18 Ekim 2018 Perşembe

Orhan Pamuk - Saf ve Düşünceli Romancı

Orhan Pamuk - Saf ve Düşünceli Romancı
Roman okumanın asıl zevki, dünyayı dışarıdan değil; içeriden, o dünyada yaşayan kahramanların gözünden görebilmekle başlar. Roman okurken başka hiçbir edebi biçimin sağlayamadığı bir hızla, genel manzarayla geçici anlar arasında, genel düşüncelerle özel durumlar arasında gider geliriz. Genel manzara resmine uzaktan bakarken, bir anda kendimizi manzaradaki insanın düşüncelerinin içinde, ruh durumunun gölgeleri arasında buluruz. Açılarak uzayan Çin manzara resimlerindeki kayalık dağlar, nehirler, on binlerce yapraklı ağaçlar arasında, küçük çizilmiş bir insanı görüp, ona odaklanıp, daha sonra büyük manzarayı hayalimizde onun gözünden canlandırmak gibidir bu. (Çin manzara resimleri böyle bakılsın diye yapılır.) O zaman manzaranın, içinde ilerleyen kahramanın düşüncelerine, duygularına, algılarına uygun olarak resmedildiğini de anlarız. Romandaki manzaranın, romanın içindeki kahramanların ruh durumunun bir uzantısı, bir parçası olduğunu sezerken, benliğimizin de yumuşak bir geçişle bu kahramanlarla özdeşleştiğini fark ederiz. Roman okumak, bir yandan bu genel manzarayı aklımızda tutarken, diğer yandan kahramanların tek tek düşüncelerini, yaptıklarını izlemek, onları genel manzara içerisinde anlamlandırmak demektir. Az önce dışarıdan gördüğümüz manzaranın şimdi içindeyizdir ve dağların görüntüsünden başka, nehrin serinliğini, ormanın kokusunu hisseder, diğer kahramanlarla konuşur, romandaki âlemin içine doğru daha da ilerleriz. Romanın dili, birbirinden uzak ve ayrı bütün bu şeyleri birleştirmemize ve kahramanların kafalarının içerisini ve dışarısını tek bir bakışın parçası olarak görmemize yardım eder.
(Sayfa: 13)
***
Romanların kurgusallığı fikrinin 19. yüzyılın sonundan başlayarak, bütün 20. yüzyıl boyunca Batı dışındaki kapalı ve yarı-kapalı toplumlarda milli romancılar tarafından kullanılışının karmaşık ve eğlenceli hikâyesini ülke ülke, yazar yazar ayrıntılarıyla gözden geçirebilseydik, iki temel şey kalırdı aklımızda: Roman yazmak, okuyucunun beklentileriyle satranç oynamak, okuyucunun beklentisini tahmin edip ona karşı çıkmak ve yaşanmış deneyim ile hayal edilmiş şeyi ustaca ve bilgece karıştırma işidir. Modern romanın yerleştirdiği kurmaca anlayışının sinema sayesinde dünya çapında yaygınlaşmasından sonra bile, Defoe zamanından kalma, ''Siz bunları gerçekten yaşadınız mı.?'' sorusu geçerliliğini kaybetmedi. Tam tersi, bu soru, son üç yüz yılda roman sanatını ayakta tutan, çekici kılan temel güçlerden biri olmaya devam ediyor. (Sayfa: 28)
***
Her romancının eseri, kitapları; hayat hakkında yaptığı on binlerce küçük gözlemini, yani duyumlara dayalı hayat deneyimini sergilediği bir yıldızlar kümesidir. (Sayfa: 34)
***
Roman okuma ve yazmanın verdiği bu zevklerin iki türlü okur tarafından tamamen kaçırıldığını ekleyeyim burada:
1) Bütünüyle ''saf'' okurlar: Bunları, ellerindeki şey romandır diye ne kadar uyarırsanız uyarın, metni yazarın kendi hayat hikâyesi ya da yaşadığı şeylerin biraz değiştirilmişi olarak görürler.
2) Bütünüyle ''düşünceli'' okurlar: Onlara, ne kadar ellerindeki kitabın sizin en mahrem duygu ve düşüncelerinizle yazıldığını söyleseniz de fayda etmez, bütün metinlerin hesap kitap ile ayarlanmış kurmacalar olduğuna inanırlar.
Aman bu insanlardan uzak durun, diye uyarmak isterim sizleri. Çünkü onlar, roman okuma zevklerini hiç bilmezler. (Sayfa: 36)
***
Bir kişiyi anlamak, ahlâki yargıdan önce, dünyanın o kişinin bakış açısından nasıl göründüğünü kavramaktır. (Sayfa: 42)

