells haklı çıktı, gerçekten zaman makinesi diye bir şey vardı ve onlar kitaplardı.'' (Sayfa: 128)
*
''Edita.. Sanki bir suç işlemiş gibi konuşuyorsun. Tek fark kadınlardan değil, erkeklerden hoşlanması.''
''Okulda bize bunun bir hastalık olduğunu söylemişlerdi.''
''Asıl hastalık, hoşgörüsüzlüktür.'' (Sayfa: 161)
*
''Bir akşamüstü dışarıda birinin ahşap giriş kapısına sarı X işareti boyamakta olduğunu görmüş ve koşarak inmişti. Elinde fırça olan genç alay eder gibi ona bakmıştı ve aldırmadan boyamayı sürdürmüştü. Fredy gencin üstüne atlamıştı ve yakasına öyle hızlı yapışmıştı ki boya kabı yere düşmüştü.
''Neden yapıyorsun bunu.?'' diye sormuştu gencin kolundaki gamalı haça bakarak, kendi ülkesinde olanlar karşısında hem öfkeli hem de şaşkındı.
''Siz Yahudiler medeniyet için tehlike arz ediyorsunuz.!'' diye haykırmıştı delikanlı küçümseyerek.
''Medeniyet mi.? Siz bütün gün yaşlıları itip kakarken, evlerin camlarını indirirken gelip bana medeniyet dersi mi vereceksiniz.? Sen medeniyetten ne anlarsın.. Siz Aryanlar Avrupa'nın kuzeyinde üstünüzde hayvan postları, elinizde sopalarla et pişirmeye çalışırken biz Yahudiler koca şehirler kuruyorduk.'' (Sayfa: 163)
*
''Bir akşamüstü dışarıda birinin ahşap giriş kapısına sarı X işareti boyamakta olduğunu görmüş ve koşarak inmişti. Elinde fırça olan genç alay eder gibi ona bakmıştı ve aldırmadan boyamayı sürdürmüştü. Fredy gencin üstüne atlamıştı ve yakasına öyle hızlı yapışmıştı ki boya kabı yere düşmüştü.
''Neden yapıyorsun bunu.?'' diye sormuştu gencin kolundaki gamalı haça bakarak, kendi ülkesinde olanlar karşısında hem öfkeli hem de şaşkındı.
''Siz Yahudiler medeniyet için tehlike arz ediyorsunuz.!'' diye haykırmıştı delikanlı küçümseyerek.
''Medeniyet mi.? Siz bütün gün yaşlıları itip kakarken, evlerin camlarını indirirken gelip bana medeniyet dersi mi vereceksiniz.? Sen medeniyetten ne anlarsın.. Siz Aryanlar Avrupa'nın kuzeyinde üstünüzde hayvan postları, elinizde sopalarla et pişirmeye çalışırken biz Yahudiler koca şehirler kuruyorduk.'' (Sayfa: 163)
*
''Romanya en başından beri Nazileri desteklemişti. Victor Pestek, SS üniforması, belindeki sila*hı ve onbaşı rütbesiyle Auschwitz'de çok güçlü birine dönüşmüştü.'' (Sayfa: 196)
*
''Sonra işler sarpa sardı. Yumruk yumruğa kavgalardan zincire geçtiler. Akabinde sila*hlar geldi. Çingene tanıdıkları vardı ama esasen birçok Yahudi dostu olmuştu. Ladislaus gibi. Evine gider, okul ödevlerini birlikte yapar ya da beraber ormana kestane toplamaya giderlerdi. Bir gün neredeyse hiç farkına varmadan, bir elinde meşaleyle Ladislaus'un evini ya*kıyordu.
Geri çekilebilirdi fakat yapmadı. SS subaylarının maaşları iyiydi. Herkes sırtlarını sıvazlıyordu. Ailesi hayatında ilk kez onunla gurur duyuyordu, hatta ev iznine geldiğinde üniformasını yemek masasının üzerinde konu komşuya sergiliyorlardı.'' (Sayfa: 197)
*
''Babasının yokluğu omuzlarında dayanılmaz bir yüktü. Demir prangalara zincirlenmiş gibi ayaklarını sürüyerek dolaşıyordu kampta. Artık olmayan bir şey madden nasıl bu kadar ağır olabilirdi.? Boşluk nasıl ağır gelebilirdi.?'' (Sayfa: 200)
*
''Her şey olup bittikten sonra mı, yoksa olaylar gerçekleşirken mi gülmek doğruydu, onu da sorguladı.
Sevdiklerin ölürken nasıl gülebilirsin.?
O gizemli gülümsemesi, yüzünden eksik olmayan Hirsch'i düşündü ve aniden bir aydınlanma yaşadı: Hirsch'in gülümsemesi, onun zaferiydi. Gülümsemesi karşısındakine şöyle diyordu: Bana sökmez. İnsanları ağlatmak için inşa edilmiş Auschwitz gibi bir yerde gülmek bir isyan hareketiydi.'' (Sayfa: 204)
*
''Karşında açık bir reçel kavanozu ile sürmek için bir dilim ekmek olmadığı sürece onurlu olmak kolaydı.''
(..)
''..nefret de aşka çok benziyordu; kime yönelteceğini seçemiyordun.'' (Sayfa: 217)


