Aziz Antoinus mağarasının girişi, IV. yüzyıl, Mısır, Aziz Antonius Manastırı (Sayfa: 441) * Görsel ''Saint Antonius Cave'' şekilinde arandığında bulunabiliyor.
Cuma Camii'nin sarmal minaresi, 830-852 Samarra (Irak) (Sayfa: 447)
Tıp: Beden, Sağlık ve Tedaviyle İlgili Bilgiler * Hıristiyanlıkta Beden, Sağlık ve Hastalıklar, Maria Conforti: * Galenos:
''Roma İmparatorluğu döneminde (I-II. yüzyıl) tıp araştırmaları yürüten, ama Yunan asıllı olup Yunan eğitimi almış olan Galenos, dört sıvı teorisinin tam olarak açıklayamadığı, çoğalma, duyusallık ve düşünce gibi bazı işlevleri açıklamak için pneuma veya eter adı altında görünmeyen varlıklar ortaya atar. Ruh tarafından özümsenebilen eterin varlığı ve Galenos’un felsefe ve biyoloji sistemlerinin teleolojik ve belli bir amaca yönelik karakterinde belirgin olarak sergilenen Aristotelesçilik, bu tıp teorilerinin Hıristiyan olsun, Arap olsun, dini yönleri güçlü olan sonraki kültürler tarafından benimsenmesini kolaylaştırır. Ama antik kültürün varlığının hissedildiği tek alan teori değildir; tıbbi uygulamalar da yüzyıllar boyunca antik geleneklere dayanmaya devam eder. Terapi geleneklerinin sürekliliğinden veya antikçağdan ortaçağa geçiş döneminde iyileşme amaçlı ibadethanelerde süreksizliğe veya terk edilmiş olduklarına dair herhangi bir işaret olmamasından anlaşıldığı üzere, antikçağdan kalma tedavi yerleri ve yöntemleri yaygın olarak kullanılmaya devam eder: Roma’daki Tiberina Adası bunun en ünlü örneklerinden biridir.'' (Sayfa: 484) * Tıp ve ahlak: * Çilecilik ayrıca antik antropolojinin temel taşlarından birini, yani erkek bedeniyle kadın bedeni arasındaki temel farkı görmezden gelme, hatta tersyüz etme eğilimini içerir. Vücut sıvılarına dayanan tıp, ısı ve ateşin hâkim olduğu erkeğin üstünlüğüne, soğuk ve nemin baskın olduğu kadının da erkeğe göre ikincil durumda olmasına dayalıdır. Bu değişim, antikçağ modelinin inkâr edildiğini veya en azından cinsiyetler arasındaki ilişkinin Bakire Meryem Ana’nın ve İsa’nın annesinin eriştiği üstünlük ışığında yeniden yorumlandığı anlamına gelir. Doğuda erkeklere ait manastırlarda öne sürülen ve dini statünün işareti olan bekârlığın genel anlamda benimsenmesiyle kök salan ve yayılan model, erkeklerin “iktidarsızlaştırılmasını” ortaya atar, dolayısıyla kendini yemekten ve cinsel ilişkiden mahrum bırakmaya alıştıran erkekler, antik tıbba göre kendi ısılarının kaynağı olan şeylerden gönüllü olarak yoksun kalmış olur. Öte yandan “yapım aşamasında” olan Hıristiyan ahlakı, yok edilemeyen cinsel arzuya “çözüm” olarak evliliği tavsiye ederek, oruç ile irade uygulamalarını kontrol altına alarak veya geliştirerek ve vaizliğin sınırlarını ile kontrol mekanizmalarını tanımlayarak tıbbi etkenlerden geniş ölçüde yararlanır.'' (Sayfa: 485)
Tedavi Alanı ve Hayır İşleri: Geç Antikçağdan * Ortaçağa Hastalara Yardım Geleneği, Maria Conforti:
Erken ortaçağ, antik şehirlerin ideal dünyasında var olmayan “yoksul” figürünün ve ona bağlı olarak, gelişmekte olan Hıristiyan doktrinine zamanla nüfuz eden, en zayıf olanlara sunulması gereken yardım olan caritas kavramının ortaya çıkışına tanık olur. Bu olguya örnek olarak, VI. yüzyıla doğru Doğu Roma İmparatorluğunda hastane kurumu ortaya çıkar; hastaneler, Batıda olduğu üzere, sadece yoksullar ve gezginler için bir bakımevi değil, teşhis ve terapi alanında yardım sunabilen, kısmen uzmanlaşmış yapılardı. * Bizans hastaneleri: * Toplumun en zayıf üyelerine, dolayısıyla da hastalara sunulan yardım anlamına gelen caritas doktrininin ele alınıp uygulanması, Hıristiyanlığın yayılmasına güçlü bir katkıda bulunan yeni bir doktrindir. Antik şehirlerin ideal dünyasında var olmayan “yoksul” figürünün ortaya çıkışı ve ayrıntılı bir şekilde tanımlanması, geç antikçağın siyasi, sivil ve ekonomik kargaşasının da bir sonucu olarak, imparatorluk topraklarında yeni bir duyarlılığın hızla yayıldığını gösterir. Bu yeni doktrinlerin somutlaşması sonucu antikçağa göre bambaşka ve son derece yeni özellikler taşıyan bir kurum ortaya çıkar: Hastaneler. Batı Roma İmparatorluğuna göre daha zengin ve daha barışçıl olan Doğu Roma İmparatorluğumda VI. yüzyıldan itibaren, çeşitli din adamlarının girişimi ve imparator Justinianus’un (481?-565) resmi desteğiyle hastaneler geliştirilmeye başlar. Batıda olduğu gibi sadece yoksullar ve gezginler için basit bakımevleri olmayan Bizans hastaneleri ortaya çıkmadan önce de şehirlerde çeşitli yardım kuruluşları vardır, ama hastanelerin en azından VII. yüzyıldan itibaren var olduğuna dair kesin kanıtlar söz konusudur; aynı dönemde sinagoglara bağlı olarak ve Yahudi cemaatlerinde de benzer kurumlar olduğuna dair kanıtlar, bu modelin gördüğü rağbete işaret eder. En azından bazı alanlarda -örneğin oftalmolojide ve kadınlar gibi bazı hasta kategorilerinde- uzmanlaşmış bölümlere ve uzman personele (hekimler, hastabakıcılar, yardımcılar ve idareciler) sahip olan hastaneler, farklı sosyal sınıflardan olan hastalarına -hatta uzun süreli yatalak hastalara- teşhis ve tedavi alanında yardım sunar. Birçok kentsel merkezde hypourgoi veya hastabakıcı sendikalarının var olması, hastanelerin, tıp alanının farklı düzeylerinde çalışanlarının profesyonelleşmesine katkıda bulunduğunu gösterir. Antikçağda hekim veya şifacılar hastayı evinde tedavi ederdi veya ofisleri olurdu. Ama bir arada bulunan hastaların tedavisi ve yoksul veya en azından devlet yardımına ihtiyacı olan hasta sınıfının tespit edilmiş olması çok önemli bir yeniliktir ve hastanelerde uzun süreli iş ve toplum içinde yükselme fırsatı bulan hekimlerin de profesyonelleşmesi açısından önemli yansımaları olur.'' (Sayfa: 487) * ''Batıda ise hastaneler çok kısa bir ömre sahip olup daha çok kentsel hayattaki genel çöküşün etkisinde kalan yoksullara ve gezginlere yardım işlevini sürdürecektir. Ancak doğrusal olmasa da ve kronolojik açıdan ciddi süreksizlikler olsa da, Yakındoğu kültürlerinde ve özellikle İran’la Müslüman yönetimindeki bölgelerde hastaneler daha yaygın hale gelir.'' (Sayfa: 488)
Galenosçu Tıbbın Düzenlenmesi ve Bizans Dönemi Hekimleri * Yorum eserleri:
''Bizans İmparatorluğu kültürünün tamamı genelde Yunan kültürünün yorgun bir yankısına indirgenir ve sıradan “Doğulu” karakteri değil de, Yunan ve Roma kültürünün kaynaşmasını yansıtan karakteri hafife alınır. Bizans kültürünün çok uzun süreli olduğu ve XV. yüzyıla kadar tıp-bilim alanlarında da önemli sonuçlar üretmiş olduğu genelde göz ardı edilir. Tıp literatürü alanındaki metin türleri, dilbilimsel düzeyler ve içerik farkları, tıp uygulamalarının çeşitliliğine ve Konstantinopolis hastanelerinin saygın hekimlerinden geç antikçağdan miras kalan gezgin hekimlerine ve basit şifacı ve şarlatanlara kadar hekimlerin profesyonellik düzeyleri arasındaki farklılıklara işaret eder. Bizans tıp kültürünün en önemli yönlerinden biri İskenderiye Okulu’nda yürütülen tıp-bilim eğitiminin sağladığı süreklilik sayesinde antikçağdan devralman metinlerin düzenlenmesi ve tıp alanındaki bilgilerin konulara göre sınıflandırılmasıdır; ancak bu süreç basit bir kopyalama ve aktarım faaliyeti olmayıp, farklı alanlara ait bilgilerin zorlu bir ayıklama ve yeniden yazma sürecinden geçmesini gerektirmiştir. Ortaçağ tıbbının en uzun süreli türlerinden biri olan yorum eserleri bu dönemde ortaya çıkmıştır. Basit bir açıklama değil de eleştirel ve karşılaştırmalı bir okuma sunan yorum eserleri, aksi takdirde kaybolup gidecek metinlerin sonraki nesillere aktarılmasını sağlamıştır. Galenos’un eserlerinde ve antikçağ tıbbında var olmayan, tıp teorisi ile uygulamaları arasındaki ayrım da ilk defa IV. yüzyıl civarında İskenderiye’de ortaya çıkmıştır. * Oribasius * IV ila VII. yüzyıllar arası yaşamış bazı hekimlerin eserleri Batı geleneğinde etkili olmuştur; bunlar dönemin sözü geçen zenginliğinin tamamına olmasa da, geç antikçağdan erken ortaçağa geçişin en temel özelliklerine ve Bizans dönemindeki tıp bilgilerinin içeriğine örnek teşkil eder. Galenos gibi Bergamalı olan ve Galenos’un tıp alanındaki bilgilerini yeniden ele alan Oribasius (y. 325-396’dan sonra) son büyük pagan aydınlarından biridir; Oribasius, Hıristiyanlık öncesi dönemde dindarlığı canlandırmaya çalışan ve Perslere karşı yürüttüğü talihsiz bir seferde ölecek olan İmparator Dönme Julianus’un (331-363) dostu ve özel hekimidir. Oribasius’un başlıca eseri, Galenos’un eserleriyle antikçağın diğer hekimlerinin eserlerini bir araya getiren Collectiones Medicae [Tıp Derlemeleri] adlı 70 ciltlik devasa bir derlemedir. Oribasius’un bu alandaki çalışmaları, Justinianus’un pagan ve Helenistik kültürünü canlandırma planıyla doğrudan bağlantılıdır; bu açıdan bakınca, tıp kritik önem taşıyan bir kesişme noktası ve tanrıların ve onların yeryüzündeki yansıması olan imparatorun hayırseverliğinin dışavurumudur. Dolayısıyla Oribasius antikçağ tıbbini ideolojik ve suni bir özet şeklinde yorumlar; ortaya çıkan sonuç, dönem dönem yaşanan sert ihtilaflardan da, tıp faaliyetlerinin temel özelliği olan deneysel ve gözleme dayalı çabalardan da yoksundur. Ama Collectiones’da mükemmel şekilde cevap verdiği bir başka ihtiyaç daha vardır, o da hekimlere uygulama açısından kolaylıkla başvurabilecekleri bir metin bütünü sağlamaktır ve eserin gördüğü rağbeti de muhtemelen bu özelliğine borçluyuz.'' (Sayfa: 489-490)
Süryani Geleneğinde ve Arap Dilinde Antik Kültür ve Galenos, Maria Conforti: * Arap Tıbbının Kaynakları ve Kuralları * Arap tıbbının özgünlüğü * Arap (veya İslam) tıbbının ardında belli etnik kaynakları veya dini inançları kesin olarak tespit etmek mümkün değildir; bu alan İslamın etki alanına girmiş olan topraklara, halklara ve kültürlere özgüdür. Arap tıbbini tek bir modele indirgemek mümkün değildir, farklı bölgelerden ve kronolojilerden kaynaklanan farklılıklar da göz önüne alınmalıdır. VII ila XVI. yüzyıllar arasında Hindistan’dan Güney İspanya’ya kadar uzanan bölgede üretilmiş metin ve belge zenginliğinden ne yazık ki gereğince faydalanılmamıştır ve özellikle geç dönemin (XI-XII. yüzyıl sonrası) en temel metinlerinin bile eleştirel yayınları gerçekleştirilmemiştir. Arap tıbbının değerlendirilmesi için, hümanizmden itibaren yüzyıllar boyunca yaygın olan ve antikçağdan miras alınmış metinlerin tercümesinde “yeniden doğuşu”nun ve tıp uygulamalarına yenilik getirme kapasitesinin hafife alınmasına neden olan önyargıları aşmak gereklidir. Oysa Müslümanların yönetimindeki bölgenin tıbbı, antikçağa ait metinlerin ortaçağ ve Rönesans devrinde Batı ülkelerine aktarılmasında -ve genelde yenilenmesinde, yorumlanmasında ve yeniden yazılmasında- çok önemli bir rol oynamıştır. Arap tıbbı sadece kitaplara dayalı değildir, metinlerin ve uygulamaların karmaşık ve özgün bir şekilde birbirine örülmesinden oluşur; bu bileşime Pers veya Hint gibi, klasik antikçağda pek tanınmayan kültürlerden de elde edilen katkılar ve birbirlerinden çok farklı olup bir arada yaşayan toplulukların ve etnik grupların -Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler, Zerdüştçüler ve diğerleri- yaşam biçimlerini tıp alanında standart hale getirme ve kontrol altına alma gereksinimi de dahildir. Arap yarımadasında sıtma ve glokom gibi bazı hastalıklar tarih boyunca tekrar tekrar görülür, İslam öncesi kültür bazı temel tıbbi ve cerrahi bilgileri içerir ve İslam’ın ortaya çıkışı tedavilerle ilgili inanışlarda ve uygulamalarda büyük bir değişime yol açmaz. Peygamber Hz. Muhammed’in tıp ve temizlik konusundaki doktrini, ona atfedilen, ama aslında VIII. yüzyıl sonu ile IX. yüzyıl arasında derlenmiş gelenek veya öğretiler olan hadislerde yer alır; hadisler daha sonraları “Peygamber tıbbı” ile “Helenistik,” yani pagan olup şüpheyle bakılan tıp arasındaki kıyaslamada önemli rol oynayacaktır. Bilimsel tıptan edinilmiş bazı kavramlarla kaynaşmış olan dini tıp XIV ila XV. yüzyıllarda kayda değer bir gelişim dönemi geçirir. Hadislerin yorum zorluğunun en ünlü ve ses getiren örneklerinden biri, hastalıkların bulaşıcılığının kabulüyle ilgilidir; bazılarının bu kavramı kabul edip bazılarının reddetmesi, XIV. yüzyılda Akdeniz bölgesinde yayılan karantina ve tecrit uygulamalarının yetkililer tarafından benimsenmesini zorlaştırmıştır. (Sayfa: 492-493)
