5 Ekim 2018 Cuma

Falih Rıfkı Atay - Çankaya

Soyadı günlerinin latifçe bir hatırası vardır. Dil davası ile uğraşanlardan ve dış bakanlığı yüksekçe memurlarından Osman Grandi safça bir adamdı. İçi dışı bir, fakat içi de dışı da birbiri kadar düzdü. Grandi, Mussolini'nin dış bakanının adı idi. Bir akşam Atatürk:
- Ne taşıyorsunuz Beyefendi bu soyadını.? diye sordu.
- Çok eskidir, tarihidir, Efendim.. cevabını verdi.
- Ne imiş tarihi bakalım.?
Yanında bulunan bir arkadaşı, gaf yapacağını bildiği için, eteğini çekmişti. Önce ona dönüp ve hiçbir tariz maksadıyle değil de, acaba söyleyecek bir şey mi var gibilerinden:
- Siz mi çektiniz eteğimi.? diye zavallıyı iyice sıktıktan sonra izah etti.
- Efendim, dedi, cedlerimizden biri, gemi ile Mısır'dan geliyormuş. Teknenin kaptanı imiş. Yolda büyük bir fırtına çıkmış. İmdat gelinceye kadar hepsi boğulmuşlar, fakat ceddim grandi direğine çıktığı için kurtulmuş. Soyadımızın hikayesi bu.
Atatürk:
- Ne.? Ne.? dedi, bütün gemisindekiler boğulduktan sonra yalnız kendi canını kurtaran kaptanın hatırası mı.? Beyefendi yalnız bu sebeple onu bırakınız da, bir Türkçe ad takınız, dedi.
Değiştirildi ve böylece dil toplantılarından İtalyan Dış Bakanının gölgesi silindi idi. 
(Sayfa: 121)
***
Atatürk henüz '' Gazi Mustafa Kemal Paşa'' idi.Benden ona dair bir kitap için önsöz istemişlerdi. Kitap çıkmadığı için önsöz de bende kalmıştır. Onu bugün bu fıkraların son sözü olarak sizlere sunuyorum:
'' Gazi'nin hal tercümesi, yeni Türk Devleti'nin tarihi demektir. Tarihimizi bilmek için, Gazi'yi öğrenmeliyiz.
Gazi, yaratıcı bir enerji kaynağı.. Yeryüzünde kara topraktan, yeşil ottan, taştan ve tuzlu sudan başka ne varsa, hepsi böyle yaratıcıların eseri değil midir.? Hava, su ve toprağın içindeki büyük kuvvet esrarını onlar sezip buldukları ve maddeleştirdikleri gibi, insanın kanı, kemiği ve siniri içindeki kuvvet esrarını yine onların gözleri görür, kafaları bulur, karar ve fiilleri hakikatleştirir. Onlarsız aradığımızı bulamazdık. İstediğimize ulaşamazdık. Yaptığımızı yapamazdık. Gazi'yi bilmek insanın insanlığına vücut veren yaratıcılardan birinin hayat ve eserini öğrenmek demektir.
İnsanlık ağacı bir Gazi yemişini vermek için, nesillerce sayısız yaprak çürütür. Pek azımız Gazi gibi doğarız. Herkes buharı, mikrobu ve elektriği keşfetmez. Fakat keşfetmiş olanların metotlarını öğrenmek, büyük buluşları ve yaradılışları tamamlamak ve faydalandırmak için lazımdır. Gazi'nin eserlerini devam ettirecek olanlar, Gazi'nin başarma metotlarının neler olduğunu öğrenmelidirler.
Bir hakikat nasıl karışık değilse, Gazi de sadedir. Uzaktan anlaşılması kolay görünür. Cazibe kanununun kendilerinden önce bulunmuş olmasına esef edenler az değildirler. Fakat ilk hayvanın yürümesinden de önce başlayan düşmek, o kadar basit sırrını söylemek için asırlarca değil, devirlerce ve çağlarca Newton'un aklını beklemiştir.
Büyük eserlerde tesadüfün rolü pek az olduğu gibi, artık büyük eser yapılması imkansızlaşacak bir zaman da olmayacaktır. Bizden sonra gelecek yaratıcılar henüz doğmadılar. Onların bütün şerefleri, şanları ve eserleri, her ne olacaksa, doğmuş ve doğacak olanlar için büyüklük fırsatları değil midir.?
Gazi, yeni Türkiye'yi çocukluğundan beri kendi benliğinin dibinde yaratmaya başlamıştı. Öyle bir zeka gibi, öyle bir düşünüş ve duyuş kabiliyeti gibi, O'nun sabrı ve enerjisi olmadıkça ona benzeyemeyiz.
Bir fıkrasından, bir hikayesinden, bir yazı ve nutkundan hemen anladığımızı sandığımız Gazi, aradıkça yeni bir sır verir. Yaklaşılan bir dağ gibi büyür. Asıl O'nu elimizle tuttuğumuz zamandır ki artık tamamını hiç göremeyiz.
(Sayfa: 142)

Montaıgne - Denemeler

Deniz kıyısı boyunca altın aramaya çıkmış İspanyollar bereketli, güzel ve insanı bol bir ülkede karaya çıkıyorlar ve her yerde olduğu gibi orada da yerlilere kendi kendilerini övüyorlar; barışsever insanlarmış, uzak yollardan gelmişlermiş, kendilerini bütün dünyanın en büyüğü olan Katilya Kralı yollamış; Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi olan Papa bu krala bütün Hint ülkesini bağışlamışmış; yerliler onun uyruklarına girmek isterlerse kendilerine pek iyi davranacaklarmış; onlardan yiyecek şeyler, bir de bazı ilaçlarda kullanmak üzere altın istiyorlarmış; ayrıca bir tek tanrı inancını bilmeleri gerekiyormuş, bu dine girmeleri de haklarında hayırlı olurmuş, yoksa işler sarpa sararmış. Aldıkları karşılık şu olmuş:
''Barışseveriz diyorsunuz ama görünüşünüz hiç de öyle değil. Kralınıza gelince, isteyen durumunda olması, muhtaç yoksul olduğunu gösteriyor; ona bu toprakları veren ise savaş seven bir adam olacak; çünkü kendisinin olmayan bir yeri başkasına vermekle onu verdiği yerin eski sahipleriyle savaşmaya sürüyor. İstediğiniz yiyeceklere gelince onları veririz. Altınsa, bizde pek fazla yok; zaten yaşamak için işimize yaramadığından, bütün istediğimiz de rahatlıkla, güzellikle yaşamak olduğundan altına pek değer vermeyiz; ama, tanrılarımız için kullandığımız altın dışında ne kadar bulabilirseniz çekinmeden alabilirsiniz.! Bir tek Tanrı'ya gelince, böyle bir düşünüş güzel, ama bunca zaman yararlı olmuş dinimizi değiştirmek istemeyiz; dostlarımız, tanıdıklarımızdan başka kimseden öğüt almaya da alışık değiliz. Korkutmalarınıza gelince, durumlarını, güçlerini bilmediğimiz insanlara meydan okumak akıl kârı değildir. Kısacası topraklarımızdan bir an önce çıkıp gitmeye bakın; silahlı ve yabancı kimselerin dürüstlüklerine, parlak sözlerine güvenme âdetimiz yoktur. Çekip gitmezseniz siz de şunlar gibi olursunuz.''
Böyle konuşmuş yerlilerin kralı ve şehrin çevresindeki kesik insan kafalarını göstermiş.  
(Sayfa: 23-24)

