5 Ekim 2018 Cuma

Karl Marx - Friedrich Engels - Komünist Manifesto


(..Amerika'nın keşfi, Afrika'nın ucundan gemiyle geçilmesi boy vermekte olan burjuvaziye yeni bir alan açtı. Doğu Hindistan ve Çin pazarları, Amerika'nın sömürgeleştirilmesi, sömürgelerle alışveriş, değişim araçlarının ve genel olarak malların çoğalması, ticarete, denizciliğe, sanayiye, o zamana dek bilinmeyen bir ivme kazandırdılar ve bunun sonucunda, çözülmekte olan feodal toplumun devrimci ögesine hızlı bir gelişme sağladılar.
O zamana dek uygulanmakta olan feodal ya da korporatif sanayi işletmeciliği, yeni pazarlar açıldıkça durmadan artan gereksinmeleri artık karşılayamaz olmuştu. Bunun yerini el işçiliğine dayalı üretim aldı. Orta sanayi burjuvazisi lonca ustalarını dışladı; çeşitli loncalar arasındaki işbölümünün yerini, aynı iş yeri içindeki işbölümü aldı.
Ama pazarlar durmadan büyüyor, gereksinmeler durmadan artıyordu. El işçiliğine dayalı üretim de artık yetersiz olmuştu. Bunun üzerine, buhar ve makine sanayi üretiminde bir devrim yarattılar. El işçiliğine dayalı üretimin yerini çağdaş büyük sanayi aldı, orta sanayi burjuvazisi yerini sanayi milyonerlerine, devasa sanayi ordularının reislerine, çağdaş burjuvalara bıraktı.
Büyük sanayi, Amerika'nın keşfinin hazırladığı büyük dünya pazarını yarattı. Dünya pazarı ticaretin, denizciliğin, kara ulaştırmacılığının gelişmesini çok büyük ölçüde hızlandırdı. Bu gelişme de, sanayinin yayılmasını etkiledi ve burjuvazi endüstrinin, ticaretin, denizciliğin, demiryollarının yaygınlaşması oranında gelişerek sermayelerini katladı ve Ortaçağ'dan arta kalan sınıfları sahnenin gerisine itti.
Böylece çağdaş burjuvazinin kendisinin, uzun bir gelişme sürecinin, üretim ve iletişim biçimlerindeki bir dizi devrimin sonucu olduğunu görüyoruz.
Burjuvazinin bu gelişme aşamalarının her birine, siyasal bir ilerleme eşlik etmiştir. Feodal senyörlerin boyunduruğu altında ezilen; Ortaçağ komününde kendi kendini yöneten silahlı bir topluluk olan; kimi yerlerde ( İtalya ve Almanya'da olduğu gibi) bağımsız bir kent cumhuriyeti, kimi yerlerde (Fransa'da olduğu gibi) monarşiye vergi ödeyen avam tabakasını oluşturan; daha sonra el işçiliğine dayalı üretim döneminde feodal ya da mutlak monarşilerde soyluluğa karşı denge ağırlığı ve büyük monarşilerin ana temeli olan burjuvazi, büyük sanayinin ve dünya pazarının oluşmasından sonra çağdaş temsili devletin siyasal egemenliğini tek başına ele geçirdi. Çağdaş devlet erki, burjuva sınıfının tümünün ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.
Burjuvazi tarihte önemli bir devrimci rol oynamıştır.
İktidarı ele geçirdiği her yerde feodal, ataerkil ve kırsal ilişkileri sona erdirmiştir. Feodalite insanını ''doğal üstlerine'' bağımlı kılan çeşitli ve karmaşık bağların tümünü acımasızca parçalamış, insanla insan arasında yalın çıkardan, duyarlıktan yoksun ''peşin parayla ödemeden'' başka bir bağ bırakmamıştır. Dinsel esrimenin kutsal ürpermelerini, şövalyelik coşkusunu, küçük burjuva duygusallığını bencil hesabın buz gibi sularında boğmuştur. Bireysel saygınlığı sıradan bir değiş tokuş değerine dönüştürmüş ve onca zahmetle kazanılmış olan sayısız özgürlüklerin yerine tek bir özgürlük, gözü dönmüş ticaret özgürlüğünü koymuştur. Kısacası dinsel ve siyasal aldatmacaların perdeliğini sömürünün yerine açık, utanmaz, doğrudan ve acımasız bir sömürü getirmiştir. (Sayfa: 15-18)

*****

O zamana dek uygulanmakta olan feodal ya da korporatif sanayi işletmeciliği, yeni pazarlar açıldıkça durmadan artan gereksinmeleri artık karşılayamaz olmuştu. Bunun yerini el işçiliğine dayalı üretim aldı. Orta sanayi burjuvazisi lonca ustalarını dışladı; çeşitli loncalar arasındaki işbölümünün yerini, aynı iş yeri içindeki işbölümü aldı.
Ama pazarlar durmadan büyüyor, gereksinmeler durmadan artıyordu. El işçiliğine dayalı üretim de artık yetersiz olmuştu. Bunun üzerine, buhar ve makine sanayi üretiminde bir devrim yarattılar. El işçiliğine dayalı üretimin yerini çağdaş büyük sanayi aldı, orta sanayi burjuvazisi yerini sanayi milyonerlerine, devasa sanayi ordularının reislerine, çağdaş burjuvalara bıraktı.
Büyük sanayi, Amerika'nın keşfinin hazırladığı büyük dünya pazarını yarattı. Dünya pazarı ticaretin, denizciliğin, kara ulaştırmacılığının gelişmesini çok büyük ölçüde hızlandırdı. Bu gelişme de, sanayinin yayılmasını etkiledi ve burjuvazi endüstrinin, ticaretin, denizciliğin, demiryollarının yaygınlaşması oranında gelişerek sermayelerini katladı ve Ortaçağ'dan arta kalan sınıfları sahnenin gerisine itti.
Böylece çağdaş burjuvazinin kendisinin, uzun bir gelişme sürecinin, üretim ve iletişim biçimlerindeki bir dizi devrimin sonucu olduğunu görüyoruz.
Burjuvazinin bu gelişme aşamalarının her birine, siyasal bir ilerleme eşlik etmiştir. Feodal senyörlerin boyunduruğu altında ezilen; Ortaçağ komününde kendi kendini yöneten silahlı bir topluluk olan; kimi yerlerde ( İtalya ve Almanya'da olduğu gibi) bağımsız bir kent cumhuriyeti, kimi yerlerde (Fransa'da olduğu gibi) monarşiye vergi ödeyen avam tabakasını oluşturan; daha sonra el işçiliğine dayalı üretim döneminde feodal ya da mutlak monarşilerde soyluluğa karşı denge ağırlığı ve büyük monarşilerin ana temeli olan burjuvazi, büyük sanayinin ve dünya pazarının oluşmasından sonra çağdaş temsili devletin siyasal egemenliğini tek başına ele geçirdi. Çağdaş devlet erki, burjuva sınıfının tümünün ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.
Burjuvazi tarihte önemli bir devrimci rol oynamıştır.
İktidarı ele geçirdiği her yerde feodal, ataerkil ve kırsal ilişkileri sona erdirmiştir. Feodalite insanını ''doğal üstlerine'' bağımlı kılan çeşitli ve karmaşık bağların tümünü acımasızca parçalamış, insanla insan arasında yalın çıkardan, duyarlıktan yoksun ''peşin parayla ödemeden'' başka bir bağ bırakmamıştır. Dinsel esrimenin kutsal ürpermelerini, şövalyelik coşkusunu, küçük burjuva duygusallığını bencil hesabın buz gibi sularında boğmuştur. Bireysel saygınlığı sıradan bir değiş tokuş değerine dönüştürmüş ve onca zahmetle kazanılmış olan sayısız özgürlüklerin yerine tek bir özgürlük, gözü dönmüş ticaret özgürlüğünü koymuştur. Kısacası dinsel ve siyasal aldatmacaların perdeliğini sömürünün yerine açık, utanmaz, doğrudan ve acımasız bir sömürü getirmiştir. (Sayfa: 15-18)
***
Burjuvazi, o zamana dek saygın bilinen ve kutsal bir saygı ile değerlendirilen bütün etkinlikleri saygınlıklarından yoksun kılmıştır. Doktoru, hukukçuyu, rahibi, şairi, bilim adamını kendine bağlı bir ücretli yapmıştır.
Burjuvazi aile ilişkilerini örten duygusallık perdesini yırtarak, bu ilişkileri yalnızca bir para ilişkisine indirgemiştir.
Burjuvazi, gericiliğin onca hayran olduğu, Ortaçağ'ın kaba güç gösterisinin, doğal bütünleyicisini, en soysuz tembellikle bulduğunu ortaya çıkarmıştır. İnsanın etkinliğinin neleri gerçekleştirebileceğini, ilk kez burjuvazi göstermiştir. Mısır piramitlerinden, Roma su kemerlerinden, gotik katedrallerden başka harikalar da yaratmış, göçlerden Haçlı seferlerinden başka seferleri de başarıyla sonuçlandırmıştır.
Burjuvazi üretim araçlarını, üretim ilişkilerini, dolayısıyla bütün toplumsal ilişkileri sürekli olarak devrimleştirmeden var olamaz. Oysa, daha önceki sanayici düzeninin korunmasıydı. Üretimin sürekli olarak devrimleştirilmesi, bütün toplumsal düzenin durmadan sarsılması, sonu gelmeyen bir belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını daha eski çağların tümünden ayırır. Donmuş ve paslanmış bütün toplumsal ilişkiler, eski ve saygın düşünceleri ve kavramları da peşlerinden sürükleyerek çözülmüşlerdir; bunların yerlerini alan yeni düşünceler ve kavramlar ise kemikleşme olanağı bulamadan yaşlanmıştır. Sağlam ve kararlı olan ne varsa buharlaşmış, kutsal bilinen ne varsa bu sıfatını yitirmiş ve sonunda insanlar kendi konumlarına ve karşılıklı ilişkilerine uyanık gözlerle bakmak zorunda kalmışlardır.
Ürünleri için durmadan yeni pazarlar gereksinmesi, burjuvaziyi yerkürenin her yerine yayılmaya yöneltti. Her yere yerleşmesi, her yeri sömürmesi, her yerde ilişkiler geliştirmesi gerekti.
Burjuvazi dünya pazarını sömürerek, bütün ülkelerin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir damga vurdu. Sanayinin ayağının altından ulusal temeli çekip alarak gericileri büyük üzüntüye boğdu. Çok eski ulusal sanayiler yok edildi, hala da her gün yok ediliyor. Bunların yerini, ortaya çıkışları bütün uygar uluslar için bir ölüm kalım sorunu oluşturan ve yalnızca o ülkenin ham maddelerini değil, çok uzak ülkelerden gelen ham maddeleri de kullanan ve ürünleri yalnızca o ülkede değil dünyanın her yerinde tüketilen yeni sanayiler aldı. Ulusal ürünlerin karşıladığı eski gereksinmelerin yerine, karşılanmaları çok uzak ülkelerin iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinimler doğdu. Eski, kendi kendine yeterliğin ve eski bölgesel ve ulusal yalnızlığın yerini, evrensel bir alışveriş ve uluslar arasında evrensel bir karşılıklı bağımlılık aldı. Maddi üretim için geçerli olan, zihinsel üretim için de geçerliydi. Bir ulusun düşünsel ürünleri ortak mal oldu. Tek yanlılık ve ulusal kısıtlamalar gittikçe olanaksızlaştı ve ulusal ve yerel birçok edebiyattan bir dünya edebiyatı doğdu.
Bütün üretim araçlarının hızla gelişmesi ve iletişim olanaklarının son derece kolaylaşması ile burjuvazi bütün ulusları, en ilkelleri bile uygarlığa sürükledi. Ürünlerinin düşük fiyatı bütün Çin duvarlarını yıkan, en inatçı yabancı düşmanı barbarları bile, teslim olmak zorunda bırakan bir ağır top oldu. Bütün ulusları, eğer yok olmak istemiyorlarsa, burjuvazinin üretim sistemini benimsemeye, uygarlık dediklerini kabullenmeye, yani burjuvazi olmaya zorladı. Kısacası, burjuvazi kendi görüntüsünün benzeri bir dünya yarattı.
Burjuvazi kırsal kesimi kentin egemenliği altına soktu. Çok büyük kentler kurdu, kent nüfusunu kırsal kesiminkine oranla çok büyük ölçekte artırarak halkın önemli bir bölümünü kırsal kesimde yaşamanın sersemleştirilmesinden kurtardı. Kırsal kesimi kente bağımlı kılması gibi, burjuvazi, barbar ve yarı barbar ülkeleri uygarlaşmış ülkelere, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğu'yu Batı'ya bağımlı kıldı.
Burjuvazi, üretim araçlarının, mülkiyetin ve nüfusun dağılmasını gittikçe artan bir biçimde ortadan kaldırmaktadır. Nüfusu bir araya getirmiş, üretim araçlarını merkezileştirmiş, mülkiyeti sınırlı sayıda elde toplamıştır. Bu değişikliklerin kaçınılmaz sonucu, siyasal merkezileşme olmuştur. Ayrı çıkarları, yasaları, hükümetleri, gümrük tarifeleri olan ve yalnızca federal bağlarla birbirlerine bağlı bağımsız eyaletler, tek bir hükümete, tek bir yasaya, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir gümrük duvarına sahip bir ulus olarak birleşmişlerdir..)  (Sayfa:18-21)

*****

Burjuvazi üretim araçlarını, üretim ilişkilerini, dolayısıyla bütün toplumsal ilişkileri sürekli olarak devrimleştirmeden var olamaz. Oysa, daha önceki sanayici düzeninin korunmasıydı. Üretimin sürekli olarak devrimleştirilmesi, bütün toplumsal düzenin durmadan sarsılması, sonu gelmeyen bir belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını daha eski çağların tümünden ayırır. Donmuş ve paslanmış bütün toplumsal ilişkiler, eski ve saygın düşünceleri ve kavramları da peşlerinden sürükleyerek çözülmüşlerdir; bunların yerlerini alan yeni düşünceler ve kavramlar ise kemikleşme olanağı bulamadan yaşlanmıştır. Sağlam ve kararlı olan ne varsa buharlaşmış, kutsal bilinen ne varsa bu sıfatını yitirmiş ve sonunda insanlar kendi konumlarına ve karşılıklı ilişkilerine uyanık gözlerle bakmak zorunda kalmışlardır.
Ürünleri için durmadan yeni pazarlar gereksinmesi, burjuvaziyi yerkürenin her yerine yayılmaya yöneltti. Her yere yerleşmesi, her yeri sömürmesi, her yerde ilişkiler geliştirmesi gerekti.
Burjuvazi dünya pazarını sömürerek, bütün ülkelerin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir damga vurdu. Sanayinin ayağının altından ulusal temeli çekip alarak gericileri büyük üzüntüye boğdu. Çok eski ulusal sanayiler yok edildi, hala da her gün yok ediliyor. Bunların yerini, ortaya çıkışları bütün uygar uluslar için bir ölüm kalım sorunu oluşturan ve yalnızca o ülkenin ham maddelerini değil, çok uzak ülkelerden gelen ham maddeleri de kullanan ve ürünleri yalnızca o ülkede değil dünyanın her yerinde tüketilen yeni sanayiler aldı. Ulusal ürünlerin karşıladığı eski gereksinmelerin yerine, karşılanmaları çok uzak ülkelerin iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinimler doğdu. Eski, kendi kendine yeterliğin ve eski bölgesel ve ulusal yalnızlığın yerini, evrensel bir alışveriş ve uluslar arasında evrensel bir karşılıklı bağımlılık aldı. Maddi üretim için geçerli olan, zihinsel üretim için de geçerliydi. Bir ulusun düşünsel ürünleri ortak mal oldu. Tek yanlılık ve ulusal kısıtlamalar gittikçe olanaksızlaştı ve ulusal ve yerel birçok edebiyattan bir dünya edebiyatı doğdu.
Bütün üretim araçlarının hızla gelişmesi ve iletişim olanaklarının son derece kolaylaşması ile burjuvazi bütün ulusları, en ilkelleri bile uygarlığa sürükledi. Ürünlerinin düşük fiyatı bütün Çin duvarlarını yıkan, en inatçı yabancı düşmanı barbarları bile, teslim olmak zorunda bırakan bir ağır top oldu. Bütün ulusları, eğer yok olmak istemiyorlarsa, burjuvazinin üretim sistemini benimsemeye, uygarlık dediklerini kabullenmeye, yani burjuvazi olmaya zorladı. Kısacası, burjuvazi kendi görüntüsünün benzeri bir dünya yarattı.
Burjuvazi kırsal kesimi kentin egemenliği altına soktu. Çok büyük kentler kurdu, kent nüfusunu kırsal kesiminkine oranla çok büyük ölçekte artırarak halkın önemli bir bölümünü kırsal kesimde yaşamanın sersemleştirilmesinden kurtardı. Kırsal kesimi kente bağımlı kılması gibi, burjuvazi, barbar ve yarı barbar ülkeleri uygarlaşmış ülkelere, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğu'yu Batı'ya bağımlı kıldı.
Burjuvazi, üretim araçlarının, mülkiyetin ve nüfusun dağılmasını gittikçe artan bir biçimde ortadan kaldırmaktadır. Nüfusu bir araya getirmiş, üretim araçlarını merkezileştirmiş, mülkiyeti sınırlı sayıda elde toplamıştır. Bu değişikliklerin kaçınılmaz sonucu, siyasal merkezileşme olmuştur. Ayrı çıkarları, yasaları, hükümetleri, gümrük tarifeleri olan ve yalnızca federal bağlarla birbirlerine bağlı bağımsız eyaletler, tek bir hükümete, tek bir yasaya, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir gümrük duvarına sahip bir ulus olarak birleşmişlerdir..)  (Sayfa:18-21)

*****

(..Burjuvazi yeni sermaye geliştikçe, iş bulmaları durumunda yaşayabilen ve ancak emeklerinin sermayeyi artırması durumunda iş bulabilen çağdaş işçi sınıfı proletarya da gelişir. Kendilerini gün be gün satmak zorunda olan bu işçiler de, her hangi bir ticari eşya gibi bir maldır ve bu nedenle öbür mallar gibi rekabetin bütün değişkenliklerinden, pazarın bütün dalgalanmalarından etkilenirler.
Makine kullanımının yaygınlaşması ve işbölümü sonucunda, proleterlerin işleri her türlü bağımsızlık niteliğini ve dalayısıyla çekiciliğini yitirmiştir. İşçi makinenin sıradan bir parçası olmuş, kendisinden yalnızca çok basit, çok tekdüze, öğrenmesi çok kolay bir işlem yapması istenir olmuştur. BÖYLECE İŞÇİNİN MALİYETİ HAYATTA KALABİLMEK VE TÜRÜNÜ SÜRDÜRMEK İÇİN GEREKLİ GEÇİM GEREÇLERİYLE SINIRLANMIŞTIR. OYSA BİR MALIN, BU ARADA EMEĞİN FİYATI ÜRETİM MALİYETİNE EŞİTTİR. BU NEDENLE İŞ NE DENLİ İTİCİ OLURSA, ÜCRET O DENLİ DÜŞER. DAHASI, MAKİNE KULLANIMININ VE İŞBÖLÜMÜNÜN ARTMASIYLA, YA ÇALIŞMA SAATLERİNİN ARTMASI YA DA MAKİNELERİN HIZININ ARTMASI NEDENİYLE BELİRLİ BİR SÜREDE YAPILMASI İSTENEN İŞİN ÇOĞALMASI VB. SONUCUNDA, EMEĞİN YÜKÜ DE ARTAR.
ÇAĞDAŞ SANAYİ, ATAERKİL USTANIN KÜÇÜK İŞLİĞİNİ SANAYİ KAPİTALİZMİNİN BÜYÜK FABRİKASINA DÖNÜŞTÜRMÜŞTÜR. FABRİKAYA DOLDURULAN İŞÇİ YIĞINLARI ASKERLER GİBİ ÖRGÜTLENMİŞTİR. SANAYİNİN SIRADAN ERLERİ OLARAK BİR ASTSUBAYLAR VE SUBAYLAR HİYERARŞİSİNİN GÖZETİMİ ALTINA SOKULMUŞLARDIR.
İşçiler yalnızca burjuva sınıfını, burjuva devletinin köleleri değildir, ayrıca her gün, her saat, makinenin, gözeticinin ve özellikle de fabrika sahibi burjuvanın kendisinin kölesi olurlar. BU ZORBALIK, TEK AMACININ KÂR OLDUĞUNU AÇIKÇA BELİRTTİĞİ ORANDA SOYSUZLAŞIR, İĞRENÇLEŞİR, AZGINLAŞIR.
İş daha az beceri ve güç gerektirdikçe, yani çağdaş sanayi geliştikçe, erkeklerin işlerini kadınlar ve çocuklar yapmaya başlar. Yaş ve cinsiyet ayırımının işçi sınıfı için toplumsal bir önemi kalmaz. Artık herkes bedeli yaşa ve cinsiyete göre değişen bir iş gerecidir yalnızca.
Fabrika sahibinin sömürüsü sona erip de ücretini para olarak aldığında, işçi bu kez ev sahibi, bakkal, tefeci gibi burjuvazinin öbür bölümlerinin avı olur.
Eski orta sınıfların alt basamağını oluşturan küçük sanayiciler, küçük tacirler, küçük rantiyeler, zanaatkârlar ve köylüler proleterleşirler; çünkü bir yandan zayıf sermayeleri büyük sanayilerin yöntemlerini kullanmalarına izin vermediği için büyük sermaye sahipleriyle rekabette yenik düşerler; öte yandan teknik becerileri yeni üretim yöntemlerince değersiz kılınır. Böylece proletarya, halkın bütün sınıflarından oluşur..) (Sayfa: 24-26)
ÇAĞDAŞ SANAYİ, ATAERKİL USTANIN KÜÇÜK İŞLİĞİNİ SANAYİ KAPİTALİZMİNİN BÜYÜK FABRİKASINA DÖNÜŞTÜRMÜŞTÜR. FABRİKAYA DOLDURULAN İŞÇİ YIĞINLARI ASKERLER GİBİ ÖRGÜTLENMİŞTİR. SANAYİNİN SIRADAN ERLERİ OLARAK BİR ASTSUBAYLAR VE SUBAYLAR HİYERARŞİSİNİN GÖZETİMİ ALTINA SOKULMUŞLARDIR.
İşçiler yalnızca burjuva sınıfını, burjuva devletinin köleleri değildir, ayrıca her gün, her saat, makinenin, gözeticinin ve özellikle de fabrika sahibi burjuvanın kendisinin kölesi olurlar. BU ZORBALIK, TEK AMACININ KÂR OLDUĞUNU AÇIKÇA BELİRTTİĞİ ORANDA SOYSUZLAŞIR, İĞRENÇLEŞİR, AZGINLAŞIR.
İş daha az beceri ve güç gerektirdikçe, yani çağdaş sanayi geliştikçe, erkeklerin işlerini kadınlar ve çocuklar yapmaya başlar. Yaş ve cinsiyet ayırımının işçi sınıfı için toplumsal bir önemi kalmaz. Artık herkes bedeli yaşa ve cinsiyete göre değişen bir iş gerecidir yalnızca.
Fabrika sahibinin sömürüsü sona erip de ücretini para olarak aldığında, işçi bu kez ev sahibi, bakkal, tefeci gibi burjuvazinin öbür bölümlerinin avı olur.
Eski orta sınıfların alt basamağını oluşturan küçük sanayiciler, küçük tacirler, küçük rantiyeler, zanaatkârlar ve köylüler proleterleşirler; çünkü bir yandan zayıf sermayeleri büyük sanayilerin yöntemlerini kullanmalarına izin vermediği için büyük sermaye sahipleriyle rekabette yenik düşerler; öte yandan teknik becerileri yeni üretim yöntemlerince değersiz kılınır. Böylece proletarya, halkın bütün sınıflarından oluşur..) (Sayfa: 24-26)