Metinden Uygulamaya: İslam Dünyasında Farmakoloji, Klinik Tıp ve Cerrahi, Maria Conforti * İslam Tıp Metinleri * Teori ve uygulama * Arap tıbbının en önemli başarılarından biri Galenosçu tıbbın “esnek, ”dolayısıyla da uygulamaya daha uygun bir şeklinin Batıya aktarılmasını sağlayacak “rehberler” veya derlemelerdir. Farklı metin türlerinin, hatta sinoptik tabloların geliştirilmesi ve kullanımı tıp uygulamalarının yaygın, gelişmiş ve belli ihtiyaçları olduğuna işaret eder. Dolayısıyla tedavi uygulamalarının, Arap tıbbının “tekrar”dan ibaret olduğunu ve kitaplara dayandığını öne süren XVI. yüzyıla ait önyargı temelinde bugüne kadar kendilerine gösterilenden daha fazla ilgiyi hak ettiği muhtemeldir. Aslında uzun bir tarihi geçmişe sahip olup karmaşık bir coğrafyada gelişmiş olan İslam tıbbı böyle bir bakış açısına indirgenemez. * İlaçlar ve tedaviler * Arap tıbbının en gelişmiş alanlarından biri Dioskourides’in (I. yüzyıl) De materia medica eserinin tercümesi sayesinde canlanan ilaç ve farmakoloji alanıdır. Antikçağdan devralman ilaç bilgileri, Pers geleneğinden ve Hint tıbbından kaynaklanan katkılarla zenginleşir; Hint tıbbından alınan hem klasik dünya tarafından bilinmeyen bazı ilaçların tarifi hem de hazırlanmaları için başvurulan tekniklerle ilgili bilgiler, botanikle ilgili metinin doğrudan deneyim konusunda hâkim olmasından dolayı, ilaçlarla ilgili bilgi yoksunluğu sorununun çözümüne katkıda bulunur. Ancak Arap dünyasının, aktarlık ve botanik konusunda doğrudan yapılan gözlemler sayesinde sahip olduğu bazı ünlü örnekler, aralarında el-Suri’nin (?-1241) eserlerinin de olduğu harika resimli metinlere de yansır. Önce Mısır’a, sonra da Şam’a taşınan Malagalı büyük botanikçi Bin el-Baytar (y. 1197-1248) el-Suri’nin öğrencisidir ve ilaçlar konusunda çeşitli eserler yazacaktır. Arap dünyasında en çok kullanılan basit ilaçlar arasında, şeker kamışının rafine edilmesiyle elde edilen ve İran’ın fethiyle Araplara ulaşan “devrimci” bir ürün olan şeker vardır. Şeker belli preparatlar yoluyla (şuruplar, elektuarlar, vs) basit tedavilerin ömrünün uzatılmasına olanak sağlar. Şarap, tıbbi kullanımını bile yasaklayan dini kurallara rağmen çok kullanılan diğer bir ilaçtır. Profesyonel açıdan eczacılar, esans, şurup ve içecek hazırlayanlardan çok farklıdır; ilaçların hazırlanmasından ve hastalara verilmesinden doğrudan veya dolaylı olarak sorumlu olanlar hekimler, eczacılar, botanikçiler ve aktarlardır. Eczacıların ortaya çıkışıyla ilgili kesin bilgilere sahip değiliz, ancak XIII ila XIV. yüzyıldan itibaren kentsel bölgelerde şifacıların, dolayısıyla da bu alanda faal olan dükkânların faaliyetlerini denetleyen muhtesib adlı kişilerin olduğu bilinir. * Arap farmakolojisinin en şaşırtıcı yönlerinden biri hastalar üzerinde “denenmiş ilaçlar”la ilgili derlemelerin varlığıdır (bunlardan biri el Razi (864-925/930) tarafından yazılmıştır). Genelde farmakolojik tedavi cerrahi tedaviye tercih edilir -bu âdet Rönesans cerrahları tarafından çok eleştirilmiştir- ve daha çok basit ilaçlara güvenilir. Hatta ünlü bir farmakolog olan El-Biruni (973-1048’den sonra), en iyi ilaçların besinler olduğunu öne sürer. * Etkilerin analizi * Ama farmakoloji büyük ölçüde metinlere ve özellikle Galenos’un De compositione medicamentorum (secundum locos e per genera) [İlaçların Bileşimi Üzerine (Yerleri ve Türleri Temelinde)] eserine dayalı olmaya devam eder. IX. yüzyılda, matematikçi el-Kindi (?-873) ilaçları ve özelliklerini ilk defa geometrik açıdan ele alınca, ilaç alanındaki teoriler ilginç bir gelişim döneminden geçer. Her ne kadar bu alandaki düşünceler henüz klinik deneyime dayalı değilse de, ilaç konusunun kendi başına araştırılabilmesi ve etkilerinin geometri yoluyla incelenebilmesi fikri antikçağa göre mutlak ve kesin bir yenilik teşkil eder; ilaç teorisi ve buna bağlı tartışmalar Batıda Villanovalı Arnau (y. 1240-y. 1311) tarafından ele alınacaktır. İbn Rüşd de (1126-1198), bir ilacın etki göstermesi için gerekli olan “asgari miktar” teorisi temelinde ilaçların beden üzerindeki etkisini inceler. Bu tartışmalar basit ilaçların etkisiyle sınırlı kalmayıp basit unsurlardan oluşan ilaçların da etkisini belirleme çabalarına kadar uzanır; miktarların belirlenmesiyle ilgili bu süreç ilaçların hazırlanmasındaki pratiğe de yansır. Arap farmakolojisinin tedavi süreçlerinin tarihi gelişiminde oynadığı rol ve kimya ile damıtma süreciyle olan bağlantılarıyla zenginleşen etkinliği, gerçekten var olmuş olan, ama kendisine ait olmayan eserlerin atfedildiği bir kişinin metinleri ve hayatıyla ilgili olağanüstü hikâyeye yansır. Arap kaynaklarında adı geçmeyen Genç Mesue veya Masawaih al Mardini (776-857) Batıda basit ilaçlarla ilaç bileşimlerinin hazırlanması konusunda tartışmasız bir otorite haline gelir.
Hekimlerin Eğitimi ve Tedavi Mekânları * Hekimlerin toplumsal itibarı * Kültür seviyelerinin yüksek olmasına rağmen, mesleki açıdan bakıldığında hekimler de tıbbın bilim ansiklopedisi içindeki belirsiz konumundan olumsuz olarak etkilenir. Hekimlerden ahlaki doğruluk ve deontolojik bilinç beklenir; yukarıda sözü geçen muhtesib adlı müfettişlerin hekimlere Hipokrat (MÖ 460/459-375/351) Yemini ettirmesi bunun bir göstergesidir. Klasik dönemde yazılmış olan ve şaşırtıcı derecede yaygınlaşıp tamamıyla farklı uygarlık ve kültürler tarafından benimsenmiş ve günümüze kadar ulaşmış olan bu metinin kullanımı, farklı düzeylerde gelişmiş, kendi kendini onaylama ve düzenleme gücüne sahip bir tıp toplumuna dair ipucu sunar. Tıp kültürünün geniş bir takipçi kitlesi vardı; contra medicos [hekimlere karşı] metinler ve onlara ücret ödeyip ödememe gerekliliğini konu alan metinlerin çokluğu paradoksal olarak da olsa hekimliği meslek olarak yürütenlerin toplumsal itibarına ve faaliyetlerine bağlı gerilime tanıklık eder. Buna rağmen Arap hekimlerinin eğitimi hakkında, hem metinleri incelemeleri hem de hastaların başucunda staj yapmaları gerektiğinin tavsiye ediliyor olması dışında fazla bilgiye sahip değiliz. Sonuçta resmi okullardan değil de, hocalar ile öğrencileri arasındaki kişisel ve “özel” ilişkilerden söz edilebilir; bu ilişkiler genelde, Bizans örneklerine kıyasla Müslüman bölgelerde daha fazla gelişmiş olan hastanelerde gerçekleşir. * Kurumlar, akademiler ve okullar * İslam dünyasında hastaneler için kullanılan bimaristan (Bimarhane veya hastaların “evi”) terimi Pers kaynaklıdır. Kısmen gerçeğe dayalı olan bir efsaneye göre Abbasi döneminde, ünlü bir Sasani tıp akademisine de ev sahipliği yapmış olan Cundişapur şehrindeki hastane örnek alınmıştır; burada çalışan Hıristiyan hekimler Arap, Pers, Hint ve Yunan dahil olmak üzere farklı kültürel geleneklerden besleniyordu. IX. yüzyılda Bağdat’ta bir hastane kurulur ve bunu hem başkentte hem de başka yerlerde, ama özellikle Asya’da başka hastaneler izler (bu eğilim daha az düzeyde de olsa Afrika ve İspanya’da da görülür. El-Razi’nin bu hastanenin kuruluşunda rol oynamış olması bir efsaneyse de, Bizans ve Doğu dünyasında var olan benzer kurumlar örnek alınarak oluşturulmuş bu kurumların İslam tıp dünyasının getirdiği en önemli yeniliklerden biri olduğu doğrudur. XII. yüzyıl ortalarında Şam’da kurulan Nuri Bimarhanesi (1154) hem bir hastane hem de dini bir merkezdi; burada bulunan ve uzmanlaşmış bir kütüphanesi olan tıp okulu sayesinde tıp kurumsallaşır. Öğretim örneklere dayalı olarak yürütülür ve metinlere başvuru ile klinik uygulamalar bütünleştirilir. Bu durum hem eğitim hem de kurumun kendisi açısından son derece önemli bir yeniliktir. Şam’daki hastane örnek