3 Ocak 2024 Çarşamba

Felsefe Tarihi 1, Antik Yunan (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)


Arka Kapak

*
Felsefe tarihinin Yunanlarla başlamasının kültürel bir nedeni var. Batı dünyasının düşünce biçimini şekillendiren Yunan düşüncesidir ve yaklaşık üç bin yıldır nasıl düşündüğümüzü anlamak için Yunanların ne düşündüğünü anlamak zorundayız.
Batı düşüncesinin tamamı yanlış olsa bile, nereden geldiğimizi ve ne olduğumuzu anlamamız için o düşünce hakkında bilgi sahibi olmalıyız. Aksi takdirde öğrencilere Yunan mitolojisini incelemenin bir âlemi olmadığını, çünkü bir yığın hayal ürününden başka bir şey olmadığını söylemiş oluruz, o zaman da Homeros ile Vergilius'un neden söz ettiğini anlamalarını engellemiş oluruz.''
*
Umberto Eco

*
NEDEN YUNANLARDAN BAŞLIYORUZ.?
*
''Başka bilgi birikimlerinin eskiden de, şimdi de var olduğunu artık biliyoruz, ama felsefenin doğuşundan önce Yunanlar da bunun bilincindeydi: Çinlilerin bilgeliği ile Hint düşüncesinin yanı sıra Eski Mısır'da ve Asurlularla Babilliler arasında da bilgi biçimleri vardı. Bu düşünce biçimlerinin birçoğunun mitler ve şiirler yoluyla ifade edildiğini (dolayısıyla da felsefi düşünceyle değil de sanatla ve mitolojiyle ilgili olduklarını) söylemek doğru değildir, çünkü göreceğimiz gibi, düşüncelerini şiirler yoluyla ifade eden Permenides ve sıklıkla mitik anlatımlara başvuran Platon'u da filozof sayarız. Batılı olmayan düşünce biçimleri ile Amerikan yerlilerinin veya Afrika'daki birçok etnik grubun mitolojilerinin içerdiği kadim bilgelik konusunda yeterince bilgi sahibi olmamamız çok yazıktır. İdeal bir formasyonun bu düşünce biçimleri konusunda bilgiler içermesi gerektiği gibi, okullarda Yunan filozofların ne dediği veya Kitab-ı Mukaddes'te ne yazdığının yanı sıra örneğin Kuran'da da ne yazdığının öğretilmesi gerekir. Aksi taktirde yavaş yavaş bizim dünyamıza dahil olmakta olan Ötekilerin ne düşündüğünü asla anlayamayacağız.'' (Sayfa: 13)
*
''..felsefe tarihinin Yunanlarla başlamasının kültürel bir nedeni var. Batı dünyasının düşünce biçimini şekillendiren Yunan düşüncesidir ve yaklaşık üç bin yıldır nasıl düşündüğümüzü anlamak için Yunanlıların ne düşündüğünü anlamak zorundayız. Çin'de çalışmaya giden bir Batılı nasıl Çin zihniyetini bir ölçüye kadar anlayabilmeliyse, bizim aramızda yaşamaya gelen bir Çinlinin de Yunanistan'da doğmuş olan düşünce biçimlerine adapte olması gerekir.'' (Sayfa: 14)
*
ORTAM:
*
''..bu eserde doğrudan felsefe tarihine ait gibi görünmeyen, tıbba, siyasi yapılara, fiziğe, astronomiye, sanata dair birçok bilgi bulacasınız, çünkü bunlar olmadan o dönem filozoflarının neden o şekilde konuştuğunu anlamak zordur.
Felsefeyi anlamak ve incelemek için başka birçok neden olabilir, ama bu kitapların bütün sayfaları onları anlatmaya yetmez. Burada yer alan kısa bilgilerin, bazı insanları düşünmenin ne anlama geldiğini anlamaya teşvik edeceğini umalım. Çünkü düşünmek ve özellikle felsefe yapmak, insanları hayvanlardan ayırt eden başlıca özelliktir.''
*
Umberto Eco (Sayfa: 15)


FELSEFİ DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU:
*
''..ilk kullanılmaya başlandığından beri büyük rağbet gören ''Sokrates-öncesi'' etiketi aslında tartışmaya açıktır çünkü örneğin Demokritos (ve de bütün Sofistler) aslında Sokrates'in çağdaşıdır. Ama günümüzde asıl anlamsız görünen, düşüncenin doğa incelemelerine odaklandığı bir dönemden sonra Sokrates'in etik konusunda yeni bir ilgiye kapı açarak bir sınır teşkil ettiği fikirdir. Bu, kadim ve saygın bir fikirdir. Aristotales tarafından Metafizik'in ilk kitabında kendinden önceki felsefe geleneğini anlatırken ifade edilmiş, sonra da Cicero tarafından unutulmaz bir imgeye dönüştürülmüştür. (Sokrates ''felsefeyi gökyüzünden indirip şehirlere yerleştiren, hatta evlerin içine sokan ilk kişidir''). Ancak daha yakın geçmişte yürütülmüş araştırmalarda Sokrates'ten önce de ahlaki düşünceye dair önemli unsurların söz konusu olduğu anlaşılmıştır. Zaten Herakleitos'un aforizmalarına nüfuz etmiş varoluşçu endişeyi, Pythagorasçı geleneğin veya Empedokles'in ruha ve öte dünyadaki kaderine ilgisini düşünmek yeterli olacaktır.'' (Sayfa: 19)


''..Sokrates-öncesi filozoflar Nietzsche'nin deyimiyle, gerçekten ''dürüst''tür ve ''tek bir kayadan yontulmuştur.'' (Sayfa: 20)
*
İYONYA KOZMOGONİLERİ: THALES, ANAKSİMANDROS, ANAKSİMENES, Maria Michela Sassi:
*
Aslında temel ilgi alanlarının bir olması, doğanın kaynağı ve evrenin oluşumu konusunda oldukça farklı görüşler geliştirmelerine engel olmaz ve hepsinin Miletos'ta doğmuş olmasıyla açıklanabilir. İyonya'nın (günümüzde Türkiye'nin güneybatısında) güney kıyısında yer alan ve bu yıllarda Doğu ile Batı arasındaki ticari takaslar açısından son derece faal bir merkez olan Miletos, Mezopotamya, Fenike ve Mısır mitolojilerinde geliştirilmiş kozmolojik modeller arasında eleştirel bir kıyaslamayı teşvik eden farklı kültürel geleneklerin etkisine açıktır. (Sayfa: 21)
*
Mitin Değeri:
*
''Aristotales, Thales'in görüşünün doğrudan doğaya odaklanan ilk görüş olduğunu öne sürer. Başka bir deyişle, Thales spesifik bir sorunu ele almış, doğanın kaynağı olarak ilahi bir varlığı değil, su gibi maddi bir unsuru tespit etmiş ve bir çıkarsamadan (nemin yaşamsal olgulardaki rolünün incelenmesi) yararlanmıştır. Thales'in düşüncelerine bu özellikleri atfedersek, ona ''felsefenin babası'' unvanını atfetmeye devam edebiliriz. Zaten birazdan göreceğimiz üzere aynı özellikler Anaksimandros ve Anaksimenes açısından da geçerlidir, dolayısıyla İyonyalıların düşüncelerini daha genel olarak, bilinçli ve eleştirel düşünce faaliyeti anlamında felsefenin kuluçka aşaması olarak görebiliriz.'' (Sayfa: 23)


GÖRSEL: Dinlenen aslan, Miletos. M.Ö. 575-550, Berlin, Staatliche Museen, Antikensammlung (Sayfa: 22-23)


Görsel: Athena dev Enkelados'u yenerken, kırmızı figürlü Attika tabağı, M.Ö. y. 525, Paris, Musee du Louvre. (Sayfa: 24)


Görsel: İyon-Oryantalizan stilde Levy oinokhoe'si, muhtemelen Rodos kaynaklı, M.Ö. VII. yüzyıl sonları, Paris, Musee du Louvre. (Sayfa: 30)

Orpheus ve Orpheusçuluk, Doralice Fabiano:
*
Adını efsanevi kurucusu, tanrı Apollon'un oğlu Orpheus'tan alan Orpheusçuluk, antikçağda var olan çeşitli Dionysios ibadetleri arasında önemli bir yer kaplar. Eskilere göre Orpheus şair ve müzisyendir ve Dionysios ibadetini sistematik olarak başlatan kişidir. Orpheus'a atfedilen şiirler, Dionysios efsanesinin bir versiyonunu temel alır: bu anlatıma göre Persephone ile Zeus'un oğlu olan tanrı Dionysios daha çocukken Titanlar tarafından öldürülüp parçalara ayrılır ve yenir. Bunun üzerine Titanları yıldırımıyla çarpan Zeus, Titanların külleriyle karışmış olan Dionysios'un artıklarından, ilk andan itibaren bu cinayetle lekelenen insanlığı yaratır. Dolayısıyla bu tabloda Dionysios onuruna ritüeller gerçekleştirmek tanrıça Persephone'ye karşı işlenen suçun ''kefaretini ödemek'' anlamına gelir. Orpheusçu ritüellerde arınma teması ile ruh göçü öğretisi, yani ölümden sonra ruhun yeni bedenlerde doğduğu inancı büyük önem taşır; Orpheusçular bu öğreti temelinde hem et ve yumurta hem de filozof Pythagoras'ın müritlerine benzer şekilde bakla ve şarap tüketmekten kaçınırlardı. Nitekim müritlerin başlıca amacı, reenkarnasyon döngüsünden çıkıp öte dünyada, tanrıların yanında mutlu bir hayat yaşamaktı. (Sayfa: 41)


GÖRSEL: Krizelefantin tanrı heykeli başı (Artemis?), Muhtemelen Samos Yapımı, M.Ö. VI. yüzyıl ortaları, Delphoi, Arkeoloji Müzesi. (Sayfa: 42)

Parmenides ve Zenon, di Maddalena Bonelli:
*
Elealı Parmenides'in Düşüncesinin ''Yenilikçi'' Yönleri
*
Geleneksel yorumlara göre Elealı Parmenides, duyuların bilgi edinme araçları olarak katkılarına değer vermeyen, onları tamamıyla güvenilmez bulan ve akla önem veren ilk filozoftur. Dolayısıyla Parmenides fizik gerçekliğin duyular yoluyla algılanan boyutunun ötesinde, sadece logos yoluyla ulaşılabilecek, ebedi, değişmez ve bozulmaz bir gerçekliğin keşfi anlamındaki metafiziğin kurucusudur. (Sayfa: 47)


GÖRSEL: Elea-Velia harabeleri. M.Ö. V. yüzyıl, Ascea, Selerno (Sayfa: 48)

Elealı Zenon
*
Parmenides'in öğrencisi olan Zenon'un, bir tiranı devirmek amacıyla düzenlenen bir suikast girişimine karıştığı anlatılır. Yakalanıp tiranın huzuruna çıkarılınca ve muhtemelen diğer suikastçıların isimlerini vermesi için işkence edilince de dilini kesip tiranın yüzüne fırlatmıştır. (Sayfa: 51)


GÖRSEL: Sele nehrinin ağzındaki Hera Tapınağı'nın ara panellerindeki dansçı kadınlar, M.Ö. 570-560, Paestum, Muse Archeologico Nazionale (Sayfa: 50)


