4 Temmuz 2024 Perşembe

Jeroen Brouwers - Damıtılmış Kırmızı (Fransızca'dan Çeviren: Bahadır Gülmez)

 

Arka Kapak:
*
Otobiyografik bir roman olan Damıtılmış Kırmızı, İkinci Dünya Savaşı sırasında Tjideng'deki Japon temerküz kampında geçen yılları bir çocuğun gözünden anlatıyor. O dönemdeki adı Batavia olan Endonezya bir Hollanda sömürgesidir. Anlatıcı, annesi, büyükannesi ve kızkardeşiyle birlikte dört ile altı yaş arasını bu kampta geçirir. Roman, kahramanın annesinin yıllar sonra ölümü üzerine belleğinde yaşadığı geri dönüşlerle kurgulanır. Kampta yaşananlar, kendisine nefret ve bağlılık duyulan iki kadında; annesinde ve bir dönem birlikte olduğu Liza'da odaklanır. Kulağına çalınan Japonca sözler, iş*kence sesleriyle, annesine karşı hissettikleri Liza ile yaşadıklarıyla çakışır. Brouwers, yaklaşık kırk yıl arası olan iki dönem ile birbirine çok uzak iki coğrafyayı tek bir kişinin iç yaşantısı aracılığıyla aktarıyor.
*
O, yine hep olduğu gibi, gizemli bir görünüşteydi ve gözlerini iri iri açarak şu sözcükleri yineledi:
*
Analar.! Analar.! öyle garip ses ki bu.!
*
Goethe'nin Eckermann'la Söyleşileri
*
Ben burada oldukça beni ara. Beni tanımayı öğren, çünkü buradayım. Burada olduğuma göre. Ama bununla birlikte, hiç kuşku yok ki burada değilim.
*
Ölü Ağıtı (Güney Celebes) (Sayfa: 5)
*
''..''Hep başka yerlerden eserek gelen, yine hep başka yerlere doğru eserek giden, ama hiç aynı yerde sürekli esmeyen, zaman zaman hoş, zaman zaman tatsız kokuları peşinden getiren ve bazan da bir kelebek ya da kızböceği, ama bazan da siyah bir kuş sürüsünü alıp götüren rüzgâr, aslında kesik kesik eser - ve kesilince, onun bahçede salladığı ve okşadığı her şey uzun süre kımıldamaya devam eder.''
*
Bu esrarengiz cümleye on yıldan fazla bir süredir tuttuğum güncede rastlıyorum. Onu en ufak bir metinde bile kullanamadım ve onca yıl sonra burada kullanmaya karar veriyorum.''
*
''Hiçbir şey yoktur ki bir başka şeyle ilişkisi olmasın.'' (Sayfa: 7)

*

''Şöyle ya da böyle, bu aramaların bende bıraktığı en önemli anı annemden koparılıyor olmamdı, olgunlaşmamış yeşil bir meyvanın, dalından toplanması gibi değil de, dalıyla birlikte koparılıp alınışı gibi - böyle bir durumda, ağaçtaki bütün yapraklar nevrotik bir titremeye yakalanacaklardır.'' (Sayfa: 24)

*
''Nasıl ki rüzgâr dinince, bahçede onun okşadığı her şey, sonra bile hareketli kalıyorsa, Tjideng Kampı'nda gördüklerim de, sonrasında, içimde, otuz ya da kırk yıl boyunca hareketli kalacaktı ve bu kitabı yazarken dinecekti: yazdığım şeyi artık tutmamalıyım ve bundan böyle yazdıklarım diğer insanların bilincinde ve bilinçaltında bir şeyleri hareketlendirebilir.
''Hiçbir şey yoktur ki bir başka şeyle ilişkisi olmasın.''..'' (Sayfa: 66)
*
''..''Hint Hollandası Kapmlarının Çocukları'', bugün aradan kırk yıl geçtikten sonra, tabanlarından tanınır, aynen Hollandalı çocukların kışın aç doğuşu* gibi. Bu çocuklar bugün kırk yaşında ve doymak bilmez oburluklarıyla tanınıyorlar.''
*
DİPNOT: Bu deyim, Hollandalıların çok kötü bir gıda yoksunluğu çektiği 1944-45 kışının Hollandasıyla ilgilidir. (Sayfa: 69)
*
''Sanıyorum, ''mutlu'' bir yazar olsaydım kötü bir yazar olurdum: mutlu yazarların anlatacak bir şeyi yoktur.'' (Sayfa: 71)
*
''1945 Nisan ayı, Japon adası Okinawa'nın fethine ve Japonya'ya karşı kararlı bir hava saldırısının başlamasına tanık oldu. O yıl, yaşgünümde, Adolf Hitler, bombardımana tutulan Berlin'de ağzına bir ku*r*şun sıkarak in*tihar etti. Bu olaylardan dolayı Tjideng tutukluları en korkunç cezalandırmalara maruz kaldılar.(..)
4 Mayıs sabahı, annem, tıpkı pataklandığında ağladığı gibi iki gözü iki çeşme ağlayarak annesini kamış bir hasıra sardı, sonra bu cansız ağırlığı kaldırdı ve düz tahtanın üzerine koydu, tahtaya bir ip bağlayarak iki tekerlekli bu nesneye asılmaya başladı, kızkardeşimle ben, iki yanından devrilmemesi için tutarak, büyükannemle son kez kampın sokaklarından geçerek onu kapıya teslim ettik.'' (Sayfa: 80)
*
''..benim gibi bir yazar hayatını iki kere yaşar -ikincisi, ilk kez yaşadığı şeyi betimleyeceği zaman.'' (Sayfa: 86)
*
''Ağustos 1945 başı -henüz neresi bilmiyorum ama kendimi dünya tarihinin deprem merkezinde buluyorum: olup bitenler dünyanın yüzünü değiştiriyor, tanrı tanrısızlaştırılıyor, artık bundan böyle, hayat önceki gibi olmayacak, çünkü bir anda bütün devirler son buluyor ve sonun üzerinde yara izleri var, yüzyıllar da geçse, dünyanın ve bütün insanlığın derisindeki yanık izi ortadan kalkmayacak.
6 Ağustos'ta atom bo*mbası Hiroşima'ya düşüyor, üç gün sonra atom bo*mbası Nagazaki'ye düşüyor.
Bu bombardımanlar karşısında, Tjideng Kampı'nda oturanlar içtima alanına toplanıyor ve oniki onüç saat boyunca hazırol vaziyetinde durarak cezalandırılıyor, Jap, kampta ateş ederek, süngü saplayarak, kırbaçla vurarak dolaşıyor..'' (Sayfa: 98)
*
''Ben tekerlekli patenimin üzerinde olmak üzere hepimiz güneşin altındayız, iki kolumla annemin zayıf kalçalarına sımsıkı sarılarak büzülüyorum. Onun bedeni de, kamptaki bütün bedenler gibi nemli, yapış yapış: bunlar o kadar kirli bedenler ki artık terlemiyorlar bile, ayrıca, bedenlerinden terle (ya da gözyaşlarıyla) boşaltılabilecek sıvı hiçbir şey kalmamış - bu bedenler sıvı akıtmadan ağlıyorlar. Aynı şekilde kadınların bedenleri artık hiç regl olmuyor, çünkü yeterince kanları yok.).'' (Sayfa: 100)
*
''Sutyen annemin göğsünden çıkıyor, ve avuç avuç içine doldurduğu pirinçler ayaklarının dibinde saçılıyor ve annem önceden olduğu gibi göğüssüz kalıyor. Sonra ikinci bir pirinç sağanağının bacaklarının arasından yağışını görüyorum - annem ayrıca kilolarca pirinci külotunun içine koymuştu, pirinçler asfaltın üzerinde dört bir yana yayılıyor.
Hayır, geçici olarak da olsa gülünecek bir şey yok.'' (Sayfa: 106)
*
''Dikkat et Sone, bu kalabalığın içinde bir çocuğum ben, ama seni yakından göre göre ezberledim. Bizzat ben anlatacağım seni Bay Sone, güneşin piçi, üç haikuyla ölümünü, yani üç kez: beş hece, yedi hece, beş heceyle anlatacağım - sizin belleğinizi kıyım kıyım doğramak için daha fazla hece gerekmez bana. Okumayı biliyorum ve yakında, yazmayı da öğreneceğim, sizin böğrünüz kanlı, sinekler gebertsin sizi.'' (Sayfa: 107)
*
''Bütün vücudumu saran nasırları yumuşat.'' (Sayfa: 115)

19 Haziran 2024 Çarşamba

Aleksandros Papadiamantis (Αλέξανδρος Παπαδιαμάντης) - Hadula (Özgün Adı: Η φόνισσα) (Çeviren: Yasemin Aydın)

 

Yaşamı
*
Αλέξανδρος Παπαδιαμάντης (Aleksandros Papadiamantis)
*
4 Mart 1851'de Hadula başta olmak üzere birçok çalışmasının coğrafi dokusunu oluşturan Skiathos Adası'nda papaz bir babanın dördüncü oğlu olarak doğdu. Skiathos'ta ancak on bir yaşına kadar eğitim görebildi. Daha ileri seviyede eğitim veren bir okul olmadığı için sonraki üç yılını babasının çiftçilik işlerine yardım ederek geçirdi ve kalan eğitimini yakın adalardaki okullara giderek tamamlayabildi. Üniversite için başkente gitmeyi başardığında yirmi üç yaşındaydı ve sadece iki yıl boyunca felsefe okuyabildi. Neyse ki, bu sırada kuzeninin de yardımıyla Yunan basın yayın dünyasına kıyısından köşesinden girmeyi başarmıştı. Ekonomik zorluklar nedeniyle öğrenimini yarıda bıraktıktan sonra geçimini sağlamak için birçok işte çalışsa da, hayatı boyunca bağlı kaldığı tek uğraş vardı: Yazmak. İlk romanı Muhacir 1878'de -İstanbul'da çıkan- Neologos'ta, sonraki üç romanı Atina gazetelerinde yayımlandı. Hatta bir süre sonra gazeteler onun öykülerini ve romanlarını tefrika halinde basmak için birbirleriyle yarıştılar. Papadiamantis telif konusunda gazetelere zorluk çıkarmadı, pazarlık yapmadı ve kazandığı parayı dikkatsizce harcadı. Bir dönem boyunca günlerini sadece öykü yazarak ve çeviri yaparak geçiren Papadiamantis Suç ve Ceza, Quo Vadis, Dracula, Manxman gibi romanları ve Çehov, Bret Harte, Jerome K. Jerome'nin öykülerini Yunancaya çevirdi. 1902'de memleketi Skiathos'ta en iyi eseri olarak kabul edilen Hadula'yı yazmaya başladı. Bu roman, ona ''Yunanistanın Dostoyevski'si'' unvanını kazandırdı ve Papadiamantis o günden sonra ''Hadula yazarı'' olarak anıldı. Romanı bitirdikten sonra Atina'ya tekrar döndü. Hırpani görünüşlü bir bekâr olarak, ölümüne dek büyük bir sadelikle yaşayan Aleksandros Papadiamantis, 1909'da memleketine yerleşti ve yakalandığı zatürre nedeniyle 3 Ocak 1911'de, doğduğu Skiathos'ta hayata gözlerini yumdu.
*
Arka Kapak
*
''Modern Yunan nesrinin en büyük yazarı.''
*
Milan Kundera
*
''Kurgunun mucizevi doğasını bize Hadula: Bir Ada Öyküsü gibi kitaplar gösterir.''
*
Gabriel Josipovici
*
Hadula, yaşadığı adadaki dertlilerin, kapısını çaldığı yoksul bir kadındır. Şifalı bitkilerden hazırladığı ilaçlarla şifa dağıtır hastalara. Ve yaşlı Hadula, sonunda her şeyin kökeni olan bir soruna da çözüm bulur. Yaşamak sorununa.
Papadiamantis, dönemin sosyal ve ekonomik şartlarının -özellikle kadınlar üzerindeki- etkisini göstermekle kalmaz; suçun cezaya, iyiliğin kötülüğe karıştığı o gizemli bölgeye insan ruhunun adım adım nasıl çekildiğini de ustalıkla resmeder. Hiç aklımıza bile gelmeyenlerin nasıl da başımıza gelebileceğini, kaderimizden kaçmak için çırpınırken kendi kaderimizi yaratışımızı ve bu sırada yaşadığımız iç hesaplaşmaları, tutkuyla anlattığı bu trajik öyküyle gösterir.
Tiyatro oyunlarına, operalara konu olan ve Antik Yunan efsanelerine sırtını dayamış bu modern Yunan klasiğini, Yasemin Aydın'ın Yunancadan çevirisi ve Herkül Millas'ın önsözüyle sunuyoruz.
*
Yayımcının Notu: Kitabın özgün adı Η φόνισσα [İ fónissa okunur] ka*til kelimesinin dişil hali olup Türkçeye ''Ka*til Kadın'' şeklinde çevrilebilecekken, biz kitabın Türkçe basımı için romandaki karakterin adı olan Hadula'yı tercih ettik. (Sayfa: 6)
*
ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ:
*
''Kitap, sadece edebi açıdan değil; suç ve ceza kavramlarına bakışı açısından da çok çeşitli analizler içermektedir. Yazar, kullandığı üslupla, hem adanın geniş bir tasvirini yapmakta hem kendi küçük dünyalarında kadının konumunu ele almakta hem de o dönemin kadınları arasındaki sınıfsal farklılıkları ortaya koymaktadır. Doğal ve sosyal etkenler gibi dış güçler, o dönemdeki kişilerin özgürlüklerini sınırlandırmakta ve açlık, zulüm, kötülük, cinsel dürtüler gibi iç güçler de insanın mantıksal ve ahlaki duruşunu yok etmektedir. Hadula da kendi gerçekliği/yaşanmışlığı ve iç dürtüleri neticesinde, kendince iyilik yaptığına inanmakta ve kendi kaderinden uzak tutmaya çalıştığı kız çocuklarını ö*ldür*mektedir. Papadiamantis suç ve ceza kavramlarını yeniden ele alarak okuyucuyu empati yapmaya zorladığı için ''Yunan edebiyatının Dostoyevski'si'' olarak anılmayı hak etmektedir. (..)
Bu novella, hem tiyatroya uyarlanıp Yunan oyuncular tarafından sahneye konmuş hem de 1974 yılında sinema filmi haline getirilmiştir. 2014 yılında opera olarak da sahneye konmaya başlanmıştır.'' (Sayfa: 16)
*
Yasemin Aydın