Orhan Pamuk - Masumiyet Müzesi

Arka Kapak.
*
''Pamuk bu kitapla aşkı elle tutulur bir şey olarak önümüze koyuyor.''
The Washıngton Post
*
''Sınırsız zevkler veren bir hikâye.''
Guardıan
Orhan Pamuk - Masumiyet Müzesi
''İnan, kalbim yalana daha çok kırılır..'' (Füsun)
(Sayfa: 57)
***
Dergilerde, televizyonda, şarkılarda durmadan aşktan söz edilmesinden hoşlanmasına rağmen bu duygudan her an bahsedilmesini dürüst bulmuyor, âşık olmayan pek çok insanın ilgi çekmek için duygularını abarttığını düşünüyordu. Onun için aşk, bir insanın uğruna bütün hayatını verebileceği, her şeyi göze alabileceği bir şeydi, evet. Ama hayatta da bir kere olurdu ancak.
(Sayfa: 66)
***
Bu sekiz yılda yavaş yavaş anlayacağım gibi, ben her akşam Keskinler'in evine yalnızca Füsun'u görmeye değil, onun içinde yaşayıp havasını soluduğu âlemde bir süre yaşamak için de gidiyordum. Bu âlemin temel özelliği de ''zamandışı'' olmasıydı. Tarık Bey, karısına ''Zamanı unut,'' derken, işte bunu kastediyordu. Müzemizi ziyarete gelen meraklının, Keskinler'in bütün eski eşyalarına, bozulmuş, paslanmış, yıllardır çalışmayan çalar saatlerine, kol saatlerine bakarken, bu ''zamandışı'' tuhaflığı ya da bu şeylerin kendi aralarında oluşturdukları özel zamanı fark etmesini isterim. Bu özel zaman, Füsun'ların evinde yıllarca soluduğum ruhtur. (Sayfa: 296)
Orhan Pamuk - Masumiyet Müzesi
Orhan Pamuk - Masumiyet Müzesi
Tam da söylendiği gibi, Aşk elle tutulur, gözle görülür bir şey oluyor ''Masumiyet Müzesi''nde..
*
Orhan Pamuk, kitaba konu olan Aşk'ı işlerken, içinde yaşanan dönemin siyasi hareketleri (1970-1980), askeri darbeleri; gelişmişlik adına burjuva kesimin yaşadığı gel-gitleri; kenar mahallelerde yaşayan fakir halkın yaşamlarından kesitleri ve özellikle film sektörünün arkasında yaşanan gerçekleri, hiç sıkmadan vermiş..
Yine ilginç gelen yönlerinden birisi de, satır aralarında, müze gezen ya da gezecek olan okurlara ve hatta yıllar yıllar sonra kitabı okuyacak olan kişilere yaptığı göndermeler..
*
Kitapta ''Bazan'' başlığıyla verilen bölümde (Sayfa: 415), yedi sayfa boyunca ''Bazan'' sözcüğüyle başlayan cümleler hiç sıkmadan, bir resmi izler gibi akıp gidiyor..
