İKİNCİ BASIMIN ÖNSÖZÜ:
*
''..ülkemizde dilimize karşı ne denli yaygın bir ilginin bulunduğu anlaşıldı. İlk çalışmaya karşı, ilginin yanında, büyük bir tepkinin de yeralması pek şaşırtıcı olmadı. Yaşamı süresince başkalarının çalışmalarını derleyip toplamakla, başkalarının emeklerini sömürmekle bilgin geçinen kimi dilcilerimizin olumsuz s*ldırılarından ürkmedik, uyguladığımız özel araştırma yöntemimizi sürdürdük. Başkalarının çalışmalarından yararlanmakla birlikte onlara bağlı kalmadık, kendi kişisel düşüncelerimize dayalı yorumlarımızı sergilemekle yetindik. Dil gibi çok karmaşık bir sorunlar alanında belli yetkelere bağlanmak, boyuna başkalarının izinden giderek kişisel görüş bildirmekten kaçınmak verimli bir tutum değildir. Türk dilinin kökenlerini araştırmanın birinci koşulu sağlıklı bir dil felsefesi bilgisi edinmek, bu felsefenin ışığında yürümeyi bilmek, araştırılan sorunlara bu felsefenin yöntemiyle yaklaşmaktır. Dil alanında sağlam bir felsefe bilgisi olmayan kimsenin araştırmaları ne denli kapsamlı, verimli olursa olsun doyurucu içerikten yoksun kalır. Bir topluluğun dilinde, o topluluğun yaşama anlayışını, yaşama biçimini, olaylara, doğaya bakışını yansıtmayan sözcüklerin hepsi yabancı kökenlidir, bunda kimsenin kuşkusu olmasın. Kavramlarını üretirken somuttan soyuta yönelmeyi başaramayan bir toplumun dilinde, soyut varlıkları içeren sözcüklerin bulunması bir olasılıktan öteye geçemez. Bir sözcük kavrama dönüşürken, onu konuşan topluluğun düşünce alanında sağlıklı bir yer edinmesi gerekir. Bir toplumun düşünce ortamında bulunmayan şeyin kavramı da yoktur. Kavramlar düşünsel içeriklerin taşıyıcısıdır. Türk dili, tarihi boyunca hep yabancı uzmanların ilgisini çekmiş, onların verimli bir çalışma alanı durumuna gelmiştir. Dahası, Osmanlı döneminde Türk diline ''Türk dili bile denmemiş, yakıştırma bir ''Osmanlı'' sözcüğüyle yetinilmiştir. Yüzyıldan bu yana Türk diliyle ilgili çalışmaları sürdüren Türk kökenli uzmanların çoğu da Türkiye dışından gelmiştir. Bu kişilerin ''Türk Dili'nden anladıkları da çokluk Orta Asya Türkçesidir. Orta Asya Türk'ü somutu düşünen, soyuttan kaçınan bir varlıktır. Bu, onun, tanrılarını bile ''yer tanrı'', ''gök tanrı'', ''su tanrı'' diye adlandırmasında görülen nesnelleştirmeden anlaşılabilir. Asya Türkünün düşünsel evreninde soyut bir tanrı yoktur demek. İşte bu çıplak gerçeği kavrayabilmek için felsefe öğreniminden geçmek gerekir. Bu nedenle dilcinin bilge olması kaçınılmazdır, dilin gerçeğini ancak, bilge dilci kavrayabilir kanısındayız.'' (..) ''Türk dilinin kökenbilim sözlüğünün eksiksiz olarak ortaya konması, önceleyin Türk düşüncesinin kaynağını, gelişim aşamalarını, içeriğini bilmeyi gerektirir. Türk insanı hangi koşullar altında doğaya yönelmiş, hangi ilkelere göre yaşamını biçimlendirmiş, hangi kurallara dayanarak çevresini kuşatan nesnel varlıkları adlandırmıştır.? Bu soruların yanıtını, felsefe ışığından yararlanamayan bir bilginin, bir uzmanın bulması olanaksızdır. (..) ''Bir sözcüğün yapısına ses düzenine bakarak Türkçe olup olmadığını söylemek kolaydır, güç olan sözcüğün kavrama dönüşürken oluşan içeriğini açıklamaktır. Yabancı bilgin, sözcüğün dış görünüşüne bakarak yargısını verirken, kavramsal içeriğin özelliğini gözden kaçırıyor, daha açığı düşünemiyor.'' (Sayfa: V-VI)
*
''Bir dilci birçok başka dil bilebilir, bu durum kendi dilinin anlamsal içeriğini kavramaya yetmez, o dilde düşünmek, o dilde düşünsel bir ortam oluşturmak temel koşuldur. Bir dilde konuşup yazmak o dili bilmek değildir, önemli olan o dille düşünmek, üretmek, düşünsel bir alan yaratmaktır. (..) Dilin yüzeysel özelliklerine bakarak kökenine inmeye çalışmak yanıltıcıdır, saptırıcıdır. Kökte bulunmayan anlamı, sözcükte aramak da dil bilincinden yoksunluk demektir.'' (Sayfa: VIII)