İvan Aleksandroviç Gonçarov - Oblomov

İvan Aleksandroviç Gonçarov- Oblomov (Giriş: Hasan Âli Yücel)
Önsözden:
''... Zekâsının her cephesini bu türlü eserlerin her türlüsüne tevcih edebilmiş milletlerde düşüncenin en silinmez vasıtası olan yazı ve onun mimarisi demek olan edebiyat, bütün kütlenin ruhuna kadar işleyen ve sinen bir tesire sahiptir. Bu tesirdeki fert ve cemiyet ittisali, zamanda ve mekânda bütün hudutları delip aşacak bir sağlamlık ve yaygınlığı gösterir. Hangi milletin kütüpanesi bu yönden zenginse o millet, medeniyet âleminde daha yüksek bir idarak seviyesinde demektir..''
***
''Toplumsal bir kaderin Oblomov'u içine düşürdüğü bu kaçınılmaz uyuşmayı rastgele bir tembellikle karıştırmamak gerekir. Tembel, işten kaçan ve işsizlikte mutluluğu bulan adamdır. Oblomov'sa hiçbir zaman işe giremeyen, işsizlikten de zevk alamayan bir adamdır.''  (Sayfa: 6) 
*
''Avrupa, hayallerini gerçekleştirmek için kuran insanların ülkesidir. Orada gerçekleşemeyen hayal bir acı kaynağı, bir tragedya konusudur. Doğu'da ise hayal ile keyif, bir gerçekten kaçma vesilesidir. Doğulu, geviş getirir gibi, kendi içinde başlayıp kendi içinde biten, hedefsiz, başıboş hayaller kurar. Oblomov'da gerçeğin yerini tutan hayal, Ştolts'da bir teşebbüsün hazırlığı, ilk adımıdır.'' (Sayfa: 7) 
*
''Doğu milletinde Oblomovluk kolay kolay ruhlardan çıkmayacaktır. Oblomovluktan kurtulmak için onun tam zıttını örnek tutmuş olan, dünya görüşünü iş üzerine kurmuş olan yeni Rusya'da bile Oblomov'lar kuşağının büsbütün kuruduğu ileri sürülemez. Nitekim Lenin diyor ki: 'Rusya üç devrim geçirdi, ama gene de Oblomov'lar kaldı; çünkü Oblomov'lar yalnız derebeyler, köylüler, aydınlar arasında değil, işçiler, komünistler arasında da vardır. Toplantılarda, komisyonlarda nasıl çalıştığımıza bakarsanız, eski Oblomov'un içimizde olduğunu görürsünüz. Onu adam etmek için daha çok zaman yıkamak, temizlemek, sarsmak, dövmek gerekecektir.'' (Sayfa: 7)
***
''...
- Sahi öyle; odanda hiç kitap göründüğü yok. Ama yalvarırım sana, yakında çıkacak bir eser var, onu mutlaka oku. Muazzam bir destan denebilir: Rüşvet yiyen bir adamın düşmüş bir kadına aşkı. Yazanın kim olduğunu söyleyemem, şimdilik gizli. 
- Ne var içinde.?
- Toplum düzenimizin işleyişini olduğu gibi ortaya koyuyor, hem de şiirli bir biçim içinde. Toplumun bütün güçlerine değiniyor. Toplumsal merdivenin bütün basamaklarını ele alıyor. Yazar bu eserde zayıf, kötü ruhlu devlet adamını, çevresindeki dalkavuk rüşvetçileri, ahlaksızlığa düşmüş Fransız, Alman, Fin ve daha başka uluslardan kadınları sanki bir mahkeme önüne çıkarıyor. Her şeyi öyle yaman, öyle yürek paralayan bir gerçeklikle anlatmış ki... Bazı parçalarını dinledim. Büyük yazar: Kâh Dante'yi, kâh Shakespeare'i andırıyor..
Oblomov hayretle doğrularak:
- Amma da yaptın ha.! dedi.
Penkin hemen, gerçekten çok ileri gittiğini anlayarak durdu, daha az taşkınlıkla:
- Oku da bak, dedi; değerini kendin daha iyi anlarsın.
- Hayır, Penkin, okuyamam.
- Peki ama niçin? Olay yaratacak bir eser; daha şimdiden herkes ondan söz ediyor.
- Bırak söz etsinler.! Birtakım adamların işi gücü bu.!
- Merak edip okuyuver canım.
- Nesini merak edeyim.? Ne diye yazı yazar bu adamlar.? Gönül eğlendirmek için herhalde.
- Haksızlık ediyorsun. Hayata o kadar yakın ki, o kadar yaşıyor ki bunlar. Portreler canlı gibi. Tüccar, memur, subay, jandarma, hepsi. Tıpkı yaşayan insanlar gibi.
- Evet, bütün yaptıkları bu kadar. Bir insan alıp kopyasını çıkarıyorlar. Gerçeğe uygun oluyor diye övünüyorlar. Ama, hayat ne oluyor.? Eserlerinde o yok işte, dünyayı kavrayış, insanlığı gerçekten anlayış yok. Boş şeylerle övünüyorlar. HIRSIZLARI, DÜŞKÜN KIZLARI, YOLDA YAKALAYIP HAPSE ATAR GİBİ EDEBİYATA SOKUYORLAR.! NEREDE SANATKÂRIN ''GİZLİ GÖZYAŞLARI''; SADECE KABA, ZALİM, ALAYCI BİR GÜLÜŞ.!
- Ya ne olacaktı başka.? Sen de ne güzel söyledin işte. Bu coşup taşan öfke, bu kötülüklere amansızca saldırış, alçalmış insanları kepaze ediş, işte asıl edebiyat budur.
Oblomov birden parladı:
- HAYIR, HİÇ DE DEĞİL.! HIRSIZI, DÜŞMÜŞ KADINI, ALDATILMIŞ BİR BUDALAYI ANLATIN, ANLATIN AMA İNSANI DA UNUTMAYIN. SİZİN İÇİN İNSAN DİYE BİR ŞEY YOK MU.? YALNIZ KAFANIZLA YAMAK İSTİYORSUNUZ. DÜŞÜNMEK İÇİN KALPSİZ OLMAK GEREKİR, SANIYORSUNUZ. HAYIR, DÜŞÜNMEYİ BESLEYEN SEVGİDİR. DÜŞEN ADAMA EL UZATIN, MAHVOLAN BİR ADAMIN HALİNE AĞLAYIN, ONUNLA ALAY ETMEYİN. SEVİN ONU.! ONDA KENDİNİZİ GÖRÜN VE ONA KENDİNİZMİŞ GİBİ BAKIN.
Oblomov tekrar kanepeye sakin sakin uzandı:
- İŞTE O ZAMAN YAZDIKLARINIZI OKURUM, ÖNÜNÜZDE EĞİLİRİM. HIRSIZI, DÜŞMÜŞ KADINI ANLATIYORLAR DA İNSANI UNUTUYOR VE ANLATMIYORLAR. BU MUDUR SANAT, BU MUDUR BULDUĞUNUZ BÜYÜK EDEBİYAT.? KÖTÜLÜĞÜ, ÇAMURU GÖSTERİN AMA, RİCA EDERİM BUNA EDEBİYAT DEMEYİN.
- Ya.! Demek hatırınız için tabiat tasvirleri yapalım, gülden, bülbülden bir kış sabahının güzelliğinden söz edelim öyle mi.? Çevremizde uğuldayan, kaynaşan hayatı görmeyelim.. Biz yalnız toplumun fizyolojisini arıyoruz; şiirle, şarkı ile işimiz yok..
- İNSANI, YALNIZ İNSANI ANLATIN BANA, İNSANI SEVİN.
Pekin coştu:
- Faizciyi sevelim, softayı sevelim,budala veya hırsız memuru sevelim, değil mi.? Laf mı bu.? Edebiyatla uğraşmadığın belli.! Hayır, bu adamları cezalandırmalı, toplumdan kovmalı..
Pekin'in önünde ayağa kalkan Oblomov birdenbire bir peygamber tavrıyla:
- TOPLUMDAN KOVMALI HA.? DEDİ. BU BOZULMUŞ ÇAMURDA YÜKSEK BİR PRENSİP OLDUĞUNU, BU DÜŞMÜŞ İNSANIN GENE DE İNSAN, YANİ KENDİN OLDUĞUNU, UNUTUYOR MUSUN.? ONU KOVMALI MI DEDİN.? AMA NE YAPSAN, ONU İNSANLIKTAN, TABİATTAN, TANRININ RAHMETİNDEN DIŞARI KOVABİLİR MİSİN.? 
(Sayfa: 31-33)

