21 Aralık 2024 Cumartesi

Terry Eagleton - Azizler ve Âlimler (İngilizceden Çeviren: Osman Akınhay)

 

Arka Kapak
*
Terry Eagleton, yazdığı bu ilk ve tek, epeyce de uçuk romanda gerçek kişilerden yola çıkıyor: Felsefenin ve dolayısıyla kendi hayatının bir işe yarayıp yaramadığı konusunda derin şüpheler besleyen Ludwig Wittgenstein, bu Orta Avrupalılara özgü krizini, Anglo-Saksonların hiçbirine, hatta çalışma arkadaşı Russell'a bile iletemediğini görünce Cambridge'i terk etmeye karar verir. 1916'da, yanına yakınlık duyduğu nadir insanlardan biri olan, uçarı, obur ve ‘şenlikli' Nikolay Bahtin'i de alıp İrlanda'nın batı kıyısında bir kulübeye kaçar. Kısa bir süre sonra aralarına İrlanda Cumhuriyet Ordusu'nun lideri, Katolik-Marksist James Connolly ve Joyce'un Ulysses romanından kaçıp gelen Leopold Bloom da katılır. Ve dördü, devrimin doğası, tarihin anlamı, ulusal ve kişisel kimlik, bir direniş yöntemi olarak kahkaha, dil ve felsefe hakkında tartışmaya girişirler..
Bu tartışmalar aracılığıyla Eagleton, 20. yüzyılda bütün dünyaya damgasını vuran yüzyıl başı Avrupa modernizminin, çoğunlukla gerçekleşmeden kalan siyasi, kültürel ve düşünsel imkânlarını
sorgular. Ama kitaba 'ağır' ve 'ciddi' bir roman gözüyle bakmak son derece hatalı olur. Aksine, Azizler ve Âlimler, filozofların birbiriyle kapıştığı, bol bol da küfür savurduğu, eğlenceli anekdotlarla dolu, keyifli ve oyuncul bir 'fikir romanı'. Fikirlerin can sıkıcı ve çatık kaşlı olmayan bir biçimde de sunulabileceğini bilen ve 'entelektüel keyif' arayanlar için..
*
“Eagleton'ın bu kitabı, kafalarımızı 'aydınlatmak' için değil, tam tersine 'karıştırmak' için yazılmış. Azizleri ve âlimleri felsefeyi ve filozofu 'ti'ye alan felsefi bir romandan başka bir şey de beklenemezdi zaten. Mutlaka okunmalı. Yoksa yaşadığımız hayat, küçük bir tebessüme ihtiyaç duyacak kadar 'ciddi' değil mi.?”
*
Şükrü Argın / Birikim
*
“Acaba biz hazır mıyız bir romanı okurken devrimin doğası, tarihin anlamı, ulusal ve kişisel kimlik, bir direniş yöntemi olarak kahkaha, dil ve felsefe hakkında zihinlerimizin kargışlanmasına.? Acaba biz hazır mıyız bir roman okurken yaşama karşı kendi tavrımızı ince bir eleştiri süzgecinden geçirmeye.? Sahi, gerçek bir romanı okuyacak kadar cesaretimiz var mı.?”
*
Erol Göka / İzlenim
*
*
*
''Wittgenstein bu hareketi düşünceli düşünceli birkaç defa daha tekrarladı; bazen elini yalnızca sallıyor, bazen de dirseğinden kuvvet alarak tavana hızlı hızlı V işaretleri yolluyordu. Keşfinden memnun olmuş görünüyordu. Bir parmağını öylesine hâlâ yukarı doğru tutarken, ayağa kalkıp Russell'in önünde beline kadar eğildi.
''King's Parade'de genç bir adamın bu işareti yaptığını gördüm. Caddede koşarak karşıya geçerken bir bisiklete çarptı. Ansızın geriye dönen bisikletliye bu işareti yaptı, öbürü de içgüdüsel sözleşme diyebileceğim bir şekilde ona aynı işaretle karşılık verdi. O zaman kendi kendime düşündüm: İşte dil bu.'' Dalgın dalgın sandalyesine gitti, parmağını nerede olduğunu unutmuş gibi hâlâ yukarı tutuyordu. Ani bir şaşkınlıkla sol kolunun ucuna bakarken ekledi: ''Bu yüzden orada ve o anda kendimi ö*ldürmeye karar verdim.''..'' (Sayfa: 22)
*
''..''Felsefe, her şeyin tıpkı olduğu gibi olduğunu görmemizi engelleyen bir şeydir yalnızca. Her şey göz önündedir, hiçbir şey gizli değildir. Temeller, özler, ilk ilkeler yoktur. Felsefenin kavrayamadığı şey, bu tür günlük hareketler.''..''
*
''Bir mesleğim yokmuş gibi geliyor bana. Felsefe.! Hamal da benim kadar felsefe biliyor. Bildiğini bilmiyor, ama işte bunun için biliyor. Hamal basit biridir, Russell.. Basit olmak nedir.? Bir süpürge basit midir.? Yoksa, sapı ve fırçası var diye karışık mıdır.?''
*
''..''Metafizik kaşıntı, Russell'' diye fısıldadı Wittgenstein. ''Bilme isteği. Hastalık bu. Cennetin çürük elması. Kesinlikle hiçbir şey bilmiyorum ben. Olanın olduğunu biliyorum. Her sabah saat sekizde temizlikçi bu odaya girer, halıyı süpürür ve çeker gider. Ama felsefeye bu kadarı yetmez. Ayıklayıp eşelememiz, halıların özünü ve süpürme ediminin içsel yapısını açığa çıkarmamız gerekir. Temizlikçim bu saçmalığı bilmeksizin kavrar. İnsanlar hiçbir zaman bilgiyi aramazlar. Sadece ne yaparlarsa onu yapar, hareketlerinin masum apaçıklığı içinde yaşarlar.''..'' (Sayfa: 23)