''En büyük zayıflıklar da, güçlülerden çıkardı; yenilmez olduklarına inanırlardı.'' (Sayfa: 227)
*
''Kamyonların kasalarının kapanma sesi devam ediyor, insan uğultuları ise azalıyordu. Motor seslerindeki değişim insanla dolan ilk araçların gitmeye başladığını gösteriyordu. O anda Dita, annesi ve koğuştaki diğer kadınlar müzik sesi duyar gibi oldular. Belki de kendi kaygılarından dolayı oluşan bir sanrıydı. Ancak kısa süre içinde ses yükseldi. Yoksa bunlar şarkı söyleyenlerin sesi miydi.? Koro sesi artık kamyonların gürültüsünü bastırıyordu. Biri yüksek sesle şaşkınlığını dile getirince başkaları da tekrarladı, sanki şarkı söylendiğine inanmak için başkalarına veya kendilerine de anlatmaları gerekiyormuş gibiydi. Kamyonlara bindirilen ve ö*lüme gittiklerini bilen kadın erkek tutsaklar şarkı söylüyorlardı.
Çek millî marşı ''Kde domov muj''u söylüyorlardı. Başka bir kamyondan da geçerken Yahudi şarkısı ''Hatikvah''nın notaları yükseliyor, bir diğerinden de ''Enternasyonal Marşı'' geliyordu. Müzikte malum bir fa*cia havası seziliyordu, kamyınlar uzaklaşırken dekreşendo gibi sesler de yavaş yavaş kayboluyordu. O gece binlerce ses sonsuza dek sustu.
8 Mart 1944 gecesi BIIb aile kampından 3792 tutsak ga*zla bo*ğu*lduktan sonra Auschwitz-Birkenau'nun III numaralı krema*tor*yumunda ya*k*ıldı.'' (Sayfa: 253)
*
''Oysa çiçeklerin vazoda yetiştiğini zannedenler edebiyattan zerre anlamıyordu.'' (Sayfa: 257)
*
''Hakikat, savaşın ilk kurbanıydı.'' (Sayfa: 264)
*
''Kaçmayı başarırsa bütün SS subaylarından tıpkı Monte Kristo Kontu'nun yaptığı gibi planlı, kusursuz ve acımasız bir intikam alır mıydı diye sorguluyordu kendi kendine. Bunca masuma çektirdikleri acıları onların da yaşamasını elbette isterdi. Fakat sonradan dönüştüğü hesapçı ve nefret dolu adamdansa hikâyenin başındaki mutlu ve kendine güvenen Edmond Dantes'yi daha çok sevdiğini anlayınca hüzünlendi. Gerçekten seçim yapılabilir mi, yoksa kaderin darbeleri, yemyeşil bir ağacı kuru oduna çeviren balta darbeleri gibi, istemesen de seni değiştirir mi, diye merak etti.'' (Sayfa: 275)
*
''Mutluydular, Edita.''
''Ama o kadar kısa sürdü ki..''
''Hayat, her hayat çok kısa sürer. Ancak bir anlığına da olsa mutlu olmayı başarmışsan yaşadığına değmiştir.''
''Bir anlığına.! Kısa değil mi.?''
''Çok kısa. Bir kibritin yanıp sönmesi kadar kısa süreliğine mutlu olmak yeter.'' (Sayfa: 285)
*
''25 Nisan 1944'te Rudolf Rosenberg ile Alfred Wetzler, Zilina Yahudi Konseyi ana merkezinin kapısını çalarak Slovak Yahudilerinin sözcüsü Doktor Oscar Neumann ile görüştüler. Rudi kayıt memurluğu görevi sayesinde tüyle ürperten istatistiklerle dolu raporun hazırlanmasını sağladı (yaptığı hesaplara göre Auschwitz'de 1.76 milyon Yahudi ka*tledilmişti) ve ilk defa bu raporda organize kitlesel in*fazların oluş biçimi, köle gibi sömürülen iş gücü, kişisel malların bölünüşü, kumaş yapımında kullanılan insan saçı, altın ve gümüş dişlerin sö*külüp eritilerek Reich'a para olarak dönmesi bütün ayrıntılarıyla tasvir ediliyordu.
Eteklerine yapışan çocuklarla beraber hamile kadınları nasıl ze*hirli ga*z odalarına sıra sıra soktuklarını, oturacak yer bile olmayan küçücük beton ce*za hü*crelerini, her gün sulu çorbaya talim tutsakların üstlerinde yazlık kıyafetlerle dizlerine kadar karda saatlerce ayakta çalıştıklarını anlatıyordu Rudi.'' (Sayfa: 314)