Ve zaman zaman Aristo'nun ''zaman'' kavramına yaptığı atıflarla, ''zaman''ı okuyucuya düşündürüyor..
*
Kitaba yeni başladığımda ''Benim Adım Kırmızı'' kadar etkilenmeyeceğimi düşünmüştüm ama ilerledikçe, zevkle, içinde kaybolarak okuduğumu fark ettim..
''Masumiyet Müzesi'' okuduğum ikinci kitabı ve ikisinde de gördüğüm, kitabı kısa bölümler halinde yazmış olması, okumayı kolaylaştırıyor..
*
Kitabın kahramanlarından Kemal ölene kadar 5723 müze geziyor..
Bu müzeleri gezerken, aktarılan duygu ve düşünce durumuyla da beni çok etkiledi.. Bundan sonraki gezilerimde, farklı bir bakış açısıyla gezeceğimi ve duygularımın çok daha derin olacağını seziyorum. Buna dâir küçük bir alıntı:
*
''Gerçek müzeler, Zaman'ın Mekan'a dönüştüğü yerlerdir''
(Sayfa: 528)
*
Pek çok alıntı yapmak istedim ama, özellikle romanlarda, kendim de romanı fazlaca tanıtan açıklamaları sevmem.. Okunması gerek ve okunduğunda pişman olunmayacak çok güzel bir kitap..
*
Sadece kitabın sonunda Orhan Pamuk'un ''Aşk ve Müze Üzerine'' başlığından bir iki bölümü yazmak istiyorum:
*
''Romanda ilk hedefim müze değil, aşk dediğimiz karmaşık, psikolojik, kültürel, antropolojik şeyi soğukkanlılıkla anlatmaktı. Aşkı yüksek bir yere koyup, sevilen şarkılarda yapıldığı gibi, ''Aman ne güzel bir duygu.!'' demek istemiyordum. Bu duyguyu -tıpkı bir trafik kazası gibi- hayatta başımıza gelen ve çoğu zaman bize istemediğimiz kadar acı veren bir şey olarak anlatmak istiyordum. Masumiyet Müzesi her şeyden önce aşk hakkında bir düşünmedir.'' (Sayfa: 558)
*
''Müze 2012 yılında açıldıktan sonra da çok sık karşılaştığım ''Orhan, sen Kemal misin.?'' sorusuna olumlu bir cevap verebilmeyi çok isterdim. Belki de bu yüzden şu cevabı geliştirdim: ''Evet ben de çocukluğumu ve ilkgençliğimi 1950-90 arasında romanda anlattığım Nişantaşlı burjuvalar arasnda geçirdim. Kemal'in ailesi, dostları benim aileme, yakın çevreme; gittiği, yaşadığı yerler de benim gittiğim, bulunduğum yerlere çok benzer. Sonra ama hem ben hem Kemal yaşadığımız sınıftan, çevrelerden dışarı itildik: Bir anlamda sınıfımızın dışına düştük. Kemal, Füsun'a olan aşkı yüzünden; ben, edebiyat sevgim ve siyasi durumlar yüzünden. İkimiz de pişman değiliz.