alınarak Kahire’de kurulan el Mensuri Hastanesi hem erkek hem de kadın hasta kabul eder. Ancak tıp eğitimi, Bağdat’taki Mustansıriye Medresesi’nin hizmetindeki bimarhanede olduğu üzere başka kurumlarda da verilir; kendi eczanesine sahip bu medrese hükümet bürokrasisinin eğitimini ve divan adı verilen kültürlü üst düzey devlet görevlisi sınıfını yaratmayı amaçladığından tıp eğitimi açısından işlevi öncelikli değildir, ama tıbbın sonraki nesillere aktarılmasında önemli bir rol oynar. * Zihinsel hastalıklar * Arap hastanelerinde çalışan personel dört alanda mesleki uzmanlığa sahiptir: fizyoloji, oftalmoloji, cerrahi ile ortopedi ve yardım (idari çalışanlar ve hastabakıcılar). Hastanelerde genelde hem ayakta tedavi gören hastalar için bir poliklinik hem de hasta koğuşları bulunmaktadır. Hastanelerin giderek yayılması, bu yapılar için, bazıları günümüzde hâlâ ziyaret edilebilen belli işlevsel mimari modellerin geliştirilmesini sağlar. Eğitim işlevi, Arap hastanelerinin sunduğu tek yenilik değildir. Hastaneler aynı zamanda zihinsel hastaları -genelde özel koğuşlarda ve diğer hastalardan tecrit edilmiş şekilde- kabul eden ilk yerlerdir. “Deliler” müzikle ve ilaçla tedavi edilir. Deliliği ve melankoliyi (yani kara safra fazlalığı: Arap nozolojisi bu klasik geleneğe dayalıdır) konu alan çeşitli Arap metinleri arasında X. yüzyılda Tunus’un Kayravan şehrinde yaşamış olan ve Efesli Rufus (I. yüzyıl) ve Areteus (II/III. yüzyıl) başta olmak üzere çeşitli Yunan yazarlardan yararlanmış olmasına rağmen zihinsel hastalıkların psikosomatik yönleri açısından farklı bir bilince sahip İshak bin İmran adlı bir hekim tarafından yazılmış olan bir eser yer alır. (Sayfa: 497-500)
Mappae Clavicula ve Tarif Kitapları Geleneği, Andrea Bernardoni:
Tarif kitapları geleneği, geç antikçağla ortaçağın deneysel kimyası hakkında bilgi sahibi elimizdeki başlıca kaynağı oluşturur. Ortaçağın ilk yüzyıllarının en önemli tarif kitabı, Mappae Clavicula’dır ve mozaiklerin yapımında kullanılan renkli taşların veya kumaş için mordan boyası, deri boyası, altın harflerle yazı ve metalürji gibi kimyasal süreçlerde kullanılan maddelerin suni yapımı için tarifler içerir. (Sayfa: 514)
Cabir bin Hayyan, Andrea Bernardoni: * Efsane ile Gerçek Arasında Corpus jabirianum * 2000’den fazla kitap
Cabir (Geber) bin Hayyan’ın (y. 721-y. 815) Arap simya geleneğini en iyi temsil eden bilimadamı olduğuna şüphe yoktur. Günümüzde İran’ın Horasan eyaletinde bulunan Tus şehrinde doğan Hayyan, yaşamının büyük kısmını Fırat’ın aşağı kısmında yer alan bir şehir olan Kûfe’da geçirir. Corpus jabirianum [Cabir’in Külliyatı] geçen yüzyılın 40’lı yıllarına kadar 2000’den fazla kitap içeriyordu, ama Alman tarihçi Paul Kraus’un çalışmaları sayesinde bu önemli Arap bilimadamının ürettiği eserler konusunu açıklığa kavuşturmak mümkün oldu ve külliyatındaki yazıların neredeyse tamamının müritlerine ve özellikle Hayyan’ın öğretilerini ele alıp X. yüzyılda geliştirmeye devam etmiş olan İsmailliye ve Haşhaşiler tarikatına ait olduğu anlaşıldı. Hayyan’ın namı o kadar yayılmıştı ki Batıda da, Liber de investigatione perfectionis [Mükemmellik Arayışı Hakkında Kitap], Liber de inventione veritatis [Hakikatin İcadının Kitabi], Liber fornacum [Fırın Kitabı] ve Testamentum Geberi [Cabir’in Vasiyetnamesi] gibi simyanın evrimi ve Avrupa’da yayılması açısından çok önem taşıyan metinler ona atfedilecekti. Latin simya geleneğinin en ünlü ve etkili eserlerinden biri olan Summa perfectionis [Mükemmelliğin Zirvesi] de William Newman’ın araştırmaları sayesinde XIII. yüzyılda faal olan Fransisken keşiş Paolo di Taranto’ya atfedilmiştir. Corpus jabirianum’un ne kadarının VIII. yüzyılda ve ne kadarının X. yüzyılda yazıldığını belirleyecek durumda değiliz. Bu külliyattaki eserlerin en önemlileri şunlardır: Tabula smaragdina’yı temel alan ve Barmak adlı İran asıllı güçlü bir aileye adanmış olan Yüz On İki Kitap; birçok kısmı Latinceye çevrilmiş olan Yetmiş Kitap; Hayyan’ın simyasının kaynaklarının tarif edildiği On Kitap ve simya doktrininin bir bütün olarak sunulduğu Terazi Kitapları. Hayyan’ın kullandığı dil bazen zor ve imalar içeriyorsa da, yazar hiçbir zaman şifreli veya alegorik kodlara başvurmaz. Simyanın sırlarını bu alanla ilgisi olmayan okurlardan gizlemek için kullanılan sistem, konuların farklı yazılar arasında bölünmesinden veya duraksama, tekrar ve erteleme gibi kompozisyon hilelerinin kullanımından oluşur. (Sayfa: 522)
EBU BEKIR EL-RAZI, Andrea Bemardoni: * Maddelerin Dönüşümü ve Yapısı:
''Ebubekir Muhammed bin Zekeriya el Razi (865-925/935), el-Razi olarak veya Latincede Rhazes (yani Tehran yakınlarında bulunan ve günümüzde adı Rey olan doğum yerinden dolayı, Rhagaeli) olarak bilinir. Çok yönlü bir hekim ve bilimadamı olan el-Razi eserlerinde dindışı bir bilgi kavramını savunur ve esrarengiz boyuttan vazgeçilip sınıflandırma ve deneysel yönlerine daha çok önem verilen bir simya anlayışı sunar. El-Razi’nin tıp alanındaki eserleri Batıda da, İbn Sina’nın (980-1037) Kanun eseriyle birlikte ortaçağın tamamı boyunca tıp eğitiminde sürekli bir başvuru kaynağı olmaya devam eder. Latin dünyasının en ünlü simya metinlerinden biri olan Liber de aluminibus et salibus’un [Alumlar ve Tuzlar Üzerine] da atfedildiği el-Razi’nin simya alanındaki başlıca eseri, Kitab el Esrar’dır (Libro secretorum de voce Bubacaris veya Sırlar Kitabı). Metallerin üçlü temeli Hayyan’ın terazi teorisini kabul etmeyen el Razi, maddenin Aristotelesçi kavranışını yeniden sunar; buna göre her tür maddenin temel bileşenlerini oluşturan dört element (toprak, su, hava ve ateş), türlerin dönüşümünün gerçekleştirilmesi için elzem bir önkoşuldur. El-Razi’ye göre simyanın alanı metallerin dönüşümüyle sınırlı olmayıp adi taşlardan ve camdan değerli taş elde edilmesini de kapsar. El-Razi, bütün bu dönüşüm işlemlerini gerçekleştirmek için kullanılan iksiri felsefe taşıyla özdeşleştirmez. Hayyan’ın (y. 721-y. 815) kükürt-cıva teorisini kabul eden el-Razi, buna tuz kökenli başka bir ilke ekler ve böylece ilk defa metallerin üçlü temelini geliştirir. Bu kavram Rönesans döneminde Paracelsus (1493-1541) tarafından yeniden ele alınıp geliştirilecektir.'' (Sayfa: 526)
Teknoloji: Yenilikler, Yeniden Keşifler, İcatlar * Mekanik Sanatlar Üzerine Görüşler, Giovanni Di Pasquale:
''Klasik antikçağda kayda değer derecede itibarını kaybeden mekanik, sanatların yeniden ele alınması, aristokratik ve felsefi ortamlara hâkim olan Aristotelesçi gelenek ile hakim durum arasında ortak bir nokta tesis etmeyi gerektirir. Antikçağda resmi kültür, bilim ile teknik arasındaki ayrımı kesinle muhtemel olan, teoriyle pratik, dine adanan hayatla aktif hayat arasındaki fark şeklinde kabul ederdi. Artes [sanat, zanaat] terimi bir şeylerin üretimini amaçlayan bütün çalışma eylemleri için kullanılıyordu ve Helenistik dönemde ayrıca onurlu sanatlar ile onursuz sanatlar şeklinde de bir ayrıma gidilmişti. Cicero (MÖ 106-43) MÖ I. yüzyılda, De officiis [Görevler Üzerine] eserinin ünlü bir bölümünde (1,150 151) şöyle demişti: “... bütün işçiler alçaltıcı bir meslek icra eder; el emeğinin hiçbir asil yönü olamaz. Maddi zevkleri tatmin etme amaçlı meslekler de kabul görmek zorundadır...” Cicero, beşeri bilimlerin yanı sıra hukuk, tarım ve mimari bilgilerin de imdadına yetişiyordu. Öte yandan antikçağda çok yüksek bir ilim düzeyine sahip bir yazar olarak saygı gören Varro (MÖ 116-27) tarafından MÖ I. yüzyıl sonlarında yazılmış olan Disciplinarum libri IX [Disiplinler Üzerine Kitaplar] eseri yedi beşeri bilimin yanı sıra tıp ve mimarlığı da içerir.'' (Sayfa: 532) * İslam Teknoloji Kültürü: Yeni Teknikler, Tercümeler ve Üretim Harikaları, Giovanni Di Pasguale * Batıdaki Müslümanlar ve Doğudaki Batılılar * Arap kültürü, yüzyıllar boyunca temas ettiği halkların bilgilerinin yoğun benimsenme süreci yoluyla, büyük kısmı Yunan ve Helenistik döneme ait metinlere dayanan Bizans, Süryani ve Yahudi kaynaklı bilgilerden oluşan değerli bir koleksiyon gibidir. Dolayısıyla Arap kültürünün tarih içindeki rolü, Helenistik döneme uzanan bilgi birikimini daha ayrıntılı hale getirmek ve özellikle simya, matematik ve astroloji alanlarında özgün bilgilerle katkıda bulunmak olmuştur. Böylece Doğudan Avrupa’ya doğru, özellikle tıp ve farmakoloji alanlarında, boyama zanaatında ve hassas ölçüm ve gözlem aletlerinin imalatında yeni uygulamalar ve ürünler yayılmaya başlar: Farklı türdeki usturlabların, küresel usturlabın, gökyüzü küresinin ve simya cihazlarının Avrupa’da ne kadar yaygın olarak kullanıldığını düşünmek yeterli olacaktır. * İmalat süreçleri ve ustalar * Arap metinlerinde muhafaza edilen bilgiler Toledo ve Kurtuba başta olmak üzere İslam kültür merkezleri yoluyla Batıya ulaşır ve Latince tercümelerin de yardımıyla giderek yayılırlar. Teknik alanda çalışanlar ve zanaatkârlar özellikle İspanya ve Sicilya’da olmak üzere şehirden şehre yolculuk eder ve yenilikçi tekniklerle üretilmiş yeni ürün ve malzemeleri yanlarında getirirler. Bezeme sanatları, metal ve camın işlenmesi ile seramik ve dokuma sanatlarında o ana kadar Batıda tanınmayan üretim yöntemleri benimsenir. Parlak ve renkli minelerle kaplanan çanak çömlekler çok rağbet görür. Ateşe dayanıklı olan bu kaplar deneylerde de çok işe yarar. Çanak çömleklerin ve imbiklerin konduğu ocakların kalitesindeki düzelme Arap simyacıların yürüttüğü araştırmaların başarısına katkıda bulunur. Duvar ve zeminler için yünden halıların imalatı da İslam uygarlığına özgü bir sanattır, birçok kumaş adı da Arapçadan kaynaklanır: “damasko” kumaşı adını Şam’ın eski adı Damascus’tan alır, “tafta” Pers dilinde taftah’tan, pazen anlamına gelen fustain de Kahire’nin Fustat mahallesinden gelir. Mısır keten yapımında sivrilirken Mezopotamya yünüyle, İran da pamuğuyla ün salar. * Kültür ve malzeme alışverişi * Batılı halkların Doğudaki kutsal şehirlere yaptığı hac yolculukları kültürel alışverişi kolaylaştırır: Avrupa’ya dönen hacılar yanlarında kutsal emanetler, hatıra eşyaları, zarif bir şekilde resimlendirilmiş metinler ve değerli kumaşlar getirir. VI ila VII. yüzyıl arasında Konstantinopolis dokuma tezgâhları Çin’den gelen çok miktarda değerli ipeği işlerken, daha sonraları Müslüman kontrolü altındaki Mısır ve Suriye tezgâhlarında üretilen brokar kumaşlar da Bizans’la rekabet içinde ihraç edilmeye başlanır. Bu değerli kumaşlar sadece Batının ileri gelenlerinin giysilerinde değil, azizlerin kutsal emanetlerini sarmak için de kullanılır; ortaçağ Avrupa’sının heykeltıraşlığında çok önemli yer kaplayan süs unsurlarından kartal, kanatlı ejderha ve grifon da Doğudan gelen kumaşların süslemelerinden alınmıştır. (Sayfa: 540-541)
Byzantium’da Teknik İlerlemeler, Giovanni Di Pasquale: * Helenizm ve Doğu ruhu: * ''Constantinus’un Hıristiyan İmparatorluğu’nun yeni bir başkente ihtiyacı vardır ve bunun için Avrupa ile Asya arasındaki geçiş noktasında stratejik bir konuma sahip olan Byzantium seçilir. Böylece, eski şehrin etrafında, böylece 330 yılında, imparatorun planlarına göre ikinci bir Roma haline gelmesi gereken Konstantinopolis şehri gelişmeye başlar. Batıda Latin döneminden kalma metinler ve gelenekler Hıristiyanlık yoluyla yayılırken, Doğuda Roma imparatorlarının ihtişamının devamını getiren Byzantium, Barbarlar ve Katolik Kilisesi karşısında Roma İmparatorluğu’nun halefi olarak ortaya çıkar. Siyasal, askeri ve ekonomik açıdan çok önemli bir merkez olan Byzantium, Helenistik gelenek ile Doğu ruhunu kaynaştırır. Kütüphanelerinde İskenderiye’nin teknik alandaki muhteşem eserlerinden alınan bilgiler muhafaza edilip sonraki nesillere aktarılırken, başkent özgün sanat ve mimarlık eserleriyle donatılmaya başlar. * Mimarlığın tasviri
Justinianus döneminde (481?-565), mimarlık-sanat alanında özel bir edebiyat türü olan ekphrasis gelişir; “binaların tarifi” anlamına gelen bu tür, yeni başkentin iddialı mimari projelerini anlatma amacı güder. VI. yüzyıl sırasında faal olan Caesarealı Prokopius, Justinianus’un saltanatının sonuna doğru imparatorun iddialı projelerini konu alan ve Justinianus’a sonsuz şöhret kazandırmayı amaçlayan De aedificibus [Binalar Üzerine] eserini yazar. Prokopius, Hagia Sophia Kilisesi’ni tasvir ederken sadece projenin ardındaki biçimleri ve geometriyi değil, geniş vitraylardan geçerek dönemin mimarlığı açısından yepyeni bir etki yaratan ışığın oynadığı temel rolü de vurgular. Bu ışık, 563’te, kilisenin kutsanma töreninden birkaç gün sonra halka okunacak olan, Hagia Sophia Kilisesi’nin Tasviri olarak bilinen eserin yazarı olan Paulus Silentiarios’u da büyüleyecektir. Bu tasvirler antikçağdan kalma teknik-mimari edebiyat geleneğinin devamı gibi görünüyorsa da, biçimler, yapılar ve süsleme konusunda ortaçağ mimarlığının başlangıcına işaret eden yeni bir duyarlılık da içerirler.'' (Sayfa: 545-546)