******

(...Gördüğünüz gibi, günümüze dek her toplum ezen sınıflarla ezilen sınıflar arasındaki karşıtlığa dayanmıştır. Ama bir sınıfı baskı altında tutabilmek için, o sınıfa en azından köle gibi yaşamasına yetecek yaşama koşullarını sağlayabilmek gerekir. Serflik döneminde serfin bir komünün üyesi olmayı başarması gibi, küçük burjuva da feodal baskının boyunduruğu altında burjuva düzeyine yükselmiştir.Çağdaş işçi ise sanayinin gelişmesiyle yükselecek yerde, tersine kendi sınıfının yaşam koşullarının bile altına inmektedir sürekli olarak. İşçi bir yoksula dönüşmekte ve yoksulluk nüfustan da, zenginlikten de daha hızlı bir biçimde artmaktadır. Bütün bunlardan, burjuvazinin yönetici sınıf rolünü ve kendi sınıfının varoluş koşullarını düzenleyici yasa olarak topluma kabul ettirmeyi artık sürdüremeyeceği ortaya çıkmaktadır. Burjuvazi artık egemen olacak konumda değildir, çünkü kölesinin kölelik koşulları içinde bile varlığını güvence altına alacak yeteneği yoktur, çünkü kölesini, onun tarafından beslenecek yerde, onu beslemek zorunda kalacağı bir duruma düşmek zorunda bırakmaktadır. Toplum artık burjuva sınıfının egemenliği altında yaşayamaz, bir başka deyişle burjuva sınıfının varlığı artık toplumla bağdaşmamaktadır. 
Burjuva sınıfının varlığının ve egemenliğinin en önemli koşulu zenginliğin özel kişilerin elinde birikmesi, sermayenin oluşumu ve büyümesidir; sermayenin varoluşunun koşulu ise ücretli emektir. Ücretli emek yalnızca işçilerin kendi aralarındaki rekabete dayanır. Burjuvazinin istemi dışında ve edilgen olarak sanayide sağladığı gelişme, işçilerin aralarındaki rekabetin sonucu olan yalnızlıklarının yerine, bir araya gelmenin sonucu olan devrimci birleşmeyi koyar. Böylece bütün sanayinin gelişmesi burjuvazinin ayaklarının altından, üzerinde üretim yaptığı ve ürünlerine sahip çıktığı alanı çekip almaktadır. Burjuvazi her şeyden önce kendi mezar kazıcılarını üretmektedir. Burjuvazinin yıkılması da, proletaryanın zaferi de aynı oranda kaçınılmazdır. (Sayfa: 32-33)


*****


Komünistlerin, proleterlerin tümü karşısındaki konumu nedir.?
*
Komünistler, öbür işçi partilerine karşı çıkan ayrı bir parti oluşturmazlar.
Onların, bütün proletaryanın çıkarlarından ayrı hiç bir çıkarları yoktur. 
Komünistler, proletarya hareketini biçimlendirmek amacı güden özel ilkeler öne sürmezler.
Komünistler öteki proletarya partilerinden yalnızca, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadelelerinde, proletaryanın tümünün ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne çıkarıp geçerli kılmalarıyla; bir yandan da proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelenin geçirdiği çeşitli aşamalarda, her zaman hareketin tümünün çıkarını desteklemekle ayrılırlar.
Demek ki, uygulamada komünistler bütün ülkelerin işçi partileri içinde en kararlı, öbür partileri sürükleyen kesimdir; kuramsal olarak da, proletaryanın geri kalan bölümü karşısında, proletarya hareketinin koşullarını, gidişini ve genel hedeflerini açıkça anlayabilme üstünlüğüne sahiptirler.
Komünistlerin şimdiki hedefi bütün proletarya partilerinin hedefinin aynıdır: Proletaryanın bir sınıf oluşturması, burjuva egemenliğinin yıkılması, proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesi.
Komünistlerin kuramsal önerileri hiçbir biçimde şu ya da bu dünya reformcusunun düşüncelerine, bulduğu ya da icat ettiği ilkelere dayanmaz.
Bunlar var olan bir sınıf mücadelesinin, gözlerimizin önünde gerçekleşen tarihsel bir hareketin gerçek koşullarının genel açıklamalarıdır yalnızca. Bugüne dek varlığını sürdürmüş olan mülkiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılması, komünizmin belirleyici niteliği değildir.
Bütün mülkiyet ilişkileri, tarih boyunca sürekli değişikliklere, sürekli değişmelere uğramıştır.
Örneğin Fransız Devrimi feodal mülkiyeti, burjuva mülkiyeti yararına ortadan kaldırmıştır.
KOMÜNİZMİN AYIRT EDİCİ ÖZELLİĞİ, MÜLKİYETİN GENEL OLARAK ORTADAN KALDIRILMASI OLMAYIP, BURJUVA MÜLKİYETİNİN ORTADAN KALDIRILMASIDIR.
Ama günümüzün özel mülkiyeti, burjuva mülkiyeti, ürünlerin sınıf karşıtlıkları üzerine, kimilerinin başkaları tarafından sömürülmesi üzerine dayalı üretiminin ve sahiplenilmesinin en son ve en kusursuz örneğidir.
Bu anlamda komünistlerin kuramı tek bir cümleyle özetlenebilir:
ÖZEL MÜLKİYETİN ORTADAN KALDIRILMASI.
Biz komünistler, bireysel olarak elde edilen, doğrudan veya bireysel çalışmanın ürünü olan, her türlü özgürlüğün, her türlü etkinliğin, her türlü bireysel bağımsızlığın temeli olduğu öne sürülen mülkiyeti ortadan kaldırmayı istemekle suçlanırız.
Kendi emeğinin ürünü, kendi gücünle elde edilen, kazanılan mülkiyet! Burjuva mülkiyetinden önceki mülkiyet biçiminden, küçük burjuvanın, küçük köylünün mülkiyetinden mi söz edilmek isteniyor? Bunu bizim ortadan kaldırmamıza gerek yok, sanayinin gelişmesi zaten ortadan kaldırdı, her geçen gün ortadan kaldırmayı sürdürüyor.
Yoksa, ÇAĞDAŞ BURJUVA ÖZEL MÜLKİYETİNDEN Mİ SÖZ EDİLMEK İSTENİYOR?
Ama ücretli emek, proletaryanın emeği, proletarya için mülkiyet yaratıyor mu? NE GEZER? Ücretli emek, sermayeyi yani ücretli emeği sömüren ve ancak yeniden sömürmek için durmadan yeni ücretli emek yaratmak koşuluyla çoğalabilen sermayeyi yaratır. Bugünkü biçimiyle mülkiyet, sermaye ve ücretli emek karşıtlığı arasında gidip gelir. Bu karşıtlığın iki kavramını inceleyelim.
Sermaye sahibi olmak, üretim içinde yalnızca kişisel bir konuma sahip olmak anlamına gelmeyip, toplumsal bir konuma da sahip olmak anlamına gelir. Sermaye ortak bir üründür ve ancak birçok bireyin ortak etkinliğiyle, dahası son çözümlemede toplumun bütün bireylerinin ortak etkinliğiyle harekete geçirilebilir.
Demek ki, SERMAYE BİREYSEL BİR GÜÇ OLMAYIP, TOPLUMSAL BİR GÜÇTÜR.
Böyle olunca, sermaye toplumun bütün bireylerine ait ortak bir mülkiyete dönüştürülecek olursa, bireysel bir mülkiyetin toplumsal bir mülkiyete dönüşmesi söz konusu değildir. Yalnızca sermaye toplumsal niteliğe dönüşür. Mülkiyet sınıfsal niteliğini yitirir.
Ücretli emeğe gelelim: Ücretli emeğin ortalama fiyatı asgari ücrettir, yani işçiyi işçi olarak hayatta tutabilmek için gerekli geçim gereçlerinin toplamıdır. Bu nedenle, işçinin emeği karşısında sahip olabildiği, yalnızca en basite indirgenmiş varlığının üremesi için yeterli olur. Biz, yarının yaşamının üretilmesi için gerekli olan, emek ürünlerinin bu kişisel sahiplenilmesini, bu sahiplenme başkasının emeği üzerinde bir yetki doğuracak hiçbir fazlalık bırakmadığı için, hiçbir biçimde ortadan kaldırmak istemiyoruz. BİZİM İSTEDİĞİMİZ, İŞÇİNİN YALNIZCA SERMAYEYİ ARTIRMAK AMACIYLA YAŞADIĞI VE ANCAK EGEMEN SINIFIN ÇIKARININ SINIRLARI İÇİNDE YAŞAYABİLDİĞİ BU ACIKLI SAHİPLENME BİÇİMİNİ ORTADAN KALDIRMAKTIR.
Burjuva toplumunda canlı emek, birikmiş emeği katlama aracından başka bir şey değildir. Komünist toplumda ise birikmiş emek yalnızca işçilerin yaşam sürecini genişleten, zenginleştiren ve ilerleten bir araçtır.
DEMEK Kİ, BURJUVA TOPLUMUNDA, GEÇMİŞ, BUGÜNÜ EGEMENLİĞİ ALTINA ALIR; KOMÜNİST TOPLUMDA İSE BUGÜN GEÇMİŞE EGEMENDİR. BURJUVA TOPLUMUNDA SERMAYE BAĞIMSIZ VE KİŞİSELDİR; ÇALIŞAN BİREYİN İSE NE BAĞIMSIZLIĞI NE DE KİŞİLİĞİ VARDIR.
İşte böyle bir durumun ortadan kaldırılmasını burjuvazi, kişiliğin ve özgürlüğün ortadan kaldırılması olarak adlandırıyor! Haklı olarak. Çünkü gerçekten de söz konusu olan, burjuva kişiliğinin, bağımsızlığının, özgürlüğünün ortadan kaldırılmasıdır. (Sayfa: 35-39)

*****

Demek ki, uygulamada komünistler bütün ülkelerin işçi partileri içinde en kararlı, öbür partileri sürükleyen kesimdir; kuramsal olarak da, proletaryanın geri kalan bölümü karşısında, proletarya hareketinin koşullarını, gidişini ve genel hedeflerini açıkça anlayabilme üstünlüğüne sahiptirler.
Komünistlerin şimdiki hedefi bütün proletarya partilerinin hedefinin aynıdır: Proletaryanın bir sınıf oluşturması, burjuva egemenliğinin yıkılması, proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesi.
Komünistlerin kuramsal önerileri hiçbir biçimde şu ya da bu dünya reformcusunun düşüncelerine, bulduğu ya da icat ettiği ilkelere dayanmaz.
Bunlar var olan bir sınıf mücadelesinin, gözlerimizin önünde gerçekleşen tarihsel bir hareketin gerçek koşullarının genel açıklamalarıdır yalnızca. Bugüne dek varlığını sürdürmüş olan mülkiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılması, komünizmin belirleyici niteliği değildir.
Bütün mülkiyet ilişkileri, tarih boyunca sürekli değişikliklere, sürekli değişmelere uğramıştır.
Örneğin Fransız Devrimi feodal mülkiyeti, burjuva mülkiyeti yararına ortadan kaldırmıştır.
KOMÜNİZMİN AYIRT EDİCİ ÖZELLİĞİ, MÜLKİYETİN GENEL OLARAK ORTADAN KALDIRILMASI OLMAYIP, BURJUVA MÜLKİYETİNİN ORTADAN KALDIRILMASIDIR.
Ama günümüzün özel mülkiyeti, burjuva mülkiyeti, ürünlerin sınıf karşıtlıkları üzerine, kimilerinin başkaları tarafından sömürülmesi üzerine dayalı üretiminin ve sahiplenilmesinin en son ve en kusursuz örneğidir.
Bu anlamda komünistlerin kuramı tek bir cümleyle özetlenebilir:
ÖZEL MÜLKİYETİN ORTADAN KALDIRILMASI.
Biz komünistler, bireysel olarak elde edilen, doğrudan veya bireysel çalışmanın ürünü olan, her türlü özgürlüğün, her türlü etkinliğin, her türlü bireysel bağımsızlığın temeli olduğu öne sürülen mülkiyeti ortadan kaldırmayı istemekle suçlanırız.
Kendi emeğinin ürünü, kendi gücünle elde edilen, kazanılan mülkiyet! Burjuva mülkiyetinden önceki mülkiyet biçiminden, küçük burjuvanın, küçük köylünün mülkiyetinden mi söz edilmek isteniyor? Bunu bizim ortadan kaldırmamıza gerek yok, sanayinin gelişmesi zaten ortadan kaldırdı, her geçen gün ortadan kaldırmayı sürdürüyor.
Yoksa, ÇAĞDAŞ BURJUVA ÖZEL MÜLKİYETİNDEN Mİ SÖZ EDİLMEK İSTENİYOR?
Ama ücretli emek, proletaryanın emeği, proletarya için mülkiyet yaratıyor mu? NE GEZER? Ücretli emek, sermayeyi yani ücretli emeği sömüren ve ancak yeniden sömürmek için durmadan yeni ücretli emek yaratmak koşuluyla çoğalabilen sermayeyi yaratır. Bugünkü biçimiyle mülkiyet, sermaye ve ücretli emek karşıtlığı arasında gidip gelir. Bu karşıtlığın iki kavramını inceleyelim.
Sermaye sahibi olmak, üretim içinde yalnızca kişisel bir konuma sahip olmak anlamına gelmeyip, toplumsal bir konuma da sahip olmak anlamına gelir. Sermaye ortak bir üründür ve ancak birçok bireyin ortak etkinliğiyle, dahası son çözümlemede toplumun bütün bireylerinin ortak etkinliğiyle harekete geçirilebilir.
Demek ki, SERMAYE BİREYSEL BİR GÜÇ OLMAYIP, TOPLUMSAL BİR GÜÇTÜR.
Böyle olunca, sermaye toplumun bütün bireylerine ait ortak bir mülkiyete dönüştürülecek olursa, bireysel bir mülkiyetin toplumsal bir mülkiyete dönüşmesi söz konusu değildir. Yalnızca sermaye toplumsal niteliğe dönüşür. Mülkiyet sınıfsal niteliğini yitirir.
Ücretli emeğe gelelim: Ücretli emeğin ortalama fiyatı asgari ücrettir, yani işçiyi işçi olarak hayatta tutabilmek için gerekli geçim gereçlerinin toplamıdır. Bu nedenle, işçinin emeği karşısında sahip olabildiği, yalnızca en basite indirgenmiş varlığının üremesi için yeterli olur. Biz, yarının yaşamının üretilmesi için gerekli olan, emek ürünlerinin bu kişisel sahiplenilmesini, bu sahiplenme başkasının emeği üzerinde bir yetki doğuracak hiçbir fazlalık bırakmadığı için, hiçbir biçimde ortadan kaldırmak istemiyoruz. BİZİM İSTEDİĞİMİZ, İŞÇİNİN YALNIZCA SERMAYEYİ ARTIRMAK AMACIYLA YAŞADIĞI VE ANCAK EGEMEN SINIFIN ÇIKARININ SINIRLARI İÇİNDE YAŞAYABİLDİĞİ BU ACIKLI SAHİPLENME BİÇİMİNİ ORTADAN KALDIRMAKTIR.
Burjuva toplumunda canlı emek, birikmiş emeği katlama aracından başka bir şey değildir. Komünist toplumda ise birikmiş emek yalnızca işçilerin yaşam sürecini genişleten, zenginleştiren ve ilerleten bir araçtır.
DEMEK Kİ, BURJUVA TOPLUMUNDA, GEÇMİŞ, BUGÜNÜ EGEMENLİĞİ ALTINA ALIR; KOMÜNİST TOPLUMDA İSE BUGÜN GEÇMİŞE EGEMENDİR. BURJUVA TOPLUMUNDA SERMAYE BAĞIMSIZ VE KİŞİSELDİR; ÇALIŞAN BİREYİN İSE NE BAĞIMSIZLIĞI NE DE KİŞİLİĞİ VARDIR.
İşte böyle bir durumun ortadan kaldırılmasını burjuvazi, kişiliğin ve özgürlüğün ortadan kaldırılması olarak adlandırıyor! Haklı olarak. Çünkü gerçekten de söz konusu olan, burjuva kişiliğinin, bağımsızlığının, özgürlüğünün ortadan kaldırılmasıdır. (Sayfa: 35-39)

*****

(..Burjuva üretiminin günümüzdeki ilişkilerinde, özgürlük demek, ticari özgürlüğü, satın almak ve satmak özgürlüğü demektir.
Ama alım satım ortadan kalkacak olursa, özgür alım satım da ortadan kalkar. Ticaret özgürlüğü üzerine edilen bütün o büyük sözler olsun, burjuvazimizin özgürlüğe ilişkin bütün palavraları olsun, genellikle yalnızca Ortaçağ'ın köleleştirilmiş burjuvasıyla yapılan sınırlı alım satım karşısında bir anlam taşır ama komünizmin alım satımı, burjuva üretim ilişkilerini ve burjuvazinin kendisini ortadan kaldırması söz konusu olduğunda hiçbir anlamı kalmaz.
ÖZEL MÜLKİYETİ ORTADAN KALDIRMAK İSTEDİĞİMİZ İÇİN KORKUYA KAPILIYORSUNUZ SİZ. AMA SİZİN ŞİMDİKİ TOPLUMUNUZDA, TOPLUMUN ÜYELERİNİN ONDA DOKUZU İÇİN ÖZEL MÜLKİYET ORTADAN KALKMIŞTIR. BU ONDA DOKUZ İÇİN ÖZEL MÜLKİYET OLMADIĞI İÇİNDİR Kİ, SİZİN İÇİN ÖZEL MÜLKİYET VARDIR. DEMEK Kİ SİZ BİZİ, ANCAK TOPLUMUN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞUNUN MÜLKİYETTEN YOKSUN OLMASI DURUMUNDA VAR OLABİLEN BİR MÜLKİYETİ ORTADAN KALDIRMAYI İSTEMEKLE SUÇLUYORSUNUZ.
KISACASI BİZİ, SİZİN MÜLKİYETİNİZİ ORTADAN KALDIRMAYI İSTEMEKLE SUÇLUYORSUNUZ.
GERÇEKTEN DE TAM BUNU İSTİYORUZ.
Emek artık sermayeye, paraya, toprak gelirine, kısacası tekelleştirilebilir toplumsal güce dönüşemez olur olmaz, yani bireysel mülkiyet burjuva mülkiyetine dönüşemez olur olmaz, bireyin ortadan kalktığını öne sürüyorsunuz.
Böylece bireyden söz ettiğinizde, yalnızca burjuvayı dikkate aldığınızı itiraf etmiş oluyorsunuz. Bu birey hiç kuşkusuz ortadan kaldırılmalıdır.
Komünizm kimseye toplumun ürünlerini sahiplenme yetkisinden yoksun bırakmaz; yalnızca bu sahiplenme aracılığıyla başkalarının emeğini boyunduruk altına alma yetkisini ortadan kaldırır.
Özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla her türlü özel etkinliğin sona ereceği, genel bir tembelliğin ortaya çıkacağı itirazını yapanlar da var.
Eğer böyle olsaydı burjuvazinin çoktan tembellik yüzünden yıkılmış olması gerekirdi, çünkü bu toplumda çalışanlar kazanç elde etmezler, kazanç elde edenler ise çalışmazlar. Bu itirazın tümü, sermaye olmayınca, artık ücretli emeğin de olmayacağı safsatasından başka bir şey değildir.
Maddi ürünlerin üretilmesi ve sahiplenilmesi konusunda komünist düzene yöneltilen bütün itirazlar, düşünce ürünlerinin üretilmesi ve sahiplenilmesi konusunda da yöneltilir. Sınıf mülkiyetinin ortadan kalmasının burjuva için her türlü üretimin yok olması anlamına gelmesi gibi, sınıf kültürünün ortadan kalkması da burjuva için her türlü kültürün ortadan kalkması anlamına gelir.
Burjuvanın yitimine hayıflandığı kültür, büyük çoğunluk için, makineleşmeye hazırlanmaktan başka bir şey değildir.
Burjuva mülkiyetinin ortadan kaldırılmasını, özgürlük, kültür, hukuk vb burjuva kavramlarınızın ölçeğine vurarak değerlendirecekseniz, boşuna tartışmayın bizimle. Sizin düşünceleriniz de, burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ürünüdür, tıpkı hukukunuzun da, sınıfınızın yasa düzeyine yükseltilmiş ve içeriği sınıfınızın maddi yaşama koşulları tarafından belirlenmiş iradesinden başka bir şey olmaması gibi.
Sizi, üretim ve mülkiyet ilişkilerinizi - üretimin gelişmesinin ortadan kaldırdığı geçici ilişkilerdir bunlar- doğanın ve aklın sürekli yasalarına dönüştürmeye yönelten çıkarcı anlayış, bugün ortadan kalkmış bütün egemen sınıflarla paylaştığınız bir şeydir.
Eski çağlar mülkiyeti için kabul ettiğinizi, feodal mülkiyet için kabul ettiğinizi, burjuva mülkiyeti için kabullenemiyorsunuz..) (Sayfa: 40-42)