''Soyut bilgi masum değildir. Zehirdir: Karanlık, şiddet dolu, acımasızdır. Yaşamdan kopuk olmakla kalmaz, yaşamı terörize eder, kanla canla beslenir. (..) Bu korkunç bilgi isteğinin nerede biteceğini biliyor musun.? Yaz bir kenara. Bir tarlada korkuluk olarak bitecek.''
(..)
''Gördüklerimizin görülebilecek bütün her şey olması. Bunu hazmedemiyoruz Russell; son nefesimize kadar bununla savaşıyoruz. Sahnedeki dram amatörce ve derme çatma olduğu için gözlerden uzakta temsil edilen daha saf, daha güzel bir oyun seyredebilir miyiz, diye sahne arkasına göz atmaktan kendimizi alamıyoruz. Ama sahne bomboş, görmüyor musun.? Mezarı açtılar, boş çıktı. Asıl vahiy buydu işte. Şeylerin nasıl olduğu değil, ne oldukları: Giz bu. Söyle bana, Russell: Hiçbir şey olmayabilirdi, öyleyse neden var.?''
*
Wittgenstein devam ediyordu: Bir derinlik hayaline saplanmış budalalar olduğumuz için gizli olanı arıyoruz. Gerçekliğin dayanılmaz buradalığını görmemek için elimizden geleni yapıyoruz. Bunu bir an kafamıza kazıyabilsek, kurtuluruz. Belki de deliririz. Oysa fikirlerin arkasına sığınıyoruz. Fikirler.! Domuzların bile fikri olabilir.!''
(..)
''Eğretileme yapıyordum. Filozoflar çoğunlukla domuzdur. Hegel bir domuzdu. Her şeyin aslında başka bir şey olduğunu göstermek isterler. Kafayı ''Bütün'' karamına takmışlar. Hangi düşünür bununla boğuşmamış ki. Bütün diye bir şey yok Russell; sadece bir parça şundan, bir parça bundan, bir parça da ötekinden var.'' (..) ''Hegel'i okumadığını sanıyordum'' diye yüklendi Wittgenstein'a.
''Okumama gerek yok. Alman kafasının ne olduğunu bilirim, bende de bir tane var. Alman kafasının ne olduğunu biliyor musun.? Bütün dünyayı içine emen, açgözlülükten gözü körelmiş bir ağızdır. Arzudan çılgına dönmüş, doymak bilmez bir bebek gibi saldırır, önüne geleni ağzını şapırdata şapırdata çiğner. Felsefe delidir dostum. İnsanı delirten bir mikrop, bir virüs, aşkın bir hastalığıyız biz. Bu yüzden kendimizi ortadan kaldırmamız gerek.'' Başını eğdi ve ani bir ilgiyle sıkılı yumruklarına baktı. ''Gerekirse, şiddetle.''..'' (Sayfa: 24-25)
*
''İrlanda, diye düşündü kendi kendine; azizler ve âlimler, şehitler ve deliler ülkesi.'' (Sayfa: 27)
*
''Bir gün bir arkadaşı, senato binasının merdivenlerinde fotoğrafını çekerken, Wittgenstein ona nerede duracağını sordu. ''Ha, oralarda bir yerde'' diye yanıtlayan arkadaşı, rastgele bir yeri işaret etmişti. Wittgenstein odasına dönünce yere uzandı, heyecanla kıvranıyordu. 'Oralarda bir yerde'. Bu deyiş önüne koca bir dünyayı sermişti. ''Şu taşın beş santim solunda,'' değil, ''oralarda bir yerde''. İnsan hayatı kesin değil, yaklaşık ölçülerle sürüp gidiyordu. Bunu daha önce niçin anlamamıştı.? Dili belirsizliklerden arındırmak istemişti, oysa bu, fincanın kulpunu bir işçilik kusuru diye görmeye benziyordu. Esneklik ve belirsizlik kusur değil, işlerin yürümesini sağlayan şeylerdi.'' (Sayfa: 44)
*
''Felsefe gibi Tanrı da zihnimizin, kurtulamayacağımız bir hastalığı, olanaksız bir bütünlük düşüydü.'' (Sayfa: 45)
*
''Tarihe bakmamı istiyorsun. Sana tarihin ne olduğunu söyleyeyim mi.? Tarih, annesinin gözleri önünde yavaş yavaş kızartılan yeni doğmuş bir bebektir. Bir kere de değil, milyonlarca kere. Tarihçi, annenin gözlerinin içine bakar ve onun hikâyesini anlatır.'' (Sayfa: 85)
*
"Devrimin metaforu, lokomotifin yoldan çıkması değil, imdat frenine basılmasıdır." (Sayfa: 101)
*
"Trajedi konusunu unutun sevgili dostum; zenginlerin, bizi olduğumuz yerde tutmak için kurdukları bir komplo bu. Bana öyle geliyor ki çok görkemli bir komedide rol alan insanlarsınız siz." (Sayfa: 101-102)
*
''Kurtuluş bir yerlerde aranacaksa sözde aranmalıydı, ama sözün de kendi gerçekliği olmalıydı. Gizli kalmış zenginliklerini bulacağım diye sözü yağmalamanın bir yararı yoktu artık, söz neyse oydu. Arkasında hiçbir şey yoktu. O, sözcüklerinin arkasında değil, sözcükleri onun arkasındaydı.'' (Sayfa: 110)
*
''1793 ayaklanması bastırıldığı zaman as*ılan, hâlâ canlıyken vücutlarından bağırsakları çıkarılan ve gözlerinin önünde yakılan İngiliz uyruklulardan bahsediyorum. Geri kalanları da çarmıha gerilmiş, kafalarına içi yanan zift dolu keten başlıklar geçirilmişti. Ama açlık salgınına yardım için Avrupa'dan yiyecek yüklü olarak gelen gemiler, İrlanda limanlarından İngiltere'ye halkımızı iki kere doyurabilecek kadar tahıl ve sığır taşıyan ve kendilerinden altı kat daha fazla olan ticaret gemileriyle karşılaşıp da şaşkına dönerlerken, o büyük açlık döneminde bir milyon kadın, erkek ve çocuğun açlıktan ölmesinin yanında bu iş*kenceler hiç kalır. Ölüm ve göç o yıllarda İrlanda halkının üçte birini yok etmişti ve Victoria döneminde yerlerinden edilen köylülerin sayısı, İsviçre'nin nüfusundan daha fazlaydı. Bugün sığırlar bomboş kalmış çiftliklerde yetiştiriliyor, ıslahevleri ağzına kadar yoksullarla dolu; Dublin'de ö*lüm oranı Avrupa'nın bütün diğer şehirlerinden daha fazla. İngilizler bizim tarihimizi bir mezbahaya döndürmüş, topraklarımızı çalmış, halkımızı aç bırakıp kılıçtan geçirmiş, ağızlarımızı tıkamışlar.'' (Sayfa: 125)
*
''Dehşeti ne kadar kalın çizgilerle resmedersen, umudu o kadar söndürürsün.''
(..)
''Benim dinimin merkezinde kolu kanadı kırılmış bir beden vardır.'' (Sayfa: 127)
*
''İnsanları isyan ettiren şey, özgürleşecek torunları hakkındaki düşler değil, köleleştirilmiş ataların anılarıdır.''
(..)
''Devlet nihayetinde tek bir şeyden nefret eder, o da kahkaha sesidir. Şiddeti anlayabilir.'' (Sayfa: 128)
*
''Dünyaya boyun eğdiren bütün ülkeler kendilerini dargörüşlülüğe mahkûm ederler. Kendilerinin üstün olduğuna inanır ve onlara işin doğrusunun bu olmadığını söyleyebilecekleri için fikirlerden tiksinirler. En melez ulus, savaş gemileri her kıtada yayınlan ulustur.'' (Sayfa: 131)
*
''Eski bir Macar atasözü, diye utangaçça açıkladı. ''İnsanı hayvandan büyük yapan dildir. Trajedisi de budur.''..'' (Sayfa: 132)

19 Aralık 2024 Perşembe

Kemal Bayram Çukurkavaklı - mezopotamya ''IRAK GEZİ NOTLARI''

 

Arka Kapak
*
''Kemal Bayram Çukurkavaklı'' uzun soluk isteyen adıyla, her ne kadar İspanyol soylularını andırıyorsa da, öyle değil, o yoksul bir emekçi köyün çocuğudur. 1950'de İvriz Köy Enstitüsü'nde okurken, yerel dergilerde -gazetelerde yazdığı şiir ve yazılar, fincancı katırlarını ürküttüğünden Haruniye- Düziçi Köy Enstütüsü'nde de, içinden çıktığı emekçi halkın sorunlarını yansıtan sanat ve düşünce çalışmaları yapmaktan geri durmadı. Bu yüzden, şimdilerde artık her gün rastlanan, ama o dönemde ''olağanüstü bir olay'' olarak karşılanan faşist bir tertiple karşı karşıya geldi. Linç edilmekten zor kurtuldu. Ağır yaralı ve bir ''GOMONİST'' olarak hapishaneye atıldı. Sırayla Bahçe, Adana, Çumra hapishanelerinde yattı. Böylece daha çocuk yaşında yıllarını içerde geçirdi. Ekmek parasını kazanmak için garsonluk, inşaat işçiliği, otel kâtipliği, gazete muhabirliği yaptı. Sonra büyük bir İstanbul gazetesinin İstanbul, Adana ve Ankara bürolarını yönetti. Şimdi Ankara'da gazete genel yayın yönetmeni olan Kemal Bayram, sanat ve düşün çalışmalarını sürdürüyor.
*
''Binbir gece masallarının yaşandığı tarihin bu en eski uygarlıklarına sahne olmuş ülkesinde, şimdiye kadar yüzlerce kavim hayat bulmuş ve silinmiştir.'' (Sayfa: 16)
*
''Fırat ve Dicle Bağdat yakınlarında birbirlerine selâm durur adeta. Bu selâmlaşma sahasının güneyinde kalan bölgeye asıl Irak, Kuzey tarafına ise EL-CEZİRE denir.'' (Sayfa: 17)
*
''Irak toplumunu Araplar, Türkler ve Kürtler oluşturmaktadır. Çoğunluğun Araplarda olması ülke yönetiminde bir etkinlik sağlamamaktadır. Baas Arap Sosyalist Partisinin diğer partilerle kurduğu birleşik cephe yönetimde eşitlik ilkesini benimsemiştir.'' (Sayfa: 17)

NOT: Görseller kitapta mevcut değildir.