GÖRSEL: Diz çökmüş sakallı Gorgon. Doğu Yunanistan'da üretilmiş bir kazanın süslemesi. M.Ö. VI. yüzyılın ilk yarısı, Paris, Louvre Müzesi. (Sayfa: 53)
*
Geleneklerden ve Tanrıların İnsanbiçimliliğinden Sapma
*
Ksenophanes'in düşüncesinin ana konusu ''eskilerin icatları'' adını verdiği, başta Homeros ve Hesiodos'un şiirleri olmak üzere, Yunan geleneğindeki tanrı temsillerine yönelik eleştirisidir. Homeros ile Hesiodos hakikati Mousalara atfederken Ksenophanes asıl kendisinin hakikati söylediğini iddia eder ve şairlerin tanrılar için yarattığı insanbiçimli imgeleri, yani onlara insanlara özgü fiziksel ve ahlaki özellikler atfetmelerini şiddetle eleştirir. Homeros'un tanrıları hırsızlık yapar, zina yapar, yalan söyler ve ihanet ederler. Geleneksel din bağlamında tanrıların nitelikleri, kendilerinin insani özelliklerin yansıtılmasından başka bir şey olmadığını gösterir, hatta Ksenophanes, hayvanların tanrıları olsaydı onları kendi suretlerinde ve benzerliğinde tasvir edeceklerini söyler. Fr. 16'da aynı şekilde yorumlanabilir. ''Etiyopyalıların tanrılarının siyah tenli ve kalkık burunlu, Trakyalıların tanrılarının da mavi gözlü ve kızıl saçlı olduğunu hatırlatır.''
*
Soyluların Ahlakına Eleştiri
*
Ksenophanes'in bir başka eleştiri konusu da, tanrıların insanbiçimliliği gibi yine geleneklerden devralınan yarışma ve savaş ahlakıdır. Toplumun adil yasalar doğrultusunda siyasi ve ekonomik refaha kavuşmasını (eunomia) sağlayacak şekilde iyiliğini isteyen bir insanın bilgeliğini bir atletin veya savaşçının gücüne tercih etmek gerekir. (Sayfa: 56)


HERAKLEİTOS VE EMPEDOKLES, Maria Michela Sassi:
*
Arkaik Çağ Bilgelerine Yönelik Eleştiriler
*
Herakleitos'a göre doğa ''gizlenmeyi sever'' (fr. 123) ve olgusal gerçekliğin sürekli sergilediği değişimlerin ötesinde, doğanın ardında yatan ilkeyi kavrayabilmek için duyuların bulgularını deşifre edebilmek gerekir. Herakleitos'un üslubunun bir başka tipik özelliği de, Arkaik bilgi birikiminin ileri gelen temsilcileri olmalarına rağmen gerçekliğin ardındaki yasayı keşfedecek zekâya sahip olmayanlara yönelttiği eleştirilerdir. (Sayfa: 59)


1. GÖRSEL: Kadın (Kore) ve keklik heykeli, Miletos, M.Ö. 570-560, Berlin, Staatliche Museen. (Sayfa: 60)
*
2. GÖRSEL: Naksosluların sfenksi, M.Ö. y. 550, Delphoi, Arkeoloji Müzesi. (Sayfa: 61)
*
3. GÖRSEL: Akragas Olympieion'unun Telamon'u. M.Ö. V. yüzyıl, Agrigento, Museo Archeologico Nazionale. (Sayfa: 63)
*
4. GÖRSEL: Kısmen hayvan biçimli olan nehir tanrısı Akhloios, Herakles ile mücadele ederken, kırmızı figürlü, küçük sütunlu krater ayrıntısı, Agrigento. M.Ö. y. 450, Paris, Musee du Louvre. (Sayfa: 64)
*
Logos:
*
''Herakleitos evrenin düzeni meselesine odaklanıp Anaksimandros'un yaptığı gibi dinamik denge temelinde bir çözüm getirince, düşüncesinin köklerinin İyon natüralizmine kadar uzandığını gösterir. Zaten zıtlara dair görüşleri, evrensel maddeler arasındaki fiziksel etkileşimin etkilerinin yanı sıra, öznel izlenimlerin göreceliğine yansıyan gerilime, yaşamsal ve varoluşçu safhaların birbirini izlemesine, belli bir nesneye belli bir adın verilmesi gibi tutarsız bir uygulamaya yer verir.'' (Sayfa: 59-60)

GÖRSEL: Delphoi Arabacısı, ayrıntı, M.Ö. y. 475, Delphoi, Arkeoloji Müzesi.

ANAKSAGORAS VE DEMOKRİTOS, Maria Michela Sassi:
*
''Anaksagoras'a göre başlangıçta ''her şey bir aradaydı,'' hiçbir şey birbirinden ayrılamazdı; derken bu karışım, Zihin ve Akıl (Nous) adı verilen, her şeyden ayrı duran bağımsız bir kozmik varlık tarafından hortum benzeri bir harekete geçirildi. Dönme hareketinin giderek artmasıyla karışık halde duran unsurlar yavaş yavaş birbirinden ayrılıp benzerleri birbirine çeken bir mekanizma doğrultusunda yeniden bir araya geldiler ve ağırlıklı olan ''tohumlar''a göre nitelenen duyumsal karışımları oluşturdular. Bu ayrılma ve yeniden birleşme süreci günümüzde de gerçekleşen fiziksel dönüşümlerde yer almaya devam eder, ama hiçbir şey yoktan var olmaz, çünkü her şeyde diğer her şeyden büyük veya küçük bir parça vardır.''
*
Nous ve Zihin-Doğa Düalizmi:
*
Doğal dünyaya göre ayrı bir konumdan kozmogonik hareketi başlatan Nous gibi akıllı bir güç kavramı (olağanüstü düzeyde ince, saf bir tözden oluşur), Sokrates-öncesi düşüncede önemli bir yenilik oluşturur. Anaksagoras'ın Nous'a atfettiği özelliklerin ilahi nitelikte olduğu doğrudur, zaten arkhenin ilahlaştırılması, doğa konusundaki Sokrates-öncesi düşüncenin ortak bir özelliğidir; Kolophonlu Ksenophanes'in ''düşüncesinin gücüyle her şeyi sarsan'' evrenin tanrı-hükümdarının (21B25DK) Anaksagoras'ın algısına öncülük edebileceği de doğrudur. Ancak zihin-doğa düalizminin öne çıktığı ilk teorik model Anaksagoras'a aittir; bu modelde oluşun gayesi meselesini vurgulayan kozmolojik bir düşüncenin ilk önemli noktaları ortaya çıkar. (Sayfa: 66-67)

GÖRSEL: Dört atlı araba süren tanrıça Nike, atın göğüs zırhı için uygulama, M.Ö. V. yüzyıl, Plovdiv, (Bulgaristan), Arkeoloji Müzesi
(Sayfa: 70)

Demokritos'ta Etik ve Ruhun Sakinliği
*
Demokritos'un eserlerinin merkezinde doğal dünya konusundaki incelemeler yer alırsa da, eserlerinin bazı fragmanları etik ve siyasi olarak niteleyebileceğimiz doktrinler içerir. Etik konusundaki düşüncelerinin ana konusu, doğa felsefesinin atomcu modelinin, ruh konusundaki gözlemlere uygulanmasıdır. Ruh da atomlardan oluşur ve bu atomlar, çok ince olmalarına rağmen, aklın sürdürmesi gereken karmaşık bir dengeyi temel alan bir bütün oluşturur. Bilgenin hayatın en yüce gayesi olan ruh sakinliğine (euthymia) ulaşması ancak insanın içgüdüsel kısmını oluşturan tutkularını kontrol altına almasıyla ve ölçülü olmasıyla gerçekleşebilir. Siyasete gelince, Demokritos toplumun ve polis'in hayatını düzenleyen kuralların kökenine iner: İnsanlar doğal hallerindeyken birbirlerinden ayrı, yasalardan yoksun, daimi bir istikrarsızlık ve ihtiyaç halinde yaşarlardı. Dış dünyanın tehditleri karşısında, korkudan gruplar halinde bir araya geldiler ve toplumsal hayatlarını düzenlemeye yarayan yapay araçlar, teknikler ve özellikle dili geliştirdiler. İnsan son olarak da, bütün yurttaşlar için en iyi olanı, yani Demokritos'a göre azami haz ile asgari acıyı temin etmek için devleti ve yasaları oluşturdu. (Sayfa: 70)


Mekanistik Gereklilik
*
Leukippos'un bir metnine göre hiçbir şey boşuna gerçekleşmez, her şey açıklanabilir ve her şeyin bir sebebi (logos) vardır. Ancak Lekippos'a göre bu logosun akıllı bir ilkeyle ilgisi yoktur, çünkü her şey aynı zamanda zorunlulukla gerçekleşir.
Böylece doğal olaylar gerekli süreçler olarak açıklanır; nitekim atomların hareketi düzensiz değildir, tam tersine belirli eğilimler doğrultusunda bir araya gelirler; örneğin benzer atomlar (büyüklük veya şekil açısından) bir araya gelir.
Bu bağlamda ''tesadüf'' de sebep yokluğu olarak var olabilir; hatta Demokritos'a göre ''tesadüf''ten (tykhe) söz eden insanlar, bu terimle evrenin determinist yapısı konusundaki cehaletlerini gizlemeye çalışırlar. Dolayısıyla geç ortaçağda Dante'nin Demokritos konusundaki ''dünyanın tesadüflerden kaynaklandığına inanır'' görüşü yanıltıcıdır; Demokritos'un mekanist sistemine önem veren modern bilim, atomistlerin görüşünün hakkını verecektir. (Sayfa: 71)


APEIRON VE EVRENİN OLUŞUMU:
*
''[Anaksimandros] der ki, bu evrenin oluşumunda hem sıcağı hem de soğuğu yaratan unsur sonsuz olandan koptu ve ondan doğan alevden küre, ağacın kabuğu ağacı nasıl sararsa dünyanın etrafındaki havayı sardı; bu küre kırılıp birkaç çembere ayrıldı, böylece Güneş, Ay ve yıldızlar doğdu. Ayrıca insanın başlangıçta kendisinden farklı hayvanlardan türediğini söyledi; diğer hayvanlar çok geçmeden kendi başlarına beslenmeyi öğrenirken, bir tek insan uzun bir emzirme dönemine ihtiyaç duyar [...].'' (12 A 10 DK) (Sayfa: 74)

Odysseus denizde, iki vazodan oluşan bir salın üzerinde, Boiotia'dan bir skyphos, Thebai, MÖ V. yüzyıl, Oxford, Ashmolean Museum.
(Sayfa: 85)

*
Demirciyi işbaşında gösteren kırmızı figürlü kylix, MÖ y. 510-500, vazo resmi, Berlin, Staatliche Museen. (Sayfa: 86)