18 Haziran 2024 Salı

Cemal Süreya - Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (Resimleyen: Mustafa Delioğlu - Hazırlayan: Necati Güngör)

 

Arka Kapak
*
- Çocuklar için yazmak. Yazarsın.
Yalnız şunu unutma:
Çocuklar her şeyi anlar.
Her şeyden söz edebilirsin onlara.
Enflasyondan bile.
- Bilgiçlik taslayan şeyler yazma.
Daha içten ol. Serüvenlerden düşlerden söz et.
Sözgelimi, lacivert ipek helikopterler
uçsun yazılarında.
Bilgi de ver.
- Senin işin onlarda okuma tadı yaratmaya
çalışmak.
Bu öğütleri dinleyen Cemal Süreya'nın Çocukça
dergisinde yazdığı 12 küçük serüven.
Unutmayın, en güzel halimiz, güler halimizdir.
*
Çocuklar İçin Edebiyat (Bu bölüm Cemal Süreya'nın Günler (YKY, 1996) adlı yapıtından alınmıştır.)
*
904'üncü gün
*
23 Nisan'ın, uluslararası çocuk şenliğine dönüşmesi çok güzel bir şey. Bunun dünyada tek olması bir özgünlük de kazandırıyor ülkemize. Her yıl o günleri iple çekiyorum. TV'de gösterileri büyük bir tatla izliyorum. Başka bir şey bu..
Yalnız bu yıl ilkellikle de, barbarlıkla da kolay açıklanamayacak iki tatsızlığa tanık olduk.
Birincisi, Türkiye temsilcisi olarak çocukların parlamento gününe katılan çocuğun giyimi. ABD'lisi, Macar'ı, İngiliz'i, Fransız'ı ulusal giysiler içinde boy gösterirken, bizim temsilcimiz koyu renk takım, ak gömlek, kravatla kürsüye çıktı. Aşağılık duygumuzda da tutarsızlık var diye düşündüm. 19 Mayıs'ta gençlere neredeyse çarşaf giydirecek bir anlayış, 23 Nisan'da ilkokul çocuğuna ulasal giysiyi çok görüyor. Çocukların parlamento gününde, dünyanın tek modern giyinen halkı olduğumuzu kanıtladık.
İkinci tatsızlık ilkellik ve barbarlıkla belki biraz açıklanabilir. İçişleri Bakanı kürsüye çıktı ve yaptığı konuşmada ''Atatürk'ün yurdu düşmanlarından kurtardığını, 23 Nisan bayramının buradan kaynaklandığını'' söyledi. O anda meclis salonunda o düşmanların çocuk temsilcileri de vardı. Hem kardeşlik şölenine çağırıyorsun, hem de sizin gibi düşmanlardan kurtulduk diyorsun. (Sayfa: 11-12)
*
''Aslında Hiç Parmak Kaldırmadım.!''
*
''Ortaokulda, Nimet Kolçak diye bir edebiyat öğretmenimiz vardı. Eski soyadı Nimet Karayel. Tarih romanları yazarı M. Sami Karayel'in eski eşi. Bilecik Ortaokulu'nda parasız yatılı olarak okuyordum. Öğretmenimizin ufku çok genişti. Şimdi düşünüyorum geriye doğru, gerçekten, edebiyat bilgileri çok sağlamdı. Bir sözü kalmış bende. O, benim için biraz iteleyici oldu. Bir tanım: ''Hüseyin Cahit Yalçın sıcak bir yazardır; Falih Rıfkı Atay ise, çok usta, çok daha ayrıntılara inebilen, ama soğuk bir yazardır.!'' Bu tanım bende kalmış. Öğretmenimiz böyle biriydi..'' (Sayfa: 13)

31 Mayıs 2024 Cuma

Yorgos Yoannu - Yegâne Miras (Orjinal Adı: Η μόνη κληρονομιά) (Çeviren: Müfide Pekin)

 

Arka Kapak
*
Yunan edebiyatının en büyük düzyazı ustalarından ve önemli şairlerinden, annesi ve babası Tekirdağ-Keşan doğumlu Yorgos Yoannu, çocukluk ve yeniyetmelik dönemlerinin anılarını bir araya getirdiği Yegâne Miras'ta okura, 1923 Mübadelesi'nden sonra ailesinin yerleştiği Selânik'ten, daha sonra görevli gittiği Atina ve Bingazi'den son derece canlı insan portreleri ve günlük yaşam manzaraları sunuyor.
*
Deneme-hikâye arası bir anlatım tarzıyla çağdaş Yunan edebiyatına yeni bir soluk getiren yazarın bu kitaptaki baş kahramanı, doğup büyüdüğü ve büyük bir aşkla bağlı olduğu Selânik şehri. Yeniyetme bir delikanlı olarak yaşadığı İkinci Dünya Savaşı sırasında, bombalar altında yıkılan Selânik'te yazarın kendi aile çevresinde gelişen trajikomik olaylarla örülen bu öykülerin ayrıntılarında, Yunanistan'ın gizli çağdaş tarihini bulmak mümkün.
*
Yeni gelişmekte olan bir toplumsal yapının, kuruluş sancıları içinde yaşama tutunmaya çalışan küçük insanın sıkıntıları, artık kaybolmaya yüz tutan alışkanlıklar, yok olan tatlar, Yegâne Miras'ın ana temalarını oluşturuyor. Kitapta yer alan ''Kemal'in Evi'' adlı öykü, Yunanistan'da, orta öğretim edebiyat ders kitaplarında düzyazı örneği olarak okutulmakta.
*
Eski Delik Sırtlarında:
*
''Arkadaşım iyi çocuktur; oldukça varlıklıdır ve aristokrat bir aileden gelir. Küçük Asya Felaketi yüzünden yirmi ikide kurşuna dizilen önemli siyasi şahsiyetlerle yakın ilişkisi var. Viran mahallelere baktıkça -ki o bu manzarayı harika bulurdu- içimden sürekli şu soru geçiyordu: ''Bizi göç yollarına dökerek paramparça edenleri ne zaman cezalandıracağız.?'' Sonra iki kadeh uzo içmek üzere bir çınar altına oturduk. Başımı kaldırıp hayran hayran endamını seyrettim asırlık çınarın. Yığınlarla yaprağı sırtına yüklemiş koca gövdesi yepyeni, güçlü sürgünler veriyordu..'' (Sayfa: 22)
*
Yegâne Miras:
*
''Daha sonraları Ksenofon'u okurken Sevthis'in damadına çeyiz olarak bizim toprakları vermek istediğini anlatan şu cümlenin karşısında epeyce duraksamıştım: ''Klearhos Çanakkale toprakları üzerinde yaşayan Trakyalılarla Yunanlıların Zaferi için savaştı.'' Sanki büyüklerimin çığlıklarını duyuyordum kulaklarımda.'' (Sayfa: 39)
*
''Mezarlara yaklaşmamıza kızmazlardı, zaten şaşkınlık içindeydi herkes. Yığınla çiçek taze toprağa karışırdı. Üzerine basılmış çiçeklerden ağır bir rayiha yükselirdi. Ağaçların arasından yoksul mahallelerinde yakılan hüzünlü ağıtlar duyulurdu. Ben ne yapacağımı, mezarlara nasıl bir ikramda bulunmam gerektiğini hiç bilmeden, yakınlardaki Vangelistra kuyusundan doldurduğum testiyle bazı mezarların üzerine ''ölümsüzlük suyu'' dökerdim.'' (Sayfa: 40)
*
Şeyh-Suyu'nun Köpekleri:
*
''Eskiden bizi güya horozlar rahatsız ederdi. Onları günümüzde tamamıyla ortadan kaldırmayı başarmış, ne yazık ki son derece nadir yaşanan bir estetik hazzın da böylelikle sonunu getirmiş bulunuyoruz. İşin garibi hâlâ okullarda olsun, dost sohbetlerinde olsun eski zamanların zevk ve sefa düşkünü insanlarını, aşırı haz düşkünü diye suçlarız, esasında bizden daha aşırı bir şey de yapmıyorlardı galiba.
Horozlar Alman işgali yıllarında bir ara şaşalı bir dönüş yaptılar hayatlarımıza ama Almanlardan kurtuluşumuz horozların da artık kesin olarak şehirlerimizden kaybolması anlamına geldi.'' (Sayfa: 45-46)