''Milattan önce 8. yüzyılda Musul'un 32 kilometre ötelerinde imparatorluk kurmuş Nemrut'un efsanevi kanatlı boğalarından başlayarak diğer köşeleri incelemeye devam ediyorum.
Devam ediyorum, çünkü on binlerce yıl önceki insanların kinini, sevgisini, kavgasını ve korkusunu taşlara nakış yapar gibi işleyip, ölmezlik sağlayan bu ellere saygı duyuyorum. İnsan onurunu yücelten, gerçek sanat eserleri bunlar. Sahiplerinin yüzyıllarca önce yaşaması, kavimlerinin yitip gitmesi bu saygımızı azaltmaz, üstelik daha da çoğaltır.
İlk kanunların yapıldığı, tekerleğin icat edildiği, gökyüzünün, yıldızların gözlenip sonuçlar çıkarıldığı insan toplulukları, insanlık devam ettiği sürece, canlı olarak devam etmez mi.?
İnsan hak ve hukukunun korunması için çıkarılan ilk yasalar, örneğin, Milâttan Önce 2750 yıllarına kadar uzanırsa ve bu yasaların günümüz hukuk anlayışından çok daha ilerlerde olduğu söylenirse ilginç olmaz mı.?
Urgakina bakın ne diyor, Milâttan Önce 2750 yıllarında çıkardığı yasada: ''ÜLKEMDE SUİSTİMALLERİN KÖKÜNÜ KAZIDIM, KENDİ HALKIMI HIRSIZLIKTAN , SEBEPSİZ YERE ÖLÜMDEN, HAKSIZ SATAŞMALARDAN KORUDUM. ZAYIFLARI KUVVETLİLERİN EZMESİNDEN KORUDUM. ÜLKEMDE BU HEP BÖYLE GİDECEKTİR..''
(Sayfa: 21-22)
*
''Sümerler, sanata, edebiyata, dile, yontu resime de çok önem verirlerdi. Büyük Tanrıları ENLİL için yazdıkları bir ilâhi şöyle:
*
..BÜYÜK TANRI OLAN ENLİL OLMASAYDI,
ŞEHİRLER YAPILMAYACAKTI, YÜKSEK RAHİP DOĞMAYACAKTI.
İŞÇİLER NE VALİ, NE DE BAKAN OLABİLECEKTİ,
IRMAĞIN KABARAN SULARI TAŞMAYACAKTI,
DENİZİN BALIĞI KAMIŞLIĞA YUMURTALARI BIRAKMAYACAKTI,
GÖĞÜN KUŞLARI DÜNYADA YUVA KURMAYACAKTI,
OALARIN GÜZELLİĞİ OLAN OTLAR VE YEŞİLLİKLER BÜYÜMEYECEKTİ,
TARLADA VE ÇAYIRDA ZENGİN ÜRÜN ÇİÇEK VERMEYECEKTİ..'' (Sayfa: 23)
*
''Üçüncü Ur Sülâlesinin Sümerlileri en iyi iktisadi yaşam koşullarına ulaştırdığı bu sülâlenin başında da ''Yedi İklim Hükümdarı'' unvanını alan ŞULGİ'nin bulunduğu bilinir. Bayındırlık çalışmalarına, kanal yapımına, tapınaklar kurulmasına ve sulama işlerine önem veren bu Hükümdar, tarihin derinliklerinden şöyle seslenmektedir:
*
BEN ŞULGİ, DOĞDUĞUMDAN BERİ GÜÇLÜ ADAMIM,
BEN EJDERDEN DOĞAN VAHŞİ BAKIŞLI BİR ASLANIM,
SİYAH BAŞLI SÜMERLERİN, ÇOBANLARIN ÇOBANIYIM,
DOĞRULARI SEVERİM, İYİLİKTEN YANAYIM,
FENALIKLARDAN NEFRET EDERİM,
DÜŞMANCA GÖZLERE KİN BAĞLARIM,
YOLLARIN UZUNLUĞUNU SAPTADIM,
ARALARDA KALELER KURDUM, GÜVENİLİR İNSANLARI ORALARDA OTURTTUM,
AŞAĞIDAN YUKARIDAN GELEN DÜŞMANLAR
ONUN HEYBETİNDEN KORKMALI,
YOLA ÇIKANLAR GECE DE GİTMELİ GÜNDÜZ GİBİ,
KRALLIĞIMIN KUVVETİNİ ARTTIRDIM,
YABANCI ÜLKELERE BAŞ EĞDİRDİM,
HALKIMI EMİN OLARAK YAŞATTIM,
DÖRT BİR YANDA HALKIM
UZUN ZAMAN YALNIZ BENİM ADIMI SÖYLEYECEK.'' (Sayfa: 23-24)
*
''Benderoğlu sanat anlayışını şöyle belirtmektedir: ''Bence şiir dünyayı değiştiren, insanlar arasında dostluk ve kardeşlik bağlarını yaratan bir araç olmalıdır. Şiirin tüm haksızlıklara bir barut gibi kullanılması gerekir. Şiir, sözcükleri yan yana sıralamak değildir. Ozan, çağından, çağının tüm sorunlarından, ülkesinin sorunlarından ayrı kalamaz. Şairin yüreği bu sorunlar ve sosyal olaylar içinde bir barometre gibi ve tüm hassasiyetiyle atmalıdır. Şiir, insanların içinde olan devrimci düşünceyi koruyan önemli bir korugandır. Şiir, özgürlükleri uğrunda kavga veren halkların, bu kavgalarını yansıtan, parlak ''Güzgü'' -Ayna- olmalıdır. Şiir insanın özünü okşamazsa, insanda heyecan yaratmazsa şiir değildir. Ben şiir yazarken bütün insanları düşünürüm. Ve şiiri, bütün iyi duygu ve düşüncelerin, halk kitlelerine ulaşım aracı olarak görürüm.''..'' (Sayfa: 27)
*
''Hasan Hüseyin Korkmazgil ile telefonda yarım saate yakın konuştuk. Ertesi gün Tanıtma Bakanlığı'nda Abdüllâtif Bendreoğlu'nun yanında buluşmak üzere randevulaşıp telefonu kapattık.'' (Sayfa: 36)