Filozoflar ve Eserleri:
*
Yunanistan'da Bilim ve Teknik, Giovanni Di Pasquale:
*
TEKNOLOJİNİN KURNAZLIĞI: ODYSSEUS:
*
''Yunan uygarlığı geleneksel olarak edebiyat ve sanat alanında olağanüstü bir gelişimin yaşandığı bir dönem olarak görülür.'' (Sayfa: 84)
*
Teknisyenlerin Prototipi Odysseus:
*
Yunan toplumunda başlangıçta tanrılara benzer kahramanların var olduğu hayal edilir; Yunan mitolojisinde kahraman denince ilk akla gelen Herakles ile Akhilleus'un baş özellikleri cesaret ve fiziksel güçtür. Odysseus'la durum değişir ve insanlar âlemine girilir. Odysseus'un Kalypso'dan ve Phaiakların adasından ayrılmak için tek başına kendine bir sal yaptığı Odysseia'nın V. kitabı bu açıdan belirleyicidir. Odysseus'un bu eylemi gerçekleştirmek için elinde az sayıda basit alet vardır ve onlarla ağaçları devirir, tahtalar keser ve her şeyi akılcı bir şekilde bir araya getirir; Odysseus, icadı geleneksel olarak Daidalos'a atfedilen, balta, çekiç, testere ve balık tutkalı gibi marangozlara özgü aletlerle gerekli eylemleri yerine getirir: Tanrısal değil de, teknoloji uzmanı insanın prototipi olan Odysseus, Yunan şehirlerindeki giderek artan önemli hem edebi hem de arkeolojik olarak belgelenmiş olan zanaatkâr ve inşaat ustalarının atasıdır.
Odysseus figürüyle Yunan kültürü önemli bir dönemeçten geçer: İnsan artık zihni ve teknik becerileri yoluyla zor durumları çözecek durumdadır ve fiziksel güce veya tanrıların bahşettiği başka sıradışı güçlere başvurmak zorunda değildir. Dolayısıyla Yunan uygarlığı bu gibi öykülerle kahramanlığın yanı sıra, insanların yeni özellikleri arasında kurnazlık ve teknik yetilerin de olduğunu kabul etmiş olur. (Sayfa: 84-85)
*
Şehirler ve Teknoloji:
*
''Solon, zanaatkârların çalışmalarını koruma altına alıp zanaat geleneklerinin devamlılığını temin etmek için Atinalıları çocuklarından en azından birine bir zanaat öğretmeye mecbur kılan bir yasa çıkarmıştı.'' (Sayfa: 86)
*
Mimari ve Teknolojinin Evrimi:
*
''Sürekli olarak savaşların yaşandığı, ticaretin geliştiği ve kentsel merkezlerin büyüdüğü dönemlerde teknoloji uzmanları hem pratik bilgiler, hem de sayıları, ölçüleri ve geometriyi temel alan kuramsal bilgiler içeren ve her tür inşaatı niteleyen yapboz oyununu çözmeyi amaçlayan bir kavram dağarcığını giderek mükemmelleştirirler. Bu bilgi alanının sahnesi, bilimin uygulanması için gerçek anlamda laboratuvarlar olan atölyelerdir. Teknolojinin sunduğu imkânlar konusundaki genel güven ortamı, M.Ö. V. yüzyıl başlarında Perslere karşı kazanılan nihai zaferlerden kaynaklanan, her alanda olabilecek en yüksek düzeye ulaşmış olma inancıyla bile açıklanabilir.'' (Sayfa: 87)
*
Odysseus denizde, iki vazodan oluşan bir salın üzerinde, Boiotia'dan bir skyphos, Thebai, MÖ V. yüzyıl, Oxford, Ashmolean Museum. (Sayfa: 85)
*
Demirciyi işbaşında gösteren kırmızı figürlü kylix, MÖ y. 510-500, vazo resmi, Berlin, Staatliche Museen. (Sayfa: 86)
*
TENOLOJİ UZMANLARINI GÖZLEMLEYEN FİLOZOFLAR:

GÖRSEL: Üzerinde yılan şeklinde bir rölyef ve bir sonraki tambura bağlanması için metal bir kıskaç olan sütun tamburu; efsaneye göre burası Leto'nun Apollon ile Artemis'i doğurduğu yerdir, Delos. (Sayfa: 90)
*
Filozoflar da zanaatkârlarla mimarların çalışma şeklini ilgiyle gözlemler. Teknolojinin gelişimini dikkatle izlerler ve doğayı anlamak için gerekli analog referans modellerini zanaatkârların dünyasında ararlar. (Sayfa: 89)
*
Anaksagoras:
*
''Anaksagoras insanın elleri sayesinde hayvanların en akıllısı olduğunu söylerken pratik bilgiler açısından olağanüstü bir açılım başlatır. Bilginin rehberliğiyle eller insanın doğa hakkında bilgi edinmesini sağlar.'' (Sayfa: 90)

SOFİSTLER VE SOKRATES:


''M.Ö. V. yüzyılın Yunan düşünce tarihi açısından özelliği, felsefi düşüncelerin konusunun pfysis [doğa] alanından insanın doğasına ve insan üzerine araştırmaların beraberinde getirdiği etik-siyasi değerlere geçmiş olmasıdır. Bu tabloya hâkim olan iki filozoftan biri Sofist, diğeri de Sokrates'tir.
(..)
Sofistlerin bilgi birikimi pratikti ve fayda temelliydi; Sofistler felsefeyi, çeşitli bağlamların pratik gerekliliklerine bağlı olarak harekete geçebilecek ve muhakemede bulunabilecek yurttaşların formasyonuna yönelik bir meslek olarak görürlerdi.
(..)
Peki Sokrates kimdi.? Çağdaşlarının ayrıntılı veya bölük pörçük tanıklıkları sayesinde kişiliğini ancak kısmen kavrayabildiğimiz Sokrates muğlak ve paradoksal bir karakterdir, yüzeysel özelliklerinin nasıl yorumlandığına bağlı olarak, çokbiçimli bir varlıkmış gibi kötü huyların ve hırsların yoğunlaştığı bir canavara, yarı filozof, yarı Sofist, komik bir karikatüre veya bilge ve kusursuz bir insan paradigmasına dönüşebilir.
''Sokrates'in çirkin olan ilk Yunan şahsiyeti olması anlamlıdır'' der Nietzsche; Homeros'un Thersites'i gibi, Sokrates o kadar çirkindir ki Aristotales'e göre bir insanın mutluluğu üzerinde olumsuz etki yaratabilirdi: Küçük gözleri, basık burnu, çıkıntılı dudakları, şiş karnı, yalın ayak olması ve hep aynı, eskimiş pelerini giymesi fizyonomistlerin gözünde şehvetin ve aşırılıkların canlı örneği olarak görünmesine neden olurdu. Atinalı gençlerle u kadar haşır neşir olması da u durumu teyit eder gibiydi. Nietzsche o Sokrates için ayrıca şöyle der: Onda ''her şey gizlidir, saklı amaçlarla doludur, görünmezdir,'' çünkü Sokrates o gençler arasında rağbet görmek için bildiklerini gizleyerek cahil numarası yapar, Platon'un Şölen'de sözünü ettiği silenos heykellerine benzer: Zanaatkârlar bu heykelleri yaratırken içlerini boş bırakırlar, dolayısıyla Sokrates'i o kadar andıran mitolojik orman yaratıklarının hayvani görümünün ardında bir tanrının değerli imgesi gizlidir.'' (..)
''Sokrates, silenos benzeri görünümünün ardında gerçekten değerli bir yüreği olan biridir. Bize göre Sokrates, korkaklıktan veya çıkarlarından dolayı inançlarına asla ihanet etmeden, bütün tercihlerini ve eylemlerini olabilecek en iyi akıl yürütmeye dayandırdığından emin olmak için onları sürekli olarak aklın eleştirel incelemesine tabi tutarak yaşayabilmiş biridir. Sokrates, düşünce ile eylem arasındaki tutarlılığı sonuna kadar sürdürebilmiş, kendi ölümü karşısında bile geri adım atmamış, kendi mutluluğunu o tutarlılık üzerine inşa ederek onu bozulmaz kılmış ilk kişidir..'' (Sayfa: 95-96)

GÖRSEL: Dionysios Tiyatrosu'nun havadan görüntüsü, Atina. (Sayfa: 101)


Yunanlar ve Tiyatro :
*
''MÖ V. yüzyılda Yunanistan'da ''tiyatro''dan söz ettiğimiz zaman kullandığımız terim, günümüzde Shakespeare'in bir trajedisini veya Pirandello'nun bir komedisini izleyen seyircinin yaşadığı deneyimi tasvir eden terim değildir. Yunanlar tiyatroda bir gösteriyi izlemekle kalmazlar, gerçek anlamda bir ritüele katılmış olurlardı. Temsiller devlet tarafından tesis edilmiş ve düzenlenmiş ve de bütün yurttaşların katıldığı dinsel bayramlar bağlamında yer alırdı (biletlerin fiyatı çok düşüktü ve V. yüzyıl ortalarından itibaren şehir sakinlerine, gösterilere ücretsiz katılma izni verilmiştir). Tiyatro, estetik ve kültürel yönleri dahil, her açıdan, aynı anda hem dinsel, hem siyasi, hem de toplumsal olan bir deneyim sunardı. Tiyatro en başından itibaren Atina yurttaşlarının formasyonunda temel önem taşır; yurttaşlar gündelik hayatın meşgalelerinden uzaklaşıp, evrensel değerlerin, çelişkilerin ve meselelerin ele alındığı temsil izlerler ve kendilerini sorgularlar.'' (Sayfa: 100)
*
Tragedya Anlatımının Yapısı ve Motifleri:
*
''Tragedya ilk olarak Aristotales tarafından Poetika'da (MÖ y. 335) ele alınır. Aristotales tragedyayı şöyle tanımlar: ''Belirli bir öneme sahip, ciddi ve kendi içinde tam bir olayın, çeşitli süslemeler içeren ve her bölüme farklı şekilde uygulanan bir dil yoluyla anlatımsal ama dramatik olmayan şekilde taklididir ve merhamet ile korku yoluyla bu gibi duygulardan arınmayı sağlar'' (Poetika, 6,2).'' (Sayfa: 101)

GÖRSEL: Gök kubbeyi taşıyan Herakles, Zeus Tapınağı'nın metopu, MÖ. y. 470-457, Olyimpia, Arkeoloji Müzesi. (Sayfa: 105)


BİLGİ VE HAKİKAT:
*
Gorgias: Epistemolojik Eleştiri
*
.. Felsefe tarihinde Gorgias, Parmenides'in var olma doktrinine getirdiği köklü eleştiriyle hatırlanır. Gorgias, Zenon'un Parmenides'i savunmasına izin veren mantık karşıtı argümanın (bir tezi savunmak için tam tersi tezin imkânsızlığını kanıtlamak) aynısından faydalanarak şunları kanıtlar:
*
(1) Ne var olma ne de var olma, hiçbir şey yoktur: Nitekim var olmaya birlik ve çoğulluk gibi birbiriyle çelişkili nitelikler atfedilebilir; ayrıca var olmayan şeylerin olmadıkları şeyler oldukları söylenebilir, dolayısıyla var olmayı var olmamaktan ayırt etmenin bütün yolları ortadan kalkmış olur.
*
(2) Gerçeklik var olsa bile onu anlamak mümkün değildir: düşünülen şeyler var olsaydı, uçan insan gibi sahte şeyler de var olurdu.
*
(3) Onu anlamak mümkün olsa bile başkalarına aktarılamaz, çünkü kelimeler şeyler değildir ve bir ismi söylemek o şeyi söylemekten farklıdır.
Böylelikle kendinde var olma, evren anlamında doğa ve epistemolojinin (yani bilginin bilimi) ve aktarılmasının ihtimali tartışmaya açılmış olur.
*
TANRILAR ÜZERİNE:
*
Dinsel Agnostisizm
*
Yunan çoktanrıcılığı köktenci değildir ve bir miktar düşünce özgürlüğüne izin verir. Ancak böyle olması, Sokrates'in ölüme mahkûm edilmesinin nedenlerinden birinin teolojik olmasına engel teşkil etmez. Dolayısıyla ''dinsizliğe'' gelince bir sınır söz konusudur ve belli ki birden fazla Sofist o sınırı aşmıştır. Nitekim Protagoras şöyle der: ''Tanrılar konusunda, olup olmadıklarını bilmeme imkân yok. Bilmemize mani olan bir çok engel söz konusu: bir yandan konunun müphemliği, diğer yandan insan hayatının kısalığı var'' (DK 80 B 4).
Protagoras bu agnostik tutumundan dolayı MÖ 430 civarında dinsizlikle suçlanıp yargılanır ve mahkeme sonucunda, gelenekler doğrultusunda sürgüne mahkûm edilir ve eserleri yok edilir. (Sayfa: 103-104)
*
Prodikos ve Kritias: Dinin İcadı:
*
Bir başka Sofist olan Prodikos'un bir eserinden geriye kalan bir fragmanda farklı ama yine pek ''ortodoks'' olmayan bir fikir ifade edilmiştir: ''Eskiler bize faydaları olmaları açısından güneşi, ayı, nehirleri, pınarları ve genel anlamda hayatımıza yararı dokunan her şeyi tanrı sayarlardı. Örneğin Mısırlılara göre Nil nehri bir tanrıydı. Bundan dolayı da ekmek Demeter sayılırdı, şarap da Dionysios'' (DK 84 B 5).
Atinalı Kritias da Prodikos'tan pek farklı değildir, çünkü bir eserinin bir fragmanına bakılırsa, dinin aracı olarak işlev gördüğü, önceki yasalar kötülerin adaletsizlikler yapmasına engel olmadığı görülünce güçlü insanlar tarafından bir kontrol aracı olarak icat edilip kullanıldığı apaçık bir şekilde görülür. ''Sonradan, yasalar insanların alenen adaletsiz davranışlarda bulunmasını engellediği, ama onları gizlice yapmasını engellemediği için, zeki ve bilge bir adam, insanlar için tanrı korkusunu yarattı ki kötüler de gizli eylemlerinden ve düşüncelerinden dolayı korkuya kapılsın'' (DK 88 B 25).'' (Sayfa: 104)