*****

ÖZEL MÜLKİYETİ ORTADAN KALDIRMAK İSTEDİĞİMİZ İÇİN KORKUYA KAPILIYORSUNUZ SİZ. AMA SİZİN ŞİMDİKİ TOPLUMUNUZDA, TOPLUMUN ÜYELERİNİN ONDA DOKUZU İÇİN ÖZEL MÜLKİYET ORTADAN KALKMIŞTIR. BU ONDA DOKUZ İÇİN ÖZEL MÜLKİYET OLMADIĞI İÇİNDİR Kİ, SİZİN İÇİN ÖZEL MÜLKİYET VARDIR. DEMEK Kİ SİZ BİZİ, ANCAK TOPLUMUN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞUNUN MÜLKİYETTEN YOKSUN OLMASI DURUMUNDA VAR OLABİLEN BİR MÜLKİYETİ ORTADAN KALDIRMAYI İSTEMEKLE SUÇLUYORSUNUZ.
KISACASI BİZİ, SİZİN MÜLKİYETİNİZİ ORTADAN KALDIRMAYI İSTEMEKLE SUÇLUYORSUNUZ.
GERÇEKTEN DE TAM BUNU İSTİYORUZ.
Emek artık sermayeye, paraya, toprak gelirine, kısacası tekelleştirilebilir toplumsal güce dönüşemez olur olmaz, yani bireysel mülkiyet burjuva mülkiyetine dönüşemez olur olmaz, bireyin ortadan kalktığını öne sürüyorsunuz.
Böylece bireyden söz ettiğinizde, yalnızca burjuvayı dikkate aldığınızı itiraf etmiş oluyorsunuz. Bu birey hiç kuşkusuz ortadan kaldırılmalıdır.
Komünizm kimseye toplumun ürünlerini sahiplenme yetkisinden yoksun bırakmaz; yalnızca bu sahiplenme aracılığıyla başkalarının emeğini boyunduruk altına alma yetkisini ortadan kaldırır.
Özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla her türlü özel etkinliğin sona ereceği, genel bir tembelliğin ortaya çıkacağı itirazını yapanlar da var.
Eğer böyle olsaydı burjuvazinin çoktan tembellik yüzünden yıkılmış olması gerekirdi, çünkü bu toplumda çalışanlar kazanç elde etmezler, kazanç elde edenler ise çalışmazlar. Bu itirazın tümü, sermaye olmayınca, artık ücretli emeğin de olmayacağı safsatasından başka bir şey değildir.
Maddi ürünlerin üretilmesi ve sahiplenilmesi konusunda komünist düzene yöneltilen bütün itirazlar, düşünce ürünlerinin üretilmesi ve sahiplenilmesi konusunda da yöneltilir. Sınıf mülkiyetinin ortadan kalmasının burjuva için her türlü üretimin yok olması anlamına gelmesi gibi, sınıf kültürünün ortadan kalkması da burjuva için her türlü kültürün ortadan kalkması anlamına gelir.
Burjuvanın yitimine hayıflandığı kültür, büyük çoğunluk için, makineleşmeye hazırlanmaktan başka bir şey değildir.
Burjuva mülkiyetinin ortadan kaldırılmasını, özgürlük, kültür, hukuk vb burjuva kavramlarınızın ölçeğine vurarak değerlendirecekseniz, boşuna tartışmayın bizimle. Sizin düşünceleriniz de, burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ürünüdür, tıpkı hukukunuzun da, sınıfınızın yasa düzeyine yükseltilmiş ve içeriği sınıfınızın maddi yaşama koşulları tarafından belirlenmiş iradesinden başka bir şey olmaması gibi.
Sizi, üretim ve mülkiyet ilişkilerinizi - üretimin gelişmesinin ortadan kaldırdığı geçici ilişkilerdir bunlar- doğanın ve aklın sürekli yasalarına dönüştürmeye yönelten çıkarcı anlayış, bugün ortadan kalkmış bütün egemen sınıflarla paylaştığınız bir şeydir.
Eski çağlar mülkiyeti için kabul ettiğinizi, feodal mülkiyet için kabul ettiğinizi, burjuva mülkiyeti için kabullenemiyorsunuz..) (Sayfa: 40-42)

*****

(..Ailenin ortadan kaldırılması! En radikal düşünceliler bile, komünistlerin bu rezil amacı karşısında öfkeye kapılıyorlar.
Bugünkü aile, burjuva ailesi hangi temele dayanıyor? Sermayeye, bireysel kazanca. Tümüyle gelişmiş bir aile yalnızca burjuvazi için var; bunun doğal uzantısı ise proletarya için ailenin olmayışının kaçınılmazlığı ve açık fuhuştur.
Uzantısının ortadan çekilmesiyle burjuva ailesi de doğal olarak ortadan çekilecek ve sermayenin ortadan kalkmasıyla her ikisi de ortadan kalkacaktır.
Bizi, çocukların ana babaları tarafından sömürülmesine son vermek istemekle mi suçluyorsunuz? Bu suçumuzu kabul ediyoruz.
Eğitimi aileden alıp topluma vermekle en kutsal ilişkileri parçaladığımızı da söylüyorsunuz.
Ama sizin eğitiminiz de toplum tarafından belirlenmiyor mu? Çocuklarınızı yetiştirdiğiniz toplumsal koşullar tarafından, toplumun doğrudan ya da dolaylı etkileri, okul vb'nin etkileri aracılığıyla belirlenmiyor mu? Komünistler toplumun eğitim üzerindeki etkisini icat etmiyorlar; yalnızca bu etkinin niteliğini değiştirmekle yetiniyor ve eğitimi egemen sınıfın etkisinden kurtarıyorlar.
Burjuvazinin aile ve eğitim, ana baba ve çocuklar arasındaki duygusal bağlar konusundaki yaveleri, büyük sanayi proletaryanın bütün aile bağlarını yıktıkça ve çocukları sıradan bir ticaret eşyasına, sıradan bir çalışma gerecine dönüştürdükçe, daha da mide bulandırıcı oluyor.
Burjuvazinin tümü, hep bir ağızdan, ama siz komünistler, kadınlar üzerinde ortaklık getirmek istiyorsunuz, diye haykırıyor yüzümüze karşı.
Burjuva için karısı, sıradan bir üretim aracından başka bir şey değildir. Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılması gerektiğinin söylendiğini duyunca, doğal olarak ortaklaşa kullanmanın kadınları da etkileyeceğini aklına getirmemezlik edemiyor.
Söz konusu olanın, kadının günümüzdeki gibi sıradan bir üretim aracı olma konusuna son vermek olduğunu, aklının ucundan bile geçirmiyor.
Kaldı ki, komünistlerin güya kadınlar üzerinde güya resmen uygulayacakları ortaklığın, bizim burjuvalarımızda uyandırdığı aşırı ahlaki korku kadar gülünç bir şey olamaz. Komünistlerin kadınlar üzerinde ortaklık başlatmalarının gereği yoktur; bu ortaklık oldum olası var olmuştur.
Açık fuhuş bir yana, proleterlerin karılarının ve kızlarının da ellerinin altında olmasıyla yetinmeyen burjuvalarımız, karşılıklı olarak birbirlerini boynuzlamaktan da büyük bir keyif alırlar.
Burjuva evliliği gerçekte, evli kadınlar üzerinde ortaklıktır. Komünistler olsa olsa, kadınlar üzerinde sinsice gizlenen bu ortaklığın yerine, kadınlar üzerinde resmi ve açık bir ortaklık getirmeyi istemekle suçlanabilirler. Öte yandan, bugünkü üretim düzeninin ortadan kaldırılmasıyla, bu düzenin sonucu olan kadınlar üzerinde ortaklığı, yani resmi olan ve olmayan fuhşun da ortadan kalkacağı apaçıktır..) 
Bizi, çocukların ana babaları tarafından sömürülmesine son vermek istemekle mi suçluyorsunuz? Bu suçumuzu kabul ediyoruz.
Eğitimi aileden alıp topluma vermekle en kutsal ilişkileri parçaladığımızı da söylüyorsunuz.
Ama sizin eğitiminiz de toplum tarafından belirlenmiyor mu? Çocuklarınızı yetiştirdiğiniz toplumsal koşullar tarafından, toplumun doğrudan ya da dolaylı etkileri, okul vb'nin etkileri aracılığıyla belirlenmiyor mu? Komünistler toplumun eğitim üzerindeki etkisini icat etmiyorlar; yalnızca bu etkinin niteliğini değiştirmekle yetiniyor ve eğitimi egemen sınıfın etkisinden kurtarıyorlar.
Burjuvazinin aile ve eğitim, ana baba ve çocuklar arasındaki duygusal bağlar konusundaki yaveleri, büyük sanayi proletaryanın bütün aile bağlarını yıktıkça ve çocukları sıradan bir ticaret eşyasına, sıradan bir çalışma gerecine dönüştürdükçe, daha da mide bulandırıcı oluyor.
Burjuvazinin tümü, hep bir ağızdan, ama siz komünistler, kadınlar üzerinde ortaklık getirmek istiyorsunuz, diye haykırıyor yüzümüze karşı.
Burjuva için karısı, sıradan bir üretim aracından başka bir şey değildir. Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılması gerektiğinin söylendiğini duyunca, doğal olarak ortaklaşa kullanmanın kadınları da etkileyeceğini aklına getirmemezlik edemiyor.
Söz konusu olanın, kadının günümüzdeki gibi sıradan bir üretim aracı olma konusuna son vermek olduğunu, aklının ucundan bile geçirmiyor.
Kaldı ki, komünistlerin güya kadınlar üzerinde güya resmen uygulayacakları ortaklığın, bizim burjuvalarımızda uyandırdığı aşırı ahlaki korku kadar gülünç bir şey olamaz. Komünistlerin kadınlar üzerinde ortaklık başlatmalarının gereği yoktur; bu ortaklık oldum olası var olmuştur.
Açık fuhuş bir yana, proleterlerin karılarının ve kızlarının da ellerinin altında olmasıyla yetinmeyen burjuvalarımız, karşılıklı olarak birbirlerini boynuzlamaktan da büyük bir keyif alırlar.
Burjuva evliliği gerçekte, evli kadınlar üzerinde ortaklıktır. Komünistler olsa olsa, kadınlar üzerinde sinsice gizlenen bu ortaklığın yerine, kadınlar üzerinde resmi ve açık bir ortaklık getirmeyi istemekle suçlanabilirler. Öte yandan, bugünkü üretim düzeninin ortadan kaldırılmasıyla, bu düzenin sonucu olan kadınlar üzerinde ortaklığı, yani resmi olan ve olmayan fuhşun da ortadan kalkacağı apaçıktır..)  

*****

(..Bundan başka, komünistler vatanı ve ulusallığı ortadan kaldırmayı istemekle suçlanmışlardır.

İşçilerin vatanı yoktur. Sahip olmadıkları bir şey ellerinden alınamaz. Her ülkenin proletaryasının ilk olarak siyasal iktidarı ele geçirmesi, halkı yöneten sınıf durumuna yükselmesi, kendisini ulus kılması gerektiği için, burjuvazinin anladığı anlamda olmasa bile, proletarya zaten halâ ulusaldır.
Halklar arasındaki ulusal ayrılıklar ve karşıtlıklar, burjuvazinin gelişmesi, ticaret özgürlüğü, dünya pazarı, sınai üretimde biçim birliği ve bunların sonucu olarak ortaya çıkan yaşama koşulları nedeniyle gittikçe artan bir biçimde azalmaktadır.
Proletarya iktidara geldiğinde bunları daha da azaltacaktır. Proletaryanın ortak eylemi, hiç değilse uygar ülkelerde, özgürlüğüne kavuşmasının ilk koşullarından biridir.
BİR ULUSUN BİR BAŞKA ULUS TARAFINDAN SÖMÜRÜLMESİNE, BİR BİREYİN BİR BAŞKASI TARAFINDAN SÖMÜRÜLMESİNE SON VERİLDİĞİ ORANDA, SON VERİLİR.
BİR ULUSUN İÇİNDEKİ SINIFLAR ÇATIŞMASININ YOK OLDUĞU GÜN, ULUSLARIN ARASINDAKİ KARŞILIKLI DÜŞMANLIK DA YOK OLUR..) (Sayfa: 45-46)

Proletarya iktidara geldiğinde bunları daha da azaltacaktır. Proletaryanın ortak eylemi, hiç değilse uygar ülkelerde, özgürlüğüne kavuşmasının ilk koşullarından biridir.
BİR ULUSUN BİR BAŞKA ULUS TARAFINDAN SÖMÜRÜLMESİNE, BİR BİREYİN BİR BAŞKASI TARAFINDAN SÖMÜRÜLMESİNE SON VERİLDİĞİ ORANDA, SON VERİLİR.
BİR ULUSUN İÇİNDEKİ SINIFLAR ÇATIŞMASININ YOK OLDUĞU GÜN, ULUSLARIN ARASINDAKİ KARŞILIKLI DÜŞMANLIK DA YOK OLUR..) (Sayfa: 45-46)

*****

(..Dinsel, felsefi ve ideolojik açıdan komünizme yöneltilen genel suçlamalara gelince, bunlar derinlemesine incelenmeyi hak etmezler.
İnsanların düşüncelerinin, görüşlerinin ve kavramlarının, kısacası bilinçlerinin de, onların yaşama koşullarında, toplumsal ilişkilerinde, toplumsal yaşamlarında meydana gelecek her değişmeyle birlikte değiştiğini anlamak için çok derin bir kavrayış mı gerekir?
şünceler tarihi, zihinsel üretimin maddi üretimle birlikte değiştiğinden başka neyi kanıtlar ki? Bir döneme egemen düşünceler, hep yalnızca egemen sınıfın düşünceleri olmuştur.
Bütün bir toplumu devrimci değişikliklere uğratan düşüncelerden söz edildiğinde, eski toplumun yapısında yeni bir toplumun ögelerinin oluştuğu ve eski düşüncelerin çözülmesinin eski yaşama koşullarının çözülmesiyle at başı gittiği olgusu vurgulanmış olur yalnızca.
Antik dünya sona ererken, eski dinler Hıristiyan dini tarafından yenilgiye uğratıldı. 18. yüzyılda, Hıristiyan düşünceler yerlerini aydınlanmacı düşüncelere bıraktığında, feodal toplum, o dönemde devrimci olan burjuvaziye karşı son savaşını veriyordu. Vicdan özgürlüğü, din özgürlüğü düşünceleri, bilgi anlamında serbest rekabetin egemenliğini vurgulamıştır yalnızca.
Ama denilecektir, ''dini, ahlaki, felsefi, siyasi ve hukuki düşünceler hiç kuşkusuz tarihin gelişmesi boyunca değişmiştir. Ne var ki, bu değişikliklerde din, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk hep ayakta kalmıştır.''
''Üstelik, özgürlük, adalet vb gibi bütün toplumsal düzenlerde ortak olan, her zaman için geçerli doğrular vardır. Oysa komünizm her zaman için geçerli doğruları ortadan kaldırıyor, dini ve ahlakı dönüştürecek yerde ortadan kaldırıyor ve böylece tarihin bugüne dek gösterdiği gelişmeyle çelişkiye düşüyor.''
Bu suçlama neye indirgeniyor? Toplumun günümüze dek olan tarihinin tümü, dönemlere göre değişik biçimlere bürünmüş olan sınıf karşıtlıklarından oluşur.
Ama bu karşıtlıkların büründüğü biçim ne olursa olsun, toplumun bir bölümünün bir başka bölüm tarafından sömürülmesi, geçmiş yüzyılların tümüne ortak bir olgudur. Bu nedenle, bütün geçmiş yüzyılların ortak bilincinin, onca değişikliklere ve ayrımlara karşın, ancak sınıf karşıtlıklarının tümüyle ortadan kalkmasıyla, tümüyle yok olacak kimi ortak biçimlerle davranmış olmasına şaşırmamak gerekir.
Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkileriyle en köklü kopuştur; komünist devrimin, gelişmesi sırasında geleneksel düşüncelerle en köklü biçimde kopmasına şaşırmamak gerekir..) (Sayfa: 46-48)

*****

Bütün bir toplumu devrimci değişikliklere uğratan düşüncelerden söz edildiğinde, eski toplumun yapısında yeni bir toplumun ögelerinin oluştuğu ve eski düşüncelerin çözülmesinin eski yaşama koşullarının çözülmesiyle at başı gittiği olgusu vurgulanmış olur yalnızca.
Antik dünya sona ererken, eski dinler Hıristiyan dini tarafından yenilgiye uğratıldı. 18. yüzyılda, Hıristiyan düşünceler yerlerini aydınlanmacı düşüncelere bıraktığında, feodal toplum, o dönemde devrimci olan burjuvaziye karşı son savaşını veriyordu. Vicdan özgürlüğü, din özgürlüğü düşünceleri, bilgi anlamında serbest rekabetin egemenliğini vurgulamıştır yalnızca.
Ama denilecektir, ''dini, ahlaki, felsefi, siyasi ve hukuki düşünceler hiç kuşkusuz tarihin gelişmesi boyunca değişmiştir. Ne var ki, bu değişikliklerde din, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk hep ayakta kalmıştır.''
''Üstelik, özgürlük, adalet vb gibi bütün toplumsal düzenlerde ortak olan, her zaman için geçerli doğrular vardır. Oysa komünizm her zaman için geçerli doğruları ortadan kaldırıyor, dini ve ahlakı dönüştürecek yerde ortadan kaldırıyor ve böylece tarihin bugüne dek gösterdiği gelişmeyle çelişkiye düşüyor.''
Bu suçlama neye indirgeniyor? Toplumun günümüze dek olan tarihinin tümü, dönemlere göre değişik biçimlere bürünmüş olan sınıf karşıtlıklarından oluşur.
Ama bu karşıtlıkların büründüğü biçim ne olursa olsun, toplumun bir bölümünün bir başka bölüm tarafından sömürülmesi, geçmiş yüzyılların tümüne ortak bir olgudur. Bu nedenle, bütün geçmiş yüzyılların ortak bilincinin, onca değişikliklere ve ayrımlara karşın, ancak sınıf karşıtlıklarının tümüyle ortadan kalkmasıyla, tümüyle yok olacak kimi ortak biçimlerle davranmış olmasına şaşırmamak gerekir.
Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkileriyle en köklü kopuştur; komünist devrimin, gelişmesi sırasında geleneksel düşüncelerle en köklü biçimde kopmasına şaşırmamak gerekir..) (Sayfa: 46-48)
*****
(..Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkileriyle en köklü kopuştur; komünist devrimin, gelişmesi sırasında geleneksel düşüncelerle en köklü biçimde kopmasına şaşırmamak gerekir.
Fakat, burjuvazinin komünizme yönelttiği eleştirileri bırakalım burada.
İşçi sınıfı devriminin ilk aşamasının proletaryanın egemen sınıf konumuna yükselmesi, yani demokrasi savaşının kazanılması olduğunu daha önce görmüştük.
Proletarya, sermayenin tümünü yavaş yavaş burjuvazinin elinden koparmak, üretim araçlarının tümünü Devlet'in, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplamak ve üretim güçlerinin miktarını büyük bir süratle artırmak için, siyasal üstünlüğünü kullanacaktır.
Hiç kuşkusuz başlangıçta bu ancak, mülkiyet hakkının ve burjuva üretim düzeninin zorbaca çiğnenmesiyle, yani ekonomik açıdan yetersiz ve geçersiz görünen ama hareketin gelişimi içinde kendilerini aşan ve üretim düzeninin tümünü tepe taklak etme aracı olarak gerekli olan önlemlerle gerçekleşecektir.
Hiç kuşkusuz bu önlemler ülkeden ülkeye değişiklik gösterecektir.
Yine de, en gelişmiş ülkelerde genellikle aşağıdaki önlemler uygulamaya koyulabilecektir:

*
1) Toprak mülkiyetinin kamulaştırılması ve toprak gelirlerinin Devlet harcamalarında kullanılması.
2) Matrahın yüksekliği ile oranı büyük ölçüde artan vergilendirme.
3) Her türlü miras hakkının kaldırılması.
4) Başka ülkeye gidenlerin ve isyancıların mallarına el koyulması.
5) Kredilerin, sermayesi Devlet'e ait olan ve tekel oluşturan bir banka aracılığıyla Devlet'in elinde merkezileştirilmesi.
6) Bütün ulaşım araçlarının Devlet'in elinde merkezileştirilmesi.
7) Ulusal fabrikaların ve üretim araçlarının çoğaltılması, genel bir plan uyarınca ekilmeyen toprakların tarıma elverişli hale getirilmesi, ekilen toprakların ıslahı.
8) Herkes için eşit çalışma zorunluğu; özellikle tarım için olmak üzere, sanayi ordularının kurulması.
9) Kent ve köy ayırımının yavaş yavaş ortadan kalkmasını sağlamak için tarım ve sanayi uygulamalarının birleştirilmesi.
10) Bütün çocuklar için resmi okullarda parasız eğitim Çocukların bugün uygulandığı gibi fabrikalarda çalıştırılmasına son verilmesi, eğitimin sanayi üretimiyle birlikte yürütülmesi vb.
Gelişim boyunca sınıf ayrılıkları bir kez ortadan kalkınca, üretimin tümü birleşmiş bireylerin ellerinde toplanacağından, kamu iktidarı da siyasal niteliğini yitirecektir. Siyasal iktidar, gerçek anlamıyla bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek için örgütlenmiş iktidarıdır. Eğer proletarya burjuvaziye karşı mücadelesinde, koşulların zorlamasıyla bir sınıf olarak birleşirse, bir devrim aracılığıyla egemen sınıf olursa ve egemen sınıf olarak eski üretim ilişkilerini zor kullanarak ortadan kaldırırsa, bu üretim ilişkileriyle birlikte sınıf karşıtlıklarının varoluş koşullarını da ortadan kaldırmış olur yani genel olarak sınıfların varoluş koşullarını ve bu arada sınıf olarak kendi egemenliğini de ortadan kaldırmış olur.
Sınıflı ve sınıflar arası çelişkili eski burjuva toplumunun yerini, her bireyin özgürce gelişmesinin, herkesin özgürce gelişmesinin koşulu olduğu bir birliktelik alır. (Sayfa: 48-50 )