*
Orhan Pamuk, Ağustos 2013, Büyükada

Bilge Karasu - Kısmet Büfesi

Bilge Karasu - Kısmet Büfesi

Camdaki yansıdan anlıyoruz: İnsanlar geçiyor önlerinden, sokak lambaları yanıyor tepelerinde. Hortumgözler, hortumkulaklar, yalnız içeriden dışarıya uzattıkları kendi uzantıları değil; dışarıdan içeriye doğru da uzanabilen, başkalarının uzantıları. (Sayfa: 15)

Bilge Karasu - Kısmet Büfesi


''En doğru masal anlamadan korktuğumuzdur.''
T.S Halman, Can Kulağı, s. 13, ''Masal Sonu''.
Avından El Alan 

Bey, karacanın ardından uçuyordu mahmuzlayıp durduğu atın
Tekboynuz, kızoğlan kızlara düşkün. Koşar,koşar, onların ku-
sırtında. At, kanatlarını germiş, gölgesini karacanın üzerine değdir-
cağına atar kendini, yatar: Herkesin bildiği bir şey bu. Tekboynu-
di değdirecek. Karaca birden taş gibi durdu kaldı. Dünyalar çarpış-
zu yakalayıp yiğitlik göstermenin tek yolu da, güzel bir delikanlı-
tı delice hızları içinde. Boynu kırılıp yüzü gözü kan içinde kalan
nın kız gibi giydirilip kıra salınmasıdır. Delikanlı kırıta kırıta ön-
Beyi gözyaşlarıyla diriltmeğe çalışan uzun saçlı, uzun parmaklı;
den yürür; tekboynuz onu görür görmez koşar gelir, kucağına atılır,
güzeller güzeli delikanlının yok oluvermiş bir karıncanın yerinde
koynuna girer delikanlının. O zaman kat kat giysiler altına gizlen-
durmakta olduğunu kim anlayabilir, kim bilebilir bundan böyle.?
miş mızraklar ortaya çıkar, tekboynuzun böğrü delik deşik olur.
(Sayfa: 27-28)
*****
Bu bölüm, kitabın arkasında, bir örneğini
görselde verdiğim gibi,
''Çeşitlemeli Korkunun Seslendirilme Metni''
başlığı altında verilmiş. Tüm metnin şemaları mevcut.
*
Çeşitleme Korku
*
Beş Ses İçin Metin
*
“Bağlaç” olmakla kalacağını sanan dosta
*
bir tüy,
bir telek
*
bir dal-
gınku-
şun ar-
dında
bırakı-
verdiği
*
havadan o-
luşmuşgi-
biyumu-
şak, düşen,
yere doğru;
*
bir tüy ,
bir te-
lek,
*
bir yap-
rak
*
bir güz
dalın-
dan
kopmuş
*
kopu-
vermiş
*
sarartılı
*
bir yap-
rak, ye-
re de-
ğince
kimse-
nin duy-
madığı,
*
yeri, taşı,
toprağı ba-
ğırtmamış,
incitmemiş
*
bir tüy , bir telek,
bir güz yaprağı
*
gibi düşmüş yerleşmişti içi-
me
*
içerime,
gönlüme,
etime
k o r k u
*
BİR ÇIĞ GİBİ GELDİN ÜSTÜME
*
karınca-
largi-
biydim,
*
düş ka-
rıncaları,
ozan ka-
rıncaları
gibi
*
çıdamlı ka-
rıncalar
gibiydim,
*
çıdamlı,
dümdüz
uzanan
*
uçsuz
bucak-
sız
*
engebesiz bir düzlükte
*
ÜSTÜME BİR ÇIĞ GİBİ GEL-
DİN KENDİNE KATTIN BENİ
*
gözü, a-
yağı, bir
yerlere
takılma-
dan
*
hiçbir şeye
yönelme-
den
*
dümdüz
uzanan
bir top-
rakta
*
çıdamla
*
y ü r ü y e n
karınca-
largi-
biydim.