''Şoför Dicle Nehri'nin kenarlarından şehrin batısına doğru hızla yol alıyor. Tell Agar Guf, milattan önce 1530-1160 yıllarında bölgeye hakim olan Kassit'in bir parçasını teşkil etmek üzere kurulmuş. Kassit Kulesi'nin ve oymalarının kalıntıları az çok kendisini gösteriyor. Pek enteresanlığı kalmamış ama ovanın sessiz derinliği içinde yükselip duruyor. Bağdat'a 20 km mesafede. Restoresi için hızlı bir çalışma var. Etrafını en iyi şekilde ağaçlandırmaya başlamışlar.
Irak'ta turistin görebileceği her kalıntının, her tarihi yerin başında üniformalı bir Turizm Polisi var. Dil bilen ve bulunduğu yerin tarihi devrelerini değerlendirip korumasını sağlayan, turiste yardımcı bir Polis.'' (Sayfa: 51)


''El Savra Gazetesi'nden ayrılmadan önce, bir gözü arızalı olan ve gazetede çalışan Adil Abdülcebbar yanıma yaklaştı bir şeyler sordu. Tarık o sırada Cemalettin ile birlikte başkalarıyla konuşuyordu. Söyledikleri Arapça olduğu için bir anlam veremiyor karşılıklı bakışıyorduk. Iraklı dost kelimelere bastıra bastıra tekrar konuştu. Dikkatle dinledim, söylediklerinin arasında ''Hassan Hüseyin'' geçiyordu ama sorduğu neydi.? Hasan Hüseyin'e küfür mü ediyor, övüyor mu, yoksa onunla ilgili başka bir şeyi mi anlamak istiyordu.? Belli değildi.
Hemen gidip Tarık Abdülbaki'nin kolundan yakalayıp getirdim. ''Bu arkadaş bana çok önemli bir şey soruyor ama anlayamadım'' dedim. Karşılıklı konuştular. ''Hasan Hüseyin nasıl bir ozan.? Kaç tane kitabı var.? Bugüne kadar ozan olarak adını hiç duydunuz mu.? diye soruyor dedi.
''Hasan Hüseyin Türkiye'nin önde gelen ozanlarındandır. Şiirleri yüzünden takibat geçirmiş, hapsedilmiş, çile çekmiştir. Aynı zamanda bizim gazetenin yazarıdır. Hasan Hüseyin'in kitaplarına halkımız gerekli ilgiyi gösterdiği için yayınevleri de kendisini tutmaktadır. Bu güne kadar 15 civarında kitabı yayınlanmıştır. Halkımızın öz sorunlarını, açmazlarını ve çözüm yollarını bilen bir ozandır. Çok saçlı ve pos bıyıklıdır. Kalabalıkların ozanı olan bu güldür güldür insan, aynı zamanda çok duyarlı öz yapıya sahip bir kadın kadar hassastır'' dedim.
Soruyu soran genç, konuştuklarım Tarık Bey tarafından çevrilince tatlı tatlı güldü ve fısıldar gibi:
- Kavgadan kurtuldunuz, dedi.
- Ne kavgası.?
- Bir insan, bir tek şiiriyle, bu kadar sevilebilir. Kaç gündür Hasan Hüseyin'in şiirinin etkisi altındayım. ''Mezopotamya 74'' adlı bir şiiri var. Bilmem okudunuz mu.? Merbet festivalinde okuduktan sonra televizyonlar, radyolar üst üste yayınladılar. Bugünlerde bizim sanat çevrelerinde konuşulan tek konu Hasan Hüseyin'in şiiri. Bir tek şiiriyle sevdiğim bu insan için ''Hiç tanımıyorum'' ''Bizde pek ünlü değil'' gibi sözler söyleseydiniz hem sizinle, hem kendimle kavga edecektim. Ancak söylediklerinizle doğruları ortaya koydunuz.
- Doğruların hepsini değil ama.
- Olabilir. Ancak kafamda Hasan Hüseyin şimdi daha da büyüdü. Tam bir bütünlük kazandı.
- Kendisiyle tanışmadınız mı.? Şu anda Bağdat'ta olduğuna göre Ambassador Otel'de kalıyor. Gidip görüşün.
- Bir defa görüştüm ama soramadım bunları. Size çok teşekkür ederim.
- Rica ederim.'' (Sayfa: 65-66)
*
''Sahnenin sol tarafındaki tavan aralığında bir güvercin var. Ara sıra gözüm takılıyor. Alkışlar ortalığı çınlatmaya başladığı zaman başını sağa sola çevirip bir ürküntü geçiriyor. Ama şiirler okunurken sessiz ve kınalı gagasını hafifçe oynatarak dinliyor. İçimden ''İlhami Soysal bu güvercini, bu Mihrican Şiir Festivali'nde görseydi, mutlaka ''Venedik'te San Marko Meydanı'ndan dinleyici olarak gelmiş, şiir okumadı ama Arapçayı, Türkçe ve Kürtçeyi biliyordu o güvercin'' derdi diyorum.'' (Sayfa: 101)
*
''Iraklı dostlarımız gezimizin bitmesine bir-iki gün kala Bağdat'ın kenar mahallelerinde kurulmuş bir Halı Fabrikası gezdirdiler. Bu fabrikada dünyanın en pahalı, en güzel halılarını altı ile 12 yaşları arasındaki kimsesiz çocuklar dokumakta idi. Karşımıza usta emekçilerin çıkacağını beklerken, yüzlerce mini mini okul çocuğunu görünce, doğrusu hayretler içinde kaldık. Bu minik eller halıcılıkta adeta şaheser yaratıyorlardı. Binlerce desenin, çiçeğin ve Doğu stili nakışın en küçük kusura olanak vermeden işlenmesi görülmeye değer, övülmeye değer bir düzen içinde yürütülüyordu. Mezopotamya mavisinin en güzelini, hurma sarısını, nar çiçeğini, Türk, Afgan ve Çin örnekleriyle zenginleştirip melezleştiren ve yepyeni bir halı karakteri çıkaran bu küçük sanatkarlar için fabrika Müdiresi şöyle diyor:
''Bunlar yoksul ve kimsesiz çocuklarımızdır. Her birinin küçük yaşta bir sanat yeteneğine ulaşması gerekiyordu. Ayrıca okumaları da önemliydi. Yarım gün burada okula gidiyorlar. Okuldan sonra da çalışıp, gördüğünüz gibi dünyanın en ünlü ve satış değeri çok yüksek halılarını dokuyorlar. Bu çalışmalarından dolayı kendilerine ücret tahakkuk ettiriyoruz.''
- Peki, bir çocuk ne kadar sürede öğrenebiliyor dokuma işini.?
- En çok iki hafta içinde.
- Halı dokumacılığında büyüklerle küçükler arasında herhangi bir yarım söz konusu olabilir mi.?
- Evet, küçüklerin eli daha yatkın. Bu işi sanki bir oyun oynuyormuş gibi yapıyorlar. Hem de kendilerini hiçbir şekilde yormadan. Yaptığı oyuncakların önemini düşünerek.'' (Sayfa: 103-104)
*
''Komşumuz Irak'ın milli hudutları içindeki bu topraklarda, şimdi bu ülkenin temel yapısına etken olan Araplar, Kürtler ve Türkmenler yaşamaktadır. Doğal zenginliğin özünde, sanayi e teknolojinin itici gücü olan petrol vardır. Çağdaş emperyalizm dünyadaki sömürü ağını, önemli ihtiyaç maddelerini karşılayabildiği yerlere kurduğu için, bu bölgeye de egemen olmuş, Araplar, Kürtler ve Türkler geri kalmışlığın mutsuzluğunda birleşmiştir.
Emperyalizmin işbirliği yaptığı gerici yerli yönetimlerin ortadan kaldırılması çağdaş bir sorundur. İçeriğinde çelişkiler, zorluklar ve her şeyden önce toplumsal bilincin yoksunluklarından güç alan açmazlar vardır. Ayaklarını havada hisseden gerici yönetim ve ona destek olan emperyalizm bu defa ya kanlı bir faşizme çağrı çıkarmakta ya da aynı ülkede yaşayan halkları birbiri aleyhine kışkırtarak savaş ocakları açmaktadır.'' (Sayfa: 115)