Yeryüzünün Tasviri, Giovanni Di Pasquale: * Kuzeyli Halkların İlk Coğrafi Keşifleri ve Bu Keşiflerin Yayılması * Roma İmparatorluğu’nun siyasal ve kültürel birliğinin erken ortaçağda bölünmesinin neden olduğu sonuçlar arasında, coğrafi keşiflerde iletişim ve bilgi alışverişi açısından yaşanan zorluklar yer alır. Ortaçağda, bazı gezgin gruplarının cesur girişimleri sayesinde (örneğin Asya’yı dolaşan Bizanslı kâşifler ve Atlantik Okyanusu’nu keşfe çıkan atılgan İrlandalı ve Viking denizciler) deniz yüzeyinin üzerinde kalan, keşfedilmemiş topraklarla ilgili bilgilerde çoğalma olur, ama bu bilgiler genelde sadece ilgililerin erişimine açıktır ve genel bilgi artışına somut bir katkıda bulunmaz. * Amerika’nın “ilk keşfi” * Kuzey halklarının İzlanda’yı, Grönland’ı ve Amerika’yı 1000 yılından önce keşfiyle sonuçlanan deniz seferlerinin ancak ölümünden sonra, edebiyat yoluyla kayda geçip sonraki nesillere aktarılmış olması bilgi aktarımındaki yetersizliğe iyi bir örnektir, Kuzey halkları, usturlab, kadrant ve pusuladan yararlanmadan açık denizlerde çok büyük mesafeler kat ederek, bilinen dünyanın batı sınırı olan Atlantik Okyanusu’na meydan okurlar; nitekim o dönemde hiç kimse, sonsuz gibi görünen o devasa denizlerin ötesinde nelerin olduğunu bilmez. Hakkında bilgi sahibi olduğumuz ilk keşif seferleri İrlanda’dan başlar ve insanoğlunun inşa ettiği en hafif ve pratik teknelerden olan, neredeyse batmasına imkân olmayan, deri kaplı, üç veya dört kürekli küçük bir tekne olan curach’la yapılır. * Curach
500 yılına doğru Latin şair Rufius Festus Avienus tarafından ilk defa tasvir edildiği zaman, curach birkaç yüzyıldır denizlerde yol almakta ve Kuzey bölgelerinin toplumsal ve ekonomik gelişiminde çok önemli bir rol oynamaktadır. Kelt halklarının tarihiyle yakın ilişkisi olan curach, Aziz Patricius’un V. yüzyılda Britanya’nın batı kıyılarından İrlanda’ya dönerken bindiği, Sidonius Apollinaris’in de (y. 430-y. 479) Kuzeyli korsanların denizi geçmek için genelde kullandıklarını söylediği tekne türüdür. Bu teknenin, merkezi bir direğe bağlı kare yelkenli, demirden dümenli ve çapalı daha büyük bir versiyonu da tarihi olarak belgelenmiştir. Kendilerini tefekküre adamak için ıssız yerler keşfetme arzusuyla yola çıkan İrlandalı keşişler bu araçlarla Hebrides, Orkney, Shetland ve Far Ö-er Adalarına ulaşır. Şarlman’ın (742-814) sarayında bir kültür adamı olan Keşiş Dicuil, 825 yılında keşişler tarafından Faroe Adalarına gerçekleştirilmiş olan bir keşif seferi hakkında bilgi verir. VI. yüzyılın ilk yarısında Hebrides adalarına ulaşan ve birçok deniz yolculuğu gerçekleştirdiği sanılan Aziz Brendan bu Hıristiyan denizciler arasında önemli bir rol oynar. Bu denizci azizin adı aynı zamanda dönemin İngiliz deniz haritalarında sık sık bulunan ve sadece XIX. yüzyıldan itibaren haritalardan çıkarılan gizemli Aziz Brendan Adası’yla ilgili olarak da geçer. * Curach dönemi VIII. yüzyılın sonlarına doğru Vikinglerin İrlanda’yı istilasıyla sona erer, çünkü İrlandalı keşişlerin deniz yolculuklarına çıkmasına ve -Dicuil’in tarih kayıtlarına göre- 795’te ulaştıkları İzlanda’ya kadar uzanmalarına izin veren barışçıl ortam sona ermiştir. İrlandalı keşişlerin İzlanda’dan yola çıkarak Grönland’a ulaşıp ulaşmadıkları bilinmez, ama Norveçlilerin Grönland’a ulaştığı kesindir. Norveçlilerin çıktığı seferlerle ilgili olarak en eski ve en güvenilir kaynak olan Groenlandinga saga’ya göre, Grönland Vikingler tarafından muhtemelen Amerika kıyılarına kadar ulaşmalarını sağlayan daha uzun seferler için bir yola çıkış noktası olarak kullanılmıştır. Bu metinin XII. yüzyılda yazıldığı sanılır, ama içerdiği hikâyeler daha geçmiş tarihlere aittir. Eserin başkahramanı olan Bjarni Herjolfsson, İzlanda’da yaşayan Norveçli bir çiftçinin oğludur. Güneşe bakarak denizdeki konumunu tespit etmesini ve uygun rüzgârları izleyerek rotayı tutturmasını bilen bu çok yetenekli denizcinin Grönland’a geçip oradan denizlere açıldığı ve Amerika’nın kuzey kıyılarına ulaştığı anlatılır. (Sayfa: 562-563)
VI. Yüzyılda Zaman, Yaratılış, Boşluk ve Hareket: Simplicius ve Philoponus, Antonio Clericuzio: * Tanrı, Zaman, Evren * Yoktan var edilmek * İmparator Justinianus’un (481?-565) Simplicius’un da ders verdiği Atina’daki Yeni-Platoncu felsefe eğitimine son verilmesini emrettiği yıl olan 529’da, Philoponus, Proklos’a (412-485) karşı, dünyanın ebediyetini konu alan bir eleştiri yazısı yazar. Philoponus yoktan var edilmeyi (creatio ex nihilo) savunur ve doğanın başka herhangi bir gücünden daha üstün kudrete sahip ilahi bir yaratıcının eseri olduğunu söyler. Bu anlayış hem Platon’un hem de Aristoteles’in felsefesine yabancıdır. Platon’a göre Yaratıcı-Tanrı amorf olan bir maddeye şekil verir, ama onu yaratmaz; Stagiralı filozofa göre ise hiçbir şey yoktan var edilmez, gök ilahi bir varlıktır, dolayısıyla da ebedi olmalıdır. Philoponus’a göre ise bir tek Tanrı her şeye kadirdir ve kudretinin sınırı yoktur, evrenin bütün diğer varlıkları ise sınırlı bir güce ve ömre sahiptir. Philoponus’un yoktan var edilmeye dayalı yaratılışçı anlayışı, Simplicius tarafından eleştirilir, çünkü önce hiçbir şey yapmayan, sonra belli bir anda unsurları yaratan, sonra -evren Tanrı’nın müdahalesi olmadan var olabildiği için- yine başka bir şey yapmayan Tanrı düşüncesi felsefi açıdan dayanaktan yoksun bir anlayıştır. Simplicius gibi pagan bir filozofun itirazlarının Hıristiyan filozoflar arasında bile saygı gördüğünü belirtmek gerekir, ilk yüzyıllardaki Hıristiyanların hepsi evrenin bir başlangıcının olduğu düşüncesini desteklemezler. Örneğin hem piskopos hem de Hıristiyan bir filozof olan Cyreneli Synesius (y. 370-413), Platoncu felsefenin etkisi altında kaldığından evrenin bir başlangıcının olduğunu ve bir sonunun olacağını reddeder. Philoponus, evrenin yaratılışına dair kendi anlayışını, Platon’un zamanla ilgili olarak Timaios’ta öne sürdüğü teoriyle tamamıyla uyumlu görür: Zaman evrenle beraber başlar ve ondan önce hiçbir şey yoktur. * Zaman ve dünyanın ebediyeti * Philoponus daha sonra Aristoteles’in dünyanın ebediyetine dair doktrinini reddeder. Dünyanın ebediyetinin Aristoteles’in sonsuzluk anlayışıyla uyumlu olmadığını kanıtlamak için başvurduğu savların büyük kısmı Stagiralı filozofun düşüncesine dayanır. Philoponus’a göre, evrenin ebedi olduğu kabul edilirse, fiili bir sonsuzluğun varlığını, ona bağlı olarak da sonsuz sayıda yılın ve zaman içinde yaratılmış sonsuz sayıda bireyin de varlığını kabul etmek gerekir. Ancak Aristoteles’in kendisi fiili sonsuzluğun varlığını reddeder. Dolayısıyla Philoponus’a göre, evrenin bir başlangıcı olmuş olmalıdır ve bir sonu da olacaktır. Philoponus, kişisel bir Tanrı’nın varlığını öne sürer ve yaratılışın dünyadan bağımsız olarak, Tanrı’nın özgür kararının sonucu olduğunu düşünür. Hiçbir hareket ve hiçbir varlık sonsuz olamaz. Evren sonu olan bir varlık olduğuna göre, sonsuza kadar yaşama kudretine sahip