d u y d u m s e n i
ö ld ü m s e ni.!
*
SENİ SENİSENİ
:SENİ : SENİ:
gördüm – : – duydum – : – – :
yaşadım – – – öldüm – :
yürü-
mekten
başka
bir şey
bilme-
yen
*
nereye ,
niye, ne-
ye gitti-
ğini bil-
meyen
*
bir yere
gittiğini ol-
sun bilme-
yen
*
ozan karıncaları
g i b i y d i m
çıdamla
yürüyen
*
bu düzlük-
te, engebe-
sizlikte.
*
SENİN YANIMDASIZLIĞIN
BİR SİLİK SUSKUYDU, GÜNSÜZ KA-
RANLIĞIMININ KESER AÇARDI KA-
PISINI, SESİN, YÜZÜN, YÜRÜMEN
*
nereye
gittiğini
gene bil-
meden
*
bir yere
gittiğini ol-
sun gene
bilmeden
*
çıdamı
da,yü-
tümeği
de unut-
muş
*
b i r b ö c e ğ i m ş i m d i
*
çılgınca dönenen
durduğu
yerde.
*
görün-
mez en-
gebeler
örüldü
*
çepeçev-
re
çevrem-
de
*
k o r k u d a n
*
BİR ÇIĞ GİBİ GELDİN ÜSTÜME
KENDİNE KATTIN BENİ, YUVAR-
BİR SÜRE
*
zeytin
gövdele-
ri gibi-
yim
şimdi
*
topra-
ğım is-
ter al-
ister boz,
ister ka-
ra,
*
burul-
muş er-
keklik-
ler gibi-
yim
a c ıi ç i n d e
k ı v r a n a n
*
düzlükle-
rinde gök-
yüzüne
uzanıp gün
ışığını tit-
reştiren,
dünyayı
düzgün
aralıklara
bölen
*
kavak duvarların-
d a n s o n r a
*
SONRA
*
suyu ara-
yıp bu-
lan kökle-
riyle, dur-
madan, bu-
danan kol-
larıyla
su fışkı-
rır gibi
yeniden
toprağa
dökülen
dallarıyla
yeşil yağ-
murunu
yağdıran
söğütlerden sonra,
SONRA
SONRA
*
yarık
*
yarılı
*
yarılmış
tahtasıyla
*
kıvra-
nan
*
buruk
*
burgun
*
bir zey-
tin göv-
desigi-
biyim
*
kuytularda,
eğimlerde,
*
suskun,
*
sessizlikler
içinde, gü-
müş yeşil
bir buğu
altında,
buruk
*
bir g ö v d e y i m ş i m d i
yemişi
karar-
mayan.
*
SONRA SONRASONRA
YIKTIK KENDİMİZİ DE
*
kuru-
yum
*
göğe baktı-
ğım yerde,
*
buru-
ğum
*
yere baktı-
ğım yerde,
*
korkuy-
la besle-
nerek
*
korku-
dan.!
*
BEN BİR ÇIĞ OLDUM ŞİMDİ. SEN,
kar’ımdaki taş, karnım-
ETİMDEKİ
daki, dokumdaki
KAMA
*
oysa korku kendi memesini
e m e r e k b ü y ü r;
*
nasıl
burmalı
bu me-
meyi.?
*
nasıl
kurtul-
malı
*
nasıl na-
sıl nasıl
*
korku-
nun sü-
dü ol-
mak-
tan.?
*
SENİ SENİ SENİ
: SENİ : SENİ:
yaşadım – : – duydum – : – – :
öldüm – – – – – – .
*
seni yaşa-
dım, seni
öldüm;
*
uçuru-
mundi-
bine
v a r a m a d ı m d a h a
*
parçalanıp, parça-
layıp kurtulacağım
yere.
*
bir tüy,
bir telek
gibi, bir
güz
yaprağı
gibi
k o p m a l ı
*
kuştan, ağaçtan
yeğnilikle, incele-
rek,
bağırmadan korkudan.
*
ANILARIM SENİN GELECEĞİN OLU-
YOR, GERÇEKLİK DUYGUSUNU YİTİ-
RİP, UZAKTAN UZAĞA HEP SENİN
SİVRİLDİĞİN BİR PUS İÇİNDE YAŞA-
MAĞA BAŞLADIM ŞU ANDA.
SEN AĞAÇTAN SEN AĞACA KOŞU-
YORUM,ARADAKİ PUSARIK BA-
TAKLIKTA AYRIŞIP YIVIŞAN GÜN-
LERİN HİÇLİĞİNDE.
***
1972/ 1973/ 1974 (Sayfa: 75-83)