17 Aralık 2024 Salı

Yannis Ritsos (Γιάννης Ρίτσος) - umarsız penelope (Çeviri: Cevat Çapan)


YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ

*
I
*
Bu ağaçlar katlanamaz daha basık bir göğe.
Bu taşlar katlanamaz yabancı çizmelere.
Yalnız güneşe boyun eğer bu yüzler.
Yalnız doğruluğa boyun eğer bu yürekler.
*
Sessizlik gibi katı bu toprak,
korlaşan taşları basar bağrına,
güneşte yetim kalmış zeytinliklerle
---bağları kucaklar.
Dişleri kenetli.
Su yok. Yalnız güneş.
Güneşte yitip gidiyor yol
ve demirden bir gölge köyün duvarları.
*
Ağaçlar, dereler ve sesler
mermere dönüşüyor güneşin kirecinde.
Kök mermerin üzerinde sürçüyor.
Tozlu fundalıklar, katırlar, kayalar. Hepsi
---soluk soluğa.
Su yok. Hep susuzluk çekmişler yıllarca.
Hep çiğneyip durmuşlar bir lokma gökyüzünü
duydukları acıyı boğabilmek için.
*
Gözleri kan çanağına dönmüş uykusuzluktan.
Gün batarken dağların arasında bir servi gibi
derin bir çizgi belirmiş kaşları arasında.
Tüfeğin bir parçası olmuş elleri.
Tüfek ellerinin bir uzantısı.
Elleri ruhlarının bir uzantısı.
Dudaklarında öfke
ve gözlerinin derinliklerinde
tuzdan bir aylada yansıyan yıldız gibi
dinmeyen acıları.
*
Onlar el sıkıştıklarında, bütün insanlık için
---parlar güneş.
Onlar gülümsediklerinde, küçük bir kırlangıç fırlar
---gür sakallarından.
Onlar uyuduklarında, on iki yıldız düşer boş ceplerinden.
Onlar öldüklerinde, onların bayrakları ve davullarıyla
---yokuşu tırmanır hayat.
*
Bunca yıl hep aç kalmışlar, hep susuz kalmışlar,
hep öldürülmüşler amansızca, karadan ve denizden
---kuşatılarak.
Ateş kavurmuş tarlalarını. Tuzlu suya
---kanıksamış evleri.
Rüzgâr kapılarını devirmiş, köklerinden sökmüş
---meydanlardaki leylâkları.
Paltolarının deliklerinden gelip geçmiş ölüm.
Servi kozalağı gibi gittikçe acılaşmış dilleri.
Sahiplerinin gölgelerine sarınıp yok olmuş köpekleri.
Şimdi yağmurlar dövüyor kemiklerini.
*
Kalelerinde, sessiz birer kaya gibiydiler, nöbette,
ayın kırılan direklerini yutan azgın denizi gözlerken.
içlerine çekiyorlardı dumanı tüten at gübreleriyle geceyi,
Artık ne ekmekleri vardı, ne cephaneleri.
Artık toplara yalnız yüreklerini sürebilirlerdi.
*
Bunca yıl kuşatılıp karadan ve denizden,
aç kalıp kırılmışlar, gene de dayanmışlar yılmadan.
Korudukları tepelerde bugün bile parlıyor gözleri
(koca bir bayrak, göz alan bir ateş)
ve ufkun dört kapısına kanat çırparak
binlerce güvercin havalanıyor ellerinden her şafak.
*
II
*
Her gün bitiminde kayanın bağrından tüten kekikle
yalnız bir damla su vardır, çağların ötesinden sızıp
sessizliğin iliğine işleyen;
ve geçen yılları çağırır
kocamış çınarın dallarına asılı bir çan.
*
Çölün külleri içinde uyuklar kıvılcımlar
ve çiftçinin üst dudağındaki altın tüyü kara kara
---düşünür damlar,
mısır püskülü kadar sarı, akşamın özlemiyle kavrulmuş
---bir tüyü.
*
Meryem Ana mersinler üzerine uzanmış,
yayılmış eteklerinde üzüm lekeleri.
Bir çocuk ağlar dağ yolunda ve kırlardan
ses verir kuzuları yitiren koyun.
Gölge vurur gözenin çevresine. Fıçı buz gibidir.
Nalbantın kızı ıslak ayaklarıyla.
Masada kabuk ekmek ve zeytin.
Tırmanan asmaya takılı duran akşam yıldızı.
Ve çok yükseklerde, bir şişe geçirilmiş gibi dönen,
sarmısak, biber ve yanık yağ kokan samanyolu.
Daha nice yıldız dokulu ibrişim gerek çam pürlerinin
“Bu da geçer, yahu.!” sözlerini işleyebilmesi için
yazın kavrulmuş ağılına.
Daha nice germeli yüreğinin tellerini
yedi oğlu boğazlanmış bu ana mezarları başında,
daha kaç gün geçmeli ki, yeniden aydınlık ulaşsın
ruhunun sarp yamacına.?
*
Bu kemik, toprağın altından çıkan bu kemik,
bir uçtan bir uca ölçer bu toprağı.
Ve gün battıktan gün doğana dek bu klarnet ve keman
---seslerinin yankıları
anlatır otlara ve çamlara onların özlemleriyle
---acılarını.
Ve lir gibi türkü çağırır kayıkların halatları.
Ve Odysseus’un şarap kupasından acı denizi yudumlar
---denizci.
*
Kim tutacak şimdi bu yolları, hangi kılıç
---yaratacak korkusuzluğu,
ve hangi anahtar zincire vuracak yüreğini,
ruh, iki kanadı ardına kadar açık, seyrederken
göğün yıldız serpilmiş bahçelerini.?
*
Mayısta, Cumartesi geceleri, gemici meyhanelerindeki gibi
civcivli bir saat bu.
Gece, kalaycının duvarına asılı bir tepsi gibi kocaman.
Süngercinin masasındaki somun gibi iri söylenen türkü.
Bak, nasıl yuvarlıyor çakılları şu Giritli ay —
Rap.! Rap.! Rap.! Yirmi dizi koç boynuzu çizmelerini çekmiş
Ve işte onlar Nauplion limanının merdivenlerinden inip
---çıkıyorlar
karanlığın kaba kıyılmış tütünüyle doldurarak çubuklarını.
Ve Rumeli’nin yıldızlara bulanmış kekiği gibi kalın
---bıyıkları.
Ve çam kökleri gibi Ege’nin kayasına ve tuzuna iyice geçmiş
---dişleri.
*
Onlar alevlerin ve demirin içinden geçmişler.
Onlar oturup taşlarla söyleşmişler.
Onlar atalarının kafataslarıyla sunmuşlar
Ölüme ısmarladıkları rakıyı.
Digenis’le karşılaştıkları harman yerlerinde
yemeğe oturduklarında,
bir zamanlar dizlerinde kırarak nasıl
---bölüşmüşlerse kara somunlarını,
onunla öyle bölüşmüşler acılarını.
*
Gel kadınım, tuza bulanmış kirpiklerin,
yılların çilesiyle tunçlaşmış elin
ve yoksulların yakasını bırakmayan kederinle.
Sevgi yolunu bekliyor fundalıkta.
Martı mağarasına asıyor senin kararmış, azizleşmiş
---suretini
ve saygıyla ayaklarını öpüyor küskün deniz kirpisi.
*
Kara üzüm tanesinin şırası yanıyor kıpkızıl,
yaprağını dökmeyen meşenin filizi kaynıyor.
Ve toprakta suyu arıyor bir ölünün kökü bir çamı
---coşturmak için.
Ve çatık kaşları arasında gizlediği bıçağını kavrıyor
---bir ana.