Kemal'in Evinde
*
Her sene dut mevsiminde bahçe kapısının basamaklarına gelip nazikçe bahçemizdeki kuyudan bir bardak su rica eden siyahlar içindeki o kadın bir daha görünmedi. Çok yorgun bir hali olurdu; ancak üzerinde müthiş bir asaletin güzelliğini hâlâ taşırdı. Sadece bardağı tutuşundan bile bu kadının bir asilzade olduğunu anlayabilirdi insan. Bardağı geri verirken her seferinde bize Türkçe dua etmeyi ihmal etmezdi; ne dediğini tam olarak anlamasak da ne demek istediğini tahmin edebiliyorduk: ''Allah bu büyük iyiliğinizi karşılıksız bırakmasın.'' Hangi büyük iyiliğimizi.? Hiç anlamıyorduk.
Bahçe kapısının basamaklarında uzun süre sessizce oturur, sokağa ya da en azından bitişiğimizdeki Kemal'in evine bakacağı yerde, bizim eve doğru kaçamak bakışlar atar, alçak sesle kendi kendine konuşurdu. Ara sıra gözlerini kapatır, yüzü adeta uzaklara doğru yol alırken ağzından anlaşılmaz isimlerin heceleri dökülürdü. Tabii biz bu arada kendisine dut ikram ederdik ağaçtan, tıpkı bütün mahalleye ya da yoldan geçerken bizden dut isteyen herhangi birine yaptığımız gibi. Yabancı kadın dutları ağır ağır, ama büyük bir iştahla, zevkle yerdi. Dutlarımızın bu kadar hoşuna gitmesini garipsemiyorduk. Ağacımız o çok bilinen dut ağaçlarından değildi, hani o tatsız, sulu dutlar veren ağaçlardan. Bizim ağacın dutları kocaman, vişne tadında ekşi, ve kıpkırmızıydı. Yaşlı, ulu bir dut ağacıydı bu; dalları iki katlı evimizin boyunu geçiyordu. Sadece bir kötü yanı vardı. Yaprakları çok sertti ve ipekböcekleri yiyemiyordu. Yine de ünü bütün Islahane mahallesine, hatta daha da öteye yayılmış bir ağaçtı.
Yabancı kadın ilk kez gelip basamağa oturduğunda ona dut ikram etmeyi akıl edememiştik; ama biraz sonra o kendisi bizden biraz dut rica etti, çekirdeklerini bahçesine ekmek istiyormuş. Birkaç tanesini ağzına attı, gerisini bir kâğıda sararak mutlu ayrıldı kapımızdan.
İkinci gelişinde, yıl bin dokuz yüz otuz sekiz olmalı, iki sene geçmişti aradan, kâğıda dut doldurmadı bu kez. Bahçe kapısının basamağına oturdu ve dutların hepsini birer birer yedi. Anlaşılan bir önceki dut çekirdeklerinden verim almış, diye düşündük, ama bu da pek mümkün görünmüyordu çünkü biliyorduk ki dutun meyve vermesi uzun yıllar alır. Dut ağacı, yavaş büyüyen tüm diğer ağaçlar gibi uzun ömürlü olur ve geç meyve vermeye başlar.
Kadın bir sonraki yıl da çıktı ortaya, savaştan az bir zaman önce. Ne var ki biz bu kere ona sadece musluk suyu ikram edebildik. Reddetti, içmedi. Ağzına götürür götürmez durdu, gözlerimizin içine baktı ve geri verdi dolu bardağı. Birden çok sarsıldığını görünce durumu izah etmek istedik. İğrenç ev sahibimiz evin fosseptiğini bahçedeki derin kuyuya vermişti. ''Artık suyu mutfağınıza getirdim, kuyuya ihtiyacınız kalmadı'' demişti bize. Kadının gözleri doldu ama bize üzüntüsünün nedeni hakkında tek laf etmedi. Kendimizi bağışlatmak için bu sefer ona daha fazla dut verdik. Ninemin, ''kutuya koymak isterdim dutları ama fazla uzak yola dayanmazlar'' sözleriyle toparlandı kadın. Bu arada biz bu kadından iyice kuşkulanmaya başlamıştık. Bir başka gelişinde kadının bizim kapıdan ayrılır ayrılmaz bitişikteki Kemal'in evine doğru gittiğini, orada kendisini kaldırımda bekleyen bir grup ziyaretçiye katıldığını görmüştük. Biz o zamana kadar bu kadının, Anadolu Rumlarından biri olduğunu, dil değil din temelinde gerçekleştirilen nüfus mübadelesi sırasında buralara gelen ve sadece Türkçe konuşabilen çok sayıda Rum'dan biri olduğunu sanıyorduk. Durumun böyle olmadığını anlayınca bayağı telaşlandık önce. Hemen yanı başımızda bize yaşanan felaketi sürekli hatırlatan Kemal'in evi yetmiyormuş gibi şimdi bir de ayaklarımıza Türkler mi dolanacaktı yine.? Peki bu kadının bizimle derdi ne olabilirdi gerçekten.? Bunun cevabını veremiyor, birbirimizin yüzüne endişeli bakışlar atmakla kalıyorduk. Endişemiz sürüyordu ama kadın hakkında birbirimize ettiğimiz sözlerden, yüreğimizin ona karşı sıcak duygularla ve umutla ısınmış olduğu besbelliydi. Bizler de ta uzak diyarlarda evlerimizi, bağlarımızı bırakanlardandık.
Türk kadın savaştan kısa bir süre sonra yeniden ortaya çıktı. Biz bu arada artık biraz daha yukarıda, başka bir eve taşınmıştık. Bir gün onu eski evimizin bahçe kapısında perişan bir halde otururken gördük. İlk görenimiz içeri girerek, ''Türk kadın gelmiş.!'' diye bağırdı. Camlara yapışarak dışarıya baktık, yüreğimiz burkuldu onu uzaktan görünce. Kadının o bitmez tükenmez hasreti içimize o kadar dokunmuştu ki neredeyse onu yukarıya, eve davet edecektik. Ancak o hiç kımıldamadan boş bahçeye, terk edilmiş viran eve bakıyordu. Bir İtalyan bombası dut ağacını tamamen yok etmiş, o güzelim ahşap evi tam yıkamadıysa da harabeye döndürmüştü.
O günden sonra onu bir daha hiç görmedik. Geldi mi gelmedi mi meçhul. Gelmiş olsa bile oturup dinlemek için bahçe kapısının önünde köpük gibi uzanan güzelim mermer basamakları bulamamıştır. Epeyce önce ev bir müteahhit çetesinin eline terk edildi; şimdi yerinde korkunç suratlı bir apartman yükseliyor. Duyduğumuza göre kepaze adamlar bunu da yıkacaklarmış yakında. Kim bilir kurnaz kafalarının içinde hangi iddialı projeler dolaşıyor.
Eğer bu söylenti gerçeklik kazanırsa, gidip orada pusuya yatacağım sabahtan akşama kadar, özellikle de hafriyat temele indiğinde. Belki bu yeni hilkat garibesinin yapımını engelleyebilirim, hiç olmazsa belki biraz geciktiririm. Bir önceki inşaat sırasında bizim evden Kemal'in evine kadar uzanan enfes bir mozaik bulunmuştu evin temelinde. Önceden uyarılmış olan işçiler bu mozaiği çarçabuk örtüvermişlerdi, yetkililer farkına varıp işi durdurmasınlar diye. Her neyse. Güneşin evin üzerine parlak ışıklarını yolladığı günlerde onu hayran bakışlarla seyretmiş olan mahalleli arasında çeşitli konuşmalar geçiyordu şimdi. Herkes eski güzelliğinden, eski şaşaasından bahsediyordu evin. Ben bütün bu yüksek sesli konuşmaların arasında bir ihtiyar kadının alçak sesle söylediği şu sözleri çok iyi hatırlıyorum: ''Bu ev bir beyzadeye aitti, beyzadenin serin sular misali bir de kızı vardı. Merdivenlerden bir aşağı, bir yukarı yürümez, adeta akardı. Evi terk ederlerken eğildi, basamağı öptü. Bu gözlerim böylesine derin bir yürek acısını bir daha görmedi.'' (Sayfa: 61-64)
*
Medyum:
*
''Ama şarkının şu sözlerine gelince sesler kısıldı başlar öne eğildi:
''Silahlara sarılın, haydi kavgaya
bedeli büyük özgürlüğümüzü kazanmaya..''
Her birimiz hüngür hüngür ağlıyorduk on binlerce özgürlük direnişçisini düşünürken.'' (Sayfa: 74)
*
''Huzursuz ve şaşkın ifadelerle birbirimize baktık. ''Bize de yanlışlıkla bir tane sallarlar mı ha, ne dersiniz.?'' diye yarı alaylı sordu biri. ''Olmaz öyle şey,'' diye itiraz ettik sertçe, ''İngilizler dikkatlidir.'' İngilizler miydi yoksa Amerikalılar mı, tabii ki bilmiyorduk ama biz birincileri tercih ediyorduk. O zamanlar bile Amerikalıların adı geçince burnumuza kötü kokular geliyordu. Bu arada dışarıda kıyamet kopmaya devam ediyordu. Uçaklar iyice alçaktan uçmaya başlamış, bütün savunma hatları çökmüştü.'' (Sayfa: 75)
*
Zaltan:
*
''..dışarıda bir şey yemek de, içmek de zor. Oruç ayında dışarıda ağzına bir şey atmak da sigara içmek de yürek ister. Orucun verdiği açlıkla sersemlemiş Müslümanlar sana fanatizmin ve antipatinin imbiğinden geçmiş karanlık gözlerle bakarlar. Eğer grup halindelerse aralarında senden bahsettiklerini hemen anlarsın. Küfür ediyorlardır mutlaka. İster kendi yortu günlerin olsun, isterse Arapların bayramı, buralarda yalnızlığa katlanmak gerçekten kolay değil.'' (Sayfa: 89)
*
''Ve dönüş yolu boyunca sürekli şu cümleyi tekrarladım durdum kendi kendime: ''Sevgili Meryem Ana, kapat elini üzerime memleketimin, öyle kapat ki asla petrol bulunmasın orada. Çünkü işte o zaman bir daha başımızı dik tutamayacağız.''..'' (Sayfa: 98)
*
Limonlar Pahalıydı:
*
''Birden durdu Almanlar. Sabit hedef hoşlarına gitmemişti, adamı yerinden oynatmak istiyorlardı. Artık kalabalığın daha fazla tahammülü kalmamıştı, yerdeki limonlara saldırdılar. Yukarıda Almanlar zevkten çıldırmışlardı adeta. Ellerine ne geçerse aşağıdaki şaşkın insancıklara atıyorlardı. Sonunda tahta limon kasalarını da atmaya başladılar. Tanrım ne seslerdi onlar, ne çılgınca haykırışlar, ne alkışlar.! Sanıyorum ki en hoşlarına giden, birkaç yıl önce bizden pahalıya aldıkları kendi ürünümüz olan limonların peşinden yerlerde yuvarlanmamız, bir limon kapmak için birbirimizi çiğnememizdi.'' (Sayfa: 126)

23 Nisan 2024 Salı

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

 

HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM
*
''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak bir yıl sonra) Aristotales'in MÖ 322'deki ölümüyle başladığı ve Ptolemaios hanedanının son Mısır kraliçesi Kleopatra'nın MÖ 30'daki ölümüyle sona erdiği söylenir. Hellenistik çağda daha gelişmiş bir felsefi ''okul'' fikri ortaya çıkar. Platon'un Akademeia'sı ve Aristotales'in Lykeion'u bazı açılardan birer felsefe okulu sayılabilirse de, Hellenistik çağda doğal dünya, mantık, epistemoloji ve etik alanında az veya çok ayrıntılı yorumlar sunan, birbirleriyle rekabet halinde çeşitli öğretiler geliştirilir. Bu düşünce okulları kuramsal açıdan az veya çok katı bir biçim edinir, başlarında ortak bir kararla seçilen bir lider veya skholarkhes bulunur ve bu liderin ölümünden sonra onu izleyecek halefi de oldukça resmi bir prosedürle belirlenir. Bu dönemin başlıca iki okulu Stoacıların ve Epikourosçuların okullarıdır. Ancak Kynikler ile Kyreneliler gibi daha küçük okulların da var olduğu ve Platon'un Akademeia'sı ile Peripatetiklerin de varlıklarını sürdürdükleri unutulmamalıdır.'' (Sayfa: 13)
*
EPİKOUROSÇULUK, James Warren:
*
Kaynaklar ve Belgeler


Epikouros'un hayatına ve kişiliğine dair birçok ayrıntıyı, müritleri tarafından muhafaza edilmiş mektupları ve felsefi eserleri sayesinde biliyoruz. Bu eserler, Diogenes Laertios'a ait Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri gibi eserlere dahil olmaları veya MS 79'da Vezüv yanardağının patlamasıyla Herculaneum'da bulunan ve sayısız eser arasında Epikouros'un metinlerini de içeren zengin bir kütüphanenin lavların altında muhafaza edilmiş olması gibi tesadüfi nedenlerle günümüze ulaşabilmiştir. Lucretius'un muhtemelen MÖ I. yüzyılda yazdığı De rerum natura (Nesnelerin Doğası Üzerine) adlı, heksametron (altılı ölçü) veznindeki Latince şiir de Epikouros'un eserlerini Roma halkına tanıtmayı amaçlar: Lucretius'un Latin edebiyatı üzerinde kayda değer bir etkisi olduğu gibi (Vergilius'u düşünmek yeterli olacaktır) bu şiir de Epikouros'un doğa felsefesini ve Hellenistik çağda Roma'da nasıl karşılandığını anlamamız açısından önemli bir rol oynamıştır. (Sayfa: 15)
*
Dünya Görüşüne Metodolojik Bir Yaklaşım
*
Epikouros Dünya'nın ve insanların, dünyada kapladığı yerin felsefi yorumunu sunar; ona göre bu yer eksiksiz olmalı ve istikrarlı, mutlu bir hayata erişmeyi amaçlamalıdır. Epikouros'un metodolojik yaklaşımı temelde tecrübidir; Kuşkucuların duyumlarımızın gerçeklik konusunda faydalı bilgiler sunma yetisine dair şüphelerini reddeder ve tüm duyumların Dünya'nın gerçekte nasıl olduğunun en doğru tasviri olduğu konusunda ısrar eder. (Sayfa: 17)


Ataraksia:
*
Benzer şekilde tanrılar bir dünya yaratma ihtiyacı duysalardı veya Dünya'nın işleyişine müdahale etmek zorunda kalsalardı, hakları olan hayattan daha kötü bir hayatları olurdu. Dolayısıyla tanrıların, ölümlülerin de arzu etmesi gereken, kaygılardan yoksun bir hayat sürdüklerini düşünmek doğru olacaktır. Bir Epikourosçu dindar olduğunu ilan edebilir, ama tanrılara bağlılığı, tanrıların insanlara karşı tamamıyla kayıtsız olduğunu kabul etmelidir. Bir tanrı, Epikourosçunun arzu ettiği hayat modelini temsil eder ve tüm endişelerden yoksun bir hale (ataraksia) ulaşan herhangi bir Epikourosçu bir tanrı sayılmayı hakeder. (Sayfa: 20-21)
*
Ölüm:
*
''Epikourosçular ölümden sonra hayat olabileceği fikrini reddederler ve insanların beden ve ruh bileşiminden oluştuğuna inanırlarsa da, beden gibi ruhun da belirli bir tür atomdan oluşan bir bileşim olduğu ve kişinin ölümüyle yok olup dağılacağı konusunda ısrarcıdırlar. Ölüm korkusu insanların mutsuzluğunun başlıca nedenlerinden biridir; Epikourosçular bu korkudan kurtulmak için ölümün söz konusu kişinin tamamıyla yok olması anlamına geldiğini belirtirler. Bu durum göz önüne alınınca sözde öte dünyada yaşanabilecek cezalandırmadan veya ödüllendirmeden dolayı endişe etmek akıldışı olacaktır, bu durumda insanların hatalı olarak öte dünyada ödüllendirilmek amacıyla verdikleri uğraşlar anlamsız hale gelir. Hiçbir parçamız ölümden sonra hayatta kalamayacağına göre korkmamız yersizdir.'' (Sayfa: 21)