GÖRSEL: Tiran Peisis tratos tarafından Atina'da yaptırılan çeşmenin olası tasviri, MÖ 530, Madrid, Ulusal Arkeoloji Müzesi. (Sayfa: 113)

GÖRSEL: Üzerinde şehirden sürülmesi için oy verilen Hippokrates'in adı yazılı olan ostrakon, MÖ 480, A.c, Atinae, Attalos Stoa'sı, Agora Müzesi. (Sayfa: 115)
GÖRSEL: Sokrates, filozofun Lysippos tarafından yapılmış, Atina Pempeinunda yer alan heykelini resmettiği sanılan fresk, I. yüzyıl, Selçuk (Tükiye), Efes Müzesi. (Sayfa: 121)
SOKRATES, Carlotta Capuccino:
*
ATİNALI BİR İNSAN
*
Sokrates, Phytagoras'tan Epiktetos'a, Ammonios Sakkas'a ve elli yaşından önce bir şey yazmamış olan Plotinos'a kadar uzanan, hiçbir yazılı eser bırakmamış olan filozoflar geleneğinin bir üyesidir. İki tür felsefi agrafi (yani ''yazısızlık'') söz konusudur: Pythagoras'ınki gibi, kendi düşüncesini yaymak istemeyenlerin ezoterik veya dogmatik agrafisi ve yazının sözlü diyaloğun yerini almak açısından yetersiz olduğuna inananların diyalektik agrafisi. Bu ikinci agrafi türü Sokrates'le ortaya çıkmıştır ve Pyrrhon, Pitaneli Arkesilaos ve Karneades gibi kuşkucu filozoflar tarafından da uygulanmıştır.'' (Sayfa: 120)
*
Önemli Bir Şahsiyet:
*
''Sokrates sonradan, insan için en önemli şey olan iyiliğin arayışı hedefine yönelik olmadığı için doğa felsefesinden uzaklaşacaktır. Platon'un Phaidön'unda Sokrates şöyle der: ''Akıl yürütme sürecine (logos) sığınarak her şeyin hakikatini orada aramam gerektiğini anladım'' (99e).'' (Sayfa: 123)
*
HAYATI ÜZERİNE İNCELEMELER
*
Bilmediğini Bilme
*
MÖ 430 civarında Sokrates'in doğa felsefesinden uzaklaşmasına neden olan entelektüel krizi hızlandıracak bir olay gerçekleşir. Sokrates'in arkadaşı Khairephon'un sorguladığı Delphoi kâhini, Sokrates'ten daha bilge kimsenin olmadığını söyler ve Sokrates bu sözleri nasıl yorumlaması gerektiğini bilemez. Sokrates bilge olmadığının bilincindedir, ama aynı zamanda tanrıların yalan söylemeyeceğini, dolayısıyla kâhinin söylediklerinin doğru olmak zorunda olduğunu bilir. Pythia'nın gizemli cevabına bir anlam verebilmek için uzun bir araştırma yürütür ve Atina'da bilge gözüyle bakılan herkesi, siyasetçileri, şairleri ve zanaatkârları sorgularve kendinden daha bilge olacak birilerini arar. Bu arayış çeşitli insanların düşmanlığını kazanmasına neden olur, ama sonuçta bu gizemi çözmesini sağlar: Kehânetin asıl anlamı, hiçbir insanın bilge olmadığıdır. Tanrı Sokrates'ten, en bilge insanın onun gibi olmadığının, yani ''en önemli şeylerle'' (ta megista) ilgili hiçbir bilgi konusunda uzman olmadığının bilincinde olan kişi olduğunu söylemek için bir örnek olarak yararlanmıştır.
Dolayısıyla Sokrates'inki ''docta ignorantia''dır [öğrenilmiş cehalet], bilge olmayan, ama bilge olduğuna da inanmayan kişinin cehaletidir; ''insani bir bilgeliktir,'' yani (insani) bilginin (ilahi) bilgeliğin yanında hiçbir değerinin olmadığının bilincidir. Bu tabii ki Sokrates'in hiçbir şey bilmediği anlamına gelmez: Sokrates de herkes gibi sıradan şeyler konusunda bilgi sahibidir, örneğin genç Theaitetos'un Sounionlu Euphronios'un oğlu olduğunu bilir; çeşitli ahlâki kurallar arasında öreneğin adaletsiz davranmanın daima kötü bir şey olduğunu bilir. Hellenizm ve Roma döneminde Sokrates'in tavrı, sonradan bir klişeye dönüşecek olan ''bilmediğini bilme'' şeklinde paradoksal bir kalıp ifade olarak özetlenecekse de, antikçağa ait kaynakların hiçbirinde bu kalıp ifadeye yer verilmez. (Sayfa: 130-131)
*
FELSEFİ HAYATI:
*
''İnsanın kendi cehaletinin bilincinde olması, ''bilgelik sevgisi'' anlamında felsefenin zorunlu bir koşuludur, çünkü arzunun tüm biçimleri, arzulanan nesnenin eksikliğini gerektirir.'' (Sayfa: 131)
*
Dinsizlik Suçlamaları:
*
''Sokrates'e yöneltilen üç resmi suçlama, Atinalılar'ın Sokrates'in atopiasına en az yirmi yıldır beslediği tahammülsüzlüğün uzun olgunlaşma sürecinden doğar. Polisin tanrılarına inanmama (ateizm) suçlamasının ardında, Sokrates'in bir örtmeceye başvurarak ''tanrı'' diye tanımladığı Apollon'un kâhininden kaynaklanmış olan misyonunun ilahi yönünün ve özellikle Batı teolojisinde gerçekleştirdiği devrimin yanlış anlaşılması yatar.
Gregory Vlastos'un dediği gibi Sokrates, yaygın Yunan inancının tersine, tanrının temel niteliğinin iyi niyetli olmak olduğu ilkesini öne süren ilk filozoftur ve bu ilke Platon'un Devlet eserindeki eğitim reformunun temelini oluşturacaktır. Dolayısıyla Sokrates, diğer Yunanlarla aynı şekilde olmasa da, şehrin ve Yunanistan'ın tanrılarına inanır.'' (Sayfa: 132-133)


Sokrates'in Yargılanması:
*
''Demokrasiye dönüşe rağmen MÖ 399 yılının ilkbaharında Sokrates, muhtemelen zengin tüccar Anytos ile hatip Lykon'un arka çıktığı Atinalı bir şairin oğlu olan genç Meletos tarafından dava edilir. Bu grup, demokratik kültürün belli başlı temsilcilerinin, şairlerin, hatiplerin ve işadamlarının yıllar boyunca kibirlerini ve cehaletlerini ortaya döken Sokrates'e karşı biriktirdiği tahammülsüzlüğü ifade eder. Atina Devlet arşivi Metroon'da kayıt altına alınan metinde üç suçlama şöyle ifade edilmiştir:
''Pithos demosundan Meletos'un oğlu Meletos, Alopeke demosundan Sophroniskos'un oğlu Sokrates'e karşı bu suçlamayı getirmiş ve buna dair yenin etmiştir: Sokrates [1] şehrin tanığı tanrıları tanımamaktan ve [2] yeni tanrılar ortaya atmaktan suçludur, ayrıca [3] gençlerin ahlakını bozmaktan da suçludur. Ö*lüm cezası talep edilmiştir'' (Diogenes Laertios, II.40)
*
Mahkemenin sonucu herkes tarafından bilinir; kendi yöntemiyle kendini savunan Sokrates, 220'ye (veya 221'e) karşı 280 oyla suçlu bulunur ve alternatif bir ceza olarak, devlete sunduğu hizmetlerden dolayı geçim kaynaklarının devlet tarafından sağlanmasını ve arkadaşlarının desteğiyle 30 mina değerindebir ceza ödemeyi önermesine rağmen, yine 80 oy farkla ö*lüm cezasına çarptırılır. Bir ay boyunca Atina hapishanesinde Delos'tan gelecek kutsal gemiyi bekler, çünkü o dönmeden ö*lüm cezaları uygulanmazdı. Bu ay felsefe açısından çok önemlidir, çünkü hem Megaralı Eukleides'e, Platon'un Theaitetos eserini oluştıran anlatımları Sokrates'ten dinlemesi için fırsat verir, hem de hapishane Kriton ve Phaidon eserlerindeki sohbetlerin sahnesi haline gelir. Geminin Delos'tan dönüşünden bir gün sonra Sokrates yanındaki dostlarıyla vedalaşarak ze*hir içer ve MÖ 399'da Atinalıların iradesiyle ölür. Aristotales'in dediği gibi, böylece felsefeye karşı ilk suç işlenmiş olur.''
*
C.C. (Sayfa: 144-145)

Hippocrates Tıbbı ve Felsefesi, Valentina Gazzaniga:

GÖRSEL: Erkek heykeli Hippokrates olarak bilinir ama Asklepios'a benzeyecek şekilde tasvir edilmiş ünlü bir hekim olabilir. Kos'taki Roma dönemi odeion'dan, MÖ IV. yüzyıl, Kos, Arkeoloji Müzesi. (Sayfa: 158)

Ortak Temeller:
*
''Her şeyden önce, hastalığın oluşumunda tanrısal müdahalenin rol oynadığı fikri reddedilir; Kutsal Hastalık Üzerine adlı metinde epilepsinin tanrılar tarafından gönderilmiş bir hastalık olduğu fikri çürütülmüştür. İkinci olarak, sağlık ve hastalık ''tanrısal'' olgular olmadıklarına göre physis (doğa) bağlamında ele alınırlar.'' (Sayfa: 157)
*
Hippokratesçi Fizyoloji ve Patoloji: Salgı Sıvısı Kuramı:
*
''Vücut sıvılarıyla bu özellikler arasında, hayatın farklı yaşlarına ve farklı cinsiyetlere bağlı olarak dengeli bir ilişki söz konusudur. Sağlık bu denge haline, hastalıklar da bu denge halinin değişimine (metabole), yani bozulmasına (diskrasia) bağlıdır. Doğal dünyada insan bedeniyle aynı ilkelerden oluşan herhangi bir unsur (sıcak, soğuk, kuru ve yaş), ''açık bir sistem'' olan insan bedenine girip sağlık dengesini değişime uğratabilir.''
*
Klinik Yöntemin Temelinde Yatan Nedensellik:
*
''Dolayısıyla hastalık, çevreye veya rejime, yani hastanın hayat alışkanlıklarının bütününe bağlı bir ''neden''den kaynaklanan bir ''değişim''dir. Bu neden söz konusuysa, öngörülebilir olması da gereklidir. Dolayısıyla hekim hastalığın seyrini ''öngörebilir'', çünkü o hastalığın nereden kaynaklandığını anlamasına izin veren bir yönteme sahiptir.'' (Sayfa: 161)

NEDEN PLATON.?