Bilge Karasu - Kısmet Büfesi

Öbek öbek hayvanlar tamamdı artık duvarda. Dizi dizi insanlar devrilip dümenin, utku içinde ayakta kalmanın, yenilip ölmenin, yaralanmanın her biçiminde dönenip duruyordu boğanın çevresinde; yıldızları gibiydiler gecenin, bu halleriyle..
Üç de akbaba çizmişti kendi eliyle, kendi saptadığı yerlere; ustasıyla tartışmıştı üstelik bu yüzden; usta, akbabaların yeri olamaz burada diye diretmişti ama sonunda onu kandırabilmişti MorYeleliAt. Akbabaların yeri insanlara yakın olmalıydı hem de. Koca koca hayvanların ölümünü hiç olmamışsa çeviriveren akbabalara nasıl yer verilmezdi burada.?
Şimdi ise, yalnız yaraların çizimi kalmıştı resmin bitmesi için. Ustalığın Ustadan kendisine geçmesini sağlayacak son şey; öğreneceği son şey: Kendisine açılacak son gizle birlikte girişeceği, kendisini ustasından kesinlikle koparacak, yaraların çizimi.. (Sayfa: 108)

Bilge Karasu - Altı Ay Bir Güz


''İstediğim denizi yazmak. Zümrütlerin, gökyakutların sabrını; ağaçların tarihsizliğini..
Bir tek kıyısını kavrayabildiğimiz, anlamını ancak bir tek kıyısıyla kurduğumuz denizin öyküleri yoktur bir kara adam için. Yolculuklara, ister gerçek ister düşsel olsunlar, yakıştırdığımız son, öbür kıyıda bitse bile, deniz gene tek kıyılıdır. Üzerinde yaşayıp çalışan biri olmadıkça..
Deniz, kara adamının yalnız sınırlarını kaldırışı değil, sınır düşüncesini içinden çıkarıp atıvermesidir. Her şeyin bir aradalığının bir yerde başlaması ya da bitmesidir. İstediğim denizi yazmaktı. Her şeyin biraradalığına yenik düşeceğimi bile bile..''



Taşların sabrı dediğim, yaşlandıkça yaşamağı öğrendiğimiz, can sıkıcı bir boş lâf olmaktan çıkan sabır değil; insanların kusursuz bulacağı o duruma gelesiye bir taşın bir başka taşın bağrında sıkışıp durarak geçirdiği –insanın hiçbir ölçüsüne sığmaz- bir vakti damıtması, sonra, kalması. Taşlar doğmaz, doğurulur; sabır, taşın değil, insanın erdiği; dolayısıyla, yakıştırabildiği; tansıdığı; değerini artırmakta çılgınca , küstahça kullandığı. O sabrı yazmağa kalkışmak, emeklemekten öteye geçememek olacağı için, onurlu bir alçakgönüllülük sayılır. (Sayfa: 10)

*****

Sabahları kalkılır. Kalkılmaz, uyanılır. O da değil. Uyanır, sonra başına dikilen birileri onu kaldırır. Haydi yavrum, haydi aslanım. Kiminin koskocaman oğlu, kiminin bebeği. Günlerin ışığı parmaklığın içinden geçip karşı duvara vuruyor; gözlerine ulaşan ışık, havayla değişiyor. Öğrenmeğe başlıyor yavaş yavaş; bir ışık yağmur yağıyor demektir; bu ise, gün boyunca, ağa gölgesinde oturulacak demektir. Işıklar günle değişir; adlar günle, gelenle değişir: Gülümdür, kuzumdur, aslanımdır, bebeğimdir. Birileri kaldırır, öper, kucağına alır.
Birileri dediğimin annem olması gerek. Her zaman o gelir de, pek arada bir, bir başkası gelir miydi.? Kaldırılmak niye.? Herhalde çok daha eski bir anının gelip o günlere konması, yapışması. Çünkü o sıralarda parmaklık indirilir, ben de kalkardım yataktan. Uyandırılma, doğru. Parmaklığı aşmağa kalkmamı önlemek bakımından. Uykusunda çok hareketli bir çocukmuşum, besbelli. Parmaklık ancak beş yaşlarımdayken kalkmış. O halde, bu anının vaktine dönelim, düşündüğümden de geriye.
Banyoya götürülür, çişe tutulur. İnce bir su sesi, şu şeşi, şişelerden sular öyle akmaz, ancak çişe tutulurken ağızlardan akar bu şu şeşi, şu şişeşi, su sisesi, su şi, uyuma oğlum denir sonra, donu çekilir, kaldırılır, musluğa götürülür. Oradaki su sesi sahicikten su sesidir. Şaplak şaplak çarpılır yüzüne. Bu evde durmadan yıkanılır. Durmadan sular akar bir yerlerde, önündeki musluktan ya da teknenin musluğundan, mutfağın musluğundan; yıkarlar onu, sabunlarla, türlü kokulu ellerle, artık uyumak yok, acıtan havlularla kulaklarının içine içine girer parmaklar, sokma parmağını burnuna, karıştırma burnunu, sokma elini donunun içine, sokma elini tabağın içine, sokma elini bardağın içine, sokma elini oturağın içine, ellerin kirli gözüne sürme, ellerinin kirini üstüne başına sürme, emme parmağını
Büyümenin tarihi böyle böyle yazılır. Parmaklar, başkalarının parmakları, kulağına, burnuna, gözlerine, dudaklarına boğazına, bacaklarını arasına istediğini yapar, her yerinde gezinir. Sonra gene yatağının başına götürülür. Pencereden giren ışık gözlerini kamaştırır. Buna ışık denmez oğlum, bu güneş, anladın mı bir tanem, gözlerini kırpıştırma böyle, sonra durmadan, büyüyünce de durmadan kırpış.. 
(Sayfa: 24-25)