değildir. Dolayısıyla Philoponus, Aristoteles’e göre beşinci ve yok edilemez element olan ve ilahi varlıkları oluşturan eterin varlığını reddeder. Philoponus’a göre yıldızların farklı büyüklüklere ve parlaklığa sahip olması onları oluşturan maddeye bağlıdır. Aristoteles’in öne sürdüklerinin tersine gök cisimleri daha çok ateşten oluşan bileşik cisimlerdir; bu ateş, yeryüzündeki ateşlerde olduğu gibi, yakıtlarla beslenir. Bileşik cisimler oldukları için, yıldızlar da yok olmaya tabidir. Dünyanın ebediyetini, gök cisimlerinin yaratıldığını ve bozulmaya tabî olmadığını reddeden Philoponus, Aristoteles’in Meteora eserini konu alan yorumunda gökyüzü olgularıyla yeryüzü olgularının nedenlerini bir görür. Gök cisimlerinin özellikleri yeryüzü cisimlerinde de mevcuttur. Philoponus’un bu anlayışına karşılık Simplicius göklerin bozulmaya tabî olmadığını yeniden öne sürer; en eski astronomi gözlemleri bile gökyüzü hareketlerini ve yıldızlarla gezegenlerin değişmezliğini teyit eder. Simplicius’un Philoponus’a getirdiği bir başka itiraza göre, gök cisimlerinin maddesi yeryüzü cisimleriyle aynı olsaydı birbirlerinin üzerinde etkili olup kargaşa ve felakete neden olurlardı, oysa gökyüzünde değişmez bir düzen söz konusudur. Philoponus’un Simplicius’un itirazlarına cevabı ise, gök cisimlerindeki değişimlerin çok uzun zaman sürelerinde gerçekleştiği, dolayısıyla bunlardan haberdar olmadığımız ve onlara tanık olamadığımız şeklindedir. (Sayfa: 567-568) * Felsefe, Teoloji ve Philoponus’un Düşüncesinin Etkisi: * ''Kilisenin 681 yılında mahkûm ettiği Philoponus’un eserleri Hıristiyan Batıda daha geç dönemde etkili olur. Müslüman filozof ve bilimadamı el-Kindi (?-y. 873) dünyanın ebediyetini konu alan eleştirilerinde Philoponus’un düşüncelerinden ilham alır. Philoponus’un şiddet hareketine getirdiği açıklama ise impetus teorisini ele alan Giovanni Buridano (y. 1290-y. 1358) ve Nicola Oresme (1323-1382) tarafından örnek alınır. Philoponus’un madde anlayışı ise Rönesansta Francesco Patrizi (1529-1597) tarafından ele alınır ve XVII. yüzyılda Galilei, Philoponus’un Aristoteles’in hareket doktrinine getirdiği eleştirileri geliştirir.'' (Sayfa: 571)
Edebiyat ve Tiyatro
Giriş, Ezio Raimondi ve Giuseppe Ledda: * 20. yüzyılın en büyük edebiyat eleştirmenlerinden biri olan Ernst Robert Curtius’a (1886-1956) göre, Dante (1265-1321) ile antik bella scola şairleri arasında Limboda gerçekleşen ve Cehennemin 4. kantosunda tasvir edilen karşılaşma olağanüstü açıklayıcıdır. Yeni Hıristiyan kültürü ile klasik edebiyattan devralınan miras arasındaki o uzun ve zorlu karşılaştırma süreci, yani Hıristiyan ruhaniliğinin antikçağdan kalma edebiyat mirasıyla kaynaşması yoluyla Avrupa geleneğinin temelini atacak olan süreç burada sonuca bağlanır. (Sayfa: 574)
Antikçağın Mirası ve Yeni Hıristiyan Kültürü Klasik Miras ve Hıristiyan Kültürü: Boethius ve Cassiodorus, Patrizia Stoppacci * Antikçağın Bilgi Dağarcığı * Latin eğitim sistemi MÖ I. yüzyılda, geç Helenistik dönemin etkisi altında yedi disiplinden oluşan artes liberales (özgür bir insana yakışacak şekilde “liberal”) programını benimser; felsefe başta olmak üzere tüm üst düzey disiplinlerin kültürel temelini oluşturacak olan beşeri bilimlerin ilk teorik özeti Terentius Varro’nun (MÖ 116-27) günümüze ulaşmamış Disciplinarum libri [Disiplinler Üzerine Kitaplar] adlı eserinde sunulmuştur. * Augustinus ve beşeri bilimler
Hıristiyanlar sonraki yüzyıllarda genelde antikçağın eğitim sistemine ve özellikle beşeri bilimler kavramına karşı giderek daha eleştirel bir tavır takınır, ancak Augustinus’un (354-430) De doctrina christiana’da (Hıristiyan Doktrini Üzerine) ifade ettiği düşünce eski bilgilerin aktarım sürecinde bir dönüm noktası oluşturur. Augustinus, beşeri bilimlerin Hıristiyan ilmine erişmeyi arzulayanlara sağlayacağı eğitici katkının farkındadır; eğitim bu bakış açısıyla bir Hıristiyanlaştırma sürecine tabî tutulur ve artes liberales yeni bir anlam kazanıp, pagan yazarların incelenmesinde yararlanılan yöntemlerin kutsal metinlere de (Vetus et Novum Testamentum (Eski ve Yeni Ahit)) uygulanmasına izin verir. Martianus Capella’nın (V. yüzyılda yaşamış pagan bir yazar) De nuptiis Philologiae et Mercurii (Filoloji ile Mercurius’un Evlenmesi) adlı didaktik eserinde alegorik olarak sunulmuş olan bu yedi disiplin, VI ve VII. yüzyıllarda tek bir eğitim müfredatı altında bir araya getirilir; bu müfredat, Beothius’un ve Cassiodorus’un düşünceleri ve sarf ettikleri gayret sayesinde geleneksel trivium (gramer, retorik ve diyalektik) ve quadrivium (aritmetik, müzik, geometri ve astronomi) sınıflandırılmasına tabî tutulur. Bu yeni kültürel ortamda Hıristiyan yazarlar antikçağdan erken ortaçağa aktarılmış olan bilgi dağarcığıyla yüzleşmek zorunda kalır. (Sayfa: 578) * Manastır Kültürü ve Monastik Edebiyat, Pierluigi Licciardello: * ''Ortaçağ monastisizmi, birbirine karşıt gibi görünen iki eğilim arasında bölünmüş gibidir. Bunlar “gramer” ve “eskatoloji” veya edebiyat sevgisi ile Tanrı arayışıdır (Jean Leclercq). Keşişlerin hedefi Tanrı arayışıdır ve bunun için kültüre ihtiyaç yoktur; tam tersine İsa, müritlerini cahil balıkçılar arasından seçmiştir. Keşişlerin örnek aldığı tavır olan docta ignorantia [bilge cehaleti] dünyevi kültür konusunda cehalet içinde, ama Tanrı’yla ilgili konularda bilgili olmak anlamına gelir. Bilim ile ilim bu şekilde tam bir zıtlık oluşturmuştur. Ancak pratikte ortaçağ keşişleri edebi kültürü tanır ve ondan yararlanırlar. Manastır okulunda keşiş adayıyken edebiyat okur, edebi eserler yazdıkları olur, öğretmen olarak veya elyazmalarının kopyalamasında görev alırlar.'' (Sayfa: 584) * Monastik Teoloji: * Tefekkür, sevgi ve bilgi * Monastik teoloji Kitabı Mukaddes’i konu alan lectio [okuyup yorumlama] ve meditatio [düşünce] süreçlerine dayanır. Düşünce süreci aynı zamanda oratio [ibadet] anlamına gelir ve Tanrı’nın contemplatio [tefekkür] sürecine götürür. Contemplatio, keşiş ruhaniliğinde kilit bir kavramdır; uğruna her şeyden uzaklaşılan Tanrı, görkemli uzaklığı içinde de olsa «görülmeye» çalışılır. Tanrı sevilir ve arzu edilir. Ruhani ve duygusal bir bilgi şekli olan Tanrı sevgisi Ona ulaşmanın tek yoludur. XI ile XII. yüzyıl arasında durum değişir ve teoloji yapmanın yeni bir yolu olan skolastisizm ortaya çıkar. Tanrı’yı duygusal olarak tecrübe etmenin yerini entelektüel arayış alır. Başlangıç noktası yine Kitabı Mukaddes’tir, ama bu kez Tanrı konusunda bir mantık sorunu için temel oluşturur; bu mesele (quaestio) zihinsel ve diyalektik terimler yoluyla çözülecektir ve bu çözüm (solutio) Tanrı’nın akılcılık yoluyla bilinmesi açısından bir adım daha atıldığı anlamına gelecektir.'' (Sayfa: 584) * Ortaçağda Bir Monastik Edebiyatı Var mıdır? * ''Monastik dilin başlıca konuları, vazgeçiş -Tanrı’yı arzulama- Tanrı’ya yükseliş şeklindeki çileci seyri merkez alır. İlahi Ruh, tövbekârlığın yarattığı içsel ıssızlığa inerek insanı güçlendirir ve yeniler. Mistik ağıt, içi Tanrı’yla dolan insanı altüst eden o anlatılamaz mutluluğu sıcak ve somut bir şekilde ifade eder. Mistik birlik, ışık, ısı, tarif edilemez bir mutluluk, tutku ateşi ve gelinle damat arasında cinsel birleşme olarak tarif edilir. Tanrı’ya yükseliş, Mezmurlar Kitabı 54,7’ye göre inanç kanatlarıyla uçmak gibidir: “Uçup huzur bulmam için kim bana güvercin kanatları verecek? 