STOACILIK, Paolo Togni:
*
''Stoacı öğretinin özellikle MÖ II ile MÖ I. yüzyıl arasında geçirdiği dönüşümler o kadar etkilidir ki, Hellenistik Stoacılık iki döneme ayrılarak ele alınır. MÖ III ile II yüzyıl arasında yaşayan Eski Stoacılığın başlıca temsilcileri, Zenon'un yanı sıra Khioslu Ariston, Assoslu Kleanthes, Soloilu Khrysippos, Babilli Diogenes ve Tarsoslu Antipatros'tur. MÖ II ile I. yüzyıl arasında gelişen Orta Stoacılık döneminde ise okulun liderleri önce Rodoslu Panaitios, sonra da Apameialı Poseidonios'tur. Ancak Hellenistik Stoacılığın en azından iki yönü, yüzyıllar boyunca muhafaza edilir. Bunlar bir yandan okulun Sokratesçi kökeni, diğer yandan Stoacı düşüncenin sistematik yapısıdır.'' (Sayfa: 26)
*
Sokrates'in Varisleri:
*
Stoacılar kendilerini Sokratesçiliğin tek hakiki varisi olarak görürler ve doktrinleriyle, gelenekler yoluyla aktarılan Sokratesçi öğretilerin gerçek muhafızları ve yorumcuları olduklarına inanırlar. Öte yandan Zenon'un, Kynik okul başta olmak üzere Stoayı kurmadan önce üyesi olduğu tüm felsefi okullar da Sokrates'ten türediklerini iddia ederler.
Stoa Sokratesçiliğinin en ilginç yönlerinden biri, Sokrates'e atfedilen ve iyiliğin bilgisi için erdemli bir hayat sürmenin zorunlu olduğunu savunan ''ahlaki entelektüalizm'' adlı felsefe tezinin radikalleştirilmesiyle ilgilidir. Hem Sokrates'e hem de Stoacılara göre erdem (arete) ve bilgi (episteme) özdeştir, ama Stoacı filozofşara göre bunlar, erdemli zihinleriyle sıradan insandan (phaulos) ayırt edilen bilgelerin (sophos) uzmanlık alanıdır. (Sayfa: 26-27)
*
Bilge
*
Bilgeler, doğayla uyumlu şekilde yaşamayı, yani kozmik olayları anlama ve kendi varlığını onların seyrine göre ayarlama becerilerine sahip tek canlı olan insana doğanın bahşettiği bilişsel araçları doğru şekilde kullanmayı öğrenmiş olanlardır. Büyük bir emek ve sabırla bu potansiyeli fiiliyata çeviren, evrene hâkim olan ve diğer insanların çoğuna karanlık ve gizemli gelen ilahi işleyişleri gerçek anlamda bilen ve yorumlayan insan bilgedir.
Dolayısıyla Stoacıların ahlaki entelektüalizmi, kozmik olguların bilgisiyle uyumlu pratik bir hayatın yaşanması arasındaki zorunlu bağlantının kuramlaştırılması anlamına gelir. Stoacı bilgeler erdemli olmak zorundadır, çünkü olaylar konusunda bilgi sahibi olmak kendi varlıklarını o olaylara adapte etmelerine neden olur. Ancak erdem emaresi olan bu adaptasyonda Stoacı bilgeyi niteleyen özgürlük de sergilenir. Olayların seyrine adaptasyon, insanın kaderini pasif olarak kabullenmesi anlamına gelmez. Bilge kendi kendini erdemli olmaya zorlamaz. Tam tersine Stoacı bilgeler bireysel kaderlerin, dolayısıyla da kendi kaderlerinin gerçekleşmesinin, evrenin tamamını kapsayan ve kaçınılmaz olarak iyiyi amaçlayan ilahi bir projenin gerçekleşmesi açısından işlevsel olduğunun bilincindedir. Dolayısıyla özgürlük de ilahi taktir tarafından kararlaştırılmış bir projeye bilinçli olarak uymak anlamına gelir. Stoacı bilgeler bu projeye uymakla onun gerçekleşmesine katkıda bulunduklarını bilirler. (Sayfa: 27)


GÖRSEL: Sokrates ve mousa'sı, 
Mousa'lar Lahidi.
Roma MÖ II. yüzyıl, Paris, Musee du Louvre. (Sayfa: 26)

Stoacı Felsefe Sistemi: Mantık, Fizik ve Etik:
*
Stoacılar, Ksenokrates'in (MÖ 396-314) öne sürdüğü ayrımı temel alarak felsefeyi üç kısma ayırır: mantık, fizik ve etik. Stoacılar felsefeyi bir meyve bahçesine benzetirler: bahçe duvarı mantığa, toprak ve ağaçlar fiziğe, meyveler de etiğe tekabül eder. Bu analoji Stoacıların felsefe algısının en önemli yönüne işaret eder: her şeyin belirlenmesinde üç kısmın gerekliliği ve birbirine bağımlı olmaları. Dolayısıyla felsefe gerekli ve birbirine bağlı kısımlardan oluşan bir sistem ve organik bir bütündür. (Sayfa: 27)
*
Kaynak Meselesi:
*
''Helenistik dönem Stoacılarının en önemli üç temsilcisinin (Zenon, Kleanthes ve Khrysippos) hiçbir eseri günümüze eksiksiz ulaşmamıştır. (..) Eserleri eksiksiz olarak günümüze ulaşan İmparatorluk dönemi Stoacı filozofları Seneca, Epiktetos ve Marcus Aurelius'tur. (..)
Stoacı filozofların bütün fragmanlarının yayınlanmasını Alman filolog Hans von Arnim'in 1903 tarihli eserine borçluyuz. (Stoicorum Veterum Fragmenta).'' (Sayfa: 28)
*
Mantık:
*
''Stoacılar mantığı iki kısma ayırır. Bir yanda ''güzel konuşma bilimi'' olarak tanımlanan retorik vardır. Diğer yanda da ''doğru olanın, yanlış olanın ve ne doğru ne de yanlış olanın bilimi'' olarak tanımlanan diyalektik vardır.'' (Sayfa: 28)


GÖRSEL: Nike ve bir savaşçı, Troia'da Palladium'a sarılı bir yılana kurban adarken. Hellenistik bir eserin Roma dönemi kopyası, MÖ 1. yüzyıl sonu. Paris, Musee du Louvre (Sayfa: 29)
*
Mantık ve Hakikat:
*
Stoacıların pneuma adı verilen, hava ve ateşten oluşan, gaz şeklinde bir töz olarak gördüğü ruh, zihnin kontrolü altında olan yedi kısımdan oluşur. (beş duyu, tohum ve ses üretme). İnsan doğduğu zaman, zihin tamamıyla el değmemiştir. Stoacılar zihni deneyimler yoluyla münferit temsillerin yazıldığı beyaz bir kâğıda benzetir; bu temsiller pneuma üzerinde gerçek anlamda izler (Zenon'un tanımına göre) veya eğilimler (Khrysippos'un tanımına göre) bırakır. Özne, çevresindeki gerçeklikleri yorumlamada yararlandığı kavram dağarcığını oluşturmak için duyusal temsilleri temel alır. Bu dağarcık, Stoacıların kavrayış ve ön kavrayış (prolepseis) adını verdiği kavrayıcı temsiller bütününden oluşur. Dolayısıyla Stoacı bilgi kuramı son derece deneysel ve materyalist bir nitelik sergiler.
*
Akılcılık ve Bilgi:
*
Stoacılara göre yedi yaşından itibaren insanın ruhunda akıl gelişir ve yavaş yavaş zihnin tamamına nüfuz eder, böylece zihin tamamıyla akılsal hale gelir.
*
Fizik:
*
Stoacılara göre fizik, doğal olguların bilgisi anlamına gelir. Bundan dolayı diyalektik gibi fizik de bir tek bilgelere özgüdür; bilgenin içinde bulunduğu evreni yöneten yasaları bilmesi, ona hayatını doğayla uyumlu olarak sürdürme becerisini verir. (Sayfa: 30)
*
Doğa Nedir.?
*
''Doğa'' terimi, Stoacı tanımlarından birine göre evrenin tamamına nüfuz eden oluşum ilkesi pneuma'nın birleşme gücüyle özdeştir. Stoacılar, evreni dolduran varlıkları, dört düzeyden oluşan hiyerarşik bir skala doğrultusunda sınıflandırır. Skalanın ilk düzeyinde sopalar ve taşlar gibi inorganik nesneler yer alır. En üst düzeyde de akıllı canlılar (hem insanlar hem de tanrılar) bulunur. Her düzeyde pneuma'yı oluşturan iki unsurun (hava ve ateş) birleşme derecesi giderek yükselir. Dolayısıyla her düzeye doğanın farklı bir tezahürünün tekabül ettiğini söyleyebiliriz.
Pneuma'nın birleşme düzeyini belirleyen, ateşe benzeyen unsurunun düzeyidir. Akıllı varlıklar en zeki olanlardır, çünkü ruhları en seyrek olanlardır, başka bir deyişle pneuma'daki ateşin yoğunluğu en üst düzeydedir. (Sayfa: 32)
*
Evrensel Zekâ:
*
Stoacıların doğal skalasının temelinde yer alan evrensel zekâ ilkesine göre, Stoacıların saf zihin olarak gördüğü Tanrı evrenin tamamına yayılmıştır, inorganik nesnelerde unsurların birleşmesi, esirde de saf akıl (nous) şeklinde tezahür eder. Bu da stoacılara göre sopalar ve taşlar dahil olmak üzere pneuma sahibi her çeşit varlığın, ait oldukları basamağa göre az veya çok zeki olduğu anlamına gelir. Esir de, Stoacıların yaşayan e akıllı bir varlık olarak gördüğü evrenin ruhunun hâkim kısmıyla özdeştir. Bu anlamda insanın logosu evrenin logosunu yansıtır, yani mikrokozmos, makrokozmosu yansıtır ve evreni yöneten akılcı ilke insanı da yönetir. (Sayfa: 32)
*
Evrenin Sonsuz Döngüsü:
*
Stoacıların evreni sınırlıdır, küreseldir, hareketsizdir, çoğuldur (yani çok sayıda gezegenden oluşur) ve hem saf akıl hem de Stoacıların başka bir tanımlamasına göre doğayla özdeş ''zanaatkâr ateş'' (pyr tekhnikon) olan Tanrı tarafından oluşturulmuştur. (..)
Evrenin sonu, hem çözülmesine neden olacak hem de yeni bir evrenin oluşumuna kaynak olacak olan büyük bir yangınla (ekpyrosis) gerçekleşecektir. (Sayfa: 32-33)

ANTİKÇAĞDA KUŞKUCULUK, Lorenzo Corti


GÖRSEL: Praksiteles (okulu), Leto, Apollo ve Artemis; Mantineia'da bulunmuş plaka, MÖ IV. yüzyıl. (Sayfa: 40)

Kuşkucu Felsefe ve Kolları
*
Bir konuda kuşkucu olmak, o konudaki yargıyı askıya almak, şu veya bu yönde olumlu bir görüşü desteklememek demektir. ''Antikçağ Kuşkuculuğu'' ifadesiyle (''araştırma'' anlamına gelen Yunanca skepsis kelimesinden türemiştir) klasik çağda Yunanistan'da ortaya çıkan ve bu sıradan yaklaşımın sistematikleşmesini sağlayan felsefi bir eğilim kastedilir; Kuşkucu bir felsefe, insanlık konusundaki araştırmaların bir kısmı (hatta tamamı) konusunda yargının askıya alınmasını önerir. Uzun bir tarihi olan felsefi Kuşkuculuğun iki ana kolu vardır. Pyrrhoncuların oluşturduğu ilk kol, Elisli Pyrrhon tarafından kurulmuştur ve başlıca temsilcileri arasında Phleiouslu Timon, Ainesidemos, Agrippas ve Sekstos Empeirikos vardır. Akademeia Kuşkuculuğu olarak bilinen ikinci kol, Platon'un Akademeiası'nın belli bir aşamasıyla bağlantılıdır ve başlıca temsilcileri arasında Pitaneli Arkesilaos, Kyreneli Karneades ve Larissalı Phylon yer alır. (Sayfa: 39)
*
EUKLEİDES VE İSKENDERİYE ÂLİMLERİ, Luca Simeoni:
*
Matematiğin Konusu ve Teoremler Geometrisi:
*
Aristotales matematiği ilk felsefeyle ve fizikle yan yana konumlandırır; bu üç kuramsal bilim veya tefekkür bilimi sadece öğrenme aşkıyla gerçekliğin öğrenilmesine yöneliktir, dolayısıyla saf ve pratik veya faydacı çıkarlardan bağımsızdır. Matematiğin konusu nicelik bakımından ele alınan varlıktır ve bunun için kanıtlama işlemlerini dayandırabileceği kendi ilkeleri vardır. Aslında matematiğin soyutlama düzeyi, argümantasyonların seyrinin apaçık bir şekilde izlenmesine izin verir ve bundan dolayı Aristotales matematiği çıkarsamalı bilimlerin modeli olarak görür. (Sayfa: 49-50)

GÖRSEL: Elemanlar'ın birinci kitabında Pythagoras teoremi, ms. Vat. gr. 190, vol. 1, ff 38v-39r, IX. yüzyıl, Vatikan, Biblioteca Apostolica Vaticana (Sayfa: 51)


GÖRSEL: Eukleides, Geometri Elemanları, ikinci kitap, 5. önerme, Oxyrhynchus'tan bir papirüs, 75-y.125, Philadelphia, University of Pennsylvania Museum of Archaeology and Anthropology. (Sayfa: 52)