*****
Proletarya, sermayenin tümünü yavaş yavaş burjuvazinin elinden koparmak, üretim araçlarının tümünü Devlet'in, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplamak ve üretim güçlerinin miktarını büyük bir süratle artırmak için, siyasal üstünlüğünü kullanacaktır.
Hiç kuşkusuz başlangıçta bu ancak, mülkiyet hakkının ve burjuva üretim düzeninin zorbaca çiğnenmesiyle, yani ekonomik açıdan yetersiz ve geçersiz görünen ama hareketin gelişimi içinde kendilerini aşan ve üretim düzeninin tümünü tepe taklak etme aracı olarak gerekli olan önlemlerle gerçekleşecektir.
Hiç kuşkusuz bu önlemler ülkeden ülkeye değişiklik gösterecektir.
Yine de, en gelişmiş ülkelerde genellikle aşağıdaki önlemler uygulamaya koyulabilecektir:

*
1) Toprak mülkiyetinin kamulaştırılması ve toprak gelirlerinin Devlet harcamalarında kullanılması.
2) Matrahın yüksekliği ile oranı büyük ölçüde artan vergilendirme.
3) Her türlü miras hakkının kaldırılması.
4) Başka ülkeye gidenlerin ve isyancıların mallarına el koyulması.
5) Kredilerin, sermayesi Devlet'e ait olan ve tekel oluşturan bir banka aracılığıyla Devlet'in elinde merkezileştirilmesi.
6) Bütün ulaşım araçlarının Devlet'in elinde merkezileştirilmesi.
7) Ulusal fabrikaların ve üretim araçlarının çoğaltılması, genel bir plan uyarınca ekilmeyen toprakların tarıma elverişli hale getirilmesi, ekilen toprakların ıslahı.
8) Herkes için eşit çalışma zorunluğu; özellikle tarım için olmak üzere, sanayi ordularının kurulması.
9) Kent ve köy ayırımının yavaş yavaş ortadan kalkmasını sağlamak için tarım ve sanayi uygulamalarının birleştirilmesi.
10) Bütün çocuklar için resmi okullarda parasız eğitim Çocukların bugün uygulandığı gibi fabrikalarda çalıştırılmasına son verilmesi, eğitimin sanayi üretimiyle birlikte yürütülmesi vb.
Gelişim boyunca sınıf ayrılıkları bir kez ortadan kalkınca, üretimin tümü birleşmiş bireylerin ellerinde toplanacağından, kamu iktidarı da siyasal niteliğini yitirecektir. Siyasal iktidar, gerçek anlamıyla bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek için örgütlenmiş iktidarıdır. Eğer proletarya burjuvaziye karşı mücadelesinde, koşulların zorlamasıyla bir sınıf olarak birleşirse, bir devrim aracılığıyla egemen sınıf olursa ve egemen sınıf olarak eski üretim ilişkilerini zor kullanarak ortadan kaldırırsa, bu üretim ilişkileriyle birlikte sınıf karşıtlıklarının varoluş koşullarını da ortadan kaldırmış olur yani genel olarak sınıfların varoluş koşullarını ve bu arada sınıf olarak kendi egemenliğini de ortadan kaldırmış olur.
Sınıflı ve sınıflar arası çelişkili eski burjuva toplumunun yerini, her bireyin özgürce gelişmesinin, herkesin özgürce gelişmesinin koşulu olduğu bir birliktelik alır. (Sayfa: 48-50 )

*****

SOSYALİST VE GERİCİ YAZILAR
*
1) GERİCİ SOSYALİZM

*
a) Feodal Sosyalizm

*
Fransız ve İngiliz soyluları, toplumsal konumları nedeniyle, çağdaş burjuva toplumuna karşı yergiler kaleme almak durumunda olmuşlardır. Temmuz 1830 Fransız Devrimi sırasında, İngilizler seçim reformu hareketinde soylular, tüylerini diken diken eden bu yeni türediler karşısında bir kez daha yenilgiye uğramışlardı. Onlar için artık ciddi bir siyasal mücadele söz konusu olamazdı. Ellerinde yalnızca yazıyla mücadele yolu kalmıştı. Ama Restorasyon döneminin eski yavelerini yinelemek, artık olanaksızdı. Kendisini sevimli kılmak için, soylular sınıfının kendi çıkarlarını göz önüne almıyormuş gibi davranması ve yalnızca sömürülen işçi sınıfının çıkarlarını dikkate alarak burjuvaziye suçlamalar yöneltmesi gerekiyordu. Böylece, yeni efendilerine alaycı türküler yakmanın ve onların kulaklarına oldukça uğursuz kehanetler fısıldama cesaretini göstermenin keyfini çıkarabilecekti.
Yakınmalarla yergilerin, geçmişin yankılarıyla geleceğin tehditlerinin birbirine karıştığı feodal sosyalizm işte böyle doğdu. Acı, iğneleyici, alaycı eleştirileri kimi kez burjuvaziyi yüreğinden vursa da, çağdaş tarihin gidişini anlama konusundaki kesin yetersizliği, onu hep gülünç kılıyordu.
Bu soylular halkı peşlerine takabilmek için, proleterlerin sadaka torbasını bayrak gibi dalgalandırıyorlardı. Ne var ki halk onların peşine takıldığı her seferinde hemen gerilerini süsleyen eski feodal armaları gördü ve katıla katıla gülerek dağıldı.
Fransız yasalcılarının bir bölümü ile Genç İngiltere bu gösteriyi sundular.
Feodalite yandaşları, kendi sömürü düzenlerinin burjuva sömürüsünden değişik olduğunu kanıtlarken, feodalitenin sömürüyü bugün artık ortadan kalkmış olan bambaşka durum ve koşullarda uygulamış olduğunu unuturlar. Feodal düzende çağdaş proletaryanın var olmadığını öne sürerken de, çağdaş burjuvazinin onların toplumsal örgütlenmelerinin kaçınılmaz sonucu olduğunu unuturlar.
Üstelik eleştirilerinin gerici niteliğini öylesine az gizlerler ki, burjuvaziye yönelttikleri başlıca suçlama, burjuva düzeninde eski toplumsal düzenin tümünü yerle bir edeck bir sınıfın geliştiğini söylemeleri olur.
Burjuvaziyi ayrıca, genel olarak proletarya yerine devrimci bir proletarya yaratmış olmakla da suçlarlar.
Bu nedenle, siyasal yaşamın uygulanmasında işçi sınıfına yönelik her türlü baskı önlemine etkin bir biçimde katılırlar. Günlük yaşamlarında ise, şatafatlı konuşmalarına karşın, sanayi ağacından düşen altın elmaları toplamaya, doğruyu, sevgiyi, onuru, koyun yünü, şeker pancarı ve ispirto ticaretiyle trampa etmeye çok iyi ayak uydururlar.
Rahiple feodal senyörün hep el ele yürümüş olmaları gibi, kilise sosyalizmi de feodal sosyalizmle yan yana yürür.
Hıristiyan çileciliğine sosyalist bir görünüş vermekten daha kolay hiçbir şey yoktur. Hıristiyanlığın kendisi de özel mülkiyete, evliliğe, Devlet'e karşı çıkmamış mıydı? Bunların yerine yardımseverliği, yoksulluğu, bekârlığı ve nefsini köreltmeyi, manastır yaşamını ve Kilise'yi önermemiş miydi? Hıristiyan sosyalizmi, rahibin onunla soyluların öfkesini kutsadığı, kutsanmış sudan başka bir şey değildir..) (Sayfa: 51-55)

Yakınmalarla yergilerin, geçmişin yankılarıyla geleceğin tehditlerinin birbirine karıştığı feodal sosyalizm işte böyle doğdu. Acı, iğneleyici, alaycı eleştirileri kimi kez burjuvaziyi yüreğinden vursa da, çağdaş tarihin gidişini anlama konusundaki kesin yetersizliği, onu hep gülünç kılıyordu.
Bu soylular halkı peşlerine takabilmek için, proleterlerin sadaka torbasını bayrak gibi dalgalandırıyorlardı. Ne var ki halk onların peşine takıldığı her seferinde hemen gerilerini süsleyen eski feodal armaları gördü ve katıla katıla gülerek dağıldı.
Fransız yasalcılarının bir bölümü ile Genç İngiltere bu gösteriyi sundular.
Feodalite yandaşları, kendi sömürü düzenlerinin burjuva sömürüsünden değişik olduğunu kanıtlarken, feodalitenin sömürüyü bugün artık ortadan kalkmış olan bambaşka durum ve koşullarda uygulamış olduğunu unuturlar. Feodal düzende çağdaş proletaryanın var olmadığını öne sürerken de, çağdaş burjuvazinin onların toplumsal örgütlenmelerinin kaçınılmaz sonucu olduğunu unuturlar.
Üstelik eleştirilerinin gerici niteliğini öylesine az gizlerler ki, burjuvaziye yönelttikleri başlıca suçlama, burjuva düzeninde eski toplumsal düzenin tümünü yerle bir edeck bir sınıfın geliştiğini söylemeleri olur.
Burjuvaziyi ayrıca, genel olarak proletarya yerine devrimci bir proletarya yaratmış olmakla da suçlarlar.
Bu nedenle, siyasal yaşamın uygulanmasında işçi sınıfına yönelik her türlü baskı önlemine etkin bir biçimde katılırlar. Günlük yaşamlarında ise, şatafatlı konuşmalarına karşın, sanayi ağacından düşen altın elmaları toplamaya, doğruyu, sevgiyi, onuru, koyun yünü, şeker pancarı ve ispirto ticaretiyle trampa etmeye çok iyi ayak uydururlar.
Rahiple feodal senyörün hep el ele yürümüş olmaları gibi, kilise sosyalizmi de feodal sosyalizmle yan yana yürür.
Hıristiyan çileciliğine sosyalist bir görünüş vermekten daha kolay hiçbir şey yoktur. Hıristiyanlığın kendisi de özel mülkiyete, evliliğe, Devlet'e karşı çıkmamış mıydı? Bunların yerine yardımseverliği, yoksulluğu, bekârlığı ve nefsini köreltmeyi, manastır yaşamını ve Kilise'yi önermemiş miydi? Hıristiyan sosyalizmi, rahibin onunla soyluların öfkesini kutsadığı, kutsanmış sudan başka bir şey değildir..) (Sayfa: 51-55)
*****
(..b) Küçük Burjuva Sosyalizmi

*
Feodal soyluluk burjuvazi tarafından yıkılan, varoluş koşulları çağdaş burjuva toplumunda solup, sona eren tek sınıf değildir. Ortaçağ'ın burjuvaları ve küçük toprak sahibi köylüleri çağdaş burjuvazinin öncüleri olmuşlardır. Sanayi ve ticaretin daha az gelişmiş olduğu ülkelerde, bu sınıf, palazlanmakta olan burjuvazinin yanında hâlâ varlığını sürdürmeye çalışmaktadır.
Çağdaş uygarlığın geliştiği ülkelerde, proletarya ile burjuvazi arasında salınan ve burjuva toplumunun tamamlayıcı bir bölümü olarak durmadan kendini yenileyen yeni bir küçük burjuva sınıfı oluşmuştur ama bu sınıfı oluşturan bireyler, rekabet nedeniyle sürekli olarak proletaryaya doğru itilirler ve üstelik büyük sanayinin aşama aşama gelişmesiyle, çağdaş toplumun özerk bir bölümü olarak varlıklarının tümüyle ortadan kalkacağı saatin yaklaştığını ve ticarette, el işçiliğine dayalı üretimde ve tarımda onların yerini gözeticilerin ve kâhyaların alacağını görürler.
Köylülerin, nüfusun yarısından çok daha fazlasını oluşturduğu Fransa gibi ülkelerde, burjuvaziye karşı proletaryanın davasını benimseyen kimi yazarların, burjuva düzeni eleştirilerine küçük burjuva ve küçük toprak sahibi köylü ölçütlerini uygulamış ve küçük burjuvazinin görüş açısından işçilerin yanında yer almış olmaları doğaldır. Küçük burjuva sosyalizmi böyle doğmuştur. Bu okulun başı, yalnız Fransa'da değil, İngiltere'de de Sismondidir.
( Jean Charles Leonard ( Sismonde de) Sismondi ( 1773-1842): Küçük burjuva sosyalizmi temsilcisi, İsviçreli tarihçi ve İktisatçı. Kapitalizmin büyük üretiminin ilerici eğilimlerini anlayamayan Sismondi, sanayinin örgütlenmesinde eski korporasyonların izinden gidilmesini, tarımda da, değişen ekonomik koşullara hiç uymasa da, eski ataerkil tarımın örnek alınmasını önererek eski uygulamaları ve gelenekleri gündeme getirir.)
Bu sosyalizm çağdaş üretim düzenine ilişkin çelişkileri büyük bir titizlikle incelemiştir. İktisatçıların ikiyüzlü övgülerini gözler önüne sermiştir. Makineleşmenin ve iş bölümünün, sermayenin ve toprak mülkiyetinin belirli sayıdaki kişilerin ellerinde toplanmasının, üretim fazlasının, bunalımların, küçük burjuvaların ve küçük toprak sahibi köylülerin önlenemez çöküşünün, proletaryanın sefaletinin, üretimdeki kargaşanın, zenginliklerin dağılımındaki apaçık eşitsizliğin, çeşitli uluslar arasındaki, karşısındakini yok etmeye yönelik sanayi savaşının, eski geleneklerin, eski aile ilişkilerinin, eski ulusal özelliklerin çözülüşünün ölümcül etkilerini, karşı çıkılamaz bir biçimde göstermiştir.
Bununla birlikte, bu sosyalizmin olumlu içeriği ya eski üretim ve değişim araçlarını ve onlarla birlikte eski mülkiyet ilişkilerini ve eski toplumu yeniden kurmayı amaçlar ya da çağdaş üretim ve diğişim araçlarını, onlar tarafından kaçınılmaz olarak paramparça edilmiş olan eski mülkiyet düzeninin sınırları içine yeniden zorla sokmayı amaçlar. Her iki durumda da, bu sosyalizm hem gerici hem ütopyacıdır.
Son sözleri şöyledir: El işçiliğine dayalı üretimde loncalar, kırsal kesimde ataerkil ekonomi.
Daha sonraki gelişmesinde, bu eğilim sarhoşluk ertesi sabahlarının iğrenç çöküntüsüne uğradı..) 

Çağdaş uygarlığın geliştiği ülkelerde, proletarya ile burjuvazi arasında salınan ve burjuva toplumunun tamamlayıcı bir bölümü olarak durmadan kendini yenileyen yeni bir küçük burjuva sınıfı oluşmuştur ama bu sınıfı oluşturan bireyler, rekabet nedeniyle sürekli olarak proletaryaya doğru itilirler ve üstelik büyük sanayinin aşama aşama gelişmesiyle, çağdaş toplumun özerk bir bölümü olarak varlıklarının tümüyle ortadan kalkacağı saatin yaklaştığını ve ticarette, el işçiliğine dayalı üretimde ve tarımda onların yerini gözeticilerin ve kâhyaların alacağını görürler.
Köylülerin, nüfusun yarısından çok daha fazlasını oluşturduğu Fransa gibi ülkelerde, burjuvaziye karşı proletaryanın davasını benimseyen kimi yazarların, burjuva düzeni eleştirilerine küçük burjuva ve küçük toprak sahibi köylü ölçütlerini uygulamış ve küçük burjuvazinin görüş açısından işçilerin yanında yer almış olmaları doğaldır. Küçük burjuva sosyalizmi böyle doğmuştur. Bu okulun başı, yalnız Fransa'da değil, İngiltere'de de Sismondidir.
( Jean Charles Leonard ( Sismonde de) Sismondi ( 1773-1842): Küçük burjuva sosyalizmi temsilcisi, İsviçreli tarihçi ve İktisatçı. Kapitalizmin büyük üretiminin ilerici eğilimlerini anlayamayan Sismondi, sanayinin örgütlenmesinde eski korporasyonların izinden gidilmesini, tarımda da, değişen ekonomik koşullara hiç uymasa da, eski ataerkil tarımın örnek alınmasını önererek eski uygulamaları ve gelenekleri gündeme getirir.)
Bu sosyalizm çağdaş üretim düzenine ilişkin çelişkileri büyük bir titizlikle incelemiştir. İktisatçıların ikiyüzlü övgülerini gözler önüne sermiştir. Makineleşmenin ve iş bölümünün, sermayenin ve toprak mülkiyetinin belirli sayıdaki kişilerin ellerinde toplanmasının, üretim fazlasının, bunalımların, küçük burjuvaların ve küçük toprak sahibi köylülerin önlenemez çöküşünün, proletaryanın sefaletinin, üretimdeki kargaşanın, zenginliklerin dağılımındaki apaçık eşitsizliğin, çeşitli uluslar arasındaki, karşısındakini yok etmeye yönelik sanayi savaşının, eski geleneklerin, eski aile ilişkilerinin, eski ulusal özelliklerin çözülüşünün ölümcül etkilerini, karşı çıkılamaz bir biçimde göstermiştir.
Bununla birlikte, bu sosyalizmin olumlu içeriği ya eski üretim ve değişim araçlarını ve onlarla birlikte eski mülkiyet ilişkilerini ve eski toplumu yeniden kurmayı amaçlar ya da çağdaş üretim ve diğişim araçlarını, onlar tarafından kaçınılmaz olarak paramparça edilmiş olan eski mülkiyet düzeninin sınırları içine yeniden zorla sokmayı amaçlar. Her iki durumda da, bu sosyalizm hem gerici hem ütopyacıdır.
Son sözleri şöyledir: El işçiliğine dayalı üretimde loncalar, kırsal kesimde ataerkil ekonomi.
Daha sonraki gelişmesinde, bu eğilim sarhoşluk ertesi sabahlarının iğrenç çöküntüsüne uğradı..) 
(Sayfa: 55-57)
*****
(..c) Alman Sosyalizmi ya da Gerçek Sosyalizm