Aslı Erdoğan - Ot Dergisi ( Eylül 2016)

''İnsan özgür olduğu yanılsamasına kapılmamalı. Görünür-görünmez polisler, her an her yerdeler. En küçük bir varoluş belirtisi gösterenin üzerine çullanır, doğduğuna pişman ederler.
Suç, cezanın niteliğinden çok, içinde oluştuğu toplumun koşullarına göre şekillenir; idam cezası da suçluyu mutlak suçlu, toplumu mutlak masum ilan ederek, her şeyden önce bu toplumsal sorumluluğu gözardı etmektedir. Kanlı yasalar, kanlı töreler doğurur, şiddet hep daha fazla şiddetle kendini meşrulaştırır.
İnsan bedeniyle yazmalı; oysa sözcükler yalnızca başka sözcüklere karşılık verir.
Belki de kimileri için yüreğinin şiirini duymanın tek yolu, cehenneme alevlerle yaklaşmaktır. Yaralar çoğu kez dilsizdir; ama bir konuştular mı, sesleri korkutucudur ve yalan söylemeyi beceremezler.
Zaman merhametlidir, inanın. İnsanlardan daha merhametli.
Söz de uçar yazı da..
Geriye kalan ne.? İnanın bilmiyorum.

Kafka Okur - Feyza Altun (Temmuz- Ağustos 2016) (Füruğ Ferruhzad)

13 Şubat 1967, Pazartesi günü Füruğ'un ölümü şöyle anlatılır:
*
'' Stüdyoya gidiyordu. Füruğ çocukları ve kuşları sever ' onlar tertemizler' derdi. Sonunda da canını sevdiği çocukların yolunda verdi. O çocukların kadim dostuydu. Okul aracının önüne kıvrıldığını görünce kaza yapmamak için sağa sürdü ve ana caddeden saptı, dudaklarında sadece küçük bir tebessüm vardı, bu onun için yeterliydi. O, camlarının ardından neredeyse kendilerine çarpacak olan onun arabasına korkuyla bakan çocukları görüyordu. Araba caddeden savruldu ancak yine de çocukların aracına çarpmaktan kurtulamadı, kaportasına çarptı, çok da şiddetli bir kaza değildi, buna rağmen şiddetli bir şekilde frene bastığı için Füruğ'un başı cipin ön camına çarptı ve burnunu ortadan parçaladı, öyle şiddetli bir darbeydi ki otomobilin kapısı hemen açıldı ve Füruğ ile arabanın arkasında oturmakta olan Gülistan Stüdyosu'nun çalışanı dışarı fırladı. O anda Füruğ'un başı arabanın kapısına vurdu ve sol kulağı ayrılacakmış gibi feci şekilde zarar gördü. Sonra başını kaldırıma çarptı ve kafası yarıldı. Onu hastaneye götürdüler ama ne yazık ki artık iş işten geçmişti.
Füruğ ölmüştü.''

*
'' İnsanların Füruğ'yu kendilerine yakın hissetmelerinin nedenlerinden biri de İran müziğidir. Fars müziğinin insanı içine çeken hüznü ve kederini Füruğ da seviyor, eziyetten zevk aldığını itiraf ediyordu. Ayrıca kendi hayatının başlangıç gelişme ve sonuç bölümlerini anlatmaya pek hevesli olmayışı ve bunu anlatıyor olmayı saçma buluşu da insanların Füruğ'ya masum gözlerle bakmasının nedenidir. İreç Girgin'in kendisiyle yaptığı bir söyleşide '' Hayat hakkında neler söylersiniz?'' sorusuna verdiği şu cevap onun ''özgeçmiş'' meselesine bakışını özetlemektedir:
'Vallahi bu konuda konuşmak bence çok yorucu ve faydasız bir iş. Evet, şehirli veya köylü de olsa dünyaya gelen her insanın bir doğum tarihinin olması, bir okulda okuması bir gerçekliktir, bir yığın çok sıradan olayın, mesela çocukken havuza düşmek, öğrenciyken kopya çekmek veya gençken aşık olup evlenmek gibi şeyler hayatta nihayetinde herkesin başına gelebilecek şeylerdir. Ama bu sorudan amaç benim şiirle ilgilenmem gibi insanın işiyle ilgili bir yığın meseleyi açıklamak ise henüz sırası olmadığını söylemeliyim, çünkü ben şiir çalışmasına ciddi şekilde henüz yeni başladım.' ''
****
'' Füruğ'un hayatını ilk okuduğumda yine beni çok etkileyen şey ölüm ile ilgili düşüncemizin aynı oluşu idi. Ben her zaman bu dünyadan vaktinden önce ayrılacağım paranoyasına sahip birisi olarak Füruğ'un ' Düşündüğümden daha erken ölüp bütün işlerimin yarım kalacağından korkuyorum' dediğini okuduktan sonra ondan daha da etkilenmiştim. ''

*
'' Kimdir şu başında aşk tacı olan
Ve düğün giysileri içinde çürüyen kişi?
Ve ben öylesine doluyum ki
Namaz kılıyorlar sesimin üzerinde
Mutlu cesetler
Üzgün cesetler
Düşünen suskun cesetler.
İyi davranan şık giyinen
Güzel yiyen cesetler
Belirli zamanların istasyonlarında
Ve geçici ışıkların kuşkulu alanında
Ve başıboşluğun çürümüş meyvelerini
alma arzusunda...
Ahh
Kavşaklarda olayları merakla bekleyen
nice insanlar var
Ve dur düdüklerinin sesi
Bir adamın ezilmesi
gereken gereken gereken bir anda
Zamanın tekerlekleri altında
Islak ağaçların yanından geçen
adamın..''

*
Füruğ Ferruhzad
Çeviri: Feyza Altun

Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünya


Kitabın sunuş Bölümü'nden (Margaret Atwood) : ‘’ Viktoryenlerin ‘ölüm bizi ayırıncaya dek’ anlayışı üzerine kurulu olan tek eşliliği, ‘ Herkes herkes içindir’ ile değiştirilmiş; Viktoryenlerin dindarlığının yerini toplu seks aracılığıyla uydurma bir tanrıya (Üretim hatlarının yaratıcısı olan Amerikalı otomobil çarı Henry Ford’a ithafen ‘ Ford’umuz’ diye adlandırılır) ibadet almıştır. ‘Ford’umuz - toplu seks poplu seks- ilahisi bile kızları öptüğünüzde ağlamalarına neden olan bilindik bir çocuk tekerlemesinin tersine çevrilmiş halidir. Şimdiyse, onları öpmeyi reddettiğiniz taktirde akıyor gözyaşları. Tıpkı Vahşi’nin yaptığı gibi..’’ (sayfa 13) 

***
***
"Sadece size genel bir fikir vermek için" diye açıkladı öğrencilere. Çünkü zaten islerini zekice yapacaklarsa, genel bir fikirleri olmak zorundaydı. Ancak toplumun iyi ve mutlu üyeleri olacaklarsa, ne kadar az bilirlerse o kadar iyi olurdu. Çünkü herkesin bildiği gibi, tikeller, erdem ve mutluluğu getirir, genellikler ise entelektüel açıdan kaçınılmaz belalardır. Toplumun omurgasını düşünürler değil, oymacılar ve pul koleksiyoncuları oluştururlar.  (Sayfa: 32)
***
***
Sınıf Bilincine Giriş:
‘’ ‘Alfa çocukları gri giyerler. Bizden çok daha sıkı çalışırlar, çünkü korkulacak kadar zekidirler. Gerçekten de Beta olduğum için öyle mutluyum ki. Çünkü o kadar çok çalışmıyorum. Üstelik biz Gamalar ve Deltalardan çok daha iyiyiz. Gamalar aptaldırlar. Hepsi yeşil giyerler. Delta çocuklar da haki giyerler. Yo, hayır. Delta çocuklarıyla oyun oynamak istemiyorum. Epsilonlar daha da kötüler. Okuyup yazamayacak kadar..’
Uyanmadan önce bu, kırk ya da elli kez tekrarlanmış olacak; sonra perşembe tekrar ve Cumartesi bir daha olacak. Otuz ay süresince yüz yirmi kez, haftada üç kere. Sonra da daha ileri bir derse geçerler.’ ‘’ (sayfa 52-53)