''XX. yüzyılda yaşamış büyük filozof Alfred North Whitehead, Process and Reality [Süreç ve Gerçeklik] başlıklı eserinde şöyle demiştir: ''Avrupa felsefe geleneğinin en sorunsuz nitelemesi, Platon konusunda sayfanın kenarına yazılan bir dizi nottan ibaret olduğunu söylemektir.'' Platonculuğa çok bağlı bu filozof durumu çok da abartmış sayılmaz, çünkü sonuçta Platon'dan günümüze kadar uzanan felsefenin tamamı, Platon'un yaklaşımına karşı olduğu anlarda bile dolaylı olarak Platon'a atıfta bulunur. Başka bir deyişle Platon, istesek de istemesek de, hâlâ onun söylediklerini göz önüne almamıza neden olan bir dizi meseleyi ortaya koymuştur.
İşte bundan dolayı, özellikle de felsefe eğitimi almaya başlandığında Platon'u anlamak önemlidir: Burada önemli olan sadece kuramlarını anlamak değildir (Vegetti'nin metninde Platon'un eserlerinden kesin bir sistem elde etmenin ne kadar zor olduğu, birçok çelişkisini ve yazdığı dönemle bağlantılı olarak değişen görüşlerini de göz önüne almak gerektiği görülecektir), ortaya attığı soruların ve yüzyıllar boyunca çeşitli filozofların bu sorulara vermeye çalıştığı cevapların da bilincinde olmak gereklidir. Dolayısıyla Platon'un öğretilerini geç antikçağ yeni-Platonculuğunda, Aziz Augustinus'ta, ortaçağda bilgiyi nasıl edindiğimiz konusunda gerçekleşen tartışmalarda, Rönesans Platonculuğunda, Alman idealizminin filozoflarında ve birçok çağdaş mantıkçı ve bilim insanında da buluruz.
Platon'un ilk öğretisi felsefenin, tüm diğer vahiy temelli inançlardan farklı olarak, diyalog yoluyla ve fikirleri karşılaştırarak yapıldığıdır: Platon bir sofist değildir, yani hakikatin başkalarını ikna etmeye çalışanların durumuna ve sorunlarına göre farklılık gösterdiğine inanmaz ve diyalogları muhataplarının ruhundan belki de henüz anlamadığı, ama aslında başından beri bildiği şeyleri çıkarmayı amaçlar. Platon aynı zamanda bize felsefenin sadece kuramsal akıl yürütmelerle yapılmadığını (ki Parmenides gibi çok zorlu diyaloglarda müthiş akıl yürütmelerde bulunur), en ciddi felsefi meselelerden bazılarının bir mit veya bir anlatı yoluyla da açıklanabileceğini öğretir.'' (Sayfa: 167)
*
Platon, Mario Vegetti:
*
Sokrates'le Tanışma:
*
''Sokrates demagojinin egemen hale geldiği demokratik rejime karşıdır, ama Otuzların kanlı oligarşik deneyimine dahil olmayı da reddeder; bu tavrı, yukarıda da belirtildiği gibi, ailesinin bazı üyeleri dahil olsa da, genç Platon'un yeni hükümetten uzaklaşmasına neden olur.'' (Sayfa: 169)

GÖRSEL: Üzerinde SyraKousai tiranı Dionysios'un başı olan Yunan tetradrakhmon, MÖ y. 400, Berlin, Staatliche Museen.
(Sayfa: 171)

Sicilya'ya İlk Yolculuk
*
Sokrates'in mahkûmiyetinden sonra Platon Syrakousai'ye siyasi amaçlı üç yolculuk yapar. İlk yolculuğun (MÖ 388/337) amacı, Syrakousai'nin güçlü ve saygın tiranınYaşlı I. Dionysios'la temas kurmaktır. Platon, VII. Mektup'unda siyasetin maruz kaldığı illetin sadece iktidarın zirvesindeki bir değişimle iyileştirilebileceğinden artık emin olduğunu, bunun için iktidara ''filozofların'' (yani hem entelektüel hem de ahlaki erdemler açısından donanımlı seçkinleri veya felsefi düşünceye ikna olmuş idarecilerin gelmesi gerektiğini anlatır (bu da Devlet'in ana temasını oluşturacaktır). Platon'un Dionysios'a yaklaşımında böyle bir ''ikna'' işini aklından geçirmiş olması mümkünse de, kısa sürede hayal kırıklığına uğrayıp Atina'ya döndüğü anlaşılır. (Sayfa: 170)
*
ŞEHRİN VE RUHUN HASTALIĞI VE TEDAVİSİ:
*
''..Platon Devlet'in IV. kitabında, şehrin yoksullar ve zenginler olmak üzere, satranç tahtası gibi iki zıt alandan oluşmaya devam ettiğini yazar; yoksullar ve zenginler de belirli grupların ve aile klanların özel çıkarları temelinde kendi aralarında birçok bölüme ayrılmıştır.
Bu iki alan, Platon'a göre her ikisi de başarısızlığa uğramış olan iki ana rejim türü üretmiştir: Oligarşi ve demokrasi. Oligarşi zenginlerin sadece kendi servetlerini artırmak amacıyla, toplumun geri kalan kısmını yoksullaştırma pahasına oluşturdukları bir yönetim şeklidir.'' (Sayfa: 178)
*
Demokrasi Rejimine Eleştiriler
*
Atina'ya egemen olan demokrasi daha karmaşık, daha ciddi bir mesele teşkil eder. Platon'un Gorgias'ta sunduğu sert eleştirilere göre Atina demokrasisi, bu rejime özgü iki ana özelliği sergiler: Beceriksiz kitleler tarafından seçilmiş beceriksizlerden oluşan bir yönetim ve kaçınılmaz olarak demagojik bir tıkanma. Bedenin hastalanması durumunda kim meslekten bir hekim yerine, tedavi için oylamaya başvurur.? Bu durumda çok daha zor olan şehrin tedavisi neden siyaset sanatı konusunda hiçbir şey bilmeyen halk meclisinin çoğunluğuna bırakılır.? Bu durum yönetenler ile yönetilenler arasında demagojik bir ilişkinin oluşmasına neden olur. Yönetilenlerin onayına ihtiyacı olan yönetenler, seçmenleri şehrin ve üyelerinin hakiki ve uzun vadeli çıkarlarına yönlendirmek yerine, onlara yaltaklanarak, en çok arzuladıkları şeyler toplumun geneli için zararlı olsa bile onları vaat ederler. Çocuklardan oluşan bir jürinin karşısına, lezzetli ikramlarıyla bir pastacı ile pastacının neden olduğu zararları gideren acı ilacı yazacak bir hekim çıkacak olsa, jüri kime oy verecektir.? Dolayısıyla Platon'a göre demokratik kitle çocuksudur, onu temsil eden yöneticiler de demagogdur ve ahlaksızdır, iktidarlarının onayını ''halk''tan almak için onu sözleriyle pohpohlarlar.'' (Sayfa: 178-179)
*
Rasyonel Kısım ile İrrasyonel Kısım Arasındaki Dengesizlik:
*
''Ruhun rasyonel kısmının, hem kendi içinde hem de şehirde kendini kabul ettirebilmek için diğer kısımları idare etmesini ve davranışın motivasyon merkezleri arasında ahenkli bir uzlaşma dayatmasını sağlayacak dış bir desteğe ihtiyacı vardır; bunun için saldırgan kısmın enerjisini aklın hizmetine vermek, onu toplumsal açıdan olumlu hedeflere yönlendirmek ve arzu dürtülerini kontrol altına alarak özellikle erosu cinsel tatmin arzusundan bilgi, adalet ve ideal güzellik sevgisine dönüştürmek gereklidir. Böyle bir şey ancak bireysel akla dışarıdan deste olunarak gerçekleştirilebilir ve böyle bir yardım ancak adil bir siyasi toplumdan ve üyelerinin eğitim veya rasyonel ve ahlaki açıdan baştan eğitim alanında göstereceği çabadan kaynaklanabilir. Peki ama aklını kullanamayan ve ahlaksız bireylerin, toplumları kendi suretlerinde ve kendi benzerleri olarak yarattığı ve bu toplumların ahlaksız ve akılsız davranışları gerekçelendirip teşvik ettiği kısırdöngüleri nasıl kırmalı.? İktidar ve zenginlik elde etme amaçlı rekabet, iktidarın, bireysel çıkarların hizmetinde kullanılması ve adaletsizliğin yetenekle karıştırılıp, başarıyla ödüllendirilmesi gibi umumi gösteriler, bireyde ruhun akıldışı unsurlarının baskın olmasını pekiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.'' (Sayfa: 183)
*
Oikosun Ortadan Kaldırılması:
*
''Yeni rejimde gerçekleştirilmesi gereken ilk reform, iktidarı toplumsal çıkarların yerine bireysel çıkarların hizmetinde kullanmaya iten faktörleri toplumsal hayattan söküp atmaktır. Dolayısıyla (en azından yöneticiler açısından) bireysel mülkiyetin ve aile bağlarının lağvedilmesi gereklidir..'' (Sayfa: 183)
*
Deneysel Dünya:
*
''Deneysel dünyanın var olmadığı söylenemez, ama onun varoluş şekli, değişkenlik ve istikrarsızlıktır. Dünyadaki şeyler hiçbir zaman aynı kalmazlar, çünkü zaman içinde değişime uğrarlar ve özellikleri göreceli olmak zorundadır; dolayısıyla bu şeyler hakkında elde edeceğimiz bilgiler aynı derecede istikrarsız, muğlak ve algı ile nitelemenin özelliğine bağlıdır.'' (Sayfa: 190)


GÖRSEL: Üzerinde SyraKousai tiranı Dionysios'un başı olan Yunan tetradrakhmon, MÖ y. 400, Berlin, Staatliche Museen. (Sayfa: 171)


''Burada ruh, iki atın çektiği bir araba olarak tasvir edilmiştir; arabacı, rasyonel ilkeyi, gökyüzüne doğru bir seyir izleyen beyaz at, heyecanı; aşağıya doğru eğilim gösteren siyah at ise bedensellikle bağlantılı cinsel arzuları temsil eder.'' (Sayfa: 205)


Platon'un Okulu: Akademeia, Enrico Berti
*
Akademeia, Platon'un Akademos (veya Hekademos) adlı bir kahramana adanan bir gymnasion [spor salonu] içerisinde kurduğu ve adını ondan alan okuldur, ''akademeia'' terimi zaman içinde yüksek eğitim alanında faaliyet gösteren kamusal kurumlar için kullanılmaya başlanmıştır. Platon bu okulu Sokrates'in ölümünden sonra çıktığı yolculuklardan ve özellikle MÖ 388-387 arasında, Syrakousai tiranı Yaşlı Dionysios'u adil bir yönetici olmaya ikna etmek için bu şehre gittikten, buradan kovulup köle olarak satıldıktan sonra kurar. Dolayısıyla Akademeia'nın MÖ 387 civarında kurulduğunu ve Platon'un amacının, Devlet'te kendisinin de belirttiği gibi, siyasetçilere felsefi anlamda eğitim vermek olduğunu varsayabiliriz. Okulun içinde bulunduğu gymnasion Atina şehrinin surlarının dışında yer alır. (Sayfa: 208-209)
*
Felsefi Bilgi Şekli Olarak Yazı, Mario Vegetti:
*
Felsefi Yazı
*
Her şeyden önce yazı meselesi söz konusudur. Platon felsefenin bir öğreti bütününden değil, bir düşünce ve yaşama biçiminden oluştuğuna inandığı için, Phaidros'ta yazının felsefeyi ifade etmek açısından yetersiz kaldığını, çünkü içeriğini sabitleyip kaskatı hale getirdiğini, bu içeriğin sadece karşıt tezleri çürüten ve tartışan insanlar arasındaki canlı bir diyalog yoluyla şekillenebileceğini yazmıştır. Öte yandan yazı, hocanın ve muhataplarının söylemlerinin anısının, gelecek kuşakların eğitimine yönelik olarak muhafaza edilebilmesi için gereklidir (Yasalar, VII. 811e). Dolayısıyla canlı konuşmaların sanatsal taklidi şeklinde diyalog yazmak, felsefi yazıyı felsefenin ruhunu taklit etme suçlamasından en azından kısmen tenzil edebilecek tek yöntemdir. (Sayfa: 230)

NEDEN ARİSTOTALES.?