*
Egemen bir burjuvazinin baskısı altında doğan ve bu egemenliğe yazıyla başkaldırışın dile getirilmesi olan Fransız sosyalist ve komünist edebiyatı, Almanya'ya burjuvazinin tam feodal mutlakiyetçilikle mücadeleye başladığı sırada sokuldu.
Alman felsefecileri, sözde felsefecileri ve okumuşları büyük bir açgözlülükle bu edebiyatı benimsediler ama Fransa'daki yaşama koşullarının, Fransa'dan Almaya'ya getirilen bu yazılarla eşzamanlı olarak Almanya'ya gelmemiş olduğunu unutuverdiler. Almanya'nın yaşama koşulları karşısında, Fransız edebiyatı her türlü güncel uygulama anlamını yitirdi ve yalnızca edebi bir görünüme büründü. Gerçek toplum üzerine, insanın yaptıkları üzerine yararsız bir kurgu gibi görünmek zorunda kaldı. Böylece, 18. yüzyıl Alman felsefecilerinin gözünde, birinci Fransız devriminin istekleri, genel olarak yalnızca ''uygulamalı aklın'' istekleri olma anlamına geliyordu ve devrimci Fransız burjuvazisinin iradesinin açığa vurulması da, onların gözünde saf iradenin, olması gerektiği gibi iradenin, gerçekten insana özgü iradenin yasalarından başka bir şey değildi.
Alman yazarların tek çalışması, yeni Fransız düşünürleri ile kendilerinin eski felsefi vicdanları arasında uyum sağlamak, daha da doğrusu kendi felsefi görüşlerinden yola çıkarak, Fransız düşüncelerini sahiplenmek olmuştur.
Bu sahiplenme, bir yabancı dil çeviri yoluyla nasıl sahiplenilirse öyle olmuştur.
Keşişlerin, çok tanrılı eski çağların klasik yapıtlarının el yazmalarını, Katolik ermişlerin tatsız tuzsuz öyküleriyle nasıl doldurdukları bilinir. Alman yazarlar da, din dışı Fransız edebiyatı karşısında bunun tersini uyguladılar. Fransızca özgün metnin altına, kendi felsefi budalalıklarını yazdılar. Söz gelimi, mal varlığı ilişkileri konusundaki Fransız eleştirisinin altına ''insan doğasının bozulması'' yazdılar, burjuva devleti konusundaki Fransız eleştirisinin altına ''soyut evrensellik egemenliğinin kaldırılması'' yazdılar ve böyle sürdürdüler.
Fransız tarih eleştirisinin yerine geçirdikleri bu felsefi saçmalıklara ''eylem felsefesi'', ''gerçek sosyalizm'', ''Alman sosyalizm bilimi'', ''sosyalizmin felsefi temeli'' gibi adlar taktılar.
Fransız sosyalist ve komünist edebiyatı, böylece kesin olarak iğdiş edilmiş oldu. Bu edebiyat Almanların elinde bir sınıfın bir başka sınıfa karşı savaşını vurguluyor olmaktan çıkınca, Almanlar Fransızların tek yanlılığını aştıklarının, gerçek gereksinmelerin değil gerçeklik gereksinmesinin, proletaryanın çıkarlarının değil, insan doğasının, genel olarak insanın, hiçbir sınıfa ya da hiçbir gerçekliğe ait olmayan insanın, ancak felsefi imgelemenin sisli gökyüzünde var olan insanın çıkarlarını savunduklarının bilincine vardılar.
Beceriksiz okul ödevlerini bunca gösterişli bir biçimde ciddiye alan ve bunca gürültülü bir şarlatanlıkla bunların borazancılığını yapan bu Alman sosyalizmi, ne var ki ukala masumiyetini yavaş yavaş yitirdi.
Alman burjuvazisinin, özellikle de Prusya burjuvazisinin feodallere ve mutlak monarşiye karşı savaşı, tek sözcükle liberal hareket daha ciddileşti.
Böylece ''gerçek'' sosyalizm onca istediği gibi, siyasal hareketin karşısına sosyalist istekleri koyma , liberalizmle, temsili devlete, burjuva rekabetine, burjuva basın özgürlüğüne, burjuva hukukuna, burjuva özgürlüğüne ve eşitliğine karşı geleneksel lanetlemeler yöneltme ve halk kitlelerine bu burjuva hareketinin onlarca hiçbir şey kazandırmayacağını, tersine zarar vereceğini anlatma olanağını bulabildi. Alman sosyalizmi bu arada, yavan bir yankısı olduğu Fransız eleştirisinin, çağdaş burjuva toplumunu, gerekli maddi yaşama koşulları ve uygun bir siyasal yapıyla birlikte yani Almanya'da henüz elde edilememiş koşullarla öngördüğünü unutuyordu.
Gerçek sosyalizm, Almanya'nın, rahipleri, öğretmenleri, taşra eşrafını, bürokratları peşlerinde sürükleyen mutlakiyetçi hükümetleri için, burjuvazinin tehdidine karşı özlenen bir korkuluk oldu.
Bu hükümetlerin Alman işçilerin başkaldırılarına karşılık verdikleri acı kırbaç darbelerine ve tüfek kurşunlarına tatlımsı bir ikiyüzlülük ekledi.
''Gerçek'' sosyalizm böylece hükümetlerin elinde Alman burjuvazisine karşı bir silah olurken, ayrıca gerici bir çıkarı da, Alman kalın kafalılığının çıkarını da temsil ediyordu. Almanya'da 16. yüzyıldan miras kalan ve o zamandan bu yana durmadan yeni biçimlerde ortaya çıkan küçük burjuva sınıfı, Almanya için kurulu düzenin gerçek toplumsal temelini oluşturur.
Küçük burjuvazinin korunması, Almanya'da bugünkü düzenin korunması demektir. Büyük burjuvazinin sınai ve siyasal üstünlüğü, bir yandan sermaye birikimi bir yandan da devrimci bir proletaryanın ortaya çıkması nedeniyle, bu küçük burjuvaziyi yok olmakla tehdit eder. Küçük burjuvazi, ''gerçek'' sosyalizmle bir taşla iki kuş vurabileceğini sandı. Gerçek sosyalizm bir salgın hastalık gibi yayıldı.
Alman sosyalistleri, spekülatif örümcek ağlarından dokunmuş hafif bir kumaştan, tumturaklı sözcüklerinin çiçekleri işlenmiş, ateşli bir duygusallık çiyine batırılmış bol bir giysi dikip, bir deri bir kemik kalmış ''sonsuz gerçeklerine'' giydirdiler ve bu bol giysi, bu halk karşısında mallarının sürümünü artırmaktan başka bir şeye yaramadı.
Öte yandan Alman sosyalizmi bu küçük burjuvazinin tumturaklı temsilcisi olma yatkınlığını gittikçe daha iyi kavradı.
Alman ulusunun örnek bir ulus olduğunu, Alman kalın kafalısının örnek insan olduğunu ilan etti. Bu örnek insanın her türlü alçaklığına, onu olduğunun tam tersi gösteren gizli bir anlam, yüce ve sosyalist bir anlam yükledi. Daha da ileri giderek, komünizmin ''hoyratça yıkıcı'' eğilimine karşı çıktı ve bütün sınıf savaşlarına yansız bir biçimde tepeden baktığını ilan etti. Almanya'da şu ara dolaşımda bulunan sosyalist ya da komünist olma iddiasındaki yayınlar, çok azı dışında, bu kirli ve sinir bozucu yayınlardır.

*
<<<1848'deki devrim fırtınası bu acınası okulu tümüyle temizledi ve yandaşlarını yine sosyalizm yapma zevkinden yoksun bıraktı. Bu okulun başlıca temsilcisi ve klasik örneği Karl Grün'dür. (Engels'in 1890 tarihli Almanca baskıda, küçük burjuva yayıncı Karl Grün (1817-1887) için yaptığı açıklama) >>>.
(Sayfa: 57-62)

*****
Alman yazarların tek çalışması, yeni Fransız düşünürleri ile kendilerinin eski felsefi vicdanları arasında uyum sağlamak, daha da doğrusu kendi felsefi görüşlerinden yola çıkarak, Fransız düşüncelerini sahiplenmek olmuştur.
Bu sahiplenme, bir yabancı dil çeviri yoluyla nasıl sahiplenilirse öyle olmuştur.
Keşişlerin, çok tanrılı eski çağların klasik yapıtlarının el yazmalarını, Katolik ermişlerin tatsız tuzsuz öyküleriyle nasıl doldurdukları bilinir. Alman yazarlar da, din dışı Fransız edebiyatı karşısında bunun tersini uyguladılar. Fransızca özgün metnin altına, kendi felsefi budalalıklarını yazdılar. Söz gelimi, mal varlığı ilişkileri konusundaki Fransız eleştirisinin altına ''insan doğasının bozulması'' yazdılar, burjuva devleti konusundaki Fransız eleştirisinin altına ''soyut evrensellik egemenliğinin kaldırılması'' yazdılar ve böyle sürdürdüler.
Fransız tarih eleştirisinin yerine geçirdikleri bu felsefi saçmalıklara ''eylem felsefesi'', ''gerçek sosyalizm'', ''Alman sosyalizm bilimi'', ''sosyalizmin felsefi temeli'' gibi adlar taktılar.
Fransız sosyalist ve komünist edebiyatı, böylece kesin olarak iğdiş edilmiş oldu. Bu edebiyat Almanların elinde bir sınıfın bir başka sınıfa karşı savaşını vurguluyor olmaktan çıkınca, Almanlar Fransızların tek yanlılığını aştıklarının, gerçek gereksinmelerin değil gerçeklik gereksinmesinin, proletaryanın çıkarlarının değil, insan doğasının, genel olarak insanın, hiçbir sınıfa ya da hiçbir gerçekliğe ait olmayan insanın, ancak felsefi imgelemenin sisli gökyüzünde var olan insanın çıkarlarını savunduklarının bilincine vardılar.
Beceriksiz okul ödevlerini bunca gösterişli bir biçimde ciddiye alan ve bunca gürültülü bir şarlatanlıkla bunların borazancılığını yapan bu Alman sosyalizmi, ne var ki ukala masumiyetini yavaş yavaş yitirdi.
Alman burjuvazisinin, özellikle de Prusya burjuvazisinin feodallere ve mutlak monarşiye karşı savaşı, tek sözcükle liberal hareket daha ciddileşti.
Böylece ''gerçek'' sosyalizm onca istediği gibi, siyasal hareketin karşısına sosyalist istekleri koyma , liberalizmle, temsili devlete, burjuva rekabetine, burjuva basın özgürlüğüne, burjuva hukukuna, burjuva özgürlüğüne ve eşitliğine karşı geleneksel lanetlemeler yöneltme ve halk kitlelerine bu burjuva hareketinin onlarca hiçbir şey kazandırmayacağını, tersine zarar vereceğini anlatma olanağını bulabildi. Alman sosyalizmi bu arada, yavan bir yankısı olduğu Fransız eleştirisinin, çağdaş burjuva toplumunu, gerekli maddi yaşama koşulları ve uygun bir siyasal yapıyla birlikte yani Almanya'da henüz elde edilememiş koşullarla öngördüğünü unutuyordu.
Gerçek sosyalizm, Almanya'nın, rahipleri, öğretmenleri, taşra eşrafını, bürokratları peşlerinde sürükleyen mutlakiyetçi hükümetleri için, burjuvazinin tehdidine karşı özlenen bir korkuluk oldu.
Bu hükümetlerin Alman işçilerin başkaldırılarına karşılık verdikleri acı kırbaç darbelerine ve tüfek kurşunlarına tatlımsı bir ikiyüzlülük ekledi.
''Gerçek'' sosyalizm böylece hükümetlerin elinde Alman burjuvazisine kaerşı bir silah olurken, ayrıca gerici bir çıkarı da, Alman kalın kafalılığının çıkarını da temsil ediyordu. Almanya'da 16. yüzyıldan miras kalan ve o zamandan bu yana durmadan yeni biçimlerde ortaya çıkan küçük burjuva sınıfı, Almanya için kurulu düzenin gerçek toplumsal temelini oluşturur.
Küçük burjuvazinin korunması, Almanya'da bugünkü düzenin korunması demektir. Büyük burjuvazinin sınai ve siyasal üstünlüğü, bir yandan sermaye birikimi bir yandan da devrimci bir proletaryanın ortaya çıkması nedeniyle, bu küçük burjuvaziyi yok olmakla tehdit eder. Küçük burjuvazi, ''gerçek'' sosyalizmle bir taşla iki kuş vurabileceğini sandı. Gerçek sosyalizm bir salgın hastalık gibi yayıldı.
Alman sosyalistleri, spekülatif örümcek ağlarından dokunmuş hafif bir kumaştan, tumturaklı sözcüklerinin çiçekleri işlenmiş, ateşli bir duygusallık çiyine battırılmış bol bir giysi dikip, bir deri bir kemik kalmış ''sonsuz gerçeklerine'' giydirdiler ve bu bol giysi, bu halk karşısında mallarının sürümünü artırmaktan başka bir şeye yaramadı.
Öte yandan Alman sosyalizmi bu küçük burjuvazinin tumturaklı temsilcisi olma yatkınlığını gittikçe daha iyi kavradı.
Alman ulusunun örnek bir ulus olduğunu, Alman kalın kafalısının örnek insan olduğunu ilan etti. Bu örnek insanın her türlü alçaklığına, onu olduğunun tam tersi gösteren gizli bir anlam, yüce ve sosyalist bir anlam yükledi. Daha da ileri giderek, komünizmin ''hoyratça yıkıcı'' eğilimine karşı çıktı ve bütün sınıf savaşlarına yansız bir biçimde tepeden baktığını ilan etti. Almanya'da şu ara dolaşımda bulunan sosyalist ya da komünist olma iddiasındaki yayınlar, çok azı dışında, bu kirli ve sinir bozucu yayınlardır.
<<<1848'deki devrim fırtınası bu acınası okulu tümüyle temizledi ve yandaşlarını yine sosyalizm yapma zevkinden yoksun bıraktı. Bu okulun başlıca temsilcisi ve klasik örneği Karl Grün'dür. (Engels'in 1890 tarihli Almanca baskıda, küçük burjuva yayıncı Karl Grün (1817-1887) için yaptığı açıklama) >>>.
(Sayfa: 57-62)

*****

2) TUTUCU SOSYALİZM YA DA BURJUVA SOSYALİZMİ
*
Burjuvazinin bir bölümü, burjuva toplumunun varlığını güvence altına almak için, toplumsal aksaklıklara çare bulmak ister.
İktisatçılar, iyilikseverler, insanlıkçılar, çalışan sınıfların durumunu düzeltmek isteyenler, hayır işleri düzenleyenler, hayvanları koruyanlar, içkiyle savaş dernekleri kurucuları ve her renkten sahte reformcu bu takıma girer. Ve bu burjuva sosyalizmi eksiksiz sistemlere de dönüştürülmüştür.
Örnek olarak Proudhon'un Sefaletin Felsefesi'ni verelim.
Burjuva sosyalistler çağdaş toplumun yaşam koşullarını, bunların kaçınılmaz olarak doğurduğu kavgalar ve tehlikeler olmaksızın isterler. Bugünkü toplumu, onu devrimci kılan ve ayrıştıran ögelerden arındırdıktan sonra isterler. Burjuvaziyi proletarya olmaksızın isterler. Burjuvazi kendisinin egemen olduğu dünyayı, doğal olarak dünyaların en iyisi sayar. Burjuva sosyalizmi bu avundurucu düşünceyi az çok eksiksiz bir sisteme dönüştürür. Proletaryadan endi sistemlerini kurmasını ve Yeni Kudüs'e girmesini istediğinde, aslında ondan bugünkü toplumun içinde kalmasını ama bu topluma ilişkin kin dolu düşüncelerinden vazgeçmesini ister.
Daha az sistemli ama uygulamaya daha elverişli ikinci bir sosyalizm biçimi, şu ya da bu siyasal değişikliğin değil ama yalnızca varoluşun maddi koşullarında ve ekonomik ilişkilerde bir değişikliğin onlar için yararlı olabileceğini öne sürerek, işçi sınıfını her türlü devrimci eylemden soğutmaya çalışmıştır. Ama bu sosyalizm varoluşun maddi koşullarının değiştirilmesiyle, ancak devrim yoluyla gerçekleşebilecek burjuva üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını değil ama yalnızca burjuva üretimi temelinde yapılacak ve dolayısıyla Sermaye ile ücretli Emek ilişkilerinde hiçbir şeyi değiştirmeyen, olsa olsa burjuvazinin egemenlik giderlerini azaltarak devlet bütçesini rahatlatacak idari reformları öngörür.
Burjuvazi sosyalizmi en uygun anlamına, ancak sıradan bir sözbilim (retorik) nesnesi olduğunda erişir.
İşçi sınıfı yararına serbest ticaret ! İşçi sınıfı yararına koruyucu gümrük yasaları ! İşçi sınıfı yararına hücreli cezaevleri ! Burjuva sosyalizminin son sözü, ciddi olarak söylediği tek söz budur.
Gerçekten de burjuva sosyalizmi, burjuvaların işçi sınıfının yararına burjuvalar olduklarını öne sürer. 

(Sayfa: 62-64)

*****
Örnek olarak Proudhon'un Sefaletin Felsefesi'ni verelim.

*
Burjuva sosyalistler çağdaş toplumun yaşam koşullarını, bunların kaçınılmaz olarak doğurduğu kavgalar ve tehlikeler olmaksızın isterler. Bugünkü toplumu, onu devrimci kılan ve ayrıştıran ögelerden arındırdıktan sonra isterler. Burjuvaziyi proletarya olmaksızın isterler. Burjuvazi kendisinin egemen olduğu dünyayı, doğal olarak dünyaların en iyisi sayar. Burjuva sosyalizmi bu avundurucu düşünceyi az çok eksiksiz bir sisteme dönüştürür. Proletaryadan endi sistemlerini kurmasını ve Yeni Kudüs'e girmesini istediğinde, aslında ondan bugünkü toplumun içinde kalmasını ama bu topluma ilişkin kin dolu düşüncelerinden vazgeçmesini ister.
Daha az sistemli ama uygulamaya daha elverişli ikinci bir sosyalizm biçimi, şu ya da bu siyasal değişikliğin değil ama yalnızca varoluşun maddi koşullarında ve ekonomik ilişkilerde bir değişikliğin onlar için yararlı olabileceğini öne sürerek, işçi sınıfını her türlü devrimci eylemden soğutmaya çalışmıştır. Ama bu sosyalizm varoluşun maddi koşullarının değiştirilmesiyle, ancak devrim yoluyla gerçekleşebilecek burjuva üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını değil ama yalnızca burjuva üretimi temelinde yapılacak ve dolayısıyla Sermaye ile ücretli Emek ilişkilerinde hiçbir şeyi değiştirmeyen, olsa olsa burjuvazinin egemenlik giderlerini azaltarak devlet bütçesini rahatlatacak idari reformları öngörür.
Burjuvazi sosyalizmi en uygun anlamına, ancak sıradan bir sözbilim (retorik) nesnesi olduğunda erişir.
İşçi sınıfı yararına serbest ticaret ! İşçi sınıfı yararına koruyucu gümrük yasaları ! İşçi sınıfı yararına hücreli cezaevleri ! Burjuva sosyalizminin son sözü, ciddi olarak söylediği tek söz budur.
Gerçekten de burjuva sosyalizmi, burjuvaların işçi sınıfının yararına burjuvalar olduklarını öne sürer. (Sayfa: 62-64)

*****

3) ELEŞTİREL-ÜTOPYACI SOSYALİZM VE KOMÜNİZM
*
Burada bütün çağdaş büyük devrimlerle proletaryanın isteklerini dile getirmiş olan yazılardan söz etmeyeceğiz ( Babeuf'ün yazıları vb.)
Proletaryanın, genel bir kaynaşma döneminde, feodal toplumun yıkılışı sırasında, kendi sınıf çıkarlarını kabul ettirmek için doğrudan yaptığı ilk girişimler hem proletaryanın kendisinin yeterince gelişmemiş olması hem de özgürleşmesi için gerekli ve ancak burjuva döneminin sağlayacağı maddi koşulların yokluğu nedeniyle, kaçınılmaz olarak başarısızlığa uğradı. Proletaryanın bu ilk eylemlerine eşlik eden yazılar zorunlu olarak gerici bir içeriğe sahiptir. Evrensel bir çilecilik ve ham bir eşitçilik önerirler.
Gerçek anlamıyla sosyalist ve komünist sistemler, Saint-Simon'un, Fourier'nin, Owen'in vb sistemleri, proletarya ile burjuva arasındaki mücadelenin yukarıda anlatılan az gelişmiş ilk döneminde ortaya çıktı.
Bu sistemlerin yaratıcıları sınıfların karşıtlığını ve egemen toplumun kendi içindeki çökertici ögelerin etkisini görüyorlardı. Ama tarihte proletaryaya ait hiç bir özerk etkinlik, proletaryaya özgü hiç bir özel siyasal eylem görmüyorlardı.
Sınıflar arasındaki karşıtlığın gelişmesi sanayinin gelişmesiyle at başı gittiği için, proletaryanın özgürleşmesinin maddi koşullarını da sezememişler, bu koşulları yaratmak amacıyla toplumsal bir bilim, toplumsal yasalar araştırmışlardır.
Toplumsal etkinliğin yerine kendi bireysel becerilerini, özgürleşmenin tarihsel koşullarının yerine uyduruk koşullar, proletaryanın aşamalı ve kendiliğinden bir sınıf olarak örgütlenmesinin yerine her parçası kendilerince üretilmiş bir toplum örgütlenmesi geçirirler. Onlar dünyanın geleceğinin tarihini, kendi toplumsal tasarılarının propagandasına ve uygulanmasına indirgerler.
Bu tasarıların hazırlanmasında, yine de her şeyden önce işçi sınıfının çıkarlarını koruduklarının, bu sınıfın en çok acı çeken sınıf olduğunun bilincindedirler. Onlara göre proletarya, ancak en çok acı çeken sınıf görünümü altında vardır.
Sınıf mücadelesinin az gelişmiş durumu ve kendi toplumsal konumları, onları, kendilerini her türlü sınıf çatışmasının üstünde saymaya yöneltir. Maddi yaşama koşullarını toplumun bütün üyeleri için, en ayrıcalıklılar için bile iyileştirmek isterler. Bu nedenle hiç bir ayrım gözetmeden toplumun tümüne, hatta öncelikle de egemen olan sınıfa seslenip dururlar. Çünkü sistemlerini anlamak, bu sistemin var olabilecek en iyi toplum için söz konusu olabilecek tasarıların en iyisi olduğunun anlaşılması için yeterli olacaktır.
Böylece her türlü siyasal eylemi, özellikle de her türlü devrimci eylemi reddederler; amaçlarına barışçıl yollardan ulaşmak isterler ve örnekler aracılığıyla, doğal olarak başarısızlıkla sonuçlanan küçük deneylerle, yeni toplumsal İncil'e yol almayı denerler.
Proletaryanın henüz çok az gelişmiş olduğu ve dolayısıyla kendi konumunu gerçeklikten uzak bir biçimde ele aldığı bir dönemde, geleceğin toplumunun bu düşsel değerlendirilmesi, proletaryanın, toplumun tümüyle dönüştürülmesine ilişkin ilk içgüdüsel özlemlerinin karşılığını oluşturur.
Ama sosyalist ve komünist yazılar eleştirel ögeler de içerirler. Var olan toplumun temellerine saldırırlar. Bu nedenle işçilerin aydınlanması için çok değerli malzemeler sağlarlar. Geleceğin toplumuna ilişkin olumlu önerileri, örneğin kentle kırsal kesim arasındaki karşıtlığın yok edilmesi, ailenin, özel kazancın ve ücretli emeğin kaldırılması, toplumsal uyumun ilan edilmesi, Devletin yalnızca bir üretim yöneticisine dönüştürülmesi, bütün bu öneriler, o sıralarda sınıflar arasında yeni gelişmeye başlamış olan ve bu yazılarda henüz belirsiz ve bulanık ilk biçimleriyle ele alınan karşıtlığın ortadan kalkmasını vurgularlar. Bu nedenle de bu öneriler hala tümüyle ütopyacı bir anlam taşırlar.
Eleştirel-ütopyacı sosyalizmin ve komünizmin önemi tarihsel gelişmeyle ters orantılıdır. Sınıflar arasındaki mücadele geliştikçe ve biçimlendikçe, düş gücü aracılığıyla bu mücadelenin üstüne yükseliş, bu mücadeleye düşsel karşı koyuş, her türlü uygulama değerini, her türlü kuramsal geçerliğini yitirir. Bu nedenle, bu sistemlerin kurucuları, birçok açıdan devrimci olsalar da, çömezlerinin kurdukları topluluklar hep gerici olmuştur. Çünkü bu çömezler proletaryanın tarihsel gelişmesi karşısında ustalarının eski görüşlerini benimsemekte direnirler. Bu nedenle, kendileriyle tutarlı olarak sınıf mücadelesini yeniden köreltmeye ve karşıtları uzlaştırmaya çalışırlar. '' Phalanstere'ler oluşturma, ''ev kolonileri'' meydana getirme, bir ''Küçük İkarya''* (Yeni Kudüs'ün cep kitabı baskısı) kurma gibi toplumsal ütopyalarının deneysel olarak gerçekleşmesini düşlemeyi sürdürürler ve bütün bu boş düşlerin gerçekleşmesi için burjuva kalplerinin ve keselerinin hayırseverliğine başvurmak zorunda kalırlar.
Yavaş yavaş, yukarıda anlatılan gerici ya da tutucu sosyalistlerin konumuna düşerler ve artık onlardan yalnızca daha sistemli bilgiçlikleri ve toplumsal bilimlerinin mucizevi yetkinliğine besledikleri bağnaz ve batıl inançlarıyla ayrılırlar.
Böylece işçi sınıfının her türlü siyasal eylemine hararetle karşı çıkarlar, çünkü onlara göre böyle bir eylem ancak yeni İncil'e körü körüne inanma eksikliğinden kaynaklanabilir.
İngiltere'de Owen'cılar Charter'cılara, Fransa'da Fourier'ciler Reformculara* tepki gösterirler. 