''O zaman dua etmekten başka çaremiz yok.''
''Sen dene.''
''Sen etmeyecek misin.?
''Dua mı.? Kime.?''
''Kime olacak.? Tanrı'ya. Senin de etmen lazım.''
''Yüz binlerce Yahudi 1939'dan beri aralıksız dua ediyor ama hiçbirine kulak asmadı.''
''Belki yeterince dua etmedik veya duyacağı kadar güçlü etmedik.''
''Hadi ama, Margit. Sebt Günü'nde gömlek düğmesi diktiğini bilen ve ona göre ceza veren Tanrı binlerce masumun ö*l*dü*rüldüğünü ve binlercesinin tutsak alınıp köpeklerden beter şartlarda yaşadığını nasıl bilmez.? Gerçekten bilmediğini mi sanıyorsun.?''
''Bilmiyorum, Dita. Tanrı'nın yaptıklarını sorgulamak günahtır.''
''O halde ben günahkârın tekiyim.''
''Öyle deme.! Tanrı seni cezalandıracak.!''
''Daha da mı.?''
''Cehenneme gidersin.''
''Saf saf konuşma, Margit. Zaten cehennemdeyiz.'' (Sayfa: 342)
*
''Hayatın acısını hissetmeye ihtiyacı vardı. Bir şey canını yakıyorsa o zaman senin için önemlidir demekti.'' (Sayfa: 354)