Elemanlar
*
Elemanlar 13 kitaptan oluşur. I. kitap, geometrinin temel ilkelerinin ilanıyla başlar, üçgenler, paralel doğrular ve günümüzde çokgenlerin denkliği olarak bilinen olguyla ilgili temel teoremlerle devam eder ve Pythagoras'ın teoremiyle sona erer. II. kitapta sıradan bir çokgenin karelenmesi, yani günümüzün ''geometrik cebiri'' ele alınır. III. kitap çemberin özelliklerini konu alır, çemberin içine ve dışına çizilmiş şekillerin ele alındığı IV. kitap, bir yoruma göre Pythagorasçılardan kaynaklanmış olabilir. Bu durumda ilk dört kitabın bir bütün olarak, MÖ VI ve V. yüzyıllarda matematikçilerin bildiği şekliyle, yani orantı kuramından bağımsız olarak düzlem geometrisini konu aldığı söylenebilir. Orantı kuramı V. kitapta, geometriyle değil, genel büyüklüklerle bağlantılı olarak sunulur; daha önce de belirtildiği gibi, bu kuramın temeli Eudoksos'a dayandırılır. Orantı kuramının geometriye uygulanmasıysa VI. kitapta ele alınır. VII, VIII ve IX. kitaplar aritmetiğe ayrılmıştır; tam sayıların özellikleri ve tam sayılar arasındaki ilişkiler ele alınırken sayısal örneklere değil, doğru parçalarına ve dikdörtgenlere başvurulur. Kitapların en karmaşık ve geniş kapsamlısı olan X. kitapta matematikçi Theaitetos'un irrasyonel sayılar konusundaki araştırmaları konu edilir. XI, XII ve XIII. kitaplarda da tüketme yöntemi yoluyla bir bütün halinde katı cisimler geometrisi ele alınır. (Sayfa: 51)
*
İskenderiye: Mouseion ve Kütüphane, Giovanni Di Pasquale:
*
İskenderiye: Bilimin Mekânları:
*
Klasik çağdan Hellenizme geçiş dönemine kültür ve bilim alanlarında önemli değişimler eşlik eder. MÖ IV. yüzyıl sonlarına doğru Hellenistik krallıklarda yeni kültür başkentleri doğar. Atina, Syrakousai, Samos ve Rodos gibi uzun zamandır hem edebi ve felsefi hem de teknik bilgi biçimlerinin doğuşuna tanıklık eden şehirlere Antiokheia, Pergamon ve İskenderiye eklenir. Atina felsefe faaliyetlerinin başlıca merkezi olmaya devam ederken, Akdeniz'in karşı kıyısında, İskenderiye'de bilgi, çeşitli bilimsel disiplinlerin özerkliğinin kabul görmesine izin veren yeni bir şekilde düzenlenir.
MÖ III. yüzyıl başlarında, muhtemelen Atina'dan sürülünce İskenderiye'ye sığınan Demetrios Phalereus'un önerisi üzerine, şehrin kraliyet sarayına bir kütüphane, bir de müze olmak üzere, toplumsal bilinçaltında antikçağ bilgi tanziminin zirvesini oluşturan iki kültürel referans noktası kazandırmak için çalışmalara başlanır. Sarayın içerisinde yer alan Mouseion, başka yerlerden gelip İskenderiye'de bir süre kalan alimler için bir buluşma noktası haline gelir.
Diğer Hellenistik krallıklarda da kültür kurumları ortaya çıkar. Kraliyet sarayının bir parçası olan Mouseion bir yürüyüş yolu, beraber yemek yenen bir alan, oturaklı bir eksedra ve çeşitli hayvan ve bitki türleriyle dolu geniş bir park içerirdi. Saray içerisinde, Mouseion'la bağlantılı olarak bir de ünlü Kütüphane vardı; Aulus Gellius'un aktardığı veriler doğruysa, Ptolemaios hanedanı döneminde Kütüphane 700 bin kadar kitap içeriyordu. Yunan dilinde yazılmış, rulo şeklindeki bu eserlerde, var olan veya var olduğu iddia edilen bütün bilgiler mevcuttu. (Sayfa: 54)


GÖRSEL: İskenderiye Feneri, Theodorias'ta (Qasr, Libya) ortaya çıkarılmış bir mozaikten bir ayrıntı. (Sayfa: 55)


GÖRSEL: İskenderiye Feneri, Theodorias'ta (günümüzde Libya'da Kasr) bulunmuş bir mozaikten bir ayrıntı. (Sayfa: 57)
*
DÜNYA'NIN SINIRLARI: HELLENİSTİK VE GEÇ ANTİKÇAĞ COĞRAFYACILARI, Giovanni di Pasquale:
*
Ticaret İlişkileri, Keşifler, Kolonizasyon
*
Antikçağda Dünya'nın fizyonomisi konusundaki bilgilerin temelinde ticaret ve denizcilik yatar. Zaman içinde karada ve denizde yolculuk yapan gezginlerin anlatımlarına bilimsel coğrafya eşlik edecek ve II. yüzyıl ortalarında Klaudios Ptolemaios'un eseriyle zirveye ulaşacaktır.
Yunan kökenli olan ve Hellenistik çağda yaygın hale gelen ''coğrafya'' terimi, Dünya'nın şekline dair bilgileri sistematik ve akılcı bir şekilde düzenleme arzusuna işaret eder. Bu alanda araştırma faaliyetleri Hellenizmden önceki yüzyıllarda da gerçekleştirilir, ama var olan bilgilerin organik ve bilimsel bir bütün içinde düzenlenmeye çalışıldığı asıl yer İskenderiye'dir. (Sayfa: 60)
*
COĞRAFYANIN DOĞUŞU:


''Bilinen Dünya'nın ilk haritası geleneksel olarak Anaksimandros'a atfedilir. Anaksimandros'un bu eyleminin amacı, Yunanların coğrafya konusundaki araştırmalarının anlamını tam olarak yansıtır, çünkü Yunanlar idari amaçlarla belli bölgelerin tasvirine değil, Dünya'nın bilimsel amaçlarla görselleştirilmesine ilgi duyarlar. Anaksimandros'un Dünya tasviri, Babil ortamlarında olgunluğa erişmiş olan geleneğin etkisini yansıtmaya devam eder. Nitekim Miletos'lu doğa filozofu da, Mezopotamya'da yaşayan halklar gibi dünyayı okyanusla çevrili düz bir daire olarak tasvir eder; üç büyük kıta, yani Avrupa, Asya ve Afrika, sularla kaplı bir alanda, sudan çıkmış kara parçaları olarak yer alır.'' (Sayfa: 61-62)
*
Pytheas'ın Keşif Yolculuğu:

GÖRSEL: Üzerinde Salamis deniz savaşında kullanılmış bir Yunan savaş gemisinin resmedildiği mühür, Londra, British Museum (Sayfa: 64)
*
''Marsilyalı Pytheas'ın muhtemelen kehribar ve kalay bulmak için Avrupa'nın kuzeyine yaptığı inanılmaz keşif yolculuğu, MÖ 335'te gerçekleşmiştir. Pytheas'ın seferini anlattığı, Okyanus'un Tasviri adlı eserin günümüze ulaşan fragmanları, yolculuğunu ana hatlarıyla yeniden kurgulamamıza izin verir. Bretonya kıyılarından yola çıkan Pytheas İngiltere'ye ulaşır ve buranın bir ada olduğunu anlamış görünür. Sürekli olarak temas halinde olduğu yerlilerden daha kuzeyde başka toprakların olduğunu öğrenir ve yeniden yola çıkarak Kuzey Buz Denizi'nin kenarında yer alan Thule'ye ulaşır. Buzdan ve ateşten bir bölge olarak tasvir ettiği Thule, İngiltere'den bir hafta uzaklıkta, Güneş'in batmadığı bir diyardır. Antikçağ'da bile, Pytheas'ın ulaştığı bu bölgenin neresi olduğu tam olarak belli değildir; Roma İmparatorluğu'nun kuzey sınırlarından fazlasıyla uzak olan Thule'nin neresi olduğu, Rönesans'a kadar gizemini korur. Vergilius (MÖ 70-19) buradan, bilinen Dünya'nın sınırında yer alması anlamında ''son Thule'' olarak söz eder. Klaudios Ptolemaios MS II. yüzyılda Geographika'da Thule'yi enlemini ve boylamını verdiği bir ada olarak tasvir edince, bütün şüpheler ortadan kalkmış görünür. Ancak Thule Rönesans'ın tamamı boyunca hararetli ve yaratıcı tartışmalara konu olmaya devam edecektir.
Büyük İskender'in Doğu seferleriyle Batıda gerçekleştirilen deniz yolculuklarından elde edilen bilgiler, MÖ IV. yüzyılda edinilen bilgileri özetlemek için yeni bir harita çizilmesini gerektirir.'' (Sayfa: 64-65)
*
COĞRAFYA ESERLERİ
*
Eratosthenes'in Geographika'sı:

GÖRSEL: Eratosthenes'e göre Dünya haritasının rekostrüksiyonu (Sayfa: 66)

''Başlığı Geographika [Coğrafya] olan ilk eser, MÖ III. yüzyıl ortalarına doğru İskenderiye'de Kyreneli Eratosthenes tarafından yazılmıştır. Antikçağda olağanüstü kültür düzeyiyle ün salan Eratosthenes'in bu eseri yazarken İskenderiye'deki kütüphanenin müdürü olmasının ona büyük faydalar sağladığı kesindir. (..) Eratosthenes'in amacı, bilinen dünyanın sınırlarını çizmek ve onları çizdiği yeni bir harita yoluyla grafik olarak görselleştirmektir. (..) Dünya'nın çevresini 252 bin stadion, yani 39.960 kilometre olarak verir; bu rakam, doğruya yakınlığıyla günümüzde bile hayranlık uyandırmaya devam etmektedir (zira günümüzde Dünya'nın çevresinin 40.000 kilometreden biraz fazla olduğu tahmin edilmektedir).'' (Sayfa: 65)


Kürenin ağırlığı altında diz çöken Atlas (Farnese Atlas'ı), ayrıntı. Çeşitli kopyaları bilinen, Hellenistik döneme ait bir eserden ilham alındığı kesin olan bu heykel günümüze ulaşmış en eksiksiz gök kubbe tasvirlerinden birini içerir, Napoli, Museo Archeologico Nazionale. (Sayfa: 73)


Helios arabasının üzerinde: Troia'da Athena Tapınağı'nın metopu. MÖ III. yüzyıl, Berlin, Staatliche Museen. (Sayfa: 82)

ARKHİMEDES (Arşimed), Paolo Del Santo:


Mekanik planetaryum Antikythera'nın mekanizmasından parçalar. Bu keşif, en ünlüleri Arkhimedes'e ait olan mekanik planetaryumların varlığına dair edebi haberlere değer katmıştır, MÖ y. 150, Atina, Ulusal Arkeoloji Müzesi (Sayfa: 85)


GÖRSEL: Muhtemelen Konstantinopolis'te yazılıp sonradan parçalanıp üzerine dua metinleri yazılan Arkhimedes'in palimpsestus'undan sayfalar, özel koleksiyon, günümüzde Baltimore, Waltersn Art Museum'da bulunur. (Sayfa: 88)
*
''Matematikçi, fizikçi ve astronom olan Arkhimedes antikçağın tamamının en büyük bilim adamıdır.'' (Sayfa: 84)
*
Yöntem:
*
''Arkhimedes'in birçok eseri günümüze ulaşmamıştır. Onun bazı eserlerini içeren ünlü palimpsestus'un (palimpsestus'lar genelde parşömen üzerine elyazmalarıdır, üzerine yeni bir metin yazılması için eski metin kazınarak silinir) hikâyesini burada kısaca anlatmak yerinde olacaktır. Arkhimedes'in palimpsestus'u X. yüzyılda, muhtemelen Konstantinopolis'te yazılmış olup, XIII. yüzyıl başlarında bu elyazması kazınmış, üzerine ortodoks bir dua metni yazılmıştır. XIX. yüzyılda dua metninin altında matematik konulu bir metnin okunabildiği fark edilince, 1906-1908 arasında bu elyazmasını inceleyen ünlü Danimarkalı filolog Johan Ludvig Heiberg silinen metinlerde Arkhimedes'in bazı eserlerini tespit etmiştir. Sonuçta bu elyazması, başka yazarların da yanı sıra, Arkhimedes'in yedi inceleme eserini içerir ve bunların arasında hiç bilinmeyen Yöntem vardır. Bu metnin keşfedilmesi, Arkhimedes'in eserlerinin tamamının yorumlanması açısından önemli bir dönüm noktası teşkil eder, çünkü bütün diğer inceleme eserleri, teoremlerinin nihai formülasyonundan ve ispatından önceki araştırmalarına dair neredeyse hiçbir iz içermez.'' (Sayfa: 88-89)
*
ROMALILARIN FELSEFESİ:
*
''Felsefe Roma'ya Yunanistan'dan ithal edilir ve imparatorluk dönemindeki Sextius'lar okulu dışında Yunan felsefe okullarından ayrı bir Roma felsefesi hiçbir zaman oluşmaz. Romalılar Yunanlar gibi soyut akıl yürütmelere eğilimli olmayıp geleneklerine ve Roma'nın gücüne ve ihtişamına katkıda bulunan her şeye derinden bağlıdırlar. Felsefe kültürlü bir Romalının kültürel gelişiminin, humanitas'ının [insanlık, uygarlık] bir unsuru sayılır, ama bu sınırları aşmamalıdır.
(..)
..Romalıların felsefeyle ilişkileri iki aşamada gerçekleşir: MÖ II. yüzyıldan itibaren Yunan felsefesinin Roma'ya nüfuz etmesi e yayılması, sonra da Yunan felsefesini temel alan ve Latince ifade edilen Roma felsefesinin oluşumu.'' (Sayfa: 106)
*
CİCERO, Anna Maria Ioppolo:
*
''Cicero, Platon'u ve diyaloglarını örnek alarak, başlıklarıyla Platon'un iki diyaloğunu taklit eden, ama yapıları itibarıyla tam anlamıyla Roma'ya özgü iki siyasi eser olan Devlet Üzerine ve Yasalar Üzerine'yi yazar.'' (Sayfa: 108-109)


GÖRSEL: Muhtemelen Romulus ile Remus arasında, Ficus Ruminalis ağacı yanında yer alan mücadele sahnesi, Emilia Basilica'sının frizinden bir parça, MÖ I. yüzyıl-MS I. yüzyıl, Roma. Museo Nazionale Romano, Palazzo Massimo alle Terme. (Sayfa: 108)

Latince Felsefenin Kelime Dağarcığının Yaratılması:
*
''..Latince çok zenginse de, Yunan teknik terimlerinin anlamını yansıtabilecek teknik terimlerin hepsine sahip değildir. Cicero, bu eksikliği karşılamak için, Latince konuşanların anlayabileceği ve kabul edebileceği yeni kelimeler de icat eder. Cicero, Yunan felsefesini Romalılara sunarken bazen Yunanca terimin o kadar teknik olmayan bir karşılığına, bazen Yunanca bir kelimenin anlamını yansıtmak için birden fazla kelimeye başvuru, bazen de Latincede karşılığı olmadığı taktirde Yunanca kelimenin kendini kullanır.'' (Sayfa: 111)


Hercules'in dev heykeli, MÖ I. yüzyıl, Roma, Musei Capitolini. (Sayfa: 112)