Gerçek anlamıyla sosyalist ve komünist sistemler, Saint-Simon'un, Fourier'nin, Owen'in vb sistemleri, proletarya ile burjuva arasındaki mücadelenin yukarıda anlatılan az gelişmiş ilk döneminde ortaya çıktı.
Bu sistemlerin yaratıcıları sınıfların karşıtlığını ve egemen toplumun kendi içindeki çökertici ögelerin etkisini görüyorlardı. Ama tarihte proletaryaya ait hiç bir özerk etkinlik, proletaryaya özgü hiç bir özel siyasal eylem görmüyorlardı.
Sınıflar arasındaki karşıtlığın gelişmesi sanayinin gelişmesiyle at başı gittiği için, proletaryanın özgürleşmesinin maddi koşullarını da sezememişler, bu koşulları yaratmak amacıyla toplumsal bir bilim, toplumsal yasalar araştırmışlardır.
Toplumsal etkinliğin yerine kendi bireysel becerilerini, özgürleşmenin tarihsel koşullarının yerine uyduruk koşullar, proletaryanın aşamalı ve kendiliğinden bir sınıf olarak örgütlenmesinin yerine her parçası kendilerince üretilmiş bir toplum örgütlenmesi geçirirler. Onlar dünyanın geleceğinin tarihini, kendi toplumsal tasarılarının propagandasına ve uygulanmasına indirgerler.
Bu tasarıların hazırlanmasında, yine de her şeyden önce işçi sınıfının çıkarlarını koruduklarının, bu sınıfın en çok acı çeken sınıf olduğunun bilincindedirler. Onlara göre proletarya, ancak en çok acı çeken sınıf görünümü altında vardır.
Sınıf mücadelesinin az gelişmiş durumu ve kendi toplumsal konumları, onları, kendilerini her türlü sınıf çatışmasının üstünde saymaya yöneltir. Maddi yaşama koşullarını toplumun bütün üyeleri için, en ayrıcalıklılar için bile iyileştirmek isterler. Bu nedenle hiç bir ayrım gözetmeden toplumun tümüne, hatta öncelikle de egemen olan sınıfa seslenip dururlar. Çünkü sistemlerini anlamak, bu sistemin var olabilecek en iyi toplum için söz konusu olabilecek tasarıların en iyisi olduğunun anlaşılması için yeterli olacaktır.
Böylece her türlü siyasal eylemi, özellikle de her türlü devrimci eylemi reddederler; amaçlarına barışçıl yollardan ulaşmak isterler ve örnekler aracılığıyla, doğal olarak başarısızlıkla sonuçlanan küçük deneylerle, yeni toplumsal İncil'e yol almayı denerler.
Proletaryanın henüz çok az gelişmiş olduğu ve dolayısıyla kendi konumunu gerçeklikten uzak bir biçimde ele aldığı bir dönemde, geleceğin toplumunun bu düşsel değerlendirilmesi, proletaryanın, toplumun tümüyle dönüştürülmesine ilişkin ilk içgüdüsel özlemlerinin karşılığını oluşturur.
Ama sosyalist ve komünist yazılar eleştirel ögeler de içerirler. Var olan toplumun temellerine saldırırlar. Bu nedenle işçilerin aydınlanması için çok değerli malzemeler sağlarlar. Geleceğin toplumuna ilişkin olumlu önerileri, örneğin kentle kırsal kesim arasındaki karşıtlığın yok edilmesi, ailenin, özel kazancın ve ücretli emeğin kaldırılması, toplumsal uyumun ilan edilmesi, Devletin yalnızca bir üretim yöneticisine dönüştürülmesi, bütün bu öneriler, o sıralarda sınıflar arasında yeni gelişmeye başlamış olan ve bu yazılarda henüz belirsiz ve bulanık ilk biçimleriyle ele alınan karşıtlığın ortadan kalkmasını vurgularlar. Bu nedenle de bu öneriler hala tümüyle ütopyacı bir anlam taşırlar.
Eleştirel-ütopyacı sosyalizmin ve komünizmin önemi tarihsel gelişmeyle ters orantılıdır. Sınıflar arasındaki mücadele geliştikçe ve biçimlendikçe, düş gücü aracılığıyla bu mücadelenin üstüne yükseliş, bu mücadeleye düşsel karşı koyuş, her türlü uygulama değerini, her türlü kuramsal geçerliğini yitirir. Bu nedenle, bu sistemlerin kurucuları, birçok açıdan devrimci olsalar da, çömezlerinin kurdukları topluluklar hep gerici olmuştur. Çünkü bu çömezler proletaryanın tarihsel gelişmesi karşısında ustalarının eski görüşlerini benimsemekte direnirler. Bu nedenle, kendileriyle tutarlı olarak sınıf mücadelesini yeniden köreltmeye ve karşıtları uzlaştırmaya çalışırlar. '' Phalanstere'ler oluşturma, ''ev kolonileri'' meydana getirme, bir ''Küçük İkarya''* (Yeni Kudüs'ün cep kitabı baskısı) kurma gibi toplumsal ütopyalarının deneysel olarak gerçekleşmesini düşlemeyi sürdürürler ve bütün bu boş düşlerin gerçekleşmesi için burjuva kalplerinin ve keselerinin hayırseverliğine başvurmak zorunda kalırlar.
Yavaş yavaş, yukarıda anlatılan gerici ya da tutucu sosyalistlerin konumuna düşerler ve artık onlardan yalnızca daha sistemli bilgiçlikleri ve toplumsal bilimlerinin mucizevi yetkinliğine besledikleri bağnaz ve batıl inançlarıyla ayrılırlar.
Böylece işçi sınıfının her türlü siyasal eylemine hararetle karşı çıkarlar, çünkü onlara göre böyle bir eylem ancak yeni İncil'e körü körüne inanma eksikliğinden kaynaklanabilir.
İngiltere'de Owen'cılar Charter'cılara, Fransa'da Fourier'ciler Reformculara* tepki gösterirler. 
(..)
* Phalanstere, Fourier'nin tasarladığı sosyalist kolonilere verilen addır. Cabat da ütopik ülkesine, daha sonra da Amerika'daki komünist kolonisine İkarya adını vermiştir. (Engels'in 1888 tarihli İngilizce baskıya açıklaması.)
Owen örnek komünist topluluklarına home colonies ( ev kolonileri) adını veriyordu. Phalanstere'ler, Fourier'nin tasarladığı sosyalist saraylardı. Cabat'nın komünist kurumlarını açıkladığı düşsel ülkeye İkarya adı veriliyordu. (Engels'in 1890 tarihli Almanca baskıda yaptığı açıklama.)
* Charter'cılar: İngiltere'de 1838 yılında yayımlanan ve başta seçim sistemi olmak üzere yapısal yenilikler isteğini dile getiren People's Charter başlıklı belgeyle başlayan siyasal hareketin yandaşları. Büyük kitlesel eylemlerle başlayan ve 1850'ye dek aralıklarla da olsa varlığını sürdüren hareket, tutarlı bir devrimci yönetim kadrosu ve kesin bir programı olmadığı için başarılı olamamıştır.
Reformcular: Paris'te 1848-1851 yılları arasında yayımlanan ve cumhuriyeti ve toplumsal ve demokratik reformları savunan La Reforme gazetesinin yandaşları. 

*****

KOMÜNİSTLERİN ÇEŞİTLİ MUHALEFET PARTİLERİ KARŞISINDAKİ KONUMU
*
İkinci bölümde söylenenlerden, komünistlerin kurulu işçi partileriyle yani İngiltere'deki Charter'cılar ve Kuzey Amerika'daki Reformcularla ilişkilerinin ne olduğu kolayca anlaşılır.
Komünistler işçi sınıfının şimdiki amaçlarına ve çıkarlarına ulaşmak için mücadele ederler ama bugünkü hareket içinde aynı zamanda hareketin geleceğini de savunurlar ve temsil ederler. Fransa'da komünistler, tutucu ve radikal burjuvalara karşı, devrimci gelenekten kaynaklanan cümleleri ve yanılsamaları eleştirme haklarını saklı tutarak, sosyal-demokrat parti* ile işbirliği yaparlar.
İsviçre de radikalleri destekler ama bu partinin yarısının sözcüğün Fransızcadaki anlamıyla demokrat sosyalistler, yarısının da burjuvalar gibi çelişkili ögelerden oluştuğunu göz ardı etmezler.
Polonya'da komünistler, ulusal kurtuluşu bir tarım devriminde gören yani 1846'da Krakov ayaklanmasını gerçekleştiren partiyi desteklerler.*
Almanya'da komünist parti, burjuvazinin mutlak monarşiye, feodal toprak mülkiyetine ve küçük burjuvaziye devrimci bir anlayışla her karşı çıkışında, onunla birlikte savaşır.
Ama işçilerde, burjuvazi ile proletarya arasında var olan düşmanca karşıtlık konusunda olabildiğince açık bir bilinç oluşturmayı ve geliştirmeyi bir an olsun ihmal etmez ki, zamanı geldiğinde Alman işçileri, burjuva düzeninin egemenliği sırasında yaratacağı siyasal ve toplumsal koşulları burjuvaziye karşı hemen silah olarak kullanabilsinler, Almanya'daki gerici sınıfların yıkılmasının hemen ardından burjuvazinin kendisine karşı mücadele başlayabilsin.
Komünistlerin dikkati özellikle Almanya'ya yönelmektedir, çünkü Almanya bir burjuva devriminin eşiğinde bulunmaktadır, çünkü bu devrimi Avrupa uygarlığının en gelişmiş koşullarında ve 17. yüzyıl İngiltere'si ile 18. yüzyıl Fransa'sına oranla çok daha gelişmiş bir proletarya ile gerçekleştirecektir ve böylece Alman burjuva devrimi bir proletarya devriminin doğrudan başlangıcı olabilecektir.
Kısacası, komünistler her yerde kurulu toplumsal ve siyasal düzene karşı her devrimci hareketi desteklerler.
Bütün bu hareketlerle, hareketin temel sorunu olarak, gelişmesinin hangi evresine ulaşmış olursa olsun, mülkiyet sorununu öne çıkarırlar.
Nihayet komünistler her yerde, bütün ülkelerin demokratik partilerinin birliği ve uzlaşması için çalışırlar.
Komünistler görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye gerek görmezler. Amaçlarının ancak geçmiş bütün toplumsal düzenlerin zor kullanılarak devrilmesiyle gerçekleşebileceğini açıkça belirtirler. Egemen sınıflar bir komünist devrim düşüncesiyle titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka yitirecekleri bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var.

İsviçre de radikalleri destekler ama bu partinin yarısının sözcüğün Fransızcadaki anlamıyla demokrat sosyalistler, yarısının da burjuvalar gibi çelişkili ögelerden oluştuğunu göz ardı etmezler.
Polonya'da komünistler, ulusal kurtuluşu bir tarım devriminde gören yani 1846'da Krakov ayaklanmasını gerçekleştiren partiyi desteklerler.*
Almanya'da komünist parti, burjuvazinin mutlak monarşiye, feodal toprak mülkiyetine ve küçük burjuvaziye devrimci bir anlayışla her karşı çıkışında, onunla birlikte savaşır.
Ama işçilerde, burjuvazi ile proletarya arasında var olan düşmanca karşıtlık konusunda olabildiğince açık bir bilinç oluşturmayı ve geliştirmeyi bir an olsun ihmal etmez ki, zamanı geldiğinde Alman işçileri, burjuva düzeninin egemenliği sırasında yaratacağı siyasal ve toplumsal koşulları burjuvaziye karşı hemen silah olarak kullanabilsinler, Almanya'daki gerici sınıfların yıkılmasının hemen ardından burjuvazinin kendisine karşı mücadele başlayabilsin.
Komünistlerin dikkati özellikle Almanya'ya yönelmektedir, çünkü Almanya bir burjuva devriminin eşiğinde bulunmaktadır, çünkü bu devrimi Avrupa uygarlığının en gelişmiş koşullarında ve 17. yüzyıl İngiltere'si ile 18. yüzyıl Fransa'sına oranla çok daha gelişmiş bir proletarya ile gerçekleştirecektir ve böylece Alman burjuva devrimi bir proletarya devriminin doğrudan başlangıcı olabilecektir.
Kısacası, komünistler her yerde kurulu toplumsal ve siyasal düzene karşı her devrimci hareketi desteklerler.
Bütün bu hareketlerle, hareketin temel sorunu olarak, gelişmesinin hangi evresine ulaşmış olursa olsun, mülkiyet sorununu öne çıkarırlar.
Nihayet komünistler her yerde, bütün ülkelerin demokratik partilerinin birliği ve uzlaşması için çalışırlar.
Komünistler görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye gerek görmezler. Amaçlarının ancak geçmiş bütün toplumsal düzenlerin zor kullanılarak devrilmesiyle gerçekleşebileceğini açıkça belirtirler. Egemen sınıflar bir komünist devrim düşüncesiyle titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka yitirecekleri bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var.
*
BÜTÜN ÜLKELERİN PROLETERLERİ, BİRLEŞİN.!
*
* Bu parti o sırada Parlementoda Ledru-Rollin, yazar olarak Louis Blanc, günlük basında da Le Reforme tarafından temsil ediliyordu. Kendilerinin türettiği sosyal demokrat sözcüğüyle demokratik ya da cumhuriyetçi partinin, sosyalizmden oldukça farklı olan bölümünü vurguluyorlardı. ( Engels'in 1888 tarihli İngilizce baskıda yaptığı açıklama.)
* 1846 yılının Şubat ayında, Polonya'nın ulusal kurtuluşu için bir ayaklanma girişimi yapıldı. Bu ayaklanmanın öncülüğünü Polonya'lı demokrat devrimciler yaptılar.  (Sayfa: 69-71) 

Falih Rıfkı Atay - Çankaya

Soyadı günlerinin latifçe bir hatırası vardır. Dil davası ile uğraşanlardan ve dış bakanlığı yüksekçe memurlarından Osman Grandi safça bir adamdı. İçi dışı bir, fakat içi de dışı da birbiri kadar düzdü. Grandi, Mussolini'nin dış bakanının adı idi. Bir akşam Atatürk:
- Ne taşıyorsunuz Beyefendi bu soyadını.? diye sordu.
- Çok eskidir, tarihidir, Efendim.. cevabını verdi.
- Ne imiş tarihi bakalım.?
Yanında bulunan bir arkadaşı, gaf yapacağını bildiği için, eteğini çekmişti. Önce ona dönüp ve hiçbir tariz maksadıyle değil de, acaba söyleyecek bir şey mi var gibilerinden:
- Siz mi çektiniz eteğimi.? diye zavallıyı iyice sıktıktan sonra izah etti.
- Efendim, dedi, cedlerimizden biri, gemi ile Mısır'dan geliyormuş. Teknenin kaptanı imiş. Yolda büyük bir fırtına çıkmış. İmdat gelinceye kadar hepsi boğulmuşlar, fakat ceddim grandi direğine çıktığı için kurtulmuş. Soyadımızın hikayesi bu.
Atatürk:
- Ne.? Ne.? dedi, bütün gemisindekiler boğulduktan sonra yalnız kendi canını kurtaran kaptanın hatırası mı.? Beyefendi yalnız bu sebeple onu bırakınız da, bir Türkçe ad takınız, dedi.
Değiştirildi ve böylece dil toplantılarından İtalyan Dış Bakanının gölgesi silindi idi. 
(Sayfa: 121)
***
Atatürk henüz '' Gazi Mustafa Kemal Paşa'' idi.Benden ona dair bir kitap için önsöz istemişlerdi. Kitap çıkmadığı için önsöz de bende kalmıştır. Onu bugün bu fıkraların son sözü olarak sizlere sunuyorum:
'' Gazi'nin hal tercümesi, yeni Türk Devleti'nin tarihi demektir. Tarihimizi bilmek için, Gazi'yi öğrenmeliyiz.
Gazi, yaratıcı bir enerji kaynağı.. Yeryüzünde kara topraktan, yeşil ottan, taştan ve tuzlu sudan başka ne varsa, hepsi böyle yaratıcıların eseri değil midir.? Hava, su ve toprağın içindeki büyük kuvvet esrarını onlar sezip buldukları ve maddeleştirdikleri gibi, insanın kanı, kemiği ve siniri içindeki kuvvet esrarını yine onların gözleri görür, kafaları bulur, karar ve fiilleri hakikatleştirir. Onlarsız aradığımızı bulamazdık. İstediğimize ulaşamazdık. Yaptığımızı yapamazdık. Gazi'yi bilmek insanın insanlığına vücut veren yaratıcılardan birinin hayat ve eserini öğrenmek demektir.
İnsanlık ağacı bir Gazi yemişini vermek için, nesillerce sayısız yaprak çürütür. Pek azımız Gazi gibi doğarız. Herkes buharı, mikrobu ve elektriği keşfetmez. Fakat keşfetmiş olanların metotlarını öğrenmek, büyük buluşları ve yaradılışları tamamlamak ve faydalandırmak için lazımdır. Gazi'nin eserlerini devam ettirecek olanlar, Gazi'nin başarma metotlarının neler olduğunu öğrenmelidirler.
Bir hakikat nasıl karışık değilse, Gazi de sadedir. Uzaktan anlaşılması kolay görünür. Cazibe kanununun kendilerinden önce bulunmuş olmasına esef edenler az değildirler. Fakat ilk hayvanın yürümesinden de önce başlayan düşmek, o kadar basit sırrını söylemek için asırlarca değil, devirlerce ve çağlarca Newton'un aklını beklemiştir.
Büyük eserlerde tesadüfün rolü pek az olduğu gibi, artık büyük eser yapılması imkansızlaşacak bir zaman da olmayacaktır. Bizden sonra gelecek yaratıcılar henüz doğmadılar. Onların bütün şerefleri, şanları ve eserleri, her ne olacaksa, doğmuş ve doğacak olanlar için büyüklük fırsatları değil midir.?
Gazi, yeni Türkiye'yi çocukluğundan beri kendi benliğinin dibinde yaratmaya başlamıştı. Öyle bir zeka gibi, öyle bir düşünüş ve duyuş kabiliyeti gibi, O'nun sabrı ve enerjisi olmadıkça ona benzeyemeyiz.
Bir fıkrasından, bir hikayesinden, bir yazı ve nutkundan hemen anladığımızı sandığımız Gazi, aradıkça yeni bir sır verir. Yaklaşılan bir dağ gibi büyür. Asıl O'nu elimizle tuttuğumuz zamandır ki artık tamamını hiç göremeyiz.
(Sayfa: 142)

Montaıgne - Denemeler

Deniz kıyısı boyunca altın aramaya çıkmış İspanyollar bereketli, güzel ve insanı bol bir ülkede karaya çıkıyorlar ve her yerde olduğu gibi orada da yerlilere kendi kendilerini övüyorlar; barışsever insanlarmış, uzak yollardan gelmişlermiş, kendilerini bütün dünyanın en büyüğü olan Katilya Kralı yollamış; Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi olan Papa bu krala bütün Hint ülkesini bağışlamışmış; yerliler onun uyruklarına girmek isterlerse kendilerine pek iyi davranacaklarmış; onlardan yiyecek şeyler, bir de bazı ilaçlarda kullanmak üzere altın istiyorlarmış; ayrıca bir tek tanrı inancını bilmeleri gerekiyormuş, bu dine girmeleri de haklarında hayırlı olurmuş, yoksa işler sarpa sararmış. Aldıkları karşılık şu olmuş:
''Barışseveriz diyorsunuz ama görünüşünüz hiç de öyle değil. Kralınıza gelince, isteyen durumunda olması, muhtaç yoksul olduğunu gösteriyor; ona bu toprakları veren ise savaş seven bir adam olacak; çünkü kendisinin olmayan bir yeri başkasına vermekle onu verdiği yerin eski sahipleriyle savaşmaya sürüyor. İstediğiniz yiyeceklere gelince onları veririz. Altınsa, bizde pek fazla yok; zaten yaşamak için işimize yaramadığından, bütün istediğimiz de rahatlıkla, güzellikle yaşamak olduğundan altına pek değer vermeyiz; ama, tanrılarımız için kullandığımız altın dışında ne kadar bulabilirseniz çekinmeden alabilirsiniz.! Bir tek Tanrı'ya gelince, böyle bir düşünüş güzel, ama bunca zaman yararlı olmuş dinimizi değiştirmek istemeyiz; dostlarımız, tanıdıklarımızdan başka kimseden öğüt almaya da alışık değiliz. Korkutmalarınıza gelince, durumlarını, güçlerini bilmediğimiz insanlara meydan okumak akıl kârı değildir. Kısacası topraklarımızdan bir an önce çıkıp gitmeye bakın; silahlı ve yabancı kimselerin dürüstlüklerine, parlak sözlerine güvenme âdetimiz yoktur. Çekip gitmezseniz siz de şunlar gibi olursunuz.''
Böyle konuşmuş yerlilerin kralı ve şehrin çevresindeki kesik insan kafalarını göstermiş.  
(Sayfa: 23-24)