*
Gel, gök gürültüsünün altın yumurtaları üstünde
---kuluçkaya yatan kadınım.
Ne zaman gelecek o deniz mavisi gün peçeni indirip
---yeniden silahlanacağın,
Mayısta yağan doluların alnına çarpacağı,
güneşin bir nar gibi alacalı urbanın kucağında
---parçalanacağı.
ve o nar tanelerini birer birer on iki yetimine
---dağıtacağın,
ve denizin Nisanda yağmış kar gibi, öç almaya susamış
---bir kılıç gibi, donuk donuk parlayacağı,
ve kaya yengecinin gizlendiği delikten çıkıp
kıskaçlarını kavuşturarak güneşleneceği.
*
III
*
Burada gözümüzün yağını azaltmaz hiç gökyüzü.
Bu ülkede, sırtımızda taşıdığımız kayanın
yarı ağırlığını yüklenir güneş.
Damlar sessizce çatlar öğle sıcağının dizinde
ve gölgeleri önünde sıçrayıp gider insanlar
Skiaothos kayıklarıyla yarışan yunuslar gibi.
Sonra bir kartala dönüşür gölgeleri
kanatlarını batan güneşin rengine bulayan
ve onlar kızıl-kara salkımlar arasında uzanırlarken
---güneşli yamaçta
yıldızları düşünmek için başlarına tüneyen.
*
Bu ülkede, üç bin yıllık bir ad yazılıdır her kapıda
Bir ermişin kızgın gözleri ve keçeleşmiş saçları
---bir resim çizer her kayada.
Her erkek kırmızı bir denizkızı döğdürmüştür koluna
ve her genç kız eteğinin altında bir avuç tuzlanmış
---ışık taşır.
(Ve çocukların yüreklerinden acılarının küçük haçları
---sarkar
martıların ikindi üzeri kumsalda bıraktıkları izler
---gibi).
*
Hatırlamak gerekmez. Biliyoruz bunları.
Yukarı Harman Yerine çıkıyor bütün yollar.
Orada daha sert eser rüzgâr.
Güneşin Minos’tan kalma duvar resimleri solunca
ve kıyıdaki tınazın alevi söndüğü zaman,
kayaya oyulmuş basamaklardan ta buraya kadar
---tırmanır yaşlı kadınlar
ve oturup Koca Kayaya yün eğirirler gözleri
---denize dönük.
Oturur yıldızları sayarlar, atalarından kalma
---gümüş takımları sayarcasına,
sonra ağır ağır inerler
torunlarını Missolongi’den gelme barutla doyurmaya.
*
Gerçekten, ne kadar hüzünlü elleri, zincirler içinde,
---bu Yazgılı Prens’in,
gene de, uçurumun ucunda sallanan bir kaya gibi,
acılı gözünün üstündeki kaşı.
Denizin derinliklerinden geliyor yalvarmalara
---aldırmayan bu dalga
ve göğün en yüksek tavanından gelen bu rüzgâr
sakızlı damarı çalılı ciğeriyle güdüyor.
*
Bırak bir kere essin rüzgâr anıların portakallarını
---unutturmak için.
Bırak iki kere essin dinamit kapsülü gibi kıvılcım
---çıkarmak için demir kayadan.
Bırak üç kere uğuldasın Liakura’nın sedir ormanlarını
---çıldırtmak için
ve yumruğuyla paramparça etsin her türlü zulmü.
Gökte bir tef gibi duran ayı çalarak
boynundan sürüklesin geceyi, köy meydanında ayı
---oynatır gibi
uykularından uyanan çocuklar ve Sulili analar
adanın balkonlarına koşuşurken.
*
Büyük Koyaktan bir haberci gelir her sabah.
Terleyen güneş parlar yüzünde.
Kolunun altında Yunanlıların Destanını tutar
---sımsıkı
kilisede kasketini kavrayan işçi gibi.
“Vakit geldi,” der, “Hazır ol.
Artık bizim yaşanacak her saat.”
*
IV
*
Açlığı bilen insanların gururuyla
şafağa yöneldiler.
Bir yıldız billûrlaştı kararlı bakışlarında.
Yaralı yazı taşıdılar omuzlarında.
Buradan geçti birlikler, bayrakları gövdelerine yapışmış,
kararları buruk bir ahlat gibi dişleri arasında.
Ayın kumları dolmuş çizmelerine,
gecenin kömürü tıkamış kulaklarıyla burunlarını.
*
Ağaçtan ağaca, taştan taşa dünyadan geçtiler.
Dikenden yastıklarda uykudan geçtiler.
Kavrulmuş elleriyle hayat ırmağını getirmekteydiler.
*
Attıkları her adımda gökten pay kazanıyorlardı —
---dağıtmak için,
Nöbet yerlerinde yanık ağaçlar gibi dimdiktiler
ve köy alanında horona durduklarında,
tavanlar titrer, fincanlar şangırdardı raflarda.
*
Nasıl bir türküydü o dorukları titreten.!
Dizleri arasına alıp ayı bir tepsi gibi yemek yerlerdi.
Yüreklerinin kerpeteniyle bükerlerdi acının belini
Kalın tırnaklarıyla bit kırar gibi.
*
Kim getirecek şimdi size yumuşak körpe yaprağı
---düşlerinizi beslemek için gecede.?
Kim bekleyecek zeytinlerin gölgesinde susmasın diye
---ağustosböceği, ona eşlik ederek.?
Öğle saatinin yanan kireci ufkun ağılını dört yandan
---lekeleyip
onların yiğit adlarını sildiğine göre.?
*
Bu toprak ki kokular içindeydi şafakta,
bu toprak ki onlarındı, bizimdi.
Kanları - nasıl kokular içindeydi toprak.!
Nasıl oldu da kapandı kapıları bağlarımızın.?
Nasıl karardı damların, ağaçların üstündeki aydınlık.?
Kimin dili varır demeye.? Neden toprak altında yarısı.?
Yarısı prangaya vurulu.?
Bak nasıl iyi günler diliyor güneş sayısız yapraklarla
ve uçuşan bayraklarla dolu gökyüzü,
gene de prangaya vurulu kimi, kimi toprakta.
*
Dinleyin.! çanlar çaldı çalacak.
Bu toprak hem onların, hem bizim.
Toprağın altında çapraz elleri
kavramış çanların iplerini.
“Bekliyorlar saati,” uyumuyorlar.
Diriliş çanlarını çalmayı bekliyorlar.
Bu toprak hem onların, hem bizim.
Hiç kimse alamaz elimizden.!
*
V
*
Oturup zeytinlerin altına ikindi saatlerinde
külrengi ışığı elediler nasırlı parmaklarından.
Yüklerini yıkıp düşündüler
nice ter döküldüğünü gecenin yolunu yürümek için,
ebegümeci saplarında nice acılık,
bayraklarını dalgalandıran yalınayak çocuğun gözlerinde
nice yiğitlik olduğunu.
*
Koyaktaki son kırlangıç da süzüldü
güzün kolunda kara bir şerit gibi havada kendini
---tartarak.
Hiç bir şey kalmadı bunun dışında.
Sadece yakılan evlerin dumanları tütüyor.
*
Taşların altındakiler, sırtlarında yırtık gömlekleri
ve yıkılan kapıya asılı duayla, az önce ayrıldılar
---yanımızdan.
Kimse ağlamadı. Vaktimiz yoktu. Yalnız sessizlik
---koyulaştı gitgide.
Tam yerli yerindeydi kıyıdaki ışık, öldürülen kadının