BİRİNCİ BASIMIN ÖNSÖZÜ:
*
Türk dilinin oluşma çağını, gelişme aşamalarını kesin olarak açıklamak, bundan bilimsel sonuçlar çıkarmak kolay değildir. Bu güçlük, önce ''Türk'' sözcüğünün yeni olmasından, ilk kez 8. yüzyılda Orkun Yazıtları'nda görülmesinden, sonra bu adı alan ulusun tarihi boyunca belli bir yerde değil de çok dağınık ülkelerde, birbirinden uzak bölgelerde yaşamasından kaynaklanır. Kimi tarihçilere göre Türk topluluğu, Orta Asya'da İÖ. 3000 dolaylarında vardı, düzenli bir yaşama biçimi, uyumlu bir topluluk içinde varlığını sürdürüyordu. Ancak, böylesine eskilere giden görüşlere karşın, elimizde bulunan yazılı kaynaklar, yazıyla saptanan belgeler ''Türk'' sözcüğünü 8. yüzyıldan öteye götüremiyor pek. Türk adıyla anılan topluluğun Orta Asya çıkışlı olduğu savı benimsendiğine, Orta Asya'da da çok eski çağlarda insanların yaşadıkları, kazıbilim verilerinden, insanbilim (antropoloji) buluntularından anlaşıldığına göre epey eski olması gerekir. Yine de, bugün bu eksikliğe dayanılarak, Türk dilinin beşbin yıllık bir geçmişi olduğu kanıtlar-belgeler gösterilerek saptanamaz. Dil bakımından saptanması da gerekli değildir. Bir insan topluluğu yaşadığına göre dilinin bulunması da gereklidir, dilsiz bir topluluk düşünme olanağı yoktur. Bu durum yalnızca Türk dili konusunda geçerli değildir, çağımızda yaşayan ulusların çoğunda böyledir. Bugün kimse çıkıp beşbin yıl eskiye giden bir Latincenin, bir Grekçenin varlığından sözedemez, elde böyle bir savı güçlendirecek belge yoktur (yazılı olarak). Buna yazının yeniliği engeldir. Dilin ayakta durmasını, yaşamasını, yayılmasını sağlayan yazıdır. Yazının kullanılmadığı yerde dilin çok dar sınırlar içinde kaldığı, geçerliliğini uzun boylu sürdüremediği açıktır. Bugün Sümer, Akad, Kopt, Çin, Hind, Hitit bg. eski toplulukların dillerinden sözedilebiliyorsa yazıya dayanıldığı tartışma götürmez. Yazıya dayanmadan günümüze kalan bir ilkçağ dili yoktur. Bir deneme olmaktan öteye geçemeyen bu çalışmamızda tek dayanağımız yazılı belgelerdir. Yazıyla saptanmayan, belgelenmeyen görüşlere yer vermedik, vermeyi de gereksiz bulduk. Dil insanla, insan dille vardır, ancak dili yaşatan, geçmişten geleceğe taşıyan yazıdır.
*
Türk dili üzerine çalışan bilginlerin ortaya attıkları değişik görüşlere göre, Türk dilinin kaynağı Orta Asya'dır, Türk insanı oradan çıkmış, dört yana yayılmıştır. Bu yayılma, daha çok, doğudan batıya doğru gerçekleşmiştir. Bilginler bu tarih olayına dayanarak, Türkçenin çok değişik öbekler oluşturduğunu, bunun da sonradan yerleşilen yerlerle bağlantılı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Bugün, elimizde bulunan yayınlara göre, kırkın üstünde Türk dili öbeği vardır. Büyüklü küçüklü birimler oluşturan bu öbeklerin kimi ayrı bir dil niteliğine bürünmüş gibidir (Çavuş, Yakut, Kırgız bg.). Bu değişik öbekleri anlamak, açıklamak yalnızca konuyla ilgilenen uzmanların işidir artık. Günümüzde Asya Türkçesi, Anadolu Türkçesi (bütün komşu ağızlarla bütünlük içinde) diyebileceğimiz iki büyük öbek vardır. Buna daha geniş anlamda, Doğu Türkçesi-Batı Türkçesi diyenler de vardır. Biz, burada, bu öbekler üzerinde durmadık, o ayrı bir araştırma alanıdır. Bizi ilgilendiren, daha çok, ''Türk dili''nden anladığımızdır. Çalışmamızda eski Türkçe (es. tr.) diye nitelediğimiz Orta Asya Türkçesidir, onun gelişim çizgisinde yürüyen Asya öbekleridir.