İvan Aleksandroviç Gonçarov - Oblomov

İvan Aleksandroviç Gonçarov- Oblomov (Giriş: Hasan Âli Yücel)
Önsözden:
''... Zekâsının her cephesini bu türlü eserlerin her türlüsüne tevcih edebilmiş milletlerde düşüncenin en silinmez vasıtası olan yazı ve onun mimarisi demek olan edebiyat, bütün kütlenin ruhuna kadar işleyen ve sinen bir tesire sahiptir. Bu tesirdeki fert ve cemiyet ittisali, zamanda ve mekânda bütün hudutları delip aşacak bir sağlamlık ve yaygınlığı gösterir. Hangi milletin kütüpanesi bu yönden zenginse o millet, medeniyet âleminde daha yüksek bir idarak seviyesinde demektir..''
***
''Toplumsal bir kaderin Oblomov'u içine düşürdüğü bu kaçınılmaz uyuşmayı rastgele bir tembellikle karıştırmamak gerekir. Tembel, işten kaçan ve işsizlikte mutluluğu bulan adamdır. Oblomov'sa hiçbir zaman işe giremeyen, işsizlikten de zevk alamayan bir adamdır.''  (Sayfa: 6) 
*
''Avrupa, hayallerini gerçekleştirmek için kuran insanların ülkesidir. Orada gerçekleşemeyen hayal bir acı kaynağı, bir tragedya konusudur. Doğu'da ise hayal ile keyif, bir gerçekten kaçma vesilesidir. Doğulu, geviş getirir gibi, kendi içinde başlayıp kendi içinde biten, hedefsiz, başıboş hayaller kurar. Oblomov'da gerçeğin yerini tutan hayal, Ştolts'da bir teşebbüsün hazırlığı, ilk adımıdır.'' (Sayfa: 7) 
*
''Doğu milletinde Oblomovluk kolay kolay ruhlardan çıkmayacaktır. Oblomovluktan kurtulmak için onun tam zıttını örnek tutmuş olan, dünya görüşünü iş üzerine kurmuş olan yeni Rusya'da bile Oblomov'lar kuşağının büsbütün kuruduğu ileri sürülemez. Nitekim Lenin diyor ki: 'Rusya üç devrim geçirdi, ama gene de Oblomov'lar kaldı; çünkü Oblomov'lar yalnız derebeyler, köylüler, aydınlar arasında değil, işçiler, komünistler arasında da vardır. Toplantılarda, komisyonlarda nasıl çalıştığımıza bakarsanız, eski Oblomov'un içimizde olduğunu görürsünüz. Onu adam etmek için daha çok zaman yıkamak, temizlemek, sarsmak, dövmek gerekecektir.'' (Sayfa: 7)
***
''...
- Sahi öyle; odanda hiç kitap göründüğü yok. Ama yalvarırım sana, yakında çıkacak bir eser var, onu mutlaka oku. Muazzam bir destan denebilir: Rüşvet yiyen bir adamın düşmüş bir kadına aşkı. Yazanın kim olduğunu söyleyemem, şimdilik gizli. 
- Ne var içinde.?
- Toplum düzenimizin işleyişini olduğu gibi ortaya koyuyor, hem de şiirli bir biçim içinde. Toplumun bütün güçlerine değiniyor. Toplumsal merdivenin bütün basamaklarını ele alıyor. Yazar bu eserde zayıf, kötü ruhlu devlet adamını, çevresindeki dalkavuk rüşvetçileri, ahlaksızlığa düşmüş Fransız, Alman, Fin ve daha başka uluslardan kadınları sanki bir mahkeme önüne çıkarıyor. Her şeyi öyle yaman, öyle yürek paralayan bir gerçeklikle anlatmış ki... Bazı parçalarını dinledim. Büyük yazar: Kâh Dante'yi, kâh Shakespeare'i andırıyor..
Oblomov hayretle doğrularak:
- Amma da yaptın ha.! dedi.
Penkin hemen, gerçekten çok ileri gittiğini anlayarak durdu, daha az taşkınlıkla:
- Oku da bak, dedi; değerini kendin daha iyi anlarsın.
- Hayır, Penkin, okuyamam.
- Peki ama niçin? Olay yaratacak bir eser; daha şimdiden herkes ondan söz ediyor.
- Bırak söz etsinler.! Birtakım adamların işi gücü bu.!
- Merak edip okuyuver canım.
- Nesini merak edeyim.? Ne diye yazı yazar bu adamlar.? Gönül eğlendirmek için herhalde.
- Haksızlık ediyorsun. Hayata o kadar yakın ki, o kadar yaşıyor ki bunlar. Portreler canlı gibi. Tüccar, memur, subay, jandarma, hepsi. Tıpkı yaşayan insanlar gibi.
- Evet, bütün yaptıkları bu kadar. Bir insan alıp kopyasını çıkarıyorlar. Gerçeğe uygun oluyor diye övünüyorlar. Ama, hayat ne oluyor.? Eserlerinde o yok işte, dünyayı kavrayış, insanlığı gerçekten anlayış yok. Boş şeylerle övünüyorlar. HIRSIZLARI, DÜŞKÜN KIZLARI, YOLDA YAKALAYIP HAPSE ATAR GİBİ EDEBİYATA SOKUYORLAR.! NEREDE SANATKÂRIN ''GİZLİ GÖZYAŞLARI''; SADECE KABA, ZALİM, ALAYCI BİR GÜLÜŞ.!
- Ya ne olacaktı başka.? Sen de ne güzel söyledin işte. Bu coşup taşan öfke, bu kötülüklere amansızca saldırış, alçalmış insanları kepaze ediş, işte asıl edebiyat budur.
Oblomov birden parladı:
- HAYIR, HİÇ DE DEĞİL.! HIRSIZI, DÜŞMÜŞ KADINI, ALDATILMIŞ BİR BUDALAYI ANLATIN, ANLATIN AMA İNSANI DA UNUTMAYIN. SİZİN İÇİN İNSAN DİYE BİR ŞEY YOK MU.? YALNIZ KAFANIZLA YAMAK İSTİYORSUNUZ. DÜŞÜNMEK İÇİN KALPSİZ OLMAK GEREKİR, SANIYORSUNUZ. HAYIR, DÜŞÜNMEYİ BESLEYEN SEVGİDİR. DÜŞEN ADAMA EL UZATIN, MAHVOLAN BİR ADAMIN HALİNE AĞLAYIN, ONUNLA ALAY ETMEYİN. SEVİN ONU.! ONDA KENDİNİZİ GÖRÜN VE ONA KENDİNİZMİŞ GİBİ BAKIN.
Oblomov tekrar kanepeye sakin sakin uzandı:
- İŞTE O ZAMAN YAZDIKLARINIZI OKURUM, ÖNÜNÜZDE EĞİLİRİM. HIRSIZI, DÜŞMÜŞ KADINI ANLATIYORLAR DA İNSANI UNUTUYOR VE ANLATMIYORLAR. BU MUDUR SANAT, BU MUDUR BULDUĞUNUZ BÜYÜK EDEBİYAT.? KÖTÜLÜĞÜ, ÇAMURU GÖSTERİN AMA, RİCA EDERİM BUNA EDEBİYAT DEMEYİN.
- Ya.! Demek hatırınız için tabiat tasvirleri yapalım, gülden, bülbülden bir kış sabahının güzelliğinden söz edelim öyle mi.? Çevremizde uğuldayan, kaynaşan hayatı görmeyelim.. Biz yalnız toplumun fizyolojisini arıyoruz; şiirle, şarkı ile işimiz yok..
- İNSANI, YALNIZ İNSANI ANLATIN BANA, İNSANI SEVİN.
Pekin coştu:
- Faizciyi sevelim, softayı sevelim,budala veya hırsız memuru sevelim, değil mi.? Laf mı bu.? Edebiyatla uğraşmadığın belli.! Hayır, bu adamları cezalandırmalı, toplumdan kovmalı..
Pekin'in önünde ayağa kalkan Oblomov birdenbire bir peygamber tavrıyla:
- TOPLUMDAN KOVMALI HA.? DEDİ. BU BOZULMUŞ ÇAMURDA YÜKSEK BİR PRENSİP OLDUĞUNU, BU DÜŞMÜŞ İNSANIN GENE DE İNSAN, YANİ KENDİN OLDUĞUNU, UNUTUYOR MUSUN.? ONU KOVMALI MI DEDİN.? AMA NE YAPSAN, ONU İNSANLIKTAN, TABİATTAN, TANRININ RAHMETİNDEN DIŞARI KOVABİLİR MİSİN.? 
(Sayfa: 31-33)

Aslı Erdoğan - Ot Dergisi ( Eylül 2016)

''İnsan özgür olduğu yanılsamasına kapılmamalı. Görünür-görünmez polisler, her an her yerdeler. En küçük bir varoluş belirtisi gösterenin üzerine çullanır, doğduğuna pişman ederler.
Suç, cezanın niteliğinden çok, içinde oluştuğu toplumun koşullarına göre şekillenir; idam cezası da suçluyu mutlak suçlu, toplumu mutlak masum ilan ederek, her şeyden önce bu toplumsal sorumluluğu gözardı etmektedir. Kanlı yasalar, kanlı töreler doğurur, şiddet hep daha fazla şiddetle kendini meşrulaştırır.
İnsan bedeniyle yazmalı; oysa sözcükler yalnızca başka sözcüklere karşılık verir.
Belki de kimileri için yüreğinin şiirini duymanın tek yolu, cehenneme alevlerle yaklaşmaktır. Yaralar çoğu kez dilsizdir; ama bir konuştular mı, sesleri korkutucudur ve yalan söylemeyi beceremezler.
Zaman merhametlidir, inanın. İnsanlardan daha merhametli.
Söz de uçar yazı da..
Geriye kalan ne.? İnanın bilmiyorum.

Kafka Okur - Feyza Altun (Temmuz- Ağustos 2016) (Füruğ Ferruhzad)

13 Şubat 1967, Pazartesi günü Füruğ'un ölümü şöyle anlatılır:
*
'' Stüdyoya gidiyordu. Füruğ çocukları ve kuşları sever ' onlar tertemizler' derdi. Sonunda da canını sevdiği çocukların yolunda verdi. O çocukların kadim dostuydu. Okul aracının önüne kıvrıldığını görünce kaza yapmamak için sağa sürdü ve ana caddeden saptı, dudaklarında sadece küçük bir tebessüm vardı, bu onun için yeterliydi. O, camlarının ardından neredeyse kendilerine çarpacak olan onun arabasına korkuyla bakan çocukları görüyordu. Araba caddeden savruldu ancak yine de çocukların aracına çarpmaktan kurtulamadı, kaportasına çarptı, çok da şiddetli bir kaza değildi, buna rağmen şiddetli bir şekilde frene bastığı için Füruğ'un başı cipin ön camına çarptı ve burnunu ortadan parçaladı, öyle şiddetli bir darbeydi ki otomobilin kapısı hemen açıldı ve Füruğ ile arabanın arkasında oturmakta olan Gülistan Stüdyosu'nun çalışanı dışarı fırladı. O anda Füruğ'un başı arabanın kapısına vurdu ve sol kulağı ayrılacakmış gibi feci şekilde zarar gördü. Sonra başını kaldırıma çarptı ve kafası yarıldı. Onu hastaneye götürdüler ama ne yazık ki artık iş işten geçmişti.
Füruğ ölmüştü.''

*
'' İnsanların Füruğ'yu kendilerine yakın hissetmelerinin nedenlerinden biri de İran müziğidir. Fars müziğinin insanı içine çeken hüznü ve kederini Füruğ da seviyor, eziyetten zevk aldığını itiraf ediyordu. Ayrıca kendi hayatının başlangıç gelişme ve sonuç bölümlerini anlatmaya pek hevesli olmayışı ve bunu anlatıyor olmayı saçma buluşu da insanların Füruğ'ya masum gözlerle bakmasının nedenidir. İreç Girgin'in kendisiyle yaptığı bir söyleşide '' Hayat hakkında neler söylersiniz?'' sorusuna verdiği şu cevap onun ''özgeçmiş'' meselesine bakışını özetlemektedir:
'Vallahi bu konuda konuşmak bence çok yorucu ve faydasız bir iş. Evet, şehirli veya köylü de olsa dünyaya gelen her insanın bir doğum tarihinin olması, bir okulda okuması bir gerçekliktir, bir yığın çok sıradan olayın, mesela çocukken havuza düşmek, öğrenciyken kopya çekmek veya gençken aşık olup evlenmek gibi şeyler hayatta nihayetinde herkesin başına gelebilecek şeylerdir. Ama bu sorudan amaç benim şiirle ilgilenmem gibi insanın işiyle ilgili bir yığın meseleyi açıklamak ise henüz sırası olmadığını söylemeliyim, çünkü ben şiir çalışmasına ciddi şekilde henüz yeni başladım.' ''
****
'' Füruğ'un hayatını ilk okuduğumda yine beni çok etkileyen şey ölüm ile ilgili düşüncemizin aynı oluşu idi. Ben her zaman bu dünyadan vaktinden önce ayrılacağım paranoyasına sahip birisi olarak Füruğ'un ' Düşündüğümden daha erken ölüp bütün işlerimin yarım kalacağından korkuyorum' dediğini okuduktan sonra ondan daha da etkilenmiştim. ''

*
'' Kimdir şu başında aşk tacı olan
Ve düğün giysileri içinde çürüyen kişi?
Ve ben öylesine doluyum ki
Namaz kılıyorlar sesimin üzerinde
Mutlu cesetler
Üzgün cesetler
Düşünen suskun cesetler.
İyi davranan şık giyinen
Güzel yiyen cesetler
Belirli zamanların istasyonlarında
Ve geçici ışıkların kuşkulu alanında
Ve başıboşluğun çürümüş meyvelerini
alma arzusunda...
Ahh
Kavşaklarda olayları merakla bekleyen
nice insanlar var
Ve dur düdüklerinin sesi
Bir adamın ezilmesi
gereken gereken gereken bir anda
Zamanın tekerlekleri altında
Islak ağaçların yanından geçen
adamın..''

*
Füruğ Ferruhzad
Çeviri: Feyza Altun

Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünya


Kitabın sunuş Bölümü'nden (Margaret Atwood) : ‘’ Viktoryenlerin ‘ölüm bizi ayırıncaya dek’ anlayışı üzerine kurulu olan tek eşliliği, ‘ Herkes herkes içindir’ ile değiştirilmiş; Viktoryenlerin dindarlığının yerini toplu seks aracılığıyla uydurma bir tanrıya (Üretim hatlarının yaratıcısı olan Amerikalı otomobil çarı Henry Ford’a ithafen ‘ Ford’umuz’ diye adlandırılır) ibadet almıştır. ‘Ford’umuz - toplu seks poplu seks- ilahisi bile kızları öptüğünüzde ağlamalarına neden olan bilindik bir çocuk tekerlemesinin tersine çevrilmiş halidir. Şimdiyse, onları öpmeyi reddettiğiniz taktirde akıyor gözyaşları. Tıpkı Vahşi’nin yaptığı gibi..’’ (sayfa 13) 

***
***
"Sadece size genel bir fikir vermek için" diye açıkladı öğrencilere. Çünkü zaten islerini zekice yapacaklarsa, genel bir fikirleri olmak zorundaydı. Ancak toplumun iyi ve mutlu üyeleri olacaklarsa, ne kadar az bilirlerse o kadar iyi olurdu. Çünkü herkesin bildiği gibi, tikeller, erdem ve mutluluğu getirir, genellikler ise entelektüel açıdan kaçınılmaz belalardır. Toplumun omurgasını düşünürler değil, oymacılar ve pul koleksiyoncuları oluştururlar.  (Sayfa: 32)
***
***
Sınıf Bilincine Giriş:
‘’ ‘Alfa çocukları gri giyerler. Bizden çok daha sıkı çalışırlar, çünkü korkulacak kadar zekidirler. Gerçekten de Beta olduğum için öyle mutluyum ki. Çünkü o kadar çok çalışmıyorum. Üstelik biz Gamalar ve Deltalardan çok daha iyiyiz. Gamalar aptaldırlar. Hepsi yeşil giyerler. Delta çocuklar da haki giyerler. Yo, hayır. Delta çocuklarıyla oyun oynamak istemiyorum. Epsilonlar daha da kötüler. Okuyup yazamayacak kadar..’
Uyanmadan önce bu, kırk ya da elli kez tekrarlanmış olacak; sonra perşembe tekrar ve Cumartesi bir daha olacak. Otuz ay süresince yüz yirmi kez, haftada üç kere. Sonra da daha ileri bir derse geçerler.’ ‘’ (sayfa 52-53)

***
***
Döllenme odalarında, kuluçka yöntemiyle ve bilinç altına işlenen sınıf farklılıklarıyla yetiştirilen insanlardan bahsediyor Aldous Huxley.
Henry Ford’un uydurma bir tanrı olarak konu edilmesi ve bunu her kişinin kullandığı: ‘’ Ford’a şükürler olsun’’ gibi söylemlerle ifade etmesi de ayrı bir ilginçlikti.
Kitabın sunuş bölümünde Margaret Atwood : ‘’ Viktoryenlerin ‘ölüm bizi ayırıncaya dek’ anlayışı üzerine kurulu olan tek eşliliği, ‘ Herkes herkes içindir’ ile değiştirilmiş; Viktoryenlerin dindarlığının yerini toplu seks aracılığıyla uydurma bir tanrıya ( Üretim hatlarının yaratıcısı olan Amerikalı otomobil çarı Henry Ford’a ithafen ‘ Ford’umuz’ diye adlandırılır) ibadet almıştır. ‘Ford’umuz - toplu seks poplu seks- ilahisi bile kızları öptüğünüzde ağlamalarına neden olan bilindik bir çocuk tekerlemesinin tersine çevrilmiş halidir. Şimdiyse, onları öpmeyi reddettiğiniz taktirde akıyor gözyaşları. Tıpkı Vahşi’nin yaptığı gibi...’’ (sayfa 13) sözleriyle de ifade ettiği gibi; yazar, ahlak kavramının sıfırlandığı, insanı insan yapacak her türlü özelliğin anlamsız birer saçmalıklar yığını olduğu düşüncesini vermeye çalışan bir sistemi anlatmaktadır. Soma adı verilen bir tür uyuşturucu sayesinde, zaman zaman roman kahramanlarını hayal dünyasına taşımaktadır ve bunu:
‘’ertesi günü asla diğer uyuşturucularda olduğu gibi baş ağrısı vs gibi rahatsızlıklar vermeyen bir özelliğe sahiptir’’ şeklinde anlatmaktadır.
Yaşlanmanın, hastalıkların ortadan kaldırıldığı, kusursuz bir dünya tablosu çizilmiş ve bunlarla karşı karşıya olan kişilerin iğrençliğine vardırılacak kadar da aşağılanan bir düşünce sistemidir.
İlk, yüz- yüz elli sayfasında bu yöntemleri detaylı bir şekilde anlattığı için doğrusunu söylemek gerekirse oldukça sıkıcı geldi. Sonrasında, aykırı bir tip olarak Bernard’ın devreye girmesi ve aykırılığı sebebiyle, kız arkadaşıyla birlikte İzlanda’ya gönderilmesi ( bir tür sürgün cezası) ve orada tanıştığı Miranda ( Bir zamanlar Cesur Yeni Dünya’nın bir ferdiyken erkek arkadaşıyla gönderildiği İzlanda’dan dönemeyerek kalan ve çocuğunu doğuran bir kadın. Ki çocuk doğurmak Cesur Yeni Dünya’da aşağılanan bir durumdur. ) ve oğlu John’u kendi dünyalarına geri götürmesiyle akıcılık kazandı.
Bir şeylerin yanlış olduğunu hisseden ve aykırı düşünceleri sebebiyle göze batarak İzlanda'ya sürülen Bernard'ın; bir şekilde Vahşi'nin (?!) varlığından istifade etmeye başlayınca çark eden ruh hali..
Mustafa Mond'un, güç'ün ahlakını kullanırken gösterdiği pervasızlık..
Linda'nın iki yaşam arasında kalmışlıkla ödediği bedeller..
Ve tabii ki bir vesileyle Shakespeare okuma imkanını elde eden ve o şiirsel ruh halini barındıran Vahşi'nin (?!) yaşadıkları ve yaşattıklarıyla okunası bir kitap.
İki uç noktanın, insanlık üzerindeki etkilerinin çok güzel kaleme alındığını düşündüren bir kitap.
George Orwell'in 1984'ü ile karşılaştırıldığı zaman; ben her ikisinin de kendi üsluplarınca, dünya üzerinde yaşananları müthiş bir dille ve yöntemle anlattıklarını düşündüm. 

***
***
''Gözyaşları içeren bir şeye ihtiyacınız var sizin'' dedi Vahşi ''değişmek için. Burada hiçbir şeyin bedeli yeterince ödenmiyor.'' (Sayfa: 237)

Yusuf Atılgan - Canistan


1921 yılında başlayan öykü, çiftlik sahibinin oğlu Ali ve yanlarında çalışan Selim arasındaki dostluğu işliyor. Her ne kadar kardeş gibi olsalar da, Selim'in, ailenin yanında yaşamını sürerken, aslında belki de kendi gururunun ona yaşattığı duygularla, bazı davranışlardan alınması ve çiftliği terk etmesiyle devam ediyor. Yollarının kesiştiği yerde yaşananlar ise insanın içini burkuyor.
Acımasız gibi gözüken Selim'in, aslında karakterindeki güzellik çoğu noktada görülüyor. Aşk'a vefası ise bambaşka..

Yusuf Atılgan - Aylak Adam


''Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?'' (Sayfa: 11) 

*****

''Parayı verirken kadının yüzüne bakmadı ama elini gördü. Canlı, konuşkan bir eldi bu.'' 