***
***
Döllenme odalarında, kuluçka yöntemiyle ve bilinç altına işlenen sınıf farklılıklarıyla yetiştirilen insanlardan bahsediyor Aldous Huxley.
Henry Ford’un uydurma bir tanrı olarak konu edilmesi ve bunu her kişinin kullandığı: ‘’ Ford’a şükürler olsun’’ gibi söylemlerle ifade etmesi de ayrı bir ilginçlikti.
Kitabın sunuş bölümünde Margaret Atwood : ‘’ Viktoryenlerin ‘ölüm bizi ayırıncaya dek’ anlayışı üzerine kurulu olan tek eşliliği, ‘ Herkes herkes içindir’ ile değiştirilmiş; Viktoryenlerin dindarlığının yerini toplu seks aracılığıyla uydurma bir tanrıya ( Üretim hatlarının yaratıcısı olan Amerikalı otomobil çarı Henry Ford’a ithafen ‘ Ford’umuz’ diye adlandırılır) ibadet almıştır. ‘Ford’umuz - toplu seks poplu seks- ilahisi bile kızları öptüğünüzde ağlamalarına neden olan bilindik bir çocuk tekerlemesinin tersine çevrilmiş halidir. Şimdiyse, onları öpmeyi reddettiğiniz taktirde akıyor gözyaşları. Tıpkı Vahşi’nin yaptığı gibi...’’ (sayfa 13) sözleriyle de ifade ettiği gibi; yazar, ahlak kavramının sıfırlandığı, insanı insan yapacak her türlü özelliğin anlamsız birer saçmalıklar yığını olduğu düşüncesini vermeye çalışan bir sistemi anlatmaktadır. Soma adı verilen bir tür uyuşturucu sayesinde, zaman zaman roman kahramanlarını hayal dünyasına taşımaktadır ve bunu:
‘’ertesi günü asla diğer uyuşturucularda olduğu gibi baş ağrısı vs gibi rahatsızlıklar vermeyen bir özelliğe sahiptir’’ şeklinde anlatmaktadır.
Yaşlanmanın, hastalıkların ortadan kaldırıldığı, kusursuz bir dünya tablosu çizilmiş ve bunlarla karşı karşıya olan kişilerin iğrençliğine vardırılacak kadar da aşağılanan bir düşünce sistemidir.
İlk, yüz- yüz elli sayfasında bu yöntemleri detaylı bir şekilde anlattığı için doğrusunu söylemek gerekirse oldukça sıkıcı geldi. Sonrasında, aykırı bir tip olarak Bernard’ın devreye girmesi ve aykırılığı sebebiyle, kız arkadaşıyla birlikte İzlanda’ya gönderilmesi ( bir tür sürgün cezası) ve orada tanıştığı Miranda ( Bir zamanlar Cesur Yeni Dünya’nın bir ferdiyken erkek arkadaşıyla gönderildiği İzlanda’dan dönemeyerek kalan ve çocuğunu doğuran bir kadın. Ki çocuk doğurmak Cesur Yeni Dünya’da aşağılanan bir durumdur. ) ve oğlu John’u kendi dünyalarına geri götürmesiyle akıcılık kazandı.
Bir şeylerin yanlış olduğunu hisseden ve aykırı düşünceleri sebebiyle göze batarak İzlanda'ya sürülen Bernard'ın; bir şekilde Vahşi'nin (?!) varlığından istifade etmeye başlayınca çark eden ruh hali..
Mustafa Mond'un, güç'ün ahlakını kullanırken gösterdiği pervasızlık..
Linda'nın iki yaşam arasında kalmışlıkla ödediği bedeller..
Ve tabii ki bir vesileyle Shakespeare okuma imkanını elde eden ve o şiirsel ruh halini barındıran Vahşi'nin (?!) yaşadıkları ve yaşattıklarıyla okunası bir kitap.
İki uç noktanın, insanlık üzerindeki etkilerinin çok güzel kaleme alındığını düşündüren bir kitap.
George Orwell'in 1984'ü ile karşılaştırıldığı zaman; ben her ikisinin de kendi üsluplarınca, dünya üzerinde yaşananları müthiş bir dille ve yöntemle anlattıklarını düşündüm. 

***
***
''Gözyaşları içeren bir şeye ihtiyacınız var sizin'' dedi Vahşi ''değişmek için. Burada hiçbir şeyin bedeli yeterince ödenmiyor.'' (Sayfa: 237)

Yusuf Atılgan - Canistan


1921 yılında başlayan öykü, çiftlik sahibinin oğlu Ali ve yanlarında çalışan Selim arasındaki dostluğu işliyor. Her ne kadar kardeş gibi olsalar da, Selim'in, ailenin yanında yaşamını sürerken, aslında belki de kendi gururunun ona yaşattığı duygularla, bazı davranışlardan alınması ve çiftliği terk etmesiyle devam ediyor. Yollarının kesiştiği yerde yaşananlar ise insanın içini burkuyor.
Acımasız gibi gözüken Selim'in, aslında karakterindeki güzellik çoğu noktada görülüyor. Aşk'a vefası ise bambaşka..

Yusuf Atılgan - Aylak Adam


''Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?'' (Sayfa: 11) 

*****

''Parayı verirken kadının yüzüne bakmadı ama elini gördü. Canlı, konuşkan bir eldi bu.'' 

*****

'' Ceketini giyip ayakyoluna girdi. ''Kötü yazarın yasak bölgesi. Neydi o kaldırıp attığım dünkü kitap.! Adam sabah kalkıyor, yüzünü yıkıyor, parkta oturuyor, yemek yiyor, sevgilisiyle dolaşıyor, gecenin bir vakti evine gelip yatıyor. Hiç mi çişi gelmedi.? İnanılacak şey değil. Parktayken sıkışmış, gövdesi kalın bir ağaca yanaşmış, kimse geliyor mu diye yanına yöresine baktıktan sonra ağacın dibine işemiştir.'' '' (Sayfa: 13) 

*****

''Hep asık yüzlü oluruz ya da sırıtkan.'' (Sayfa: 13)

*****

'' İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu: ''Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş- on dakikada ölüyor. Sokak, sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.'' Saatine baktı: Dört buçuğa beş vardı. '' Eve gidip okusam.'' Durağa yürüdü. '' Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar..'' Kafasından geçene güldü. Duraktakiler dönüp baktılar. Kadının biri kaşlarını çattı. Sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu. '' Ne adamlar be. Güldüysem güldüm, size ne.?'' Duramadı orada, yürüdü. Eve gitmeyecek. İçindeki '' sinemadan çıkmış kişi''yi öldürdüler. Sağ kalan sıkıntılı, kızgın. Hep ölçülü-biçimli mi davranmak gerek? Kim demiş? Başkaları onu eve gidecek sanırken o gidip bir meyhanede içecek. Yolun çivisiz yerinden karşıya geçti. Kayıp giden otomobiller duraksadılar. Bir şöför sövdü. O duymadı. (Sayfa: 18)

*****

'' Kulakları kapı ötesinin bütün tıkırtılarına açık, yalnız kanının damarlarındaki koşusunu duyardı. Son haftaya değin kendi etinin gürültüsünü bu kadar açık hiç hissetmemişti. '' (sayfa 23)

*****

'' Üçüncü şahıs adamın akciğer rengi karısı...'' ( sayfa 29)

*****

'' Bu kelimenin harfleriyle bir başkası da yapılabilir.'' ( sayfa 42)

*****

'' Gene yanıldı. Açık mavili B idi. Onun arkasından gitseydi hikaye bitecekti. Ama o Güler'le gitti. Tesadüf mü? Değildi.'' ( sayfa 48)