---hamaratlığı gibi.
Şimdi ne olacak onlara, yağmur boşanınca toprağa
ve çürüyen çınar yapraklarına.?
Ne olacak onlara, bir köylünün çarşafında ezilmiş
tahtabitini andıran güneş kururken bulutlarda,
ya da kar, mumyadan bir leylek gibi,
yerleşince gecenin bacasına.?
Ateşe tuz serpiyor yaşlı analar. Saçlarına toprak
---serpiyorlar.
Bir kara üzümün bile tadına bakamasın diye düşmanlar
söküp bozmuşlar Monovazya’nın bağlarını.
Sofra takımlarıyla aynı torbaya koyup kaldırmışlar
---dedelerinin kemiklerini.
Ve yurtlarının dışındaki kalelerde kök salacak bir yer
---arıyorlar gecede.
*
Zor olacak şimdi tatlı sözler bulmak,
daha az güçlü, daha az sert sözler.
Unutmaz tarlalardan, dağlardan, denizin diplerinden
arta kalan bu eller,
zor olacak bizim için onların ellerini unutmak,
zor olacak tetiklerde nasırlaşan o ellerin
bir papatyayı incitmeden diz çökmeleri
ya da soru sormaları kitap üzerinde yemin ederek yıldız
---aydınlığında
gönül borcu ödemeleri.
*
Buna zamanla alışılacak. Ve bizim susmamız gerek
onlar ekmeğe ve haklarına kavuşuncaya dek.
*
Kumlara çakılı iki kürek, şafakta, kıyı döven fırtınada.
Tekne nerede.?
Toprağa saplanmış bir saban ve esen rüzgâr. Toprak
---kavrulmuş.
Çiftçi nerede.?
*
Zeytin ağacı, asma ve ev küller içinde,
bir köylünün çorabındaki paralar gibi yıldız
---biriktiriyor gece.
Kuru defne dalları ve bir parça kekik duvardaki
---orta sürgüde - ateş nasılsa oraya erişememiş.
Ocakta isli bir tencere - ve hâlâ kaynıyor içindeki su,
kapısı sürgülü evde.
Yemeğe oturacak vakitleri olmamış.
*
Ormanın damarları eşiklerinin tüten yıkıntısı üzerinde.
Damarlarda dolaşan kan.
Dinleyin.! Yabancı değil bu ayak sesi. Kim var orda.?
Yamaçta yankılanan o bildik kabaralı adımlar.
Köklerin belirmesi taşların arasından. Yaklaşan biri var.
Parola. Geç. Bizden biri. İyi akşamlar.!
*
Işık böyle bulacak ağacını,
ağaç böyle bulacak meyvesini
Hâlâ su ve ışık var ölünün matarasında.
İyi akşamlar, kardeş. İyi akşamlar.
*
Batan gün, o yaşlı nine, iplik ve baharat satıyor kulübesinde.
Ama alacak hali yok kimsenin. Dağlara çıkmış herkes.
Kolay olmayacak bir daha inmeleri.
Kolay olmayacak anlatmak tırmandıkları yükseklikleri.
*
Yiğitlerin bir gece yemek yedikleri harman yerlerinde
zeytin çekirdekleri kalmış,
ayın kurumuş kanı ve tabancalarının
dillere destan on beş hecesi.
Ertesi gün serçeler yemiş yerde kalan kara ekmeğin
---kırıntılarını.
Çocuklar oyuncak yapmış cıgaralarını ve yıldızların çalılarını
---yaktıkları kibrit çöplerinden.
*
Ve ikindiüstü zeytinlerin altında oturup
denize baktıkları bu taş –
bu taş yarın kirece dönüşecek fırında.
Öbür gün evlerimizi ve manastırın merdivenlerini
badana edeceğiz o kireçle.
Ve ondan sonraki gün tohum ekeceğiz uyudukları yere.
Ve çocukların ilk gülüşü gibi bir nar fışkıracak
---gün ışığının göğsünden.
*
Ve sonunda yüreklerini okumak için o taşın üstüne
---oturacağız
bütün insanlığın tarihini o yüreklerde okurcasına.
*
VI
*
Güneş denize vurduğu zaman günün karşı kıyısını
---beyaza boyayıp,
yeniden çekilir kuşatmaların acısı, susuzluğun sancısı.
Yeniden kanar eski yara.
Ve kapı önüne serilmiş soğanlar gibi kavrulur yürek.
Zamanla daha çok toprağa benzer elleri.
Zamanla daha çok göğe benzer gözleri.
*
Küpteki yağ tükenmiş. Tortusu kalmış yalnız. Bir de fare
---ölüsü.
Ananın sabrı tükenmiş, testiyle sarnıçtaki su gibi.
Kekremsi bir tat kalmış çölün damağında barut dumanından.
*
Nereden bulacaksın şimdi ermişlerin kandilinde yakacak yağı.?
Nerede ikindinin yaldızlı suretine
buhurdanla sunacağın nane.?
Nerede yıldızdan çalgısını kapında çalacak
dilenci kadına akşam vereceğin bir lokma ekmek.?
*
Adanın tepesindeki kalede birer hortlağa dönmüş
incir ağaçlarıyla çiriş otları.
Topçu ateşi ve mezarcılar sürmüş toprağı.
Ağzı açık bakıyor yağmalanmış hükümet konağı gökyüzüyle
---yamalı.
Ölüleri gömecek yer kalmamış artık.
Acının durup saçını öreceği yer kalmamış.
*
Mermer bir denize çevirmiş fersiz gözlerini
yağmaya uğramış evler.
Kurşunlar saçılmış her duvara
serviye bağlı ermişin kaburgalarındaki bıçaklar gibi.
Bütün gün güneşte yatıyor ölüler.
Ancak gün kavuşunca sürünerek ilerliyor askerler
İsli taşların üzerinde
ölümün üzerine çöken havayı koklayıp
ayın bir yana atılmış kunduralarını arayarak,
bir kösele parçası çiğneyip
biriken suyu çıkarmak için bir kayanın yüzünde
yumruklarını paralayarak.
Oysa kof kayanın öbür yanı
ve bir kez daha duyuyorlar denizde patlayan
---mermilerin gümbürtüsünü
ve bir kez daha duyuyorlar kapıların önünde
---haykıran ölüleri.
*
Hangi yola sapacaksın şimdi.? Çağırıyor yoldaşın.
Gece yabancı gemilerin gölgeleriyle kuşatılmış.
Yollar yıkılan duvarlarla tıkanmış.
Bir yol var, o da dağlara çıkıyor.
Bu yüzden gemilere sövüp dillerini ısırıyorlar
daha kemiğe dönmemiş sancıyı duyabilmek için.
*
Siperlerde ölü komutanlar koruyor kaleleri.
Etleri kaputları içinde çürüyor.
Daha yorulmadın mı kardeş.?
Çiçek açtı yüreğine saplanan kurşun.
Beş sümbül filizlendi kayanın koltukaltından.
Her solukta bu masalı anlatıyor kokusu. Hatırlamıyor
---musun.?
Sana hayatı anlatıyor yaraya saplanan her bıçak.
Ve sana anlatmak için dünyanın güzelliğini
şifalı bir ot yeşeriyor tırnağının kirinde.
*
Tut elimden. Bu el senin. Deniz suyuyla beslenmiş.
Bu deniz senin. Acı özsuyu damlıyor incir dalından,
nerede olursan ol, gökyüzü seni görüyor, sen bir tel saç
---koparırken sessizliğin başından.
*
Akşam bir cıgara sarar gibi sarıyor ruhunu parmaklarıyla.
Sen de böyle tüttürmelisin ruhunu orada uzanıp yatarken