*
Çalışmamızda, kendimize göre, bir yöntem uygulayarak, iki ilke benimsedik. A- doğal varlıkların çıkardığı seslerden kurulu sözcükler (Türkçe sözcükler). B- baaşka dillerden Türkçeye geçerek değişen ya da olduğu gibi kalan sözcükler (yabancı kaynaklı sözcükler). Birinci bölüme girenler kışkırtmak, böğürmek, uğuldamak, çağlamak, çınlamak bg. sözcüklerdir. Bu tür sözcüklerin açıklanışında, başka bir görüşü benimseyenlerin izini sürmediğimiz gibi kaynak arama gereğini de duymadık. İkinci bölüme girenler ise nereden geldiği çok açıkça bilinen sözcüklerdir. Sözgelişi mendil, kalem, defter, destek, fener, lamba, günlük, kâse, çekiç bg. Bunlar için de kaynak arama gereğini duymadık. Bugün kimse çıkıp kalas, damacana, kandil, iskemle, iskelet gibi sözcüklerin açıklanışında araştırıcıyı kaynak gösterme gereğinde bırakmaz. Araştırıcı bu sözcüklerin geldiği dilleri biliyorsa, başkalarının tanıklığına başvurması işi uzatmaktan öte bir anlam taşımaz. Farsa bilen bir kimse duvar, dost, düşman, ney, şamdan sözcüklerinin Türkçeye nereden geldiğini anlamakta güçlük çekmez. Ancak, bu sözcüklerin kaynağını araştırma gereği duyulursa, o da Farsçanın kökenini konu edinenin işidir. (Sayfa: XI-XII)
*
''8. yüzyıldan beri islamlaşmaya başlayan Türk toplumu, özellikle İran, Anadolu bölgelerinde ski dilini atarak Arap, Fars dillerinden sözcükler almayı hızlandırmıştır. Selçuklu döneminde Farsça, Osmanlı döneminde Arapça Türk diline yeğlenerek başat duruma getirilmiş, kimi padişahların da aralarında bulunduğu yazarlar-ozanlar Türk dilini beğenmemek şöyle dursun kötülemekten bile geri kalmamışlardır. Sözgelişi İkinci Bayezid bir şiirinde:
*
Değme etrak ne bilsün gam-ı aşkı Adli
Sırr-ı aşk anlamağa haylice idrâk gerek
*
diyerek Türkleri (etrak) yermekten kaçınmamıştır. Atayi de:
*
Ser-efraz itmese ilmin tâcı
Türk'ün asılmak olur mi'raci
*
diyerek Türk'ü küçümsemiştir. Sûzî Çelebi ise:
*
Bıçağ irdi sünüge Türk elinden
Koyunun sorma halin gürk elinden
*
dizeleriyle düşüncesini açıklamıştır. Öte yandan Sünbülzade Vehbi:
*
Fârisiden Arabiden iki şehbâl gerek
Tâ ki pervâz-i bülend eyleye anka-yi sühan
*
diyerek şiirde derin anlam bulmanın ancak Arapça-Farsça ile olabileceği düşüncesini sergilemiştir. Hoca Sadeddin Efendi de bu görüşü benimsemiştir:
*
Bâşına tâc aldı çıkdı ol pelid
İtdi bî-idrak Etrakı mürid
*
dizeleriyle Türk'ün anlayışsız, görüşsüz olduğunu vurgulamıştır. Bu örnekleri istediğimiz gibi çoğaltabiliriz. Oysa bu olumsuz tutumun ne denli tutarsız bir sonuç doğuracağını önceden gören Âşık Paşa:
*
Türk diline kimsene bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
İnce yolı ol ulu menzilleri
*
dizeleriyle sergilemekten kendini alamamıştı. 16. yüzyılın başlarında yaşayan Mesihi bu durumu görerek:
*
Mesihi gökden insan sana yer yok
Yüri var gel Arab'dan ya Acem'den
*
dizeleriyle kanısını açıklamıştır. Türk'ün, Türk dilinin böyle küçümsenmesi, yerilmesi, üzerinde durulmaya değer bir konudur. Bunda İslam dinine girmenin yarattığı eğilim açıklığa kavuşmuştur. Nitekim birçok Türk ozanının Arap kökenli olmakla övündüğünü biliyoruz. Ozanlar, Türkçe yazmanın, şiir düzmenin güçlüğünü, anlamsızlığını söyleyerek Arap-Acem dillerine yönelmekte yarar görmüşlerdir, bunu açıklamakta da bir sakınca olmadığını ileri sürmüşlerdir. Anadolu Türkçesinde, özellikle 13. yüzyılda, Türk diline karşı çıkılmış, Mevlânâ neredeyse yüzaltmışbini aşkın dizesinde hep Farsçayı yeğlemiştir. Onun şiirlerinde geçen Türkçe dizeler bir iki dörtlükten öteye geçmez. Bu durumu gören Karamanoğlu Mehmed Beğ işe elkoyup bütün yönetim kurumlarında Türkçe konuşulmasını, yazılmasını bir buyrultu ile yasallaştırmıştır..'' (Sayfa: XVII-XVIII)