*****

'' Ceketini giyip ayakyoluna girdi. ''Kötü yazarın yasak bölgesi. Neydi o kaldırıp attığım dünkü kitap.! Adam sabah kalkıyor, yüzünü yıkıyor, parkta oturuyor, yemek yiyor, sevgilisiyle dolaşıyor, gecenin bir vakti evine gelip yatıyor. Hiç mi çişi gelmedi.? İnanılacak şey değil. Parktayken sıkışmış, gövdesi kalın bir ağaca yanaşmış, kimse geliyor mu diye yanına yöresine baktıktan sonra ağacın dibine işemiştir.'' '' (Sayfa: 13) 

*****

''Hep asık yüzlü oluruz ya da sırıtkan.'' (Sayfa: 13)

*****

'' İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu: ''Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş- on dakikada ölüyor. Sokak, sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.'' Saatine baktı: Dört buçuğa beş vardı. '' Eve gidip okusam.'' Durağa yürüdü. '' Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar..'' Kafasından geçene güldü. Duraktakiler dönüp baktılar. Kadının biri kaşlarını çattı. Sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu. '' Ne adamlar be. Güldüysem güldüm, size ne.?'' Duramadı orada, yürüdü. Eve gitmeyecek. İçindeki '' sinemadan çıkmış kişi''yi öldürdüler. Sağ kalan sıkıntılı, kızgın. Hep ölçülü-biçimli mi davranmak gerek? Kim demiş? Başkaları onu eve gidecek sanırken o gidip bir meyhanede içecek. Yolun çivisiz yerinden karşıya geçti. Kayıp giden otomobiller duraksadılar. Bir şöför sövdü. O duymadı. (Sayfa: 18)

*****

'' Kulakları kapı ötesinin bütün tıkırtılarına açık, yalnız kanının damarlarındaki koşusunu duyardı. Son haftaya değin kendi etinin gürültüsünü bu kadar açık hiç hissetmemişti. '' (sayfa 23)

*****

'' Üçüncü şahıs adamın akciğer rengi karısı...'' ( sayfa 29)

*****

'' Bu kelimenin harfleriyle bir başkası da yapılabilir.'' ( sayfa 42)

*****

'' Gene yanıldı. Açık mavili B idi. Onun arkasından gitseydi hikaye bitecekti. Ama o Güler'le gitti. Tesadüf mü? Değildi.'' ( sayfa 48)

*****

Plajda uzanmış konuşuyorduk. Ona en sevdiği ressamı sordum.
- Van Gogh dedi.
- Neden?
- Kulağını kesebilmiş, sol kulağını. Bunu yapan ilk adam o.
Sustu, az sonra değişik bir sesle,
- Ama o bile eksik adamdı. Tımarhanedeyken yaptığı kendi portresinde insanlara yüzünün kulaksız yönünü gösteremedi. Tam adam yok!  (Sayfa 126)

*****

- Ya sen.? diye sordu. Görmeyeli neler yapıyorsun.?
Artık utanmıyordu. Söyleyebilirdi.
- Ben çoğu geceler içiyorum, dedi. Şakağımdaki ağrıyı duymamak için, iştah açmak için falan diyorum ama değil, biliyorum. Bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum. Belki kendi kendimden. İki çeşit içen vardır. Biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar neden içiyorlar.? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. Sokakta hiç gülmemek için burda gülerler. Böylesi az içer. Ya ben.? İçiyorum da kurtulabiliyor muyum.? Belki yalnız baş ağrısından..
- Ya içmediğin zamanlar.?
- O zaman ararım.
- Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap..
Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
- Anlamadım.
- Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne; kimi işine sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin,
''- Veli ağanın öküzleri gibi yoktur'' demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi.! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın.!
Sadık, başını sol eline dayamış önüne bakıyordu. Bu elin iki parmağı arasındaki sigaranın külü uzamış, az bükülmüş, nerdeyse altında duran yarı dolu şarap bardağına düşecekti.
- Sigaranın külünü silk, dedi.
Daha elini oynatırken kül, bardağın yanına düştü. Sadık eğildi; üfledi.
- Senin aradığın kadın dünyada yok, dedi.
- VAR.! O OLMASAYDI BEN OLMAZDIM. BU ŞEHİRDE YAŞIYOR. BİRGÜN BULACAM ONU.
- Bulamazsın. Öyle kadın olmaz.
Sigarasını yaktı. Bir şey söyleyecekken vazgeçti. Onu bu kadının varlığına inandıramazdı. Dayak yediği iki terziyi araması gerektiğini bile anlamamıştı. '' Öyleyse neden kızıyorsun.?'' Sadık,
- İnsan bulabileceğini aramalı, dedi. Etli canlı bir kadın, bir kitap, bir resim.! (Sayfa: 
148-149)

*****

'' Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı. '' (sayfa 155)

Yusuf Atılgan - Anayurt Oteli


'' Ebeye koş Ahmet Efendi.'' Evindeymiş ebe, çabuk gelmişler; sağdaki odanın yatağına yatırmışlar. '' Vaktime iki ay var; gene mi düşecek ebanım?'' demiş anası. '' Çık da su ısıt sen '' demiş ebe babasına. '' Dış kapıyı kilitledim. Suyu koydum. Isınırken iki kere mi ne bağırdı. Kapı aralandı, suyu istedi ebe, ''Bir oğlun var'' dedi. Az sonra odaya çağırdı. Belemiş, avcuna almış, el kadar bir şey. '' Pamuğa sarıp inci kutusuna yatırılır bu; Zebercet koyun adını'' dedi. Hemen kulağına eğildim... Böylece bu pek rastlanmayan ad konmuş oldu çocuğa. O gece otelde ilçelerin birinden bir yakınlarının Ağırcezadaki duruşmasına gelmiş dört adam kalıyormuş; akşam yemeğinden dönünce sırayla Ahmet Efendi'nin elini sıkıp '' Ömrü uzun olsun'' demişler.
Bu yedi aylık doğuş anasının, babasının sağlığında ara sıra başına kakılırdı:
1. Sabah. Okula gidecek. Salona iner. Babası o zamanlar salonda yakılan kömür sobasının külünü boşaltıyor.
Zebercet: Baba, yirmi beş kuruş verir misin?
Babası: Ne olacak?
Zebercet: Defter alıcam.
Babası kürekteki külü kovaya döker; küreği gene sobanın deliğine sokar.
Zebercet: Hadi baba, geç kaldım.
Babası: Patlama oğlum; şu külü alayım. Ananın karnında yedi ay nasıl durdun?
2. Öğleyin okuldan dönmüştür. Yukarı çıkar. Anası mutfakta bir tabağa marul doğruyor. Tencere gaz ocağında.
Zebercet: Karnım acıktı.
Anası: Şimdi pişer yemek sabret biraz. Ne oğlan! Karnımda bile sabredemedi dokuz ay.
( Bu doğumda gerçekten sabırsızlık diye bir şey varsa sabırsızlık edenin ana karnındaki dölüt olduğu düşünüleceği gibi anası olduğu da düşünülebilir. İkinci olasılık daha akla yakındır. Ana karnındaki dölütten doğmuş- büyümüş bir insan davranışı beklemek saçmadır; ama ilerlemiş yaşta, kırk dört yaşında gebe kalan bir kadın böyle bir sabırsızlığa kapılabilir; üstelik bu kadın bundan önce biri iki, biri iki buçuk, biri üç aylık üç çocuk düşürmüşse. Gene de haksız da olsa, bu suçlamalar Zebercet'i olumlu yönde etkiledi: Büyüdükçe sabırlı, ağırbaşlı bir insan oldu.) 
 (Sayfa: 13-14)

*

'' Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.''

George Orwell - 1984

''Çiftdüşün '' işlemi
*
Orwell'in betimlediği dünyada, gerçekliğin denetim altında tutulabilmesi için, bellekten ve geçmişten yoksun bir toplumun yaratılması büyük önem taşır. İktidarı ellerinde tutanlar, kitlelere sürekli hükmedebilmek için, Eski söylem'de ''gerçeklik denetimi'', Yeni söylem'de ''çiftdüşün'' denen bir işlem geliştirmişlerdir:
''..Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak, mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlâka sahip çıktığını söylerken ahlâkı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti'nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek; en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine de uygulamak..'' (Sayfa: 17)
*
Ne var ki, savaş artık yirminci yüzyılın ilk onyıllarındaki amansız yok etme savaşı olmaktan çıkmıştır. Birbirlerini yok edemeyen, birbirleriyle savaşmaları için hiçbir somut nedenleri olmadığı gibi, aralarında gerçek bir ideolojik ayrılık da bulunmayan taraflar arasında, sınırlı hedefleri olan bir savaştır bu. Ancak bu, çarpışmaların ya da savaşla ilgili tutumun eskisi kadar gaddarca olmaktan çıktığı ya da daha soylu bir niteliğe büründüğü anlamına gelmemektedir. Tam tersine savaş çılgınlığı tüm ülkelerde olanca evrenselliğiyle sürmekte;ırza geçme, yağmalama, çocukları boğazlama, tüm halkı köleleştirme, hatta tutsakların kaynar suya atılması ve diri diri gömülmesi gibi eylemler olağan sayılmakta, dahası bütün bunlar düşman tarafından değil de kendi ülkeniz tarafından yapılıyorsa, övgüyle karşılanmaktadır.
(Sayfa 216) 

Tuna Kiramitçi - A.Ş.K neyin kısaltması.?

(S:14): Sevgili Oğlum.!
*
Her şeye karşın güzel bir dünyaya gelmek üzere olduğunu bil.Dışarıda seni güzel kitaplar,fıstık gibi kızlar,dokunaklı kentler ve sıradağlar bekliyor.Onlara saygıyla yaklaşırsan geçireceğin her dakikayı senin için bir şölene çevirmeye hazır olduklarından kuşku duyma.YALNIZCA ONLARI HER SABAH HAK ETMEK GEREKİYOR.Kendimize;her sabah,kapıya bırakılmış gazeteye bakar gibi merakla bakmamız,keşfetmemiz,öğrenmemiz gerekiyor.
*
İNSANIN KENDİ RUHUNU MATBAADAN YENİ GELMİŞ BİR GAZETE GİBİ OKUMASI, CAN SIKINTISINA KARŞI ETKİLİ BİR TAKTİKTİR.TAVSİYE EDERİM.
*
ROUSSEAU: ''Çocukluk mantığın uykusudur.''derken bildiğimiz çocukluktan değil,sapanıyla yetişkinlerin içindeki kuşları avlayan bir mikroptan söz etmiştir.
*
(S:39): Hayatta başımıza gelen şeyleri, her kapıyı açacak deneyimlere değil de,yaşamı güzelleştirecek birer dokunuşa tercüme edeceğimiz günü bekliyorlar belki de:basit bir şiire gerçek bir sevişmeye,bir kuşun uçuşuna..
*
(S:31): Güleryüzlü bir ciddiyetle,peteğindeki arı gibi çalışıyorum.Kimseye sitemim,kimseden şikayetim yok.Belki şans yüzüme güler de aklıma yeni bir cümle gelir diye,kalbimin derinliklerini kalemimle yokluyorum.
*
(S:115): YAHYA KEMAL:

GÜNLER KISALDI. KANLICA'NIN İHTİYARLARI

BİR BİR HATIRLAMAKTA GEÇEN SONBAHARLARI.
*
(S:117): PASCAL:

''İNSANIN TÜM MUTSUZLUĞU BİR TEK ŞEYDEN KAYNAKLANIR:SESSİZCE ODASINDA KALMAYI BAŞARAMAMASINDAN.''
*
(S:119): Yetinmeyi bilsek odamız ana rahmi gibi sarıp koruyacaktır ruhumuzu.Mağaramızın kalın duvarları kazadan beladan uzak tutacak,kalemizin surları gedik vermeyecektir.

''Oda müziği sürüyor hala kulaklarımda,müzik odası ruhumu korumayı sürdürüyor''
*

(S:131): JOSEPH CONRAD:

''Gerçek bir sanat eseri zırhımızı delip içimizdeki bilgelikle ilgisi olmayan,doğuştan gelen yanımıza dokunabilir.Bu da o eseri alımlayanlar arasında bir kardeşlik, bir yürek dayanışması doğurur.Dünya görüşleri ne olursa olsun.''
*
(S:137): İşler kötüye giderken bir üşüme geliyor üstümüze.Sanki birisi üstümüzden yorganı çekip almış.BİR YERDE YALNIZLIK BİZİ ÜŞÜTEN.Dünyaya karşı çıplak ve savunmasız olduğumuzu hissediyor,bunun bilinciyle tir tir titriyoruz.
*
İYİ GÜNLERİMİZİN DE DOSTA İHTİYACI YOK MU.? DAHASI,İYİ GÜN DOSTU OLMAK DA ÖZEL BİR TERBİYE,BİR TAKIM İNSANİ MEZİYETLER GEREKTİRMİYOR MU.?
*

(S:145): Bazı kavramlar kullanılmaya kullanılmaya unutuluyor.Bazıları da kullanıla kullanıla.
*

(S:149): MUHAFAZAKARLIĞI BİLE MUHAFAZA İHTİYACI..
*
(S:150): Şaşkınlığın koruyuculuğu.Ruhumuzu sararak bizi kanıksamaktan,hayata küsmekten
yetişkinlikten koruması.Şaşırdıkça hayatın çocuk gözümüzde yenilenebilmesi.Yeni evlenmiş bir
gencin yüzündeki o pişmanlığa benzer şaşkın ifade.Aşkın;icabında Marmara depremi kadar etkili olabilmesi.
*
(S:161): Şöhret arzusu,gelişimini henüz tamamlamamış,kendisine yetecek olgunluğa erişememiş dünyalılara ait bir tutku.
*
(S:162): Kitapları klasikleştiren şeyi de zaten bu sayede keşfettin.Onlar insanoğlunun bir türlü çözemediği düğümleri inceliyor,cevaplanamayan soruları derinleştiriyorlardı.!
Tuna Kiramitçi - A.Ş.K neyin kısaltması.?

Sâdık Hidâyet - Kör Baykuş



(Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.)

(..Hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım. Ve şimdi yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir. Duvardan doğru eğilmiş, yazdıklarımı oburca yutmak, yok etmek isteyen gölgeme. İşte onun için denemek istiyorum. Birbirimizi ola ki daha iyi tanırız. Uzun zamandır başkalarıyla bütün bağlarımı koparmışım, kendimi daha iyi tanımak istiyorum.) (Sayfa:15)
***
(..Bense onun gözlerine muhtaçtım, bir bakışı yeterdi; felsefenin bütün müşküllerini, teolojinin bütün muammalarını çözmeme yeterdi. Bir bakışı, diğer rumuz ve sırları alırdı benden, açardı.) (Sayfa: 21)
***
(..Ben hep, dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, Butimar gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm.) (Sayfa: 36)
***
(Bütün hayatımı bir salkım üzüm gibi avucumda sıkmak istiyorum, suyunu, hayır, şarabını damla damla, gölgemin kurumuş boğazına akıtmak istiyorum, kutsal su gibi..)
(..Çünkü ne malım var kadıya verecek, ne dinim var şeytana verecek..) (Sayfa: 37)
***
(..Bana öğretmemişlerdi geceye bakmayı, geceyi sevmeyi.) (Sayfa: 48)
***
(..Dağılan, çözülen bir kitleydim ben. Sanki hep böyleydim, böyle de kalacağım: acayip, biçimsiz bir karışım..) 
(Sayfa: 49)
***
(..Bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar; birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi, sesiz yavaş, ecelleriyle sönerler.) (Sayfa: 56)
***
(Birkaç gün önce bana bir dua kitabı getirdi, üzeri bir karış tozla kaplı. Ama ne bu kitap, ne de o aşağılık adamların elinden kafasından çıkmış başka kitaplar, yazılar, düşünceler giderdi derdimi. Onların o yalanlarına, o saçmalıklarına ne ihtiyacım vardı.? Ben kendim geçmiş nesillerin toplamı değil miydim, onların tecrübeleri bana miras kalmamış mıydı.? Geçmiş, bende benimle yaşamıyor mu.? Ama hiçbir vakit ne mescit, ne ezan, ne abdest, ne ağız çalkalamalar, ne de kendisiyle Arapça konuşmamız gerekli tek kudretli, yüce ve mutlak varlık karşısında dürüst ya da hilekâr olmak beni etkilemedi.
Gerçi evvelce, sağlığım yerindeyken, birkaç kere ister istemez yolum düştü camiye, ve kalbimi camideki diğer insanlarınkalpleriyle birleştirmeye çalıştım, fakat gözlerim duvarlardaki çinilerde, nakışlardaydı, onlara bakarak tatlı hayallere daldım ve elimde olmadan, böylece bir kaçış yolu buldum kendime. Dua sırasında gözlerimi yumdum, ellerimi yüzüme kapadım, bir gece yarattım kendime, bu gecenin karanlığında, bir rüyada gibi sorumsuz, kendi duamı okudum. Fakat sözcükleri huşu içinde söylenmedi bu duanın. Çünkü ben Tanrı'yla, Yüce Varlık'la değil, sevdiğim tanıdığım birisiyle konuşmaktan hoşlanıyordum.! Çünkü benim çok yükseğimdeydi Tanrı.) (Sayfa: 58)
***
(..Bir canlı cenazeydim artık; ne beni diriler dünyasına bağlayan bir şey vardı, ne de ölümdeki unutmadan, huzurdan yararlandığım.) (Sayfa: 59)
***
(..Tek tesellim, ölümden sonra hiçlik ümidiydi; orada tekrar yaşamak düşüncesi içime korku salıyor, beni hasta ediyordu..) (Sayfa: 63)
***
(..Tanrı bir sonradangörme miydi ki dünyalarını ille de göstermek istesin bana.?) (Sayfa: 64)
***
(..öyle sanıyorum ki aşk ve kin aynı şeylerdi..) (Sayfa: 77)

Aslı Erdoğan - Kabuk Adam

(Yaşadığımız anları dondurup cümlelere dökme çabası, çiçekleri kurutup kitap yaprakları arasında ölümsüzleştirmeye benzer. Hepimizin çoktan öğrendiği gibi, bir öykü, gerçekten yaşanmış da olsa, gerçekliği yansıtmaktan çok uzaktır, onun birkaç resminden, simgesinden oluşmuştur.) (Sayfa: 9)
*
(Tropiklerde, o gözden ırak adada öğrendim ki, cennetle cehennem iç içedir, ancak bir katil peygamber olabilir ve insan bir başkasına, aynı karabüyü ayinlerindeki gibi, dönüşebilir, çünkü insanın tam zıttı gene kendisidir.) (Sayfa:10)
*
Yürekleri yerine, tıkır tıkır işleyen, yağlı bir makineyi kullananların inandığı, şu 'acı çekeni oynama' kavramı, acının sayısız görünümlerinden biridir bence.'' (sayfa: 39)
*
''..yeryüzü, zekâlarından başka bir şeyi olmayan insanlarla yeterince dolu zaten..'' (sayfa:56)
*
''Ben öyle bir kadın istiyorum ki onunla evreni yeniden kurabileyim. Bir aile, bir ev kurmaktan da öte, bütün dünyayı, silbaştan yeniden yaratmalıyız.'' (sayfa: 61)
*
''Karanlıktan herkes korkar, ama karanlıktakilerin aydınlığa çıkarılması gerekir.'' ( sayfa: 66) 
*
 ''-Sen gerçek bir insansın.
- Bu ne demek, Tony.?
- Gerçek bir kişiliğin var.
- Teşekkürler.
---
- Sanırım seni çok özleyeceğim
- Ben seni özleyeceğime eminim.'' (sayfa: 136)
*
''Hepimiz okyanusun sonsuzluğunda kaybolmuş yapayalnız adacıklardık; sınırlarımızı aşıp bir başkasına dokunabilmemiz, bir yanılsamaydı yalnızca.'' (sayfa: 129)

Aslı Erdoğan - Kabuk Adam

Gabrıel Garcia Marquez - Kırmızı Pazartesi (Çeviri: İnci Kut)



(..Annemin onlarda kınadığı tek şey, yatmadan önce saçlarını tarama âdetleriydi. 'Kızlar,' derdi onlara, 'geceleyin saçlarınızı taramayın, yoksa denize açılanlar geri dönmekte gecikirler.'
Ayrıca, onlardan daha terbiyeli kızlar olmadığını düşünürdü hep. 'Onlar kusursuz kızlar,' dediğini duyardım sık sık. 'Her erkek onlarla mutlu olur, çünkü acı çekmek için yetiştirilmişler.' ...) (Sayfa: 34)

*

(.. Ben bir keresinde, kasaplık mesleğinin insanın ruhunda adam öldürmeye yatkınlık olduğunu gösterip göstermediğini sormuştum kasaplara; ama onlar karşı çıkmışlardı: 'Biz bir hayvan kestiğimizde gözlerinin içine bakmaya cesaret edemeyiz,' diye. İçlerinden biri, daha önceden bildiği, hele hele sütünü içtiği bir ineği kesemeyeceğini söylemişti bana. Ben de onlara Vicario kardeşlerin kendi yetiştirdikleri, adlarıyla çağıracak kadar yakından bildikleri aynı domuzları kestiklerini hatırlatmıştım. 'Doğru,' diye karşılık vermişti bir tanesi, 'ama dikkat ederseniz onlara insan adları değil, çiçek adları koyuyorlardı..)
(Sayfa: 51)

*

''Özellikle de işleneceği böylesine açıkça duyurulmuş bir cinayetin hiçbir aksilikle karşılaşmadan gerçekleşmesi yolunda, hayatın, edebiyatta bile görülmeyen anca rastlantıdan yararlanmış olması ona büyük bir haksızlık gibi görünmüştü.'' (Sayfa: 84)

*

''Sorgu yargıcı, Santiago Nasar'ın aleyhine kanıt bulunmaması karşısında öyle şaşkına dönmüştü ki, özenle hazırladığı rapor hayal kırıklığı nedeniyle yer yer aksıyordu. 416'ncı sayfanın kenarına eczacıdan aldığı mürekkeple, kendi el yazısıyla şu notu düşmüştü: 'Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.' Bu karamsar yorumun altına da, kan rengindeki aynı mürekkeple yapılmış keyifli birkaç kalem darbesiyle, içinden ok geçen bir kalp resmi çizmişti.  (Sayfa: 90)

Halil Cibran - Değerler

Günün birinde bir adam tarlasını sürerken toprağın altında çok güzel bir mermer heykel buldu. Ve bu heykeli güzel olan her şeyi seven ve onu satın almak isteyen bir koleksiyoncuya götürdü. Koleksiyoncu heykel için yüksek bir ücret ödedi ve sonra ayrıldılar.
*
Heykeli satan adam elinde parası evine doğru giderken düşündü ve kendi kendine dedi ki; 
''Bu kadar para birçok hayata bedel.! Bir insan bu paranın hepsini yüzlerce yıl önce toprağın altında unutulup kalmış olan taştan yapılma bu cansız beden için nasıl verebilir.?''
*
Ve koleksiyoncu heykeline bakarak düşündü ve kendi kendine dedi ki;
''Ne kadar harika.! Ne kadar diri.! Nasıl bir ruh bunu hayal etmiştir kim bilir.! Ve bin yıllık tatlı uykusuyla ne kadar taze.! Bir insan bütün bunları cansız, hayal gücü olmayan parayla nasıl değişebilir.?!''

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...