''Anne, ablasından bir gün sonra sefil yatağında mutlak bir yalnızlıkla hayata gözlerini yumdu. Kemikleri sonsuza dek Bergen-Belsen toplu mez*arındaki insan çöplüğünde kalacaktı. Ancak Anne küçük bir mucizeye dönüşecek bir şey başarmıştı; kendisinin ve ablası Margot'un hatırası yıllar sonra da canlı kalacaktı. Amsterdam'da ailesiyle gizli bir sığınakta saklandıkları iki sene boyunca ''arkadaki evde'' hayatıyla ilgili ayrıntıları yazmıştı, orası babasının gizlice kapanan ofisine bağlı ek binaydı ve onlar için sığınağa dönüşmüştü. İki yıl boyunca ailesi Van Pels ve Fritz Pfeffer ile aile dostlarının yardımları sayesinde gizlenerek yaşamıştı. Oraya yerleştikten kısa süre sonra doğum günü gelip çatmıştı ve hediyeler arasından bir de not defteri çıkmıştı. Orada hislerini paylaşacak yakın bir arkadaş edinemeyeceği için Kitty ismini verdiği deftere içini dökmüştü. Arkadaki evde geçen hayatının o dönemine bir başlık koymak gelmemişti aklına fakat sonrasında bunun da üstesinden gelinmişti. O defter, tarihe Anne Frank'ın Hatıra Defteri olarak geçmişti.'' (Sayfa: 369-370)
*
''Bir yerlerde bekleyeninin olması, gece dağ başında yakılan bir kibrit gibiydi. Belki bütün karanlığı aydınlatmıyordu ama eve dönüş yolunu gösteriyordu.'' (Sayfa: 387)
*
SON SÖZ:
*
''Bir insan güzellik karşısında duygulanmazsa, gözlerini kapatıp hayal gücünün çarklarını döndürmezse, soru soramazsa, cehaletinin sınırlarını kavrayamazsa bir kadın ya da erkek olabilir ancak insan değildir; onu somondan, zebradan ya da misk öküzünden ayırt eden bir şey yoktur.'' (Sayfa: 395)

4 Temmuz 2024 Perşembe

Jeroen Brouwers - Damıtılmış Kırmızı (Fransızca'dan Çeviren: Bahadır Gülmez)

 

Arka Kapak:
*
Otobiyografik bir roman olan Damıtılmış Kırmızı, İkinci Dünya Savaşı sırasında Tjideng'deki Japon temerküz kampında geçen yılları bir çocuğun gözünden anlatıyor. O dönemdeki adı Batavia olan Endonezya bir Hollanda sömürgesidir. Anlatıcı, annesi, büyükannesi ve kızkardeşiyle birlikte dört ile altı yaş arasını bu kampta geçirir. Roman, kahramanın annesinin yıllar sonra ölümü üzerine belleğinde yaşadığı geri dönüşlerle kurgulanır. Kampta yaşananlar, kendisine nefret ve bağlılık duyulan iki kadında; annesinde ve bir dönem birlikte olduğu Liza'da odaklanır. Kulağına çalınan Japonca sözler, iş*kence sesleriyle, annesine karşı hissettikleri Liza ile yaşadıklarıyla çakışır. Brouwers, yaklaşık kırk yıl arası olan iki dönem ile birbirine çok uzak iki coğrafyayı tek bir kişinin iç yaşantısı aracılığıyla aktarıyor.
*
O, yine hep olduğu gibi, gizemli bir görünüşteydi ve gözlerini iri iri açarak şu sözcükleri yineledi:
*
Analar.! Analar.! öyle garip ses ki bu.!
*
Goethe'nin Eckermann'la Söyleşileri
*
Ben burada oldukça beni ara. Beni tanımayı öğren, çünkü buradayım. Burada olduğuma göre. Ama bununla birlikte, hiç kuşku yok ki burada değilim.
*
Ölü Ağıtı (Güney Celebes) (Sayfa: 5)
*
''..''Hep başka yerlerden eserek gelen, yine hep başka yerlere doğru eserek giden, ama hiç aynı yerde sürekli esmeyen, zaman zaman hoş, zaman zaman tatsız kokuları peşinden getiren ve bazan da bir kelebek ya da kızböceği, ama bazan da siyah bir kuş sürüsünü alıp götüren rüzgâr, aslında kesik kesik eser - ve kesilince, onun bahçede salladığı ve okşadığı her şey uzun süre kımıldamaya devam eder.''
*
Bu esrarengiz cümleye on yıldan fazla bir süredir tuttuğum güncede rastlıyorum. Onu en ufak bir metinde bile kullanamadım ve onca yıl sonra burada kullanmaya karar veriyorum.''
*
''Hiçbir şey yoktur ki bir başka şeyle ilişkisi olmasın.'' (Sayfa: 7)

*

''Şöyle ya da böyle, bu aramaların bende bıraktığı en önemli anı annemden koparılıyor olmamdı, olgunlaşmamış yeşil bir meyvanın, dalından toplanması gibi değil de, dalıyla birlikte koparılıp alınışı gibi - böyle bir durumda, ağaçtaki bütün yapraklar nevrotik bir titremeye yakalanacaklardır.'' (Sayfa: 24)