*****

Plajda uzanmış konuşuyorduk. Ona en sevdiği ressamı sordum.
- Van Gogh dedi.
- Neden?
- Kulağını kesebilmiş, sol kulağını. Bunu yapan ilk adam o.
Sustu, az sonra değişik bir sesle,
- Ama o bile eksik adamdı. Tımarhanedeyken yaptığı kendi portresinde insanlara yüzünün kulaksız yönünü gösteremedi. Tam adam yok!  (Sayfa 126)

*****

- Ya sen.? diye sordu. Görmeyeli neler yapıyorsun.?
Artık utanmıyordu. Söyleyebilirdi.
- Ben çoğu geceler içiyorum, dedi. Şakağımdaki ağrıyı duymamak için, iştah açmak için falan diyorum ama değil, biliyorum. Bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum. Belki kendi kendimden. İki çeşit içen vardır. Biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar neden içiyorlar.? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. Sokakta hiç gülmemek için burda gülerler. Böylesi az içer. Ya ben.? İçiyorum da kurtulabiliyor muyum.? Belki yalnız baş ağrısından..
- Ya içmediğin zamanlar.?
- O zaman ararım.
- Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap..
Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
- Anlamadım.
- Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne; kimi işine sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin,
''- Veli ağanın öküzleri gibi yoktur'' demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi.! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın.!
Sadık, başını sol eline dayamış önüne bakıyordu. Bu elin iki parmağı arasındaki sigaranın külü uzamış, az bükülmüş, nerdeyse altında duran yarı dolu şarap bardağına düşecekti.
- Sigaranın külünü silk, dedi.
Daha elini oynatırken kül, bardağın yanına düştü. Sadık eğildi; üfledi.
- Senin aradığın kadın dünyada yok, dedi.
- VAR.! O OLMASAYDI BEN OLMAZDIM. BU ŞEHİRDE YAŞIYOR. BİRGÜN BULACAM ONU.
- Bulamazsın. Öyle kadın olmaz.
Sigarasını yaktı. Bir şey söyleyecekken vazgeçti. Onu bu kadının varlığına inandıramazdı. Dayak yediği iki terziyi araması gerektiğini bile anlamamıştı. '' Öyleyse neden kızıyorsun.?'' Sadık,
- İnsan bulabileceğini aramalı, dedi. Etli canlı bir kadın, bir kitap, bir resim.! (Sayfa: 
148-149)

*****

'' Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı. '' (sayfa 155)

Yusuf Atılgan - Anayurt Oteli


'' Ebeye koş Ahmet Efendi.'' Evindeymiş ebe, çabuk gelmişler; sağdaki odanın yatağına yatırmışlar. '' Vaktime iki ay var; gene mi düşecek ebanım?'' demiş anası. '' Çık da su ısıt sen '' demiş ebe babasına. '' Dış kapıyı kilitledim. Suyu koydum. Isınırken iki kere mi ne bağırdı. Kapı aralandı, suyu istedi ebe, ''Bir oğlun var'' dedi. Az sonra odaya çağırdı. Belemiş, avcuna almış, el kadar bir şey. '' Pamuğa sarıp inci kutusuna yatırılır bu; Zebercet koyun adını'' dedi. Hemen kulağına eğildim... Böylece bu pek rastlanmayan ad konmuş oldu çocuğa. O gece otelde ilçelerin birinden bir yakınlarının Ağırcezadaki duruşmasına gelmiş dört adam kalıyormuş; akşam yemeğinden dönünce sırayla Ahmet Efendi'nin elini sıkıp '' Ömrü uzun olsun'' demişler.
Bu yedi aylık doğuş anasının, babasının sağlığında ara sıra başına kakılırdı:
1. Sabah. Okula gidecek. Salona iner. Babası o zamanlar salonda yakılan kömür sobasının külünü boşaltıyor.
Zebercet: Baba, yirmi beş kuruş verir misin?
Babası: Ne olacak?
Zebercet: Defter alıcam.
Babası kürekteki külü kovaya döker; küreği gene sobanın deliğine sokar.
Zebercet: Hadi baba, geç kaldım.
Babası: Patlama oğlum; şu külü alayım. Ananın karnında yedi ay nasıl durdun?
2. Öğleyin okuldan dönmüştür. Yukarı çıkar. Anası mutfakta bir tabağa marul doğruyor. Tencere gaz ocağında.
Zebercet: Karnım acıktı.
Anası: Şimdi pişer yemek sabret biraz. Ne oğlan! Karnımda bile sabredemedi dokuz ay.
( Bu doğumda gerçekten sabırsızlık diye bir şey varsa sabırsızlık edenin ana karnındaki dölüt olduğu düşünüleceği gibi anası olduğu da düşünülebilir. İkinci olasılık daha akla yakındır. Ana karnındaki dölütten doğmuş- büyümüş bir insan davranışı beklemek saçmadır; ama ilerlemiş yaşta, kırk dört yaşında gebe kalan bir kadın böyle bir sabırsızlığa kapılabilir; üstelik bu kadın bundan önce biri iki, biri iki buçuk, biri üç aylık üç çocuk düşürmüşse. Gene de haksız da olsa, bu suçlamalar Zebercet'i olumlu yönde etkiledi: Büyüdükçe sabırlı, ağırbaşlı bir insan oldu.) 
 (Sayfa: 13-14)

*

'' Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.''

George Orwell - 1984

''Çiftdüşün '' işlemi
*
Orwell'in betimlediği dünyada, gerçekliğin denetim altında tutulabilmesi için, bellekten ve geçmişten yoksun bir toplumun yaratılması büyük önem taşır. İktidarı ellerinde tutanlar, kitlelere sürekli hükmedebilmek için, Eski söylem'de ''gerçeklik denetimi'', Yeni söylem'de ''çiftdüşün'' denen bir işlem geliştirmişlerdir:
''..Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak, mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlâka sahip çıktığını söylerken ahlâkı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti'nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek; en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine de uygulamak..'' (Sayfa: 17)
*
Ne var ki, savaş artık yirminci yüzyılın ilk onyıllarındaki amansız yok etme savaşı olmaktan çıkmıştır. Birbirlerini yok edemeyen, birbirleriyle savaşmaları için hiçbir somut nedenleri olmadığı gibi, aralarında gerçek bir ideolojik ayrılık da bulunmayan taraflar arasında, sınırlı hedefleri olan bir savaştır bu. Ancak bu, çarpışmaların ya da savaşla ilgili tutumun eskisi kadar gaddarca olmaktan çıktığı ya da daha soylu bir niteliğe büründüğü anlamına gelmemektedir. Tam tersine savaş çılgınlığı tüm ülkelerde olanca evrenselliğiyle sürmekte;ırza geçme, yağmalama, çocukları boğazlama, tüm halkı köleleştirme, hatta tutsakların kaynar suya atılması ve diri diri gömülmesi gibi eylemler olağan sayılmakta, dahası bütün bunlar düşman tarafından değil de kendi ülkeniz tarafından yapılıyorsa, övgüyle karşılanmaktadır.
(Sayfa 216) 

Tuna Kiramitçi - A.Ş.K neyin kısaltması.?