ESKİ ROMA'DA AİLE, Eva Cantarella:
*
Familia ve pater familias:
*
''Roma'da kullanılan aile (familia) terimi günümüzdeki anlamından (çekirdek aile olsun, resmi nikahsız aile olsun, tek ebeveynli aile olsun, eşcinsel aile olsun, vs.) farklı bir şekilde kullanılırdı. Roma'da bir familia'nın üyelerinin ortak noktası nikâh, bir arada yaşama, kan bağı veya sevgi bağı değildir. Müthiş yetkilere sahip olan paterfamilias'a [aile babası] tabi olmaktır; paterfamilias, grubun üyeleri üzerinde ius vitae ac necis, yani yaşam ve ölüm verme hakkına bile sahiptir. Grubun üyeleri arasında köleler de (servus) yer alır, ama çocuklar patria potestas'a [babanın gücü] tabiyken, köleler dominica potestas'a [sahibin gücü] tabidir.'' (Sayfa: 113)
*
''Roma'nın ilk dönemlerinde bu açıdan çocuklar ile köleler arasındaki tek fark, çocukların gelecekte normal ehliyet beklentisi içinde olmasıdır; köleler ise ancak paterfamilias onları özgürlüklerine kavuşturmaya, yani manumissio yapmaya karar verdiği taktirde özgür olurlar (ve ona bağlı ehliyetlere sahip olurlar).'' (Sayfa: 114)


GÖRSEL: Romalı aile, Vatikan, Musei Vaticani (Sayfa: 115)


GÖRSEL: Cato ile Porcia, MÖ I. yüzyıl, Vatikan, Museo Pio Clementino. (Sayfa: 114)

SENECA, Andrea Piatesi:
*
''Seneca yazıları günümüze ulaşan ilk Stoacı filozoftur.'' (Sayfa: 117)
*
Latince Felsefe:
*
''Seneca'nın eserlerinin baş özelliklerinden biri, Latince yazılmış olmalarıdır, zira o dönemde Roma'da felsefe dili Yunanca olmaya devam ediyordu. Ancak Seneca'nın durumu, Cicero'nun emsalinden farklıdır. Cicero felsefi eserlerini Latince yazarken felsefeyi yaygınlaştırmayı amaçlar ve Yunan felsefe fikirlerini Roma halkına aktarabilmek için temel bir kelime dağarcığı oluşturmaya çalışır. Seneca ise Latince düşündüğü için Latince yazmak ister ve voluntas [irade] terimi ve fikri örneğinde olduğu üzere okulunun kavram dağarcığını da zenginleştirmeyi başarır.
Voluntas [irade] terimine başvurması bu durumun apaçık bir örneğini teşkil eder. Seneca, ''İyi olmak için neye ihtiyacın var.?'' sorusuna ''irade'' diye cevap verir.'' (Sayfa: 118)


GÖRSEL: Bir araba (carruca dormitoria) içeren kabartma, Klagenfurt'ta bulunmuştur, II. yüzyıl, Roma, Museo della Civilta Romano. (Sayfa: 121)
*
Erdemli Prensin Savunulması:


''Seneca doğrudan Nero'ya hitap etmekle övgü ile uyarıyı bir araya getiren bir strateji benimser. (..)
Filozof Seneca tezini doğa yoluyla teyit eder: arıların fizyolojisini incelediğinde, kralın diğerlerinden daha iri olduğunu, ama bir saldırı silahına (iğne) sahip olmadığını görür. Dolayısıyla prens, doğayla uyum içinde olmak için kendi tebasına karşı aynı, şiddetten uzak tavır içinde olmalıdır.'' (Sayfa: 123)
*
EPİKTETOS VE MARCUS AURELİUS, Angelo Giavatto:
*
Epiktetos:
*
''Epiktetos seçim yetisini felsefe yoluyla kendilerini geliştirmek için uğraşanlar başta olmak üzere tüm insanlara ait olduğuna inanır. Epiktetos'a göre prohairesis, özgürlüğü elde etmek için gerekli olan araçtır; özgürlük ''en yüce iyi''dir, tüm insanların erişmek istemesi gereken hedeftir, çünkü dış Dünya'ya ve bireysel kontrolün dışında olanlara göre tam bir bağımsızlık halinde yaşamaya izin verir. Prohairesis, insanın bu hale ulaşmasını sağlayacak olan araçtır, dolayısıyla bilinçli bir eylemin sonucu değil de zihinsel bir yeti veya bir eylem sayılmalıdır.'' (Sayfa: 125)
*
Kendine Söylem Olark Marcus Aurelius'un Kendime Düşünceler'i:

GÖRSEL: Marcus Aurelius'un İuppiter Capitelinus onuruna düzenlediği kurban töreni, II. yüzyıl, Roma, Musei Capitolini. (Sayfa: 126)

Marcus Aurelius (121-180, 161'den itibaren imparator) Kendime Düşünceler'i hayatının Roma'dan uzakta, savaş meydanlarında geçen son günlerinde yazar. Marcus Aurelius bu eser yoluyla kendi kendiyle iletişim kurup Stoacılığın ilkelrini ruhunda canlı tutmayı, onları içsel aleminin daimi bir unsuru haline getirmeyi ve onlar sayesinde dünya karşısındaki tavrını ve davranışlarını belirlemeyi amaçlar.'' (Sayfa: 127)
*
LUCRETİUS, Ivano Dionigi:
*
Aklın Öncüsü:
*
''Otium'a (yani Epikouros'un ''gizli yaşa'' doktrini lathe biosas'a) önem veren ve religio'yu bütün kötülüklerin sebebi olarak gören Epikourosçuluğu savunan Lucretius'un Stoacılığın başkenti Roma'daki varlığı çığır açıcı bir rol oynar. Lucretius'un gayesi, iki temel günahı insanın ruhundan söküp atmaktır: bir tanesi aşk, siyaset veya ekonomi alanındaki sağlıksız hırs, diğeri tanrıların kültü ve öte dünya korkusu yoluyla insanın ruhunu ezen ölüm korkusudur.'' (Sayfa: 131)
*
Korkudan Kurtulma
*
Lucretius insanın ruhunu ölüm korkusundan ve dinin düğümlerinden kurtarmak için ''şeylerin sebebini tanımayı'' amaçlayan bir mesaj ilan eder. Demokritos ile Leukippos'un atomculuğundan ilham alan, ama hem büyük Platoncu ve Aristotalesçi geleneğe hem de popüler kültüre yabancı olan yeni Epikourosçu doktrinin temel noktaları şunlardır:
*
1) evrenin iki ilkesi cisimler ve boşluktur;
*
2) atomlar gerçekliğin tamamını oluşturan bileşenlerdir; katı ve ebedi olup maddenin yaratılmamışlığı ve yok olmazlığı ilkelerini temel ederler;
*
3) Lucretius'un icat ettiği clinamen, yani atomların, cisimlerin oluşumuna izin verecek ve kaderin zorunluluğunu ortadan kaldıracak şekilde yerçekimi gücünün sabitliğinden sonsuz küçük ve belirsiz sapması;
*
4) hayatın güçleri ile ölümün güçlerini dengede tutarak birbirine ters güdülerin dönüşümlü olarak birbirini izlemesine izin veren ve evreni mutlak felakete karşı koruyan ilk ve edebi fizik yasası olan izonomi;
*
5) dünyamızın ötesinde, evrende sonsuz dünyalar vardır. Bu yeni ve sonsuz dünyalarda tanrılar etkin bir role sahip değildir, sadece izleyicidirler, insan da merkezde yer almaz, bu atomik devinim içerisindeki sayısız andan ve fragmandan sadece biridir. (Sayfa: 132-134)

GÖRSEL: Bahçe resmi, Augustus'un karısı Lüvia'nın evinin güneye bakan kısa duvarı, I. yüzyıl, Roma, Museo Nazionale Romano. (Sayfa: 132-133)
*
KAYNAK: https://decomondo.blogspot.com/.../affreschi-della-villa...

Ratio ve Epikouros
*
Buradan hareketle insanmerkezli evren kavramı reddedilir, çünkü doğa kanunları ve her şeyi eşitleyen fiziğin üstünlüğü böyle bir fikri imkânsız hale getirir. Şiirin temel terimi olan ratio ''akıl,'' ''yöntem,'' ''açıklama,'' ''felsefi okul'' ve ''Epikourusçu doktrin'' gibi çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Lucretius Epikouros'u övüp onu dini yıkan ve sözleriyle insanların içindeki korkuyu ortadan kaldıran tanrılarla kıysalar. Lucretius tanrıları da evrenin başlangıcının ve yönetiminin dışında bırakır ve eski religio'ya alternatif olarak yeni, laik ve akılcı bir pietas'ı [görev, sadakat] ilan eder. (Sayfa: 134)
*
EPİKOUROS'A ÖVGÜ (Lucretius)
*
Göz göre göre sürünürken insan yaşamı
Ezici ağırlığı altında kör inançların,
Asık suratlı bağnazlık, göğün
Dört bir yanından kuşatmışken ölümlüleri,
İlk bir Yunanlı dirençle kafa tuttu,
İlk o dimdik durdu ve meydan okudu.
Ne şimşek yıldırdı onu, ne tanrı efsaneleri,
Ne göğün homurdanan öfkesi; hatta tam tersi
Mertliği pekişti bu engellerle ve o, ilk kez o,
Açmayı diledi doğa kapılarına vurulmuş kilidi.
Ve utku, güçlü ruhunun oldu sonunda.
Aştı ötelere doğru Dünya'nın alevli surlarını,
Ruhunda bir sonsuzluğu dolaştı.
Ve utkuyla döndüğünde, neyin oluşabileceğini
Anlattı bize, neyin doğamayacağını: her gücün
Bir sınırı olduğunu, geçilmez bir kalesi.
Böylece tepelendi bağnazlık, alındı ayak altına
Bizse utkuyla böylece yükseldik göklere.
*
DİPNOT: Lucretius, Evrenin Yapısı, çev: Turgut Uyar - Tomris Uyar. İyi Şeyler, İstanbul, 2000. (Sayfa: 139)

Makinelerin İnşa Edilmesi
*
GÖRSEL: Lucius Aebutius Faustus'un üzerinde tarım aletlerinin tasvir edildiği mezar steli, Roma, Museo della civilta romana. (Sayfa: 141)

GÖRSEL: Bir inşaat şantiyesinden bir sahne içeren kabartma, Roma, Palazzo Massimo alle Terme (Sayfa: 144)
*
''Almanların Roma'nın sınırlarını belirleme cüretini göstermesi üzerine Caesar Ren nehrini geçmeye karar verdiğinde, bu gibi durumlar için teknelerden mükemmel bir köprü inşa etme geleneğinin var olduğundan haberdardır, ama böyle bir çözümün Roma halkının itibarına uygun olmadığını düşünür. Köprü inşası pratik bir amaç gütmenin yanı sıra, Barbarların haberdar olmadığı bir teknoloji ve kültür standardını da simgeler. Caesar, nehrin genişliğinden, suların hızından ve derinliğinden kaynaklanan zorluklara rağmen sadece on gün içinde, machinationes'in [makine] yardımıyla bir köprü yaptırmaya karar verir; bu köprü Germenlerin topraklarında on sekiz gün kalır ve Caesar istediği etkiyi yarattığına karar vererek onu yok edip Galya'ya döner. Köprü, doğa kaynaklı bir engelin bulunduğu yerde bir yol oluşturarak bu bölgelerin Romalılaşması için gerekli olan yeni düzeni yaratır. Zaten Romalılar ile Barbarlar arasındaki fark, savaş makineleri inşa etme kabiliyetlerinde yatar. Dolayısıyla makineler, Roma'nın dünyada tesis ettiği düzeni gerçekleştirme araçlarından biridir.'' (Sayfa: 145)
*
İMPARATORLUK DÖNEMİNDE YUNAN FELSEFESİ:
*
''Siyasi ve sosyal temsil açısından kültürel çoğulculuk ile imparatorluk iktidarı ideolojisi bir arada yaşatılmaya çalışılır. Farklı uluslar, kültürler ve dinler arasında yayılmış olan Yunan geleneklerinin ortak noktası, Aynı zamanda felsefe düşüncesini algılama şeklinde uyum anlamına da gelen dilsel birliktir (koyne). Çeşitli okullardaki eğitim uygulamalarıyla bağlantılı olarak yorum şeklindeki felsefe türü ortaya çıkar: I ila IV. yüzyıllar arası, Platon ve Aristotales başta olmak üzere geçmişin geleneklerini yorumlar yoluyla orijinal bir şekilde geri kazanan filozoflar ve felsefeler giderek kabul görür.'' (Sayfa: 151)
*
Plotinos, Riccardo Chiaradonna:
*

GÖRSEL: Platinos'un Lahidi olarak bilinen lahitten bir felsefe sohbeti, 260-280, Vatikan, Museo Gregoriano Profano. (Sayfa: 154)