''Klişelerden öğrenebildiğimiz bir şey varsa o da Dante'nin neredeyse on altı yüzyıl aradan sonra Aristotales'i ''bilginlerin en bilgini'' olarak tanımlamasının filozof denince akla gelen Aristotales'in şöhretinin ne kadar geniş ve uzun ömürlü olduğunu gösterdiğidir. Aristotales'in etkisinin ortaçağdan sonra da devam ettiğini ve modern ile çağdaş felsefe üzerinde de birçok açıdan hissedildiğini unutmamak gerekir. Bir anlamda felsefe yapmak için ya Aristotales'ten hareket etmek gereklidir, ya da en azından her yerde kendini gösteren varlığını görmezden gelmeye imkân yoktur; göreceğiz üzere günümüzde de, bazen kendini Aristotalesçi ilan etmeyen veya bu mirasın farkında bile olmayanlar tarafından kullanılan birçok felsefe terimi Aristotales'ten devralınmıştır.
Müritleri Peripatetik bir okulu canlı tutmaya devam ederlerse de, Aristotales'in etkisi Stoacılar gibi kendinden sonraki önemli yazarlar üzerinde fazla etkili olmaz, ama MÖ I. yüzyıldan itibaren yazıları Rodoslu Andronikos sayesinde yeniden ortaya çıkar. Ondan sonra da yavaş yavaş Arap düşüncesini beslerler ve Arap düşünürlerin etkisiyle Hıristiyan Batıya dönerler; tözsel dönüşümün, yani ekmek ile şarabın İsa'nın bedenine dönüşmesinin teolojik temelinde Aristotales'in töz kavramının yer aldığını düşünmek yeterli olacaktır.'' (Sayfa: 237)
*
MANTIK VE DİYALEKTİK


1. GÖRSEL: Bir süvari, muhtemelen Büyük İskender, MÖ IV. yüzyıl, Pella, Arkeoloji Müzesi. (Sayfa: 240)
*
2 GÖRSEL: Dionysios'un büstü ile evrenin simgesi yumurta ve Güneş'İn habercisi horoz, MÖ y.350, Londra, British Museum. (Sayfa: 244)

Aristotales mantığın, yani sözle (logos) ifade edilen düşüncenin yasalarını inceleyen bilimin mucidi sayılır. Aristotales'in geleneksel olarak Organon, yani mantığın çeşitli bilimlerin yararlandığı bir alet olduğu düşüncesiyle ''alet'' adı altında toplanan eserlerinde sunduğu öğretiye bu ad verilir. (Sayfa: 241)
*
Tözün Bilimi
*
Töz, çeşitli nedenlerle diğer kategorilere göre birincildir: (1) olmak bakımından birincildir, çünkü diğer kategorilerdeki varlıkların hiçbiri tözden ayrı olarak, bir töze içkin olmadan var olamaz; (2) kavram bakımından birincildir, çünkü diğer kategorilerdeki varlıkların tanımı daima töze atıf içerir; (3) bilgi bakımından da birincildir, çünkü bir varlığın hakiki bilgisi, rastlantılardan da önce, tözünün bilgisi anlamına gelir. Dolayısıyla ilk felsefe veya olmanın bilimi temelde tözün bilimidir ve felsefenin daima kendi kendine sorduğu ''varlık nedir.?'' sorusu -Aristotales'e göre- bundan sonra ''töz nedir'' şeklinde sorulmalıdır. (Sayfa: 259)
*
Hareketsiz Hareket Ettirici:
*
''..tüm diğer varlıklar gibi gökyüzünün de nihai amacı kendi iyiliğidir ve bunu kendi etrafında dönüş şeklindeki tek hareketle gerçekleştirir. Tüm diğer varlıkların nihai sebebi, kendi biçimlerinin tam olarak gerçekleşmesidir, dolayısıyla ilk nihai sebep, herkes için aynı ve eşsiz değildir.'' (Sayfa: 262)
*
Siyaset Bilimi:
*
''Aristotales'e göre hem bireyin hem de şehrin en üstün iyiliği mutluluktur (eudaimonia), mutluluk da insanın kendine özgü yetenekleri mümkün olabilecek en iyi şekilde icra etmesi, yani erdem (arete) veya mükemmelliktir. İnsan sadece zihne (dianoia) değil, en iyi şekilde uygulanmaya alışılınca karakteri (ethos) oluşturan yeteneklere de sahip olduğundan, erdemleri zihinsel (zihnin mükemmelliği) ve ahlakidir (karakterin mükemmelliği).'' (Sayfa: 264)
*
Mutluluk:
*
''Aristotales'e göre mutluluk, asıl ''kuramsal bir hayat''tır, yani araştırmaya, incelemelere ve gayesi bilgi olan faaliyetlere adanmış bir hayattır. Bu tür bir hayat kendi kendinin gayesidir, kendine yeterlidir ve tanrıların hayatına benzer.'' (Sayfa: 265)
*
Aristotales'in Felsefesinin Gördüğü İlgi:
*
''Aristotales İslam âleminde de büyük önem taşır: VII. yüzyılda yazıları ilk defa Arapçaya tercüme edilmeye başlanır çünkü Müslümanlar Aristotales'in eserlerinin tektanrıcı dini desteklediğine inanırlar. Aristotales'in felsefesinden alınan ilhamla Arapça sayısız eser ortaya çıkar; en önemlileri arasında El-Farabi (IX-X. yüzyıl), İbn Sina (X-XI. yüzyıl) ve İbn Rüşd'ü (XII. yüzyıl) sayabiliriz.'' (Sayfa: 269)
*
ARİSTOTALES'İN OKULU, LYKEİON, Claudia Macerola ve Federico Minzoni:
*
Halka Açık Dersler:
*
''..Peripatos'un araştırmaları, Aristotales'in tarif ettiği deneysel yöntem doğrultusunda yürütülür: Araştırmalar, olguların deneysel gözlem yoluyla dikkatli bir şekilde toplanıp sınıflandırılmasını, kitap ve bilgilerin derlenmesini, çeşitli alanlardaki uzmanların sorgulanmasını temel alır. Olguların sebepleri, sadece temel bu kadar sağlam olduğu taktirde, ortak tartışmalar ve daha önceki filozofların görüşleriyle kıyaslamalar yoluyla araştırılabilir.'' (Sayfa: 290)