*
''Nasıl ki rüzgâr dinince, bahçede onun okşadığı her şey, sonra bile hareketli kalıyorsa, Tjideng Kampı'nda gördüklerim de, sonrasında, içimde, otuz ya da kırk yıl boyunca hareketli kalacaktı ve bu kitabı yazarken dinecekti: yazdığım şeyi artık tutmamalıyım ve bundan böyle yazdıklarım diğer insanların bilincinde ve bilinçaltında bir şeyleri hareketlendirebilir.
''Hiçbir şey yoktur ki bir başka şeyle ilişkisi olmasın.''..'' (Sayfa: 66)
*
''..''Hint Hollandası Kapmlarının Çocukları'', bugün aradan kırk yıl geçtikten sonra, tabanlarından tanınır, aynen Hollandalı çocukların kışın aç doğuşu* gibi. Bu çocuklar bugün kırk yaşında ve doymak bilmez oburluklarıyla tanınıyorlar.''
*
DİPNOT: Bu deyim, Hollandalıların çok kötü bir gıda yoksunluğu çektiği 1944-45 kışının Hollandasıyla ilgilidir. (Sayfa: 69)
*
''Sanıyorum, ''mutlu'' bir yazar olsaydım kötü bir yazar olurdum: mutlu yazarların anlatacak bir şeyi yoktur.'' (Sayfa: 71)
*
''1945 Nisan ayı, Japon adası Okinawa'nın fethine ve Japonya'ya karşı kararlı bir hava saldırısının başlamasına tanık oldu. O yıl, yaşgünümde, Adolf Hitler, bombardımana tutulan Berlin'de ağzına bir ku*r*şun sıkarak in*tihar etti. Bu olaylardan dolayı Tjideng tutukluları en korkunç cezalandırmalara maruz kaldılar.(..)
4 Mayıs sabahı, annem, tıpkı pataklandığında ağladığı gibi iki gözü iki çeşme ağlayarak annesini kamış bir hasıra sardı, sonra bu cansız ağırlığı kaldırdı ve düz tahtanın üzerine koydu, tahtaya bir ip bağlayarak iki tekerlekli bu nesneye asılmaya başladı, kızkardeşimle ben, iki yanından devrilmemesi için tutarak, büyükannemle son kez kampın sokaklarından geçerek onu kapıya teslim ettik.'' (Sayfa: 80)
*
''..benim gibi bir yazar hayatını iki kere yaşar -ikincisi, ilk kez yaşadığı şeyi betimleyeceği zaman.'' (Sayfa: 86)
*
''Ağustos 1945 başı -henüz neresi bilmiyorum ama kendimi dünya tarihinin deprem merkezinde buluyorum: olup bitenler dünyanın yüzünü değiştiriyor, tanrı tanrısızlaştırılıyor, artık bundan böyle, hayat önceki gibi olmayacak, çünkü bir anda bütün devirler son buluyor ve sonun üzerinde yara izleri var, yüzyıllar da geçse, dünyanın ve bütün insanlığın derisindeki yanık izi ortadan kalkmayacak.
6 Ağustos'ta atom bo*mbası Hiroşima'ya düşüyor, üç gün sonra atom bo*mbası Nagazaki'ye düşüyor.
Bu bombardımanlar karşısında, Tjideng Kampı'nda oturanlar içtima alanına toplanıyor ve oniki onüç saat boyunca hazırol vaziyetinde durarak cezalandırılıyor, Jap, kampta ateş ederek, süngü saplayarak, kırbaçla vurarak dolaşıyor..'' (Sayfa: 98)
*
''Ben tekerlekli patenimin üzerinde olmak üzere hepimiz güneşin altındayız, iki kolumla annemin zayıf kalçalarına sımsıkı sarılarak büzülüyorum. Onun bedeni de, kamptaki bütün bedenler gibi nemli, yapış yapış: bunlar o kadar kirli bedenler ki artık terlemiyorlar bile, ayrıca, bedenlerinden terle (ya da gözyaşlarıyla) boşaltılabilecek sıvı hiçbir şey kalmamış - bu bedenler sıvı akıtmadan ağlıyorlar. Aynı şekilde kadınların bedenleri artık hiç regl olmuyor, çünkü yeterince kanları yok.).'' (Sayfa: 100)
*
''Sutyen annemin göğsünden çıkıyor, ve avuç avuç içine doldurduğu pirinçler ayaklarının dibinde saçılıyor ve annem önceden olduğu gibi göğüssüz kalıyor. Sonra ikinci bir pirinç sağanağının bacaklarının arasından yağışını görüyorum - annem ayrıca kilolarca pirinci külotunun içine koymuştu, pirinçler asfaltın üzerinde dört bir yana yayılıyor.
Hayır, geçici olarak da olsa gülünecek bir şey yok.'' (Sayfa: 106)
*
''Dikkat et Sone, bu kalabalığın içinde bir çocuğum ben, ama seni yakından göre göre ezberledim. Bizzat ben anlatacağım seni Bay Sone, güneşin piçi, üç haikuyla ölümünü, yani üç kez: beş hece, yedi hece, beş heceyle anlatacağım - sizin belleğinizi kıyım kıyım doğramak için daha fazla hece gerekmez bana. Okumayı biliyorum ve yakında, yazmayı da öğreneceğim, sizin böğrünüz kanlı, sinekler gebertsin sizi.'' (Sayfa: 107)
*
''Bütün vücudumu saran nasırları yumuşat.'' (Sayfa: 115)