(S:14): Sevgili Oğlum.!
*
Her şeye karşın güzel bir dünyaya gelmek üzere olduğunu bil.Dışarıda seni güzel kitaplar,fıstık gibi kızlar,dokunaklı kentler ve sıradağlar bekliyor.Onlara saygıyla yaklaşırsan geçireceğin her dakikayı senin için bir şölene çevirmeye hazır olduklarından kuşku duyma.YALNIZCA ONLARI HER SABAH HAK ETMEK GEREKİYOR.Kendimize;her sabah,kapıya bırakılmış gazeteye bakar gibi merakla bakmamız,keşfetmemiz,öğrenmemiz gerekiyor.
*
İNSANIN KENDİ RUHUNU MATBAADAN YENİ GELMİŞ BİR GAZETE GİBİ OKUMASI, CAN SIKINTISINA KARŞI ETKİLİ BİR TAKTİKTİR.TAVSİYE EDERİM.
*
ROUSSEAU: ''Çocukluk mantığın uykusudur.''derken bildiğimiz çocukluktan değil,sapanıyla yetişkinlerin içindeki kuşları avlayan bir mikroptan söz etmiştir.
*
(S:39): Hayatta başımıza gelen şeyleri, her kapıyı açacak deneyimlere değil de,yaşamı güzelleştirecek birer dokunuşa tercüme edeceğimiz günü bekliyorlar belki de:basit bir şiire gerçek bir sevişmeye,bir kuşun uçuşuna..
*
(S:31): Güleryüzlü bir ciddiyetle,peteğindeki arı gibi çalışıyorum.Kimseye sitemim,kimseden şikayetim yok.Belki şans yüzüme güler de aklıma yeni bir cümle gelir diye,kalbimin derinliklerini kalemimle yokluyorum.
*
(S:115): YAHYA KEMAL:

GÜNLER KISALDI. KANLICA'NIN İHTİYARLARI

BİR BİR HATIRLAMAKTA GEÇEN SONBAHARLARI.
*
(S:117): PASCAL:

''İNSANIN TÜM MUTSUZLUĞU BİR TEK ŞEYDEN KAYNAKLANIR:SESSİZCE ODASINDA KALMAYI BAŞARAMAMASINDAN.''
*
(S:119): Yetinmeyi bilsek odamız ana rahmi gibi sarıp koruyacaktır ruhumuzu.Mağaramızın kalın duvarları kazadan beladan uzak tutacak,kalemizin surları gedik vermeyecektir.

''Oda müziği sürüyor hala kulaklarımda,müzik odası ruhumu korumayı sürdürüyor''
*

(S:131): JOSEPH CONRAD:

''Gerçek bir sanat eseri zırhımızı delip içimizdeki bilgelikle ilgisi olmayan,doğuştan gelen yanımıza dokunabilir.Bu da o eseri alımlayanlar arasında bir kardeşlik, bir yürek dayanışması doğurur.Dünya görüşleri ne olursa olsun.''
*
(S:137): İşler kötüye giderken bir üşüme geliyor üstümüze.Sanki birisi üstümüzden yorganı çekip almış.BİR YERDE YALNIZLIK BİZİ ÜŞÜTEN.Dünyaya karşı çıplak ve savunmasız olduğumuzu hissediyor,bunun bilinciyle tir tir titriyoruz.
*
İYİ GÜNLERİMİZİN DE DOSTA İHTİYACI YOK MU.? DAHASI,İYİ GÜN DOSTU OLMAK DA ÖZEL BİR TERBİYE,BİR TAKIM İNSANİ MEZİYETLER GEREKTİRMİYOR MU.?
*

(S:145): Bazı kavramlar kullanılmaya kullanılmaya unutuluyor.Bazıları da kullanıla kullanıla.
*

(S:149): MUHAFAZAKARLIĞI BİLE MUHAFAZA İHTİYACI..
*
(S:150): Şaşkınlığın koruyuculuğu.Ruhumuzu sararak bizi kanıksamaktan,hayata küsmekten
yetişkinlikten koruması.Şaşırdıkça hayatın çocuk gözümüzde yenilenebilmesi.Yeni evlenmiş bir
gencin yüzündeki o pişmanlığa benzer şaşkın ifade.Aşkın;icabında Marmara depremi kadar etkili olabilmesi.
*
(S:161): Şöhret arzusu,gelişimini henüz tamamlamamış,kendisine yetecek olgunluğa erişememiş dünyalılara ait bir tutku.
*
(S:162): Kitapları klasikleştiren şeyi de zaten bu sayede keşfettin.Onlar insanoğlunun bir türlü çözemediği düğümleri inceliyor,cevaplanamayan soruları derinleştiriyorlardı.!
Tuna Kiramitçi - A.Ş.K neyin kısaltması.?

Sâdık Hidâyet - Kör Baykuş



(Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.)

(..Hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım. Ve şimdi yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir. Duvardan doğru eğilmiş, yazdıklarımı oburca yutmak, yok etmek isteyen gölgeme. İşte onun için denemek istiyorum. Birbirimizi ola ki daha iyi tanırız. Uzun zamandır başkalarıyla bütün bağlarımı koparmışım, kendimi daha iyi tanımak istiyorum.) (Sayfa:15)
***
(..Bense onun gözlerine muhtaçtım, bir bakışı yeterdi; felsefenin bütün müşküllerini, teolojinin bütün muammalarını çözmeme yeterdi. Bir bakışı, diğer rumuz ve sırları alırdı benden, açardı.) (Sayfa: 21)
***
(..Ben hep, dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, Butimar gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm.) (Sayfa: 36)
***
(Bütün hayatımı bir salkım üzüm gibi avucumda sıkmak istiyorum, suyunu, hayır, şarabını damla damla, gölgemin kurumuş boğazına akıtmak istiyorum, kutsal su gibi..)
(..Çünkü ne malım var kadıya verecek, ne dinim var şeytana verecek..) (Sayfa: 37)
***
(..Bana öğretmemişlerdi geceye bakmayı, geceyi sevmeyi.) (Sayfa: 48)
***
(..Dağılan, çözülen bir kitleydim ben. Sanki hep böyleydim, böyle de kalacağım: acayip, biçimsiz bir karışım..) 
(Sayfa: 49)
***
(..Bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar; birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi, sesiz yavaş, ecelleriyle sönerler.) (Sayfa: 56)
***
(Birkaç gün önce bana bir dua kitabı getirdi, üzeri bir karış tozla kaplı. Ama ne bu kitap, ne de o aşağılık adamların elinden kafasından çıkmış başka kitaplar, yazılar, düşünceler giderdi derdimi. Onların o yalanlarına, o saçmalıklarına ne ihtiyacım vardı.? Ben kendim geçmiş nesillerin toplamı değil miydim, onların tecrübeleri bana miras kalmamış mıydı.? Geçmiş, bende benimle yaşamıyor mu.? Ama hiçbir vakit ne mescit, ne ezan, ne abdest, ne ağız çalkalamalar, ne de kendisiyle Arapça konuşmamız gerekli tek kudretli, yüce ve mutlak varlık karşısında dürüst ya da hilekâr olmak beni etkilemedi.
Gerçi evvelce, sağlığım yerindeyken, birkaç kere ister istemez yolum düştü camiye, ve kalbimi camideki diğer insanlarınkalpleriyle birleştirmeye çalıştım, fakat gözlerim duvarlardaki çinilerde, nakışlardaydı, onlara bakarak tatlı hayallere daldım ve elimde olmadan, böylece bir kaçış yolu buldum kendime. Dua sırasında gözlerimi yumdum, ellerimi yüzüme kapadım, bir gece yarattım kendime, bu gecenin karanlığında, bir rüyada gibi sorumsuz, kendi duamı okudum. Fakat sözcükleri huşu içinde söylenmedi bu duanın. Çünkü ben Tanrı'yla, Yüce Varlık'la değil, sevdiğim tanıdığım birisiyle konuşmaktan hoşlanıyordum.! Çünkü benim çok yükseğimdeydi Tanrı.) (Sayfa: 58)
***
(..Bir canlı cenazeydim artık; ne beni diriler dünyasına bağlayan bir şey vardı, ne de ölümdeki unutmadan, huzurdan yararlandığım.) (Sayfa: 59)
***
(..Tek tesellim, ölümden sonra hiçlik ümidiydi; orada tekrar yaşamak düşüncesi içime korku salıyor, beni hasta ediyordu..) (Sayfa: 63)
***
(..Tanrı bir sonradangörme miydi ki dünyalarını ille de göstermek istesin bana.?) (Sayfa: 64)
***
(..öyle sanıyorum ki aşk ve kin aynı şeylerdi..) (Sayfa: 77)