Bedrettin Cömert - Giotto'nun Sanatı


ÖNSÖZ, 1977

*
Elinizdeki bu kitap, sevgili hocam Suut Kemal Yetkin'in kılavuzluğunda, Mayıs 1974'te Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümünde ikinci doktora tezi olarak hazırlanmış bir araştırmanın, kimi değişikliklerle genel niteliğe büründürülmüş biçimidir.
Aradan üç yıl geçti. Yine de çalışmamın yapısında önemli değişiklikler yapmadım. Üç yıl sonra eklenecek bir şey bulamadığım için mi.? Elbette hayır. Bugün, bırakın eklenebilecek yeni bilgi ve deneyleri, aynı şeyleri bile yeniden yazmaya kalksam, tümden değişik yazardım. Kaldı ki bu üç yıl içinde, sanat görüşümde, çok önemli ayrıntılarda hem gelişme hem olgunlaşma oldu. Boşa geçirilmeyen zaman, insana yeni gözler, yeni duyargalar takıyor. Ben de elbette, bugün aynı resim yapıtlarına yeniden yaklaştığımda, daha bilinçli bir duygulanmayla hazırlanıyorum; daha dikkatli değerlendirme ölçütleriyle, gördüklerimi ve duyumsadıklarımı içimin tarihine oturtuyorum.
Ne var ki, insanın ömrünü, tek bir çalışmayı, saplantılı bir tutkunlukla yetkinleştirmeye adaması da doğal değil. Bu sözlerimle yetkinleştirme çaba ve sürecini azımsadığım sanılmasın. Tam tersine. Düşünce adamının ulaşmayı özlediği yetkinlik, ayrıntı yetkinliği değil; hedefe her varışta (ya da varıldığı sanısına kapılışta), yeni susamışlıklar, yeni atılımlar getiren bir gelişme, bir olgunlaşma ve varsıllaşma çabasıdır. Bu yüzden kişinin her dönemi, hem kendi içinde, hem de tüm yaşamı boyunca yaptıklarıyla karşılaştırılmalı olarak değerlendirilmeli. Hem sonra, istediğince eleştirilmeye elverişli olsun, her çalışma bir yapıdır, örgensel bir bütündür. Tıpkı şiirde olduğu gibi. Belirli sözcüklerle oluşturduğunuz bir dizeyi, sözcüklerin eş anlamlarıyla bile yeniden kurmaya kalktığınızda, ortada ne şiir ne de dize kalır. Bilimsel bir çalışma da yapısını kendisi getirir. Oluşturulduktan sonra, aşağı yukarı o yapıda vardır. Onu başka bir yapıya zorlarsanız, içeriğini de değiştirir; giderek başka bir kimliğe bürünür.
Bu kitap, özde üç yıl öncesinin bir araştırmasının ürünü olmasına karşılık, şu düşünceleri dile getirmekten de kendimi alamadım:
Nerdeyse kemikleşmiş bir önyargıdır bizde. Batı sanatı üzerine pek çalışılmaz. Çalışanlara da öyle iyi gözle bakılmaz. Hele de Giotto, Leonardo, Michelangelo, Caravaggio vb. sanatçılar söz konusuysa yandınız demektir. Çünkü, yaygın ama yanlış bir kanıya göre bu devler üzerine zaten her şey söylenmiştir. Geriye söylenecek bir şey kalmadığına göre, ne gereği var bu büyükler üzerine eğilmenin.! Yapacağınız şey nasıl olsa özgün olmayacak. Ancak bir betimleme, bir aktarma, olacak.
Bu kanıya içtenlikle yanlış diyorum. Diyorum ki, batıyı ancak onu içinden tanıyarak, onu kendi yetişim özelliklerimize göre yeni yorum ölçütlerine vurarak gereğince anlayabiliriz. Batıyı anlamak, batının sanat ve düşüncesini edilgince ve batılının gözlükleriyle öğrenip kendimize yararlı kılmak değildir yalnızca. Batıyı anlamak, onu kendi ulusal kişiliğimize göre yorumlamayı, eleştirmeyi de getirir eşliğinde.
Hem niçin sanat yapıtları, yüzyıllar sonra, bırakın başka ulusları, aynı ulusun kuşaklarına bile değişik görünür.? Niçin her kuşak, sanat yapıtını, o âna dek görülmedik bir yönden yorumlayarak, kendi eleştiri anlayışını, kendi duyarlık ve düşünce çizgisini getirir.? Niçin sanat yapıtı dediğimiz şey, sonsuz sayıda ve çeşitlilikte yoruma karşın, tükenmez bir haz kaynağı olmakta direnir.? Öyleyse niçin bir Türk bilimadamının Giotto'ya, Dante'ye, Tolstoy'a, Eliot'a, Baudelaire'e ilişkin kendi sözü olmasın.? Bu büyükler üzerinde her şey söylendi diye (ki hiçbir zaman sanat yapıtı üzerine her şey söylenmiş olmayacaktır), o şeyleri söyleyenlerin gözlüğünü mi takacağız hep.? O zaman bilimden, bilimsel çalışmadan, özgür düşünceden, özgün duyarlıktan söz edilebilir mi.? O zaman öykünme alışkanlığına kendimizi elimizle tutsak etmiş olmaz mıyız.? Özgünlük, ne titiz öykünme, ne de yoktan var etmedir, özgünlük, insanın eyleminde kendisi oluşudur.
Eski sözcükle demek gerekirse, yalnızca ''kitabî'' bir çalışma değildir bu. Giotto'nun hemen tüm yapıtları, bu yapıtların bulundukları İtalyan kentleri olan Assisi, Padova ve Floransa'da doğrudan doğruya yapıtlarla karşı karşıya gelinerek yerinde incelenmiş, hatta çalışmanın kaburgası yapıtların karşısında yazılmıştır. Yerinde inceledik derken, yalnızca duyarlığımızla yetinip, duygularımızın o yapıtlar karşısındaki devinimini dile getirdik demek istemiyoruz. Duyarlığımız; taze izlenimlerini, diri tepkilerini köreltmeden, o âna dek geliştirdiğimiz bilgi ve eleştiri birikimiyle sürekli ama güdüsel olarak denetim altındaydı. Bilinçle duymaya çalıştık; bilgilerimizi duyarlığın eşliğinde hep diri ve işler tutmaya çaba gösterdik. Bu deneyimiz bize, yabancı din ve kültür geleneklerinin nasıl özümlenerek özgün bir dağarcık haline getirilebileceğini de gösterdi. Ne Aziz Francesco'ya, ne Meryem Ana'ya, ne de İsa'ya o kiliseleri her gün dolaşan birçok Hıristiyanın yaptığı gibi eleştirisiz bir hayranlıkla veya gözü kapalı bir yadsıyıcılıkla baktık. İlkin eylemlerinin anlamlarını kavramaya çalıştık; sonra onları ekonomik ve toplumsal insanın dışında insan olamaz ilkesiyle şu yeryüzüne indirgedik; daha sonra da bu kutsal kişilerin Giotto'nun sanatında nasıl yansıdıklarını, her şeyden önce ''biçim'', ''üslup'' merceğinden bakarak bulgulamaya çalıştık. Bu işi yaparken de, bu konuda sözü dinlenen Giotto uzmanlarına sürekli kulak verdik. Onların yargılarını ilgili sanat yapıtlarıyla karşılaştırarak doğrulama sınavına soktuk; aynı zamanda da kendi görüş açımızı ve yargımızı geliştirdik. Ama hiçbir zaman Anadolulu oluşumuzu unutmadık. Balıkçı, Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat ustaların uygarlık yorumlarını hep baş ilke yaptık ve şöyle dedik: Nasıl olur da bu Anadolu'nun, bunca yüzyıllık bir geçmişin tarihsel ve sanatsal bir ürünü olan bizler, batıyı kendi gözümüzle göremeyiz.?
İşte, elimizden geldiğince, Giotto'yu kendi gözümüzle, Anadolulu duyarlığımızla, Türkiye'nin toplum yapısının içimizdeki zorunlu yansımasıyla anlayıp anlatmaya çalıştık.
Giotto, batı resim tarihinin önemli bir dönüm noktasıdır. Gerek insanlık ve tarih görüşü, gerekse resimsel biçim ve üslup bakımından Ortaçağın ayaklarını yere bastıran ilk devrimcidir. Giotto, yalnızca resim tarihi açısından bilinmesi gereken ''müzelik'' bir tarih halkası değil, her çağın insanına yepyeni bildiriler sunup çok boyutlu ufuklar açan bir üslup ve insanlık serüvenidir. Bu sözlerimizin bir abartma olmadığını, gidip en ünlü sanat tarihçilerinin ağzından öğrenmeye gereklilik de yoktur. Asisi'de yukarı S. Francesco Kilisiesi'ndeki Aziz Francesco freskolarıyla; Padova'da Arena kiliseciğinin duvarlarını ölümsüz bir çağdaşlığa yücelten Anna, Meryem ve İsa öyküleriyle veya Floransa'da Santa Croce Kilisesi'nin iki küçük şapelini solgun bir duygulanım dünyası yapan yapıtlarla karşı karşıya gelmek ne denli yeni ve çağcıl bir ressamla tanışma mutluluğuna erdiğimizi kanıtlamaya yeter.
Kitabın sonunda bir Katalog bölümü bulacaksınız. Giotto'nun olduğu genellikle kabul edilen tüm resim yapıtlarının tam çizelgesini içeren bu Katalog, bir yapıt adları sıralaması değildir. Bu bölümün hazırlanmasında yalnızca yapıtın adı, bulunduğu yer, yapılış tarihi, boyutları, korunma durumuyla yetinilmemiş; her bir yapıtın ikonografik kaynağı araştırılmış, birinci elden açıklayıcı bilgiler verilmiş, bu bilgilerin doğruluk denetiminin sağlanması için kaynağın adı ve dize (ya da satır) sayısı konulmuş, yerinde yapılan gözlemler eklenmiş, böylece, yapıtın estetik yorumu için gerekli tüm veriler biraraya getirilmiştir. Bu nedenle, metinde çözümlemeye çalıştığımız her yapıt için ilkin Katalog'a bakılması yararlıdır, çünkü Katalog'da verilen bilgiler metinde yinelenmemiştir.
Bu Katalog çalışması bir konuyu daha dilimizde sağlam bir düzene sokmamıza olanak vermiştir. Musevi ve Hıristiyan geleneklerine ilişkin ikonografi terimleri, bizde her yazarca değişik biçimde kullanılmakta, hatta çoğu zaman yabancı terimin Frenk ağzıyla Türkçeleştirilmesi yeğ tutulmaktadır. Bu çalışmada, adı geçen terimlerin Türkçe karşılıkları, biçimsel bir çeviri yöntemiyle değil, kaynakların özüne uygun bir anlayışla Türkçeleştirilmiştir. Dolayısıyla Katalog bölümü, aynı zamanda bir terim sözlüğü görevini yerine getirmektedir.
Kutsal Kitaplara ilişkin terim ve anlatımda, dilimizdeki kaynaklardan yararlanılmış olmasına karşın, kullandığımız Türkçe ve anlatım, güzel dilimizin beğenisine göre düzenlenmiştir.
Kılavuzluğunu sonsuz bir bilimsel özgürlükle çakıştırmasını bilen hocam Suut Kemal Yetkin'in yüreklendirmeleri böyle bir çalışmanın doğmasında başlıca etken olmuştur.
Bu çalışmanın Hacettepe Üniversitesi yayını olarak basımına olanak sağlayan Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi Yayın Kurulunun sayın üyeleriyle Fakülte Yönetim Kuruluna teşekkür ederim.
*
BEDRETTİN CÖMERT
Hacettepe Üniversitesi
Beytepe, Mayıs 1977 (Sayfa: 11-14)


Giotto'nun Yaşam Öyküsü:
*
''Giotto'nun yaklaşık 1280-1290 yılları arasında, Cimabue'nin yanında çırak olarak çalıştığını hemen bütün sanat tarihçileri kabul ediyor. Bu konuda Vasari, biraz abartmalı olarak şöyle diyor:
''..Giotto on yaşlarındaydı. Henüz çocuk olmasına karşın, olağanüstü bir zekâsı bulunduğunu gösteriyordu. Bu özellik onu, hem babasının hem de başkalarının gözünde sevimli kılıyordu. Bondone, oğluna, otlatsın diye birkaç da koyun vermişti. Giotto, koyunları otlatırken, resme karşı olan doğal eğilimin itkisiyle, taşların üzerine veya yere, durmadan bir şeyler çiziyordu. Birgün Cimabue, bir iş için, Floransa'dan Vespignano'ya giderken, yolda Giotto'ya rastladı. Onu, düzgün bir taşın üstüne, bir kömür parçasıyla bir koyun resmi çizerken gördü. Bunun üzerine çocuğa, yanına çırak girmeyi isteyip istemediğini sordu. Giotto, Babası razı olduğu taktirde, bu öneriyi severek kabul edeceğini söyledi. Cimabue, çocuğun babası Bondone'ye durumu iletti. Bondone, Cimabue'nin Giotto'yu Floransa'ya çırak olarak götürmesine izin verdi..'' (Vasari, s. 299-300)
Divina Commedia'nın adı bilinmeyen açımlayıcısının yaklaşık 1395'te verdiği bir bilgiye göre, Giotto, önce bir süre çıraklık yapmış, ama aynı zamanda Cimabue'nin dükkânına devam etmekten de geri kalmamıştır. (Baccheschi, s. 83)
Bu durumda, Giotto'nun, Cimabue'nin yanında çalışmaya başlaması Vasari'nin anlattığı gibi öyle çarçabuk olmamış, oğlunun resme eğilimini gören babası Bondone, onu yün işlerinden alarak temelli Cimabue'nin yanına vermiştir.'' (Sayfa: 18)


GIOTTO ASSİSİ'DE:
*
Kutsal Kitap Öyküleri: Giotto'nun olduğu genellikle kabul edilen Kutsal Kitap öyküleri, girişten birinci ve ikinci bölmelerin sağında ve solunda bulunanlardır. Bu öyküler, Resim 4'teki sıralamaya göre şunlardır:
*
A. ESKİ AHİT ÖYKÜLERİ (sağda):
1. Yakup'un İlkoğulluk Hakkını Alışı
2. İshak'ın Esav'ı Geri Çevirişi
3. Yusuf'un Satılması
4. Benyamin'in Torbasında Kadehin Bulunması
5. Habil'in Öldürülüşü
*
B. YENİ AHİT ÖYKÜLERİ (solda):
7. İsa Golgota Yolunda
8. İsa'nın Vaftiz Edilişi
9. İsa Din Bilginleriyle
10. Ölü İsa'ya Ağıt
11. İsa'nın Dirilişi ve giriş duvarının içinde
12. Pentikost
13. İsa'nın Göğe Yükselişi (Sayfa: 27)

Resim 12: GİOTTO: Aziz Francesco'nun Yükselişi, Assisi,yukarı kilise. (Sayfa: 36)