19 Haziran 2024 Çarşamba

Aleksandros Papadiamantis (Αλέξανδρος Παπαδιαμάντης) - Hadula (Özgün Adı: Η φόνισσα) (Çeviren: Yasemin Aydın)

 

Yaşamı
*
Αλέξανδρος Παπαδιαμάντης (Aleksandros Papadiamantis)
*
4 Mart 1851'de Hadula başta olmak üzere birçok çalışmasının coğrafi dokusunu oluşturan Skiathos Adası'nda papaz bir babanın dördüncü oğlu olarak doğdu. Skiathos'ta ancak on bir yaşına kadar eğitim görebildi. Daha ileri seviyede eğitim veren bir okul olmadığı için sonraki üç yılını babasının çiftçilik işlerine yardım ederek geçirdi ve kalan eğitimini yakın adalardaki okullara giderek tamamlayabildi. Üniversite için başkente gitmeyi başardığında yirmi üç yaşındaydı ve sadece iki yıl boyunca felsefe okuyabildi. Neyse ki, bu sırada kuzeninin de yardımıyla Yunan basın yayın dünyasına kıyısından köşesinden girmeyi başarmıştı. Ekonomik zorluklar nedeniyle öğrenimini yarıda bıraktıktan sonra geçimini sağlamak için birçok işte çalışsa da, hayatı boyunca bağlı kaldığı tek uğraş vardı: Yazmak. İlk romanı Muhacir 1878'de -İstanbul'da çıkan- Neologos'ta, sonraki üç romanı Atina gazetelerinde yayımlandı. Hatta bir süre sonra gazeteler onun öykülerini ve romanlarını tefrika halinde basmak için birbirleriyle yarıştılar. Papadiamantis telif konusunda gazetelere zorluk çıkarmadı, pazarlık yapmadı ve kazandığı parayı dikkatsizce harcadı. Bir dönem boyunca günlerini sadece öykü yazarak ve çeviri yaparak geçiren Papadiamantis Suç ve Ceza, Quo Vadis, Dracula, Manxman gibi romanları ve Çehov, Bret Harte, Jerome K. Jerome'nin öykülerini Yunancaya çevirdi. 1902'de memleketi Skiathos'ta en iyi eseri olarak kabul edilen Hadula'yı yazmaya başladı. Bu roman, ona ''Yunanistanın Dostoyevski'si'' unvanını kazandırdı ve Papadiamantis o günden sonra ''Hadula yazarı'' olarak anıldı. Romanı bitirdikten sonra Atina'ya tekrar döndü. Hırpani görünüşlü bir bekâr olarak, ölümüne dek büyük bir sadelikle yaşayan Aleksandros Papadiamantis, 1909'da memleketine yerleşti ve yakalandığı zatürre nedeniyle 3 Ocak 1911'de, doğduğu Skiathos'ta hayata gözlerini yumdu.
*
Arka Kapak
*
''Modern Yunan nesrinin en büyük yazarı.''
*
Milan Kundera
*
''Kurgunun mucizevi doğasını bize Hadula: Bir Ada Öyküsü gibi kitaplar gösterir.''
*
Gabriel Josipovici
*
Hadula, yaşadığı adadaki dertlilerin, kapısını çaldığı yoksul bir kadındır. Şifalı bitkilerden hazırladığı ilaçlarla şifa dağıtır hastalara. Ve yaşlı Hadula, sonunda her şeyin kökeni olan bir soruna da çözüm bulur. Yaşamak sorununa.