Yeni-Platonculuğun Doğuşu:
*
''Plotinos, antikçağ sonlarının en büyük filozofudur. Yeni-Platonculuk olarak bilinen ve III-VI. yüzyılları niteleyen felsefi akımın doğuşu genellikle ona atfedilir; ayrıca klasik felsefenin sonraki çağlara aktarımında Plotinos'un etkisi (bazen dolaylı olarak) büyük önem taşır.'' (Sayfa: 153)
*
Enneadlar
*
Porphyrios Plotinos'un yazılarını konularına göre düzenlemiş dokuzar yazılık (Enneadlar) altı grup halinde toplar. İlk Enneadlar ağırlıklı olarak etik, ikincisi fizik, üçüncüsü kozmoloji, dördüncüsü ruh, beşincisi zihin ve altıncısı anlaşılır olan ve Bir konulu yazılar içerir. Dolayısıyla Plotinos, Platon'la beraber, bütün yazıları günümüze ulaşmış olan tek antikçağ filozofudur. (Sayfa: 154)
*
Plotinos'un Mistik Yönü:
*
''Plotinos klasik felsefe mirasını son derece özgün bir şekilde ele alarak zihinselliği veya hakiki bilginin sebepleri inceleyen bilgi olması gibi merkezi yönlerini benimser. Ancak Plotinos eskilerin felsefesine yeni bir yapı kazandırır, çünkü düşüncesi tamamıyla metafiziğe yöneliktir; ayrıca Plotinos'un felsefi argümanlarıyla mistik deneyimleri arasında sıkı bağlar söz konusudur. Plotinos bu açıdan hem son büyük antikçağ filozofudur, hem de antikçağın son yüzyıllarını ve o Dünya'dan sonraki yüzyıllara geçişi niteleyen farklı bir duyarlılığı yansıtan ilk filozoftur. Plotinos ayrıca Aristotales'ten elde ettiği kavramları ve argümanları da uyarlayarak veya modifiye ederek kapsamlı şekilde kullanır. Platoncu bir filozof olmasına ve Aristotales'i eleştirmesin rağmen hem Aristotales'in hem de yorumcularının eserlerini derinlemesine tanır. Plotinos bu açıdan da kendinden önceki geleneğe kıyasla nemli bir değişime işaret eder ve Aristotales'in yeni-Platoncu yorumcuları tarafından geliştirilip ortaçağa aktarılacak olan felsefe için zemin hazırlar.'' (Sayfa: 167)
*
İmparatorluk ve İktidar İmgeleri, Claudia Guerrini:
GÖRSEL: Roma'nın kişileşmiş hali. Tunus'da ortaya çıkarılan mozaik. I-II. yüzyıl, New York, Brooklyn Museum. (Sayfa: 171)
Roma'nın hâkimiyetindeki dünyada sanat, sonsuz zenginlikte ve karmaşıklıkta bir mozai gibidir, çokyönlülüğü, çeşitli eyaletlerde önceden var olan kültürel ve figüratif geleneklere bağlıdır; ama eyaletlerde sanat aynı zamanda ortak bir dildir, imparatorluğun dört bir yanına dağılmış kolektif imgelerin ifadesidir ve Romalılaşmanın başarılı nir aracını teşkil eder. Askeri saldırganlık ve fethe karşı her türlü direncin bastırılması, Roma'nın emperyalist yayılmacılığının başlıca araçlarını teşkil eder; ancak siyasi istikrar elde edildikten sonra imparatorluğun bir bütün olarak sürdürülebilir olmasını temin eden asıl unsur, fethedilen toprakların tabi tutulduğu Romalılaşma sürecidir. * Meşrulaştırma ve Entegrasyon: * ''Romalılaşma nüanslarla dolu, karmaşık bir siyasi ve kültürel olgudur e yukarıdan tek bir meşrulaştırma modelinin dayatılmasını gerektirmeyip, etkili olmasını en büyük oranda, eyaletlerin seçkin sınıflarının işbirliğiyle yerel kurumsal biçimleri kendi idari mekanizmasına entegre etme, farklı dini gelenekleri hoşgörüyle karşılama, hatta yerel tanrılarla Roma pantheon'u arasında özdeşleştirmeler yoluyla senkretik kültlerin ortaya çıkışını teşvik etme ve son olarak, boyun eğdirilen halkların kültürel özelliklerine mümkün olduğu kadar saygı duyma yeteneğine borçludur.'' (Sayfa: 170)

İskenderiyeli Heron (Giovanni Di Pasquale):

GÖRSEL: İskenderiyeli Heron'un Mekanika'sından odometre. (Sayfa: 194)

''..pratik işlevlerden yoksun, sırf eğlence amaçlı makineler ve otomatlar inşa eden Heron, Automata [Otomat] adlı eserinde o dönemde büyük rağbet gören otomatik tiyatroları tasvir eder: Bağımsız doğrusal ve dairesel hareket kabiliyetine sahip olan bu tiyatrolar, gösterinin tamamı boyunca işlemeye devam edebiliyordu.'' (Sayfa: 193)
*
Antikçağın İşitsel Peyzajı, Maurizio Bettini:
*
Antikçağın insanının ses küresi, yani işitsel peyzajı nelerden oluşurdu.?
*
''Seneca, I. yüzyılda Pedo Albinovanus'un Sekstus Papinius'un üst katında oturduğunu anlatır; Papinius ''ışıktan kaçan'' biridir, yani sıradan gündelik faaliyetlerin hepsini gece gerçekleştirir, buna bağlı olarak çeşitli gürültüler de gece yaşanır. Bu gürültüleri duyan (ve muhtemelen bunlardan rahatsız olan) Pedo onları titizlikle kayıt altına almaya başlar: ''Gecenin üçüne doğru kırbaç sesi (flagellorum sonus) gelmeye başlar. Papinius'un ne yaptığını soruyorum, bana hesap tuttuğunu söylüyorlar.'' Roma'da hesap makinesi genelde ''beşeri bir cihaz,'' yani aynı zamanda kâtip işlevi gören bir köleden ibaret olduğundan, muhasebe işleri sırasında duyulan ses, hesap makinesinin tuşlarına basılınca çıkan ses değil, kırbaç sesidir. ''Saat altıya doğru,'' diye devam eder Pedo, ''heyecanlı bağırışlar (clamor concitatus) duyulur. Ne olduğunu soruyorum, ses alıştırmaları (vocem exercere) yaptığını söylüyorlar. Saat sekize doğru o tekerlek gürültüsünün (sonus rotarum) ne olduğunu soruyorum, arabayla evden ayrıldığını söylüyorlar'' (Ahlaki Mektuplar, 122, 16).'' (Sayfa: 203-204)

GÖRSEL: Elinde liri ve çevresinde hayvanlarla Orpheus, MÖ II. yüzyıl, taş, Roma, Musei Capitolini. (Sayfa: 206)
*
GEÇ ANTİKÇAĞDA FELSEFİ VE DİNİ GELENEKLER:
*
''Tanrılardan dolayı hayal kırıklığına uğramış insanlar arasında daha geniş kapsamlı bir dindarlık tezahür eder ve Dünya'nın evrensel bir ruhunun olduğu, hem yıldızlarda hem de yeryüzünde var olduğu ve bireysel ruhumuzun onun bir parçası olduğu düşünülür. Yeni-Platonculuk da bu kozmik dindarlık ruhu üzerine inşa edilecektir.
Ancak kuşkuculuğun ve geniş kapsamlı dindarlığın yanında üçüncü bir seçenek söz konusudur, o da mistisizmdir. Filozoflar en büyük meselelerde akılla desteklenen hiçbir hakikat sunamadıklarına göre geriye aklın ötesinde, doğrudan düşler ve kutsal bir vahiy yoluyla elde edilecek bir vahiy aramaktan başka bir şey kalmıyordu.
Dindar ruh psikolojisine göre inanmaya karar vermiş bir insan için bir tanrı bulmaktan daha kolay bir şey yoktur. Ama farklı bir inanç, başka bir inanç arandığı için, bu inancın ve bu vahyin, var oldukları taktirde, meçhul ve gizemli olmaları gerektiğini hissetmemeye imkân yoktur. Hellenistik mistisizmin özelliği budur: bir hakikat vardır, ama gizlidir. En yüce tanrı bilinemez.'' (Sayfa: 212)

GÖRSEL: Erotik bir sahnenin tasvir edildiği mozaik bir madalyon, I-III. yüzyıllar, Piazza Armerina, Villa Romana del Casale. (Sayfa: 218)
*
Ortodoksluktan Çoğulculuğa: Aziz Pavlus'un Mektupları ve Hıristiyanlığın Yorumlanması, Enrico Norelli:
*
Hıristiyanlığın Mesajı:

GÖRSEL: Aziz Pavlus, fresk, VI. yüzyıl, Aziz Pavlus'un Mağarası olarak bilinen mağara, Ephesos yakınları (Türkiye) (Sayfa: 222)

''Nasıralı İsa'nın hayatı ile III. yüzyıl arasındaki dönemde Hıristiyanlık özerk bir din olarak giderek gelişir. Filistinli bir Yahudi olan İsa'nın amacı yeni bir din yaratmak değil, kötülüğü yok ederek evreni değiştirecek olan tanrısal müdahaleyi beklerken İsrail'e Tanrı'nın mesajını ve İsa'nın kendi faaliyetleriyle oluşmaya başlayan ''krallığı''na dahil olma davetini iletmektir. Ne İsa'nın doğrudan müritleri ne de Tarsoslu Pavlus yeni bir din yaratmayı planlarlar: İsa'nın ölümünün ve dirilişinin geçmişte İsrail'in ayrıcalığı olan geleceğin bütün halklara açıldığı dönüm noktasına işaret ettiğine inanırlar.
Elimizdeki tarihi kaynaklara göre I. yüzyılın 20'li yıllarının sonuna doğru, bazılarına göre bir küçük zanaatkâr, bazılarına göreyse bir çiftçi, doğduğu bölge olan Celile ile muhtemelen İsrail topraklarına komşu birkaç bölgenin köylerini karizmatik gezgin faaliyetlerine dahil eder; büyük şehirlerden uzak durur, ama Yehuda'ya, Kudüs'e bir veya daha fazla sefer giderek Tapınak'ın yakında yıkılacağı kehanetinde bulunduğu anlatılır; aynı yıllarda başka Yahudi ''kâhinler'' de benzer bir kehanette bulunmuştur. İsa, o dönemde Yehuda'yı kontrolleri altında tutan Romalılar tarafından göz altına alınır ve muhtemelen 30 yılının Nisan ayında çarmıha gerildiği sanılır. Etrafında toplanan mürit grubu İsa'nın ölümünden sonra dağılır, ama sonra, utanç verici ölümüne rağmen, daha doğrusu ondan dolayı onu ve davasını yine de desteklemeye devam ettiğinden emin olarak yeniden toplanır.'' (Sayfa: 221)
*
''İsa'nın ölümünden sonraki ilk yıllarda bile Hıristiyanlığın farklı biçimleri söz konusudur. Çeşitli yazılarda İsa'nın ve kurtuluşu sağlama şeklinin farklı yorumları sunulur. Günümüze ulaşmış en eski İncil olan Markos'ta (y. 70) İsa'nın Mesihliğinin, mesihlerle ilgili tüm beklentilerin tersine, Çilesiyle ve ölümüyle, sonrasında da diriliş yoluyla Tanrı tarafından yüceltilmesiyle tezahür ettiği vurgulanır. Matta İncili'nde (70'ten sonra) İsa Yasaya uyar, ama Farisilerin yorumlarına karşı çıkar ve Yasa'nın radikalleşmesinden yanadır. Luka İncili'nde (muhtemelen I. yüzyıl sonu) İsa, Tanrı'nın artık herkese açık olan merhametini getirir.'' (Sayfa: 224)
*
KLEMENS İLE ORİGENES, Marco Di Branco:
*
Gnostisizme Karşı Saldırı
*
''İskenderiye, Gnostik doktrinlerin geliştirilip yayıldığı en önemli merkezdir. Ancak İskenderiye'nin Hıristiyanlığı içerisinde başka doktrin akımları da vardır ve şehir II. yüzyılın sonlarından itibaren Gnostisizme karşı bir saldırıya sahne olur; bu akımın başlıca temsilcileri arasında İskenderiyeli Klemens ve Origenes yer alır.'' (Sayfa: 227)
*
Doktrinin Temeli: Dünya'nın Ebediyetinden Apokatastasis'e
*
Origenes'in düşüncesinin en temel unsuru, Platonculuktan ilham aldığı belli olan, duyusal dünya ile anlaşılır dünya arasındaki ayrımdır. Dolayısıyla Hıristiyanların görevi, duyular yoluyla algıladıkları hakikat düzeyinden ruhsal hakikat düzeyine yükselmektir. Kurtuluş az sayıda kişinin elde edebileceği bir şey değildir, bütün halklara ve bütün sınıflara açıktır: ancak bilgiye dayalı rasyonel inanç, basit insanların o kadar sağlam olmayan, Tanrı sevgisinden ziyade Tanrı korkusundan kaynaklanması mümkün olan ve ilahi gizemleri keşfetme amacı taşımayan inancından üstündür. (Sayfa: 230)

GÖRSEL: Romalı lejyoner kılığında Anubis, I-II. yüzyıllar, İskenderiye, Kom esh-Shuqaka katakombları. (Sayfa: 229)

EİRENAİOS VE TERTULLİANOS, Federice Caldera:
*
Tanrı'yı Bilmek:
*
''Eirenaios, Tanrı'nın başkalığını ve aşkınlığını eksiltmeden ve yaratılmamış yaratıcı Tanrı ile yaratılmış ve hata yapmaya eğilimli, her şeyini kendisini yaratandan alan insan arasındaki köklü ayrımı kabul ederken, insanın Tanrı'yı bilmesinin mümkün olduğunu ve bu imkânın Tanrı'nın insana beslediği sevginin doğrudan sonucu olduğunu söyleyerek Gnostiklerin argümanlarını çürütür.'' (Sayfa: 234)
*
CORPUS HERÖETİCUM, Umberto Eco:
*
Corpus'un Temeli:
*
Corpus Hermeticum terimiyle I. yüzyıldan itibaren farklı zamanlarda ve farklı yazarlar tarafından yazılmış ve VI ile IX. yüzyıl arasında derlenip sistematik hale getirilmiş, felsefe-din konulu yazılardan oluşan bir derleme kastedilir. Eser adını tanrı Hermes'ten alır.
Yunanlar Mısır tanrısı Thoth'a Hermes derlerdi (Romalılara göre Mercurius). Bu tanrı Platon'un Phaidros'unda yazının mucidi olarak geçer. Ay'la özdeşleştirilen Toth'a, Orta ve Aşağı Mısır'da zaman ölçüsünün tanrısı olarak tapılır. Osiris mitlerinde Thoth onun kâtibidir, dolayısıyla yazının ve dilin mucidi olarak nitelenir. Sonradan büyü, astronomi, astroloji ve simyanın da mucidi olarak bilinecektir. Yer altı dünyasında Thoth, Dante'nin Minos'una benzer şekilde, hükümleri tabletlere yazar. (Sayfa: 242)