San Francesco d' Assisi'nin yaşamı ve öğretisi:
*
''1182 yılında, İtalya'nın Umbria bölgesinin Asisi kentinde doğan Francesco'nun babası Pietro Bernardoni, o zamanın olanaklarına göre zengin sayılırdı. Hem manifatura dükkânı işletir, hem toptancılık yapar, bu amaçla da Fransa'nın büyük pazarlarına mal almaya giderdi. Bütün Bernardoni ailesi, dikkânda aile başkanına yardımcı olurdu.'' (Sayfa: 43)
*
24 Şubat 1209'da, Santa Maria Degli Angeli Kilisesi'nde, dinsel töreni dinliyordu. İncilin kimi sözlerinin etkisinde kaldı. Bu sözlerde yoksulluğun övgüsü yapılıyordu. Emekçi kimse, besinini, kendisi çalışıp kazanır, deniyordu. Artık yolunu bulmuştu Francesco. Mutlak yoksulluk anlayışına ulaşmıştı zaten. Birikmiş parayla değil, kendi emeğiyle günbegün yaşama ilkesini ise her gün uyguluyordu. Şimdi kesinlikle öğrendiği şu olmuştu: Sürdüğü bu yaşam türü, İsa'nın ilk gerçek izleyicileri için istediği bir yoldu.
Bugün adı Santa Chiara olan, San Giorgio meydanında vaaz vermeye başladı. Asisi'liler, Pietro Bernardoni'nin oğlunu dinlemeye gittiklerinde gördüler ki, bu vaiz, öyle alışılmış vaizlerden değildi. Zorla değil esinle, yüreğinden geldiği gibi, içi nasıl buyuruyorsa öyle konuşuyordu. Karışık, anlaşılmaz sözler etmiyordu; dediğini doğrudan doğruya, olduğu gibi diyordu. Açık ve etkili sözlerle en derin şeyleri anlatmasını biliyordu. Kısaca, dediği her şeyi ete kemiğe büründürüyordu. Bu konuşma, öylesine özgün ve yaratı ürünüydü ki, bittikten sonra yinelenmesi olanaksızdı, çünkü yalnızca esinle vardı.
İnsanlar günahlarından pişman olmalıydılar; yaptıkları kötülükleri onarmalıydılar; özellikle haksız yere aldıklarını geri vermeliydiler ve yaşantılarını değiştirmeliydiler. Bu değişiklik, kişinin bütün uğraşını bırakıp dünyadan çekilmesi anlamına gelmiyordu. Bu, ahlaksal bir değişiklikti, insanlar, her günkü yaşamlarında, Tanrı'nın buyruklarını yerine getirmekle sağlayabilirlerdi bunu. İnsanlar ayrıca bağışlayıcı olmalıydılar. Pişman olup dua etmenin amacı, Tanrı'yla barışmak, onun bağışını elde etmek değil miydi.? Ama Tanrı, ancak bağışlayan kimseyi bağışlayabilirdi. Böylece, karşılıklı bağışlama sonucu, kardeşlik barış doğacaktı.
Dedikleriyle yaptıkları tamı tamına uyan ve çakışan bu adamın yaşamını özleyenler oldu. Bernardo adında zengin bir Assisi'li her şeyini terkedip ona katıldı. Peşinden yasa adamı Pietro Cattani, onun peşinden de Egidio geldi.
Topluluk gittikçe büyüyordu. Rivotorto'daki küçük bir kulübeyi sığınak yapmışlardı; Santa Maria Kilisesi'ne ise duaya gidiyorlardı. Tarlada veya evlerde, nerede iş bulurlarsa orada çalışıyorlardı. Karşılığında yalnızca karınlarını doyuruyorlar ve cüzzamlılara hizmet ediyorlardı, iş bulamadıkları zaman, gerek kendileri, gerekse cüzzamlılar adına el açıyorlardı.
Topluluğa katılmalar arttıkça, Assisi'de homurdanmalar da başlamıştı. Kentin kilise adamları o ana dek ne düşmanlık ne de aşırı bir dostluk göstermişlerdi Francesco'ya. Dokunmuyorlardı ona; bu da yetiyordu Francesco'ya. Fakat piskopos, tatlı dille de olsa endişesini belirtmekten kaçınmadı. Francesco anladı ki, bu yaşam biçimini sürdürmek için kilise yetkililerinden izin gerekti. Papadan, İncilin gösterdiği yolda yaşamak için izin istemeye karar verdi. Bunun için de bu yaşamın başlıca ilkelerini kâğıda dökmek zorunda kaldı. Böylece topluluğun ilk yönetmeliği saptanmış oldu.
Az ve öz yazmıştı. İncilin gösterdiği gibi yaşamak istediklerinin ve şu üç sözü kendilerine ilke yaptıklarını söylüyordu: ''Yetkin olmak istersen, varını yoğunu yoksullara ver''; ''Yoktan bir şey alma''; ''Cebinde altın, gümüş ve para olmasın; ne heyben, ne birden fazla giysin, ne de bastonun bulunsun''. Para, ne iş karşılığı ne de yardım olarak kabul edilecekti. Ne tek tek, ne de toplu halde, hiçbir şeye sahip olunmayacaktı. Kaldıkları yer bile kendilerinin olmayacaktı. Manastır veya başka tür bir konuttan söz edilmiyordu. Değişik yerlerde ve başkasının evinde, o da yalnız hizmet etmek için yaşayacaklardı. Kimseye direnç göstermeyeceklerdi. Katolik inanç ve buyruğa göre yaşayacaklar, Papa İnnocenzo'ya ve onu izleyecek papalara saygı ve bağlılık göstereceklerdi.
1210 yılının baharında, hepsi birlikte, Roma'ya gitti. Papa III. Innecenzo, Francesco'yu dinledikten sonra, onu ve arkadaşlarını takdis etti; seçtikleri yaşam biçimini sürdürmeye, halka vaaz vermeye yetkili kıldı onları.
Topluluk gittikçe genişliyordu, İtalya dışındaki kimi Avrupa ülkelerine de yayılıyordu. Yayıldıkça da topluluğu yönetmek güçleşiyor ve birçok iç ve dış sorunlar çıkıyordu. İzleyicilerin sayısı arttıkça, kentlerde de eylem gösterme zorunluluğu ortaya çıkınca, yersiz yurtsuz yaşayış ilkelerini uygulamak güçleşiyordu. Sonra, içtenlikle inanmışların yanında, çeşitli çıkarları uğruna topluluğa katılan, her tabakadan insan vardı.
Asıl önemli olan, Assisi'li Yoksullar topluluğuyla kilise arasında doğan yeni ilişkilerdi. Kilise, topluluğun kesin bir sıkıdüzen içine sokulmasını, yani kısaca, Assisi'li Yoksullar'ın öteki dinsel akımlar gibi resmî bir tarikat haline gelmesini istiyordu. Bu ilişkileri düzenlemede, Francesco'ya, papalık temsilcisi kardinal Ugolino Conti aracılık etti. Ugolino'ya göre, Francesco'ya bir yandan yardım etmek ve onu savunmak, öte yandan da onu denetlemek ve ılımlılaştırmak gerekiyordu. Ülkülerine dokunmamak, ama onları pratik gereklere uydurmak gerekiyordu. Francesco'nun Kiliseye gerekliliğini ve ona sağlayabileceği yardımı iyi biliyordu Ugolino. Çünkü ancak Francesco aracılığıyla, Kilisenin halkla kopan bağları yeniden kurulabilirdi.
Kısacası, Francesco bir manastıra, belirli bir yere ve mülkiyete bağlı bir tarikat kurmaktan ne kadar sakındıysa, bunu başaramadı. Gerçek koşullar buna aykırıydı zaten. Toplumun dışında, kurulu düzenin gereklerine karşı olarak ne kadar yaşanabilirdi.? Sonunda kilise, Francesco öğretisinin tehlikesini; onu içine alarak, ona kendi pratik gereklerine göre düzen ve kurallar vererek önledi.
Francesco, topluluğun pratik yöneticiliğinden çekildi. Aynı yoksul ve özverili yaşamı sonuna dek, tutku ve tutarlılıkla sürdürdü ve daha sağlığında bir aziz gibi saygı ve ilgi gördü (San Bonaventura, 25-27, 32, 35-36, 42-44, 46, 50; Salvatorelli, s. 28-160; Antal, s. 98-99). (Sayfa: 46-49)

GÖRSEL: Resim 21: GIOTTO: Su Mucizesi, Assisi, Yukarı Kilise (Sayfa: 56)

San Francesco dizisinin en ünlü öykülerinden biri olan Su Mucizesi'nin bunca ün kazanmasında, haklı olarak, Vasari'nin 1568'de yazdıklarının büyük katkısı olmuştur.
Vasari, bu yapıt karşısında duyduklarını şöyle dile getiriyor:
*
''..öyküler arasında çok güzel bir tanesi var ki, onda, susamış biri, su içme isteğiyle yere eğilmiş ve bir kaynaktan öylesine büyük ve gerçek bir hazla su içiyor ki, dipdiri bir insan sanıyorsunuz...'' (Vasari, s. 305). (Sayfa: 56-57)
*
''Giotto ve S. Francesco geleneği: Giotto, geçmişten yalnızca resimsel biçimde gerçekleştirdiği yenilik nedeniyle ayrılmıyordu. Bütüncül yeni bir insan anlayışı, yeni bir tarih görüşü, onun bütün sanat davranışını niteleyen başlıca özelliklerdi. Bu tutumu, konuların değerlendirilişinde bile görmek olanaklıdır.'' (Sayfa: 65)


3. BÖLÜM
*
GIOTTO PADOVA'DA:
*
''Giotto, San Francesco'nun yaşamını anlatırken, onu, herkes gibi insan olan bir insan gibi görmüştür. Oysa İsa'yı ne denli insan olarak görürse görsün, toplumun ona tanıdığı aşkın değeri görmezlikten gelemezdi, çünkü sanatçı, çağının koşullarından dışarı çıkamaz, özellikle Ortaçağda, toplumun bütün gösterilerinin dinsel inanç tarafından belirlendiği bir dönemde, böyle bir koşullanma kaçınılmaz olmaktan başka, doğaldır da. Hem sanatçı, yaşadığı dönemin özelliklerini, belirli bir toplum boyutu içinde, temel ilke ve yönelimleriyle yansıttığı sürece tüm insanlığın malı olabilir.
Aynı dönemin bir başka sanatçısını, Dante'yi ele alalım. Onun kadar koyu bir katolik az bulunur. Ama onun bütün inancı ve yargılarındaki sınırsız acımasızlık; o çağı niteleyen koşulların da adil bir düzenini gerçekleştirmek amacını güder. Dante'nin o belirli koşullar içinde, hatta o koşulların varlığını tartışmaksızın; adalet, haklılık, namusluluk vb. ilkeleri savunmuş olması, bütün kötülüklere ve eğriliklere, çağının somut durumları içinde bir iyilik ve doğruluk yolu göstermesi ve bu yolu göstererek, çağının gerçek yapısını yansıtması, onun ülkülerini soyutluktan kurtarmış ve onu bugüne bağlayabilmiştir.
Düşünce ve sanat hiçbir zaman sıçrayarak ilerlemez. Tarih nasıl bir süreçse, birbirini izleyen bir oluşumlar bütünü ise, düşünce ve sanat da bir öncenin sürekliliği ve bir sonraya bağlanışıdır. Ne var ki, bu süreklilik, bir incenin yinelenmesi değildir, ne de dönemler, çağlar sıfırdan başlayan zaman kesitleridir. Her çağ, bir önceki çağın sonucu olmaktan başka, bir sonraki çağın da tohumudur. Ancak bu yolla, şimdi'yi geçmiş'e bağlamak olanaklıdır. Evrensellik ancak bu koşulla kabul edilebilir.'' (Sayfa: 86-88)

GÖRSEL: Resim 43: GIOTTO: İnanç, Padova, Arena. (Sayfa: 91)

''Sağ elinde bir haç, sol elinde açık bir tomar tutan bu kadın figürünün, gotik heykellere ne denli benzediğini görmek kolaydır; ne ki burada bir heykelle değil, hacmi nedeniyle bir heykel izlenimi uyandıran bir resimle karşı karşıya bulunuyoruz. Kısaltımla gösterilmiş kollar, yüzün ve boynun oylumlanışı, giysinin akan kıvrımları bütün gerçekliğiyle önümüzde duruyor. Bin yıldır böylesi bir olay görülmemişti. Giotto, düz bir yüzeyde derinlik yanılsaması yaratma sanatını bulgulamıştı (Gombrich, s. 150).'' (Sayfa: 92)

Sohrâb Sepehrî (سهراب سپهری) (Sohrâb-i Sipihrî) - Sekiz Kitap, Bütün Şiirleri (Farsçadan Çeviren: Mehmet Kanar)

Rengin Ölümü (1951)   GECENİN KATRANINDA * Nicedir bu yalnızlıkta Suskunluğun rengi dudakta. * Bir ses çağırıyor beni uzaktan Ama ayaklarım ...