Papadiamantis, dönemin sosyal ve ekonomik şartlarının -özellikle kadınlar üzerindeki- etkisini göstermekle kalmaz; suçun cezaya, iyiliğin kötülüğe karıştığı o gizemli bölgeye insan ruhunun adım adım nasıl çekildiğini de ustalıkla resmeder. Hiç aklımıza bile gelmeyenlerin nasıl da başımıza gelebileceğini, kaderimizden kaçmak için çırpınırken kendi kaderimizi yaratışımızı ve bu sırada yaşadığımız iç hesaplaşmaları, tutkuyla anlattığı bu trajik öyküyle gösterir.
Tiyatro oyunlarına, operalara konu olan ve Antik Yunan efsanelerine sırtını dayamış bu modern Yunan klasiğini, Yasemin Aydın'ın Yunancadan çevirisi ve Herkül Millas'ın önsözüyle sunuyoruz.
*
Yayımcının Notu: Kitabın özgün adı Η φόνισσα [İ fónissa okunur] ka*til kelimesinin dişil hali olup Türkçeye ''Ka*til Kadın'' şeklinde çevrilebilecekken, biz kitabın Türkçe basımı için romandaki karakterin adı olan Hadula'yı tercih ettik. (Sayfa: 6)
*
ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ:
*
''Kitap, sadece edebi açıdan değil; suç ve ceza kavramlarına bakışı açısından da çok çeşitli analizler içermektedir. Yazar, kullandığı üslupla, hem adanın geniş bir tasvirini yapmakta hem kendi küçük dünyalarında kadının konumunu ele almakta hem de o dönemin kadınları arasındaki sınıfsal farklılıkları ortaya koymaktadır. Doğal ve sosyal etkenler gibi dış güçler, o dönemdeki kişilerin özgürlüklerini sınırlandırmakta ve açlık, zulüm, kötülük, cinsel dürtüler gibi iç güçler de insanın mantıksal ve ahlaki duruşunu yok etmektedir. Hadula da kendi gerçekliği/yaşanmışlığı ve iç dürtüleri neticesinde, kendince iyilik yaptığına inanmakta ve kendi kaderinden uzak tutmaya çalıştığı kız çocuklarını ö*ldür*mektedir. Papadiamantis suç ve ceza kavramlarını yeniden ele alarak okuyucuyu empati yapmaya zorladığı için ''Yunan edebiyatının Dostoyevski'si'' olarak anılmayı hak etmektedir. (..)
Bu novella, hem tiyatroya uyarlanıp Yunan oyuncular tarafından sahneye konmuş hem de 1974 yılında sinema filmi haline getirilmiştir. 2014 yılında opera olarak da sahneye konmaya başlanmıştır.'' (Sayfa: 16)
*
Yasemin Aydın

Mikis Theodorakis (Μίκης Θεοδωράκης) - Yapayalnız Kalacaksın Gecenin Ortasında (Yaşamım ve Müziğim) (Türkçesi: Ahmet Cemal)

  ANILARIMIN TÜRKÇE BASIMI İÇİN * --------------MİKİS THEODORAKİS * Anılarımın Türkçeye çevrilen ilk cildine önsöz yazmaktan büyük sevinç du...