sol elin yıldızların ışıltısına batmış,
sağ elin yavukluna sarılır gibi tüfeğini kavramış.
Ve sakın unutma göğün de seni unutmadığını
onun buruşuk mektubunu cebinden çıkarıp
yaralı ellerinle ayışığının yapraklarını açarak
erkekliği ve zaferi okuduğun zaman.
*
Tırmanacaksın adanın tepesindeki ileri karakola
ve bir yıldızı dinamit gibi ateşleyerek surların
---ve direklerin üstünden,
vurulmuş bir asker gibi eğilen dağbaşlarından
---bir el silâh sıkacaksın havaya
kovup kaçırmak için hortlakları gölgelerin
---karanlık örtüsüne.
Bir kurşun sıkacaksın göklerin merkezine, arayarak
---gökmavisi hedefi
yarın senin çocuğunu emzirecek kadının gömleği içindeki
---memeyi ararcasına,
yıllarca sonra, baba evinin kapısındaki
mandalı ararcasına.
*
VII
*
Ev, yol, atlasçiçeği, avluda güneşin kabuklarını
---gagalayan tavuklar --
Bunları tanıyoruz.
Onlar da bizi tanıyor.
Burada yaban gülleri arasında sarı derisini
dökmüş yılan.
*
Karıncanın yuvasını, eşekarısının burçlu kalesini
---bulacaksın burada.
Aynı zeytin ağacında, geçen yılki cırcır böceğinin
---kabuğu ile
bu yılki cırcır böceğinin sesi.
Sonra katırtırnaklarına vuran gölgen, nicedir yaralı,
---sadık bir köpek gibi seni izleyen.
Öğle üzeri, topraksı uykunun yanıbaşına oturup
acı defneleri koklayan,
geceleri, ayakucuna kıvrılıp bir yıldızı gözetleyen
---gölgen.
*
Yazın oyluklarında beliren bir armut sessizliği var,
keçiboynuzlarının köklerinde bir durgun su uyuşukluğu --
İlkyazın kucağında uyuyan yedi öksüz
ve gözlerinde can çekişen bir kartal.
Tâ yukarılarda, çam ormanından ötede,
geniş dut yaprağında toza dönüşen serçe pisliği gibi,
güneşte kuruyor Ayi Yannis kilisesi.
*
Çapraz değneklerle arşınladık tarlalarımızı
toprağın iliğine ve yüreklerimize işleyen çok eski
---bir yağmurla
ve yaralarla dolu güneşin derisi.
Gocuğuna sarınmış bu çobanın
kurumuş bir ırmak var her bir kılında.
Kavalının her deliğinde, fışkıran meşe ormanları
ve Hellespont’un sularına değen ilk küreğin
budaklarıyla pürüzlü değneği.
Hatırlaman gerekmez. Çınarın damarları
senin kanını paylaşıyor çirişotlarının, gebrelerin
---damarlarıyla.
*
Dilsiz kuyunun bağrı kara cam ve ak rüzgârdan
yuvarlak bir ses yankılıyor öğle üzeri,
eski şarap küpleri gibi yuvarlak, onlar kadar eski --
yarın maviye ve kızıla dönüşen o sesle sesleneceksin
---dağlara.
Ve gökyüzü çivit rengiyle duruluyor kayaları ve gözlerimizi.
Her gece, kırlarda, ay sırtüstü çevirip ölüleri
donmuş parmaklarını gezdiriyor yüzlerinde
ve çenesindeki yara izinden, çatık kaşından
---bulmaya çalışıyor oğlunu.
Ceplerini arıyor. Her zaman bir şeyler bulur o ceplerde.
Her zaman bir şey buluruz aradığımızda.
Kutsal Haçtan bir parçaya bağlanmış bir muska.
Ezik bir cıgara. Bir anahtar. Bir mektup. Yedide durmuş
---bir saat.
Yeniden kurarız saati. Ve ilerlemeye başlar zaman
Üst üste yığılmış kunduraları daha ad vermediğimiz
---bir dağ gibi.
*
Üstlerinde ne varsa çürüyüp yok olduğu zaman,
göğün yaz yıldızları arasında kalan parçaları
ve defneler arasında kalan dereler
ve ilkyazda limon ağaçları arasındaki dağ yolları gibi,
kaputlarının düğmeleri arasında serilmiş yatarlarken
---çırılçıplak,
belki de bulacağız künyelerini,
belki de, “Seviyorum.!” diye bağıracağız o zaman.
*
Hem sonra, belki biraz fazla uzak, biraz fazla yakın
---olabilir bunlar,
nasıl ki, karanlıkta selâmlaşmak için birinin elini
---tuttuğun zaman,
baba evine dönen sürgünün o acı sezgisini duyarsın.
Nasıl ki, en yakınları bile, tanıyamamışlardır onu --
çünkü o hayattan önce ve ölümden sonra gelen hayatla
---karşılaştığı gibi,
yüz yüze gelmiştir ölümle.
Ama o tanır onları. Kırgın değildir kimseye. Yarın, der.
ve Tanrının gönlüne varan en kısa yolun
en uzun yol olduğuna kesindir inancı.
Ve ay onu hüzünle yanağından öptüğü zaman,
deniz yosunu, saksı, hasır iskemle, taş merdiven
---iyi akşamlar dilerler ona,
dağlar, şehirler ve gökyüzü ona iyi akşamlar
---dilerler
ve işte o zaman silkerek cıgarasının külünü
---balkonun korkuluğundan,
ağlayabilir duyduğu bu güvenlik içinde.
Ağlayabilir ağaçların, yıldızların ve kardeşlerinin
---verdiği bu güvenlik içinde.
*
Atina, 1945-47 (Sayfa: 11-45)
*
KIZ KARDEŞİMİN TÜRKÜSÜ:
*
''Ölüm geri çeviriyor beni.
Hayat istemiyor.
Ben şimdi nereye gidebilirim ki.?'' (Sayfa: 50)
*
KAVAFİS İÇİN ON İKİ ŞİİR:
*
OZAN'IN ODASI:
*
''..''Eğer şiir bağışlanma değilse,'' diyor kendi kendine --
''o zaman başka hiçbir yerden medet ummamalı.''..'' (Sayfa: 53)
*
LAMBANIN SÖNDÜRÜLMESİ:
*
''------------------------------------------Gene de
anlıyor ki, tam uykuya dalmadan önce, söndürmek,
bu alevi bile bir kez daha söndürmek için
lambanın şişesine eğildiğinde,
ölümsüz bir yapıt üflüyor sonsuzluğun camdan kulağına,
tümüyle kendisinin soluğu, iç çekişi yaratmanın.
Ne güzel bu lamba dumanının şafakta odaya yaydığı koku.'' (Sayfa: 56)
*
TANIKLIKLAR'DAN:
*
ÖRÜMCEK
*
Bazan bir raslantı ya da önemsiz bir sözcük
umulmadık bir anlam kazandırır şiire,
nasıl ki, nicedir kimsenin uğramadığı
tekedilmiş bir bodrumda, büyük, boş bir küpün
karanlık kasnağında bir örümcek amaçsızca dolaşırsa --
(size göre amaçsızca, ama ona göre..) (Sayfa: 67)
*
BENZERLİKLER:
*
''Sessizce bir türkü söylüyoruz
içimizde bir yaraya bakarak.'' (Sayfa: 74)

Sohrâb Sepehrî (سهراب سپهری) (Sohrâb-i Sipihrî) - Sekiz Kitap, Bütün Şiirleri (Farsçadan Çeviren: Mehmet Kanar)

Rengin Ölümü (1951)   GECENİN KATRANINDA * Nicedir bu yalnızlıkta Suskunluğun rengi dudakta. * Bir ses çağırıyor beni uzaktan Ama ayaklarım ...