Bu yoldan giderek o ''geçmişi'' kurabilir miyim.? Uzayıp gidebilecek bir anlatıyı okur için anlamlı kılmanın gerektirdiği, gerektireceği işlemleri gerçekleştirmeğe çalışırken karşılaşacağım en büyük güçlük belki de şu: Okuyana, geçmişi içinde gezinip duran bir anlatıcının o geçmişin içinde duyduğu şimdiliği, şu andalığı, duyurmak. Bunu duyururken, geçmişte gezinildiğini hiç unutturmamak. Kim bilir, buna, okurun bu anıları kendi anılarıymış gibi benimseyip yaşamasını sağlamak; ya da her okuru kendi hesabına buna benzer anılar üretmeğe çağırmak, dememiz gerekir. İşin hoşu, ''benim böyle anılarım yok, ben zengin çocuğu değilim, bana böyle davranılmazdı'' diyecek olanlar varsa, asıl onların dikkat etmesi gerektiğidir. Çocukken görülen sevgi çok önemlidir. Çok belirleyicidir de. Sevgi görmemiş olan, sevgi gördüğünü güneşe çıkıp soluyan bir kertenkele hazzı ile anlatana biraz kızar. Çoğu zaman düşünülmeyen şey şu: İnsan, sevgi görmüş, ya da görmemiş olabilir ama önemli nokta, sevgi gördüğü ya da görmediği yolunda beslediği düşüncedir. Bu konuda analar babalarla çocuklarının düşündükleri pek ayrı olabiliyor. Önemli olan da ''görülen'' değil, ''görüldüğü düşünülen'' sevgi oluyor. İtirazı olan okur, burada anlatılan bir çocuğun anılarını, kendine mal etmek ister mi.? Anlatıcı, okura ne ölçüde yaklaşabilir.?
*
Ben, anlatıcı, öykümü sürdürüyorum. (Böyle bir söze kim inanır ki.?) (..) (Sayfa: 27)



İnsanlar yaşama, başkalarının yaşamına, başkalarına, gitgide daha saygısız oluyorlardı. Hoş, saygısız olmak da değildi bu; saygıyı hiç bilmemiş hiç öğrenmemiş olmalarıydı. Bir güzellikle karşı karşıya geldiklerinde artık tanıyamamaları, içlerinde bir kıpırtı olsun, duymamalarıydı. Ellerine ayaklarına bile, kalabalık içerisinde yaşayan insanlar olarak, söz geçirememeleriydi, neredeyse; zaten ürkek kedileri ürkütmeği kişiliğini kanıtlamak belleyen küçük çocuklardan daha başka, daha olgun bir davranışta bulunamadıklarını anlayamamalarıydı.. (Sayfa: 36)


(..kitabın biçimlediği tutsaklıktan da kurtulmağı düşlediydi; sonra bir yazarın, kitabın sınırlandırıcılığını yok etmeksizin de bulduğu yolu görmüş, bu uzlaşım içinde yazarın okuruna önerdiği olanaklarla bir bakıma -matematik açısından bilmem kaç yüz olduğu-hesaplanabilecek-okuma doğrultuları yaratılması karşısında kendi düşünden vazgeçmişti. Bir şeyi ilk yapan adam olmayınca o şeyi üçüncü kez yapan adam olabilirdi ama ikinci kez yapan olmak istememişti. Çok mu önemliydi bu ikincilik, üçüncülük.? İkinci adam izlerdi; üçüncüsü ise edinilmiş bir yolu, bir yöntemi, kullanırdı..) (Sayfa: 78)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...