GÖRSEL: Ptolemaios ve Hermes oldukları belirtilen iki filozofun tartışması, gümüş plaka, muhtemelen VI. yüzyıl, Malibu, J. Paul Getty Museum. (Sayfa: 243)
*
Hermes Trismegistos
*
NOUS'UN TEZAHÜRÜ
*
Corpus Hermeticum


Corpus Hermeticum'un bütün eserlerinde görüldüğü üzere, bu meinde de Platoncu ve yeni-Platoncu, Stoacı, Mısır'dan ve Kıtabı Mukaddesten alınma ve Gnostik temalar iç içe geçmiştir. Hermes'in yaşadığı, neredeyse bir rüya gibi tanımlanabilecek bir düş veya zihinsel yükselişte, karşısında her şeyin ilahi bilgisine sahip olan nous [zihin] çıkar. Nous, Hermes'i aklının anlayabileceği ve muhafaza edebileceği şeylerin açıklanmasına hazırlar; bu tezahür söylemsel bir süreç değil de, mistik ve ''sonsuz bir düş'' yoluyla gerçekleşir. Poimandres kozmogonisinde nous-Baba'dan doğan ışıltılı ve ruhsal logos (Tanrı'nın oğlu) ile maddi ilkenin karanlığı arasındaki çarpışmayı, maddi ilkenin ilahi logos'un ışığına nasıl yenildiğini tarif eder. Bu bölüm, Corpus'u oluşturan on yedi ''konuşma''dan biri olan Poimandres'in başından alınmıştır.
*
Zihinsel düş
*
Bir gün varlıklar üzerine düşünmeye koyulduğumda ve aklım yükselip duygularım da ağır bir yemek sonrası veya bedensel yorgunluk sonucunda derin uykuya dalanlarda olduğu gibi engellendiğinde, devasa boyutlarda, sonsuz büyüklükte bir varlık görür gibi oldum ve bu varlık bana adımla seslenip ''Ne duymak ve görmek istiyorsun.? Düşünce yoluyla ne öğrenmek, ne bilmek istiyorsun.?'' diye sordu.
*
Nous
*
Ben de ona, ''Kimsin sen.?'' diye sordum. ''Ben Poimandres'im, hakiki ve mutlak nous'um. Ne istediğini billiyorum, seninle her yerdeyim,'' dedi o.
*
Nous'un dönüşümü
*
Ben de ''Varlıkları öğrenmek ve doğayı anlamak, Tanrı'yı bilmek istiyorum. Bunları dinlemeyi çok isterdim.!'' dedim. O da, ''Öğrenmek istediğin her şeyi zihninde muhafaza edersen sana onları öğreteceğim,'' diye cevap verdi.
Böyle dedikten sonra görünümü değişti ve bir anda her şey bana açıkça göründü ve sonsuz bir düş gördüm, çünkü her şey aynı anda hem huzurlu hem de sevinçli bir ışığa dönüştü, ben de ona bakarken ona aşık oldum. Bir süre sonra korkunç ve dehşet verici bir karanlık çökmeye başladı, baş döndürücü bir sarmal şeklinde dönüyordu ve gördüğüm kadarıyla bir yılana benziyordu. Bu karanlık bir tür nemli doğaya dönüştü, kelimelerle anlatılamayacak derecede sıkıntılıydı, içinden ateşten yükselir gibi duman yayılıyordu, derken çok hüzünlü ama tarif edilemez bir ses duyuldu. Ateşten bir sese benzetebileceğim bu sesten, anlaşılmaz bir çığlık yükseldi.
*
Poimandres'in açıklaması
*
O ışıktan yayılan kutsal bir Logos doğayı örttü ve yukarılardaki nemli doğadan saf bir ateş ortaya çıktı; aynı anda hem hafif hem de canlı ve aktifti; hava da hafif olduğundan o nefesle birleşerek topraktan ve sudan ateşe kadar yükseldi, ona asılı gibi duruyordu. Toprak ve su, oldukları yerde kaldılar, birleşik haldeydiler, toprağı sudan ayırt etmek imkânsızdı; onları hareket halinde tutan, kulağımla algıladığım kadarıyla, üzerlerini kaplayan ruhsal Logos'tu. Poimandres şöyle dedi: ''Bu düşün ne anlama geldiğini anladın mı.?'' Ben de, ''Anlayacağım,'' dedim. O ışık şöyle dedi: ''Ben Nous'um, senin Tanrı'nım, karanlıktan ortaya çıkan nemli doğadan önce ben vardım. Nous'tan ortaya çıkan ışıltılı Logos da Tanrı'nın oğlu.'' ''Bu nasıl oluyor.?'' diye sordum ben. ''Böyle anla ve bil; senin gördüklerin ve duydukların, Tanrı'nın Kelam'ı, Nous da Tanrı Baba: onlar birbirlerinden ayrı değiller, bir olmaları hayatın kendisi.'' (Sayfa: 249-250)
*
AUGUSTİNUS, Massimo Parodi:
*
Augustinus'un Düşüncesi: Sonu Gelmeyen Bir Arayış:

GÖRSEL: Laterano Ustası'na ait Aziz Augustinus, Laterano Sarayı'nın Kütüphanesinin harabeleri, VI. yüzyıl, Roma, Scala Santa. (Sayfa: 266)

''Augustinus'un akıl ile inanç araçları arasındaki bocalaması otobiyografik anlatımında da önemli bir rol oynar. İnanç, derinlemesine incelemeyi ve akıl üzerine kurulu kapsamlı bir anlayışa dahil edilmeyi gerektirirken, akıl kendi başına sağlayamayacağı olasılıkları ve önsezileri inançta bulur. Hakikat arayışının varoluşsal olaylardan ayrılamaz bir güzergâh olduğuna inanan Augustinus'un teorik önerisi ve felsefi akıl yürütmeleri de genel anlamda onları geliştiren özneden hiçbir zaman bağımsız olarak düşünülemez: ara sıra nihai gibi görünen sonuçlar da farklı bakış açılarından incelendiğinde yeni sorunlar ve yeni sorular sunar ve yeni inceleme konuları haline gelir ve böylece her daim yeniden tartışma konusu olur.'' (Sayfa: 265)
*
İtiraflar: Otobiyografik bir eser:
*
''Klasik eserlerinden ola İtiraflar, Augustinus'un en çok okunan eseridir, olağanüstü bir şekilde aynı anda hem otobiyografik bir anlatımı, hem kültürel ve dini gelişim deneyimini hem de yazarın içselliğinin ayrıntılı incelenmesini sunmayı başaran bir eserdir.'' (Sayfa: 267)
*
Diyaloglar ve Felsefi Eserleri:
*
''Augustinus'un Hıristiyanlığı kabul etmesine neden olan belirleyici olay İtiraflar'ın sekizinci kitabında anlatılmıştır: dünyevi arzularını gerçekleştirme isteği ile Hıristiyan inancına giderek artan bağlılığı arasında kalan Augustinus düşüncelere dalmış bir halde bir bahçede dolaşırken bir sesin ona tolle, lege (''al,oku'') dediğini duyar. Üzerinde düşündüğü Aziz Pavlus'un mektuplarını rastgele bir sayfada açınca Pavlus'un insanları bedensel zevklerden vazgeçmeye ve İsa'nın öğretilerini izlemeye teşvik ettiğini okur.'' (Sayfa: 269)
*
Augustinus ve Zaman Meselesi:
*
''İtiraflar'ın XI. kitabı zaman konusunda felsefe tarihinin belki de en ünlü düşüncelerini içerir: ''Nedir peki zaman.? Bu soruyu bana kimse sormazsa, cevabını biliyorum; ama bu soruyu soracak birisine anlatmam gerekse, cevabını bilmiyorum'' (XI, 14.17)'' (Sayfa: 278)
*
Tarihe Meydan Okuyan Bir Piskopos:
*
''Klasik Dünya'nın gözüyle tarih, uygarlık ve kültürle özdeşleştirilen Roma 24 Ağustos 410 tarihinde Alarik komutasındaki bir ordu tarafından yağmalanır, yakılıp yıkılır. Bu haberin imparatorluğun dört bir tarafına ulaşması ne kadar zaman almıştır, belli değil, ama hayal edebileceğimizden çok daha yıkıcı bir etki yaratmış olacağı bellidir. Ağustos 410'da sadece tarihi bir çağ değil tarihin kendi sona ermiş, sadece bir uygarlık değil, uygarlığın kendi çökmüş, bir siyaset, bir ekonomi, bir kültür değil, siyasetin, ekonominin, kültürün kendi altüst olmuştur. Kilise Babası Aziz Hieronymos mektuplarından birinde ''Roma da ölecekse, güvenebileceğimiz ne kalıyor geriye.?'' diye sorar.'' (Sayfa: 284)
*
''Gotlar Roma'yı yağmalar, Vandallar Hippo'ya yaklaşırken, Roma uygarlığı tamamıyla ortadan kalkacak gibi görünüyorken ve Hıristiyanlık kurtuluşun son dayanak noktası gibi dururken, Augustinus iradesinin gücüne güvenerek topluma rehberlik etmeye karar verir ve müminlere şüphe değil kesin kavramlar sunar.'' (Sayfa: 287)
*
Dünya bir Kitaptır: Ortaçağda Sembolizm ve Alegorizm, Umberto Eco:


GÖRSEL: Bir Hayvan Kitabı'ndan timsah ve hydra, XIII. yüzyıl, Londra, British Library (Sayfa: 290)
*
GÖRSEL: İki inzivacı keşiş ve hayvanlar, Oppianus'un Cynegetica eserinden bir minyatür, XI. yüzyıl, Venedik, Biblioteca Nazionale Marciana (Sayfa: 291)

Düz Dünya, Dünya'nın Diğer Tarafı ve Küresel Dünya, Umberto Eco
*
Düz Dünya Konusunda Hipotezler:
*
Dünyanın hangi şekle sahip olduğu konusunda düşünülmeye başlandığında antikçağ insanlarının Dünya'nın disk şeklinde olduğunu düşünmesi oldukça gerçekçiydi. Homeros'a göre bu diskin etrafı okyanusla çevrili, üzeri de gökyüzüyle kaplıydı, Sokrates öncesi filozoflardan günümüze ulaşan, bazıları çelişkili olan fragmanlara bakılırsa da Thales'e göre dünya yassı bir diskti; Anaksimandros'a göre silindir şeklindeydi, Anaksimenes ise bir tür basınçlı hava yastığı üzerinde yüzen, etrafı okyanusla çevrili yassı bir yüzeyden söz eder. Bir tek Parmenides'in Dünya'nın küre şeklinde olduğunu sezdiği anlaşılır. Pythagoras da küresel yapı fikrine mistik-matematik sebeplerle ulaşmıştır.
Dünya'nın yuvarlak olduğuna dair sonradan getirilen kanıtlar ise, Platon'un ve Aristotales'in metinlerinden görüldüğü üzere, tecrübi gözlemlere dayalıydı. Demokritus ile Epikouros, Dünya'nın küresel bir şekle sahip olduğu konusunda kuşkuludur, Lucretius da Dünya'nın diğer tarafının varlığını reddeder, ama Dünya'nın küre şeklinde olması antikçağ boyunca genel olarak bir daha tartışma konusu olmaz. Ptolemaios da Dünya'nın küre şeklinde olduğunu biliyordu elbet, yoksa onu üç yüz altmış meridyen derecesine bölemezdi, Eartosthenes de biliyor olmalıydı çünkü MÖ III. yüzyılda bile meridyenin uzunluğunu gerçeğe yakın şekilde hesaplamış, bunun için Güneş'in yaz gündönümünde, aralarındaki mesafenin bilindiği İskenderiye ve Syene (günümüzde Assuan) şehirlerinde, kuyuların dibinde yansıdığı zaman farklı açısını göz önüne almıştı. (Sayfa: 344)
*
Tarihi Bir Hatanın Kaynağı:
*
''..Lactantius gibi IV. yüzyılda yaşamış Hıristiyan bir yazarın [İlahi Kurumlar] adlı eserinde, hem Kitabı Mukaddes'te evren bir tapınağa, dolayısıyla da bir dörtgene benzetildiğinden hem de insanların baş aşağı yürümesi gerekeceği Dünya'nın diğer tarafının varlığını kabul edemediğinden Dünya'nın yuvarlak olduğunu öne süren pagan teorilere karşı çıktığı vurgulanır.'' (Sayfa: 345)

GÖRSEL: T-şekilli dünya haritası, Sevillalı İsidorus'un ms Royal 12 F. IV, f. 135V elyazmasından alınma, y. 1175, parşömen, Londra, British Library. (Sayfa: 347)

Mikis Theodorakis (Μίκης Θεοδωράκης) - Yapayalnız Kalacaksın Gecenin Ortasında (Yaşamım ve Müziğim) (Türkçesi: Ahmet Cemal)

  ANILARIMIN TÜRKÇE BASIMI İÇİN * --------------MİKİS THEODORAKİS * Anılarımın Türkçeye çevrilen ilk cildine önsöz yazmaktan büyük sevinç du...