Aslı Erdoğan - Kabuk Adam

(Yaşadığımız anları dondurup cümlelere dökme çabası, çiçekleri kurutup kitap yaprakları arasında ölümsüzleştirmeye benzer. Hepimizin çoktan öğrendiği gibi, bir öykü, gerçekten yaşanmış da olsa, gerçekliği yansıtmaktan çok uzaktır, onun birkaç resminden, simgesinden oluşmuştur.) (Sayfa: 9)
*
(Tropiklerde, o gözden ırak adada öğrendim ki, cennetle cehennem iç içedir, ancak bir katil peygamber olabilir ve insan bir başkasına, aynı karabüyü ayinlerindeki gibi, dönüşebilir, çünkü insanın tam zıttı gene kendisidir.) (Sayfa:10)
*
Yürekleri yerine, tıkır tıkır işleyen, yağlı bir makineyi kullananların inandığı, şu 'acı çekeni oynama' kavramı, acının sayısız görünümlerinden biridir bence.'' (sayfa: 39)
*
''..yeryüzü, zekâlarından başka bir şeyi olmayan insanlarla yeterince dolu zaten..'' (sayfa:56)
*
''Ben öyle bir kadın istiyorum ki onunla evreni yeniden kurabileyim. Bir aile, bir ev kurmaktan da öte, bütün dünyayı, silbaştan yeniden yaratmalıyız.'' (sayfa: 61)
*
''Karanlıktan herkes korkar, ama karanlıktakilerin aydınlığa çıkarılması gerekir.'' ( sayfa: 66) 
*
 ''-Sen gerçek bir insansın.
- Bu ne demek, Tony.?
- Gerçek bir kişiliğin var.
- Teşekkürler.
---
- Sanırım seni çok özleyeceğim
- Ben seni özleyeceğime eminim.'' (sayfa: 136)
*
''Hepimiz okyanusun sonsuzluğunda kaybolmuş yapayalnız adacıklardık; sınırlarımızı aşıp bir başkasına dokunabilmemiz, bir yanılsamaydı yalnızca.'' (sayfa: 129)

Aslı Erdoğan - Kabuk Adam

Gabrıel Garcia Marquez - Kırmızı Pazartesi (Çeviri: İnci Kut)



(..Annemin onlarda kınadığı tek şey, yatmadan önce saçlarını tarama âdetleriydi. 'Kızlar,' derdi onlara, 'geceleyin saçlarınızı taramayın, yoksa denize açılanlar geri dönmekte gecikirler.'
Ayrıca, onlardan daha terbiyeli kızlar olmadığını düşünürdü hep. 'Onlar kusursuz kızlar,' dediğini duyardım sık sık. 'Her erkek onlarla mutlu olur, çünkü acı çekmek için yetiştirilmişler.' ...) (Sayfa: 34)

*

(.. Ben bir keresinde, kasaplık mesleğinin insanın ruhunda adam öldürmeye yatkınlık olduğunu gösterip göstermediğini sormuştum kasaplara; ama onlar karşı çıkmışlardı: 'Biz bir hayvan kestiğimizde gözlerinin içine bakmaya cesaret edemeyiz,' diye. İçlerinden biri, daha önceden bildiği, hele hele sütünü içtiği bir ineği kesemeyeceğini söylemişti bana. Ben de onlara Vicario kardeşlerin kendi yetiştirdikleri, adlarıyla çağıracak kadar yakından bildikleri aynı domuzları kestiklerini hatırlatmıştım. 'Doğru,' diye karşılık vermişti bir tanesi, 'ama dikkat ederseniz onlara insan adları değil, çiçek adları koyuyorlardı..)
(Sayfa: 51)

*

''Özellikle de işleneceği böylesine açıkça duyurulmuş bir cinayetin hiçbir aksilikle karşılaşmadan gerçekleşmesi yolunda, hayatın, edebiyatta bile görülmeyen anca rastlantıdan yararlanmış olması ona büyük bir haksızlık gibi görünmüştü.'' (Sayfa: 84)

*

''Sorgu yargıcı, Santiago Nasar'ın aleyhine kanıt bulunmaması karşısında öyle şaşkına dönmüştü ki, özenle hazırladığı rapor hayal kırıklığı nedeniyle yer yer aksıyordu. 416'ncı sayfanın kenarına eczacıdan aldığı mürekkeple, kendi el yazısıyla şu notu düşmüştü: 'Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.' Bu karamsar yorumun altına da, kan rengindeki aynı mürekkeple yapılmış keyifli birkaç kalem darbesiyle, içinden ok geçen bir kalp resmi çizmişti.  (Sayfa: 90)

Halil Cibran - Değerler

Günün birinde bir adam tarlasını sürerken toprağın altında çok güzel bir mermer heykel buldu. Ve bu heykeli güzel olan her şeyi seven ve onu satın almak isteyen bir koleksiyoncuya götürdü. Koleksiyoncu heykel için yüksek bir ücret ödedi ve sonra ayrıldılar.
*
Heykeli satan adam elinde parası evine doğru giderken düşündü ve kendi kendine dedi ki; 
''Bu kadar para birçok hayata bedel.! Bir insan bu paranın hepsini yüzlerce yıl önce toprağın altında unutulup kalmış olan taştan yapılma bu cansız beden için nasıl verebilir.?''
*
Ve koleksiyoncu heykeline bakarak düşündü ve kendi kendine dedi ki;
''Ne kadar harika.! Ne kadar diri.! Nasıl bir ruh bunu hayal etmiştir kim bilir.! Ve bin yıllık tatlı uykusuyla ne kadar taze.! Bir insan bütün bunları cansız, hayal gücü olmayan parayla nasıl değişebilir.?!''

4 Ekim 2018 Perşembe

Yaşar Kemâl - Yaralısın, romanımızın unutulmazları arasına girecek.

'Bir ulus, destanı kadar ulustur' sözünün üstünde önemle durmak gerek. Sanatı, kültürü, romanı kadardır ulus. Ulusların uygarlığıyla romanı arasında bir orantı kuruyorlar. Roman, bazı düşünce adamlarına göre kültürü simgeliyor. Doğru yanlış, bugünlerde roman gittikçe önemini artırıyor. Tam, bazıları roman öldü derken, roman, çağımızda gittikçe önemini artırıyor. Güney Amerika'da, dövüşe ilkin roman başladı dersek yanlış söylemiş olmayız. Bizim tarihimizde hep şiir dövüşmüştür. Roman, çağımızda, daha doğrusu günümüzde işe yeni giriyor. Şöyle uluslara, çağlara dönüp baktığımızda, destan, şiir, türkü, roman çoğunlukla dövüşmüştür. Çağımıza gelince gerçekten bilinçli dövüşüyor. Ya sömürenin yanında ya da yoksulların, ezilenlerin yanında.
Dünyamızda insan mekanikleşiyor. Mekanikleştikçe de insanlıktan uzaklaşıyor. Belki bu epeyce sert bir sav. Bu savı bütün kesimler için kullanamayız. Ama kullanabileceğimiz kesimler var.
İnsanın bürokratlaşması, hele çağımızda, bir çeşit makine haline gelmesidir; yabancılaşması, daha da çok yozlaşmasıdır. Bürokrat, kullanılan adamdır, bir çeşit âlettir. Bürokrat da bunu böyle kabul ediyor. Kendisini bir dişli, âlet saydığından da, kendini böyle birisi olaraktan kabullendiğinden de, yaptığı işlerden dolayı kendini bağışlıyor.
*
Erdal Öz, bir roman yazdı. Romanın adı 'Yaralısın'. Bu romanda bir hapishaneyi ve işkence mahallerinde işkence gören bir kişiyi anlatıyor. İşkence gören bu kişi siyasi.
Bu romanda işkence yapan kişiler var. Erdal Öz bu işkence yapanları, gerçekten daha gerçek belki de, duyuruyor, anlatıyor bize. Erdal Öz'ün işkencecileri bir makinenin dişlileri gibi hep birbirine benziyor. Birisi sarışın, birisi esmer, birisi dazlak, ama hepsi bir makinenin dişlileri gibi birbirinin aynı. Merhametlisi, merhametsizi yok, onlar âletler.. Bazı bazı birisinin azıcık insanlığı tutacak oluyor, ama ne kadar, ne kadarcık insanlığı.
*
Erdal Öz, romanında bir kadını anlatıyor. Roman kişisini falakaya yatırdıktan sonra, şişmiş, parçalanmış ayaklarının şişini indirmek için tuzlu su üstünde yürütüyorlar. Orada çalışan bir kadın var, kıpırtısız, duygusuz gibi. Mekanik bir biçimde yerdeki kanları siliyor, süpürüyor, temizliyor, hiçbir kıpırtı, işaret yok yüzünde. Bu halktan bir kadın, öyle duruyor. Öyle duruyor ama, içi de kaynıyor.Erdal Öz, bu kadının içinin kaynadığını ne bir sözcükle, ne bir cümleyle söylüyor. Kadın, kanları, yerleri siliyor, oracıkta da öylece duruyor. Peki onun içindeki fırtınayı nereden, nasıl anlıyoruz.? Ben mi yakıştırdım, bilmiyorum. Yakıştırdığımı da sanmıyorum. Belki de büyük sanat, büyük sanatın özelliği, bir şey söylemeden anlatmak. Büyük sevinçler, büyük öfkeler de öyledir. Konuşmazlar. Büyüklüklerini her kıpırtıda görürüz. Erdal Öz'ün romanının en sevdiğim tipi, öyle duran, ama içi fırtınalaşan, işkencecilere lânetler yağdıran, lânetlerini yüreğimize hançer gibi sokan o kadındır. Roman, başkalarınca da okunduğunda bu etkiyi onlarda da gösteriyor mu, adam adam sormak isterim.
İşkenceciler kendilerini makine haline getirmişler ve kendilerini sorumluluktan kurtarmışlar. Biz makineyiz, diyorlar. İşte biz böyleyiz, bizi de böyle yaptılar, diyorlar. Kendi kendilerine de, bu hale düştüklerine de acıyorlar. Erdal öz hiç konuşmuyor, lisan-ı hal ile anlatıyor. Bazı kendilerini insandan sayan da var işkenceciler arasında. Bu, kendi dar çemberini aşıp, azıcık acıyan, işkence görene yardım etmeye çalışan bir kişi. Ama o da işkenceci. Erdal Öz, merhamet duyduğu bu kişiden iğrendiriyor okuyucuyu. Bir de tam kişilik gösterenler var. Bunlar işkenceyi zevkle, tadla yapıyorlar. Makine olmaktan çıkıp işkence makinesi oluyorlar. Bu makine tepeden tırnağa öfkeye, öce, canavarlığa kesiyor. Erdal Öz'ün üstünde durduğu da hep bunlar. Bunlar, Erdal'a göre her şeyi bilinçli yapıyorlar. İşkenceden murat, işkence görenin kişiliğini öldürmek, insanlığını öldürmek. Erdal Öz, romanında boyuna diyor ki: işkenceden, bu kadar aşağılanmadan sonra artık senin eski insan olamayacağını biliyorlar, biliyorlar da seni buncasına aşağılıyorlar. Doğru, işkence görmüş insan hiçbir zaman işkence görmemiş, aşağılanmamış insan gibi olamaz. Başka bir şey olur ama, aşağılanmayı tatmış insan, aşağılanmanın ne kadar aşağılık bir şey olduğunu bilir. İnsanoğlunun insanlığına kıymanın ne demek olduğunu bilir.
İyi romanın yaşamdan daha gerçek olabileceğini, Erdal Öz'ün romanını okuduktan sonra bir daha anladım. Roman, sanat yaşamdan daha güçlüdür. Son günlerde işkenceye uğramışlar, inanılmayacak işkenceleri bir bir anlattılar. Bu işkenceler, çağımızda, yurdumuzda yapılıyordu. Hepimiz, bütün ulus, bütün insanlık suçluydu. Hepimiz bu aşağılanmaların batağındaydık. İşkence görenlerin anlattıkları şiddetti. Bir küçülmenin, aşağılanmanın, alçaklığın şiddetiydi. İnsan, o işkencecilerle birlikte, işkence görmediğinden utanıyordu. Erdal Öz'ün romanındaki işkenceler, yaşamdan, yaşamın bize anlattıklarından da şiddetli, etkili.
Ve insan bu romanı okurken de insalığından, yaşamından, konuşmaktan, görmekten, soluk almaktan utanıyor. Bu romanı okuduktan sonra, savaşsa savaşa eyvallah, ölümse ölüme eyvallah, ama işkence....! Allah hiçbir insanı işkence yapabilecek kadar hasta etmesin, aşağılamasın. İşkence görenin çıkar yolu yok. Ya işkence eden, kendi elinden, insanlığın iğrencinden, çocukların iğrencinden, ulusunun iğrencinden nasıl kurtulur.? Dostoyevski, Karamazov'larda ''Allah olmazsa ne olur'u tartışır. 'Allah olmazsa her şey mübahtır.' der tiplerden birisi. Bu, sonsuz umutsuzluktur. İnsanlar Allah'a inanmazlarsa, onları kötülük yapmaktan insanlık duyguları alıoyar. Ya insanlık duyguları da iflâs etmişse.. İşte bu kapkara umutsuzluktur. Bu ikenceci umutsuz bir insandır. Kendinden, insanlığından, dünyadan, her şeyden umudunu kesmiştir. Bütün insanlık duygularının ardına düşmüştür. Bu da bir şey değil midir.? Ben böyle birisini tanıyorum. Bir insan öldürüp içeri düşmüştü. Her haliyle kötülüğü, iğrençliği kabul etmişti. Hasta birisiydi. Çıkınca dört kişiyi daha öldüreceğini söylüyordu. Durmadan hiçbir insanlık kaydına, şartına bağlı olmadığını söylüyordu. Erdal Öz'ün romanındaki bazı işkenceciler de böyledir. İnsanlık kaydının, şartının dışına çıkmışlardır.
Kendilerinden, insanlıktan umudu kesmiş işkenceciler, bu umutsuzluklarını örtebilmek için, işkence ettiklerini var güçleriyle suçluyorlar. Suçlamak belki de onları rahatlatıyor. İşkence ettiklerini suçlamak onların içinde kalan azıcık insanca taraf. Bazıları öylesine bütün insanlık duygularından arınmışlar ki, işkence ettiklerini suçlamak gereğini bile duymuyorlar.
Bir de başka bir şey var bu romanda: İnsanın kendi kendini aşağılanmadan kurtarması. Bu romandaki genç adam, insanüstü bir çabayla direniyor. Bütün işkenceleri görüyor, işkencelerin en alçaklarına dayanıyor da ağzından çıt çıkmıyor. İnsana bu delikanlının direnişi olamaz gibi geliyor. Bu duyguyu romancı da veriyor bize. Hepimiz böyle bir dayanma olamaz duygusuna kapılıyoruz. Oysa oluyor. Erdal Öz'de görüyor ki oluyor. Bu dayanma Erdal Öz'ün inanmadığı bir şey mi.? İnanmasa neden yazsın, öyle ya. Belki de bilerek öyle yazıyor. Bir inanılmaza bizi inandırmak için.. Oysa insanoğlu hiçbir işkencede konuşmayabilir. Yeter ki kendisini ona göre hazırlasın. Yeter ki ona karar versin. İnsanoğlu ölür de konuşmaz. Bir de bilsin ki işkencede yenildikten sonra insanlığından birşeyler yitiri, konuşmaz. Konuşanları da kimse küçümseyemez. Kendileri de içinde, çözülenleri kimse küçümsememeli. Onlar hazırlıksızdılar, bu bir. Bir de bedenin bir dayanma gücü vardır, bu iki. Kendi beden gücünü bile hiçe sayanlar vardır, bu üç..
*
Bu roman, direnen adamın destanıdır. Kendi bedeninin güçsüzlüğünü yenen, aşağılanmayı yenen, iğrençliğini yenen, hastalıklarını yenen, gücün bile üstünde bir gücün destanıdır bu roman..
***
(Devamı var. Yazabildiğim kadarını yazdım.)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...