0 zaman geze geze uzaklara gider, çöllerde yaşardım.” Seçilen yaşamın fedakârlıklardan ibaret olmasına rağmen, keşişlik cennet bahçesi gibi, Tanrı’ya ulaşmak için altından bir yol (via aurea) veya göklerdeki Kudüs azizlerin ebedi şehrinin yeryüzündeki beklentisi- gibi tasvir edilir. Bu gibi imgeler, en temel metin olup ezbere bilinen Kitabı Mukaddes’ten kaynağını alır. Yazarların kendiliğinden hatırladığı bu imgeler, anılar yoluyla muhteşem bir çağrışım oyununun bir parçası haline gelir.'' (Sayfa: 585-586)
Alegori ve Doğa, Irene Zavattero: * Ortaçağın başlıca özelliklerinden biri evrene yönelik simgesel-alegorik bakış açısında yatar. Doğa, üstün bir boyuta atıfta bulunan bir simge bütünü olarak görülür ve onu oluşturan unsurlar (hayvanlar, bitkiler, taşlar) kendilerine özgü özellikleriyle bu dünya ötesi atıfları şekillendirme işlerine sahiptir. Kitabı Mukaddes’te bulunan simgeleri yorumlayan “kutsal metin alegorileri”ne, bestiarium, lapidarium ve herbarium örneklerinde görülen, doğayla ilgili gerçeklerin ahlaki veya ruhani anlamının sunulduğu “ansiklopedik alegoriler” eşlik eder. * Alegorinin Tanımı * “Alegori”nin Yunancası allos (başka) ile agoreuein (pazar meydanı olan agorada halka açık konuşma) kelimelerinden oluşur ve “başka şey söylemek” anlamına gelir. Bu, retorik metaforla, ilk anda hemen anlaşılmayan ve kelime anlamından farklı olan soyut bir kavram, somut bir imge yoluyla ifade edilir. Bu imge genelde doğadan alınır ve bir insan, canlı veya cansız bir varlık veya bir eylem başka bir şeyin simgesi olarak kullanılır. Dolayısıyla alegori; figüratif veya mecazi veya gayri mecazi bir imge yoluyla “başka bir şey söylemek” anlamına gelir.
Alegoriler ve Simgeler
Modern Batı geleneğinin tersine ortaçağ insanları için alegori ve simge aynı anlama gelir (U. Eco, Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik, 1987). Ortaçağın, Yeni-Platoncu metafiziğinin yoğun etkisi altındaki patristik gelenekten miras aldığı evren kavramı, bir simge sistemi ve Tanrı’nın, insanlara ahlaki ve dini hakikatleri açıklayan mecazi dili olarak algılanır. Doğal dünyanın gerçeklerinde Tanrı’nın izleri aranır. Hayvanlar, bitkiler ve mineraller tasvir edilip incelendiği zaman amaç sadece özelliklerini tanımak değil, aynı zamanda onların ilahi anlamlarını keşfetmektir. Johannes Scotus Eriugena’nın (810-880) De divisione naturae’da kullandığı ünlü bir cümle, bu “metafizik pan-semiyotiği” çok güzel ifade eder: “Görünür ve somut olup da soyut ve kavranabilir bir anlamı olmayan hiçbir şey yoktur.” (Sayfa: 627) * Olağanüstü Kavramının Çekim Gücü * Elyazmalarında ve sanat tarihinde kayda değer izleri kalan bu örnekler, ortaçağda hem egzotik ve “farklı” olana doğru kaçış açısından en erişilebilir aracı oluşturduğundan, hem de tutarlı ve türdeş olması gereken bir kültürel sistemde şekil bozukluklarının nasıl yorumlanması gerektiği sorununu entelektüel düzlemde konumlandırdığı için aydınların ve sanat hamilerinin ilgisini çekmiştir. Bu bileşim, bu türün günlük yaşam ve inançlar üzerinde o kadar etkili olmasını sağlar ki, doğuya yapılan yolculuklarla ilgili hayal ürünü anlatımlar, Kristof Kolomb’un (1451-1506) Amerika’ya doğru yola çıkmasına neden olur. Amerika’da da Eldorado’dan Amazon Nehri’ne kadar bazı coğrafi isimler ortaçağ hayal gücünün izlerini taşır. Hem XIX. yüzyılın sanatsal ve edebi eserlerinde, hem de Grimm Kardeşler’den İtalo Calvino’ya (1923-1985) kadar birçok yazarın çocuk edebiyatı yazarken yararlandığı engin masal dünyasında ifadesini bulan romantik hayal gücünün büyük kısmının kökeni de ortaçağ metinlerine kadar uzanır. (Sayfa: 633) * Olağanüstü Kavramının Kategorileri * Olağanüstü kavramının ortaçağdaki örneklerini bize aktaran belgeler, son zamanlarda Jacques Le Goff (1924-) gibi, antropolojik unsurlara duyarlı ortaçağ araştırmacıları arasında rağbet gören inceleme konuları haline gelmiştir. Bu araştırmacılar, bu olguları hayal ürünü kategorisi altında toplayarak, mekânlarını (şatolar, manastırlar, saraylar, ormanlar, deniz, şehirler, öteki dünya), kültürel türlerini (Kitabı Mukaddes kaynaklı, klasik, Kelt, Germen) ve ifade şekillerini (rüyalar, düşler, ilmi yazılar, coğrafi tasvirler, siyasal simgeler) incelemişlerdir. Bu araştırmalar sayesinde, özellikle ortaçağın ve geç ortaçağın kaynakları temel alınarak, günümüzde çok yaygın olarak kullanılan bir sınıflandırmaya ulaşılmıştır: Antikçağın yazarları ve Avrupa halk bilimi yoluyla aktarılmış, Hıristiyanlık öncesi olağanüstü kavramı olan mirabilis; Şeytani özellikli doğaüstü olgulardan oluşan magicus ve genelde azizler aracılığıyla gerçekleştirilip Tanrı’nın tarihe müdahalesini içeren, mucizevi değil de doğal, dolayısıyla öngörülebilir bağlama konumlandırılan Hıristiyan olağanüstü kavramı miraculosus. Bu kategoriler sonradan, Baltrusaitis’in (1873-1944) tarihi sanatsal incelemelerini ve Hugo (1802-1885), Lewis Carroll (1832-1898) ile Tolkien’in (1892-1973) edebi icatlarını da göz önüne almış olan Tzvetan Todorov (1939-) tarafından derinlemesine incelenen hayal ürünü kategorisiyle de kaynaşmıştır: Narnia’d a n Yüzüklerin Efendisi’ne, vampirlerden perilere kadar uzanan bu para-mitoloji bütünü, ortaçağdan ilham alır ve günümüzde bile büyük başarı kazanmaya devam ederek yeni efsanelerle son derece gelişmiş bir edebiyat alanını ve sinema endüstrisini besler. (Sayfa: 633-634) *
Avrupa Dillerine Doğru: İlk Örnekler, Giuseppina Brunetti *Avrupa’nın günümüzdeki dilbilimsel tablosu erken ortaçağın sonu ile geç ortaçağın başları arasında şekillenmiştir ve büyük kısmı Hint Avrupa kökenlidir. Avrupa’da sekiz dil grubu vardır. En önemli üç grup Latin, Germen ve Slav kökenli olanlardır. Bunların yanı sıra Kelt ve Baltık kökenli dillerle münferit diller (Yunanca ve Arnavutça) ve Indo-Aryan dili yer alır. Hint-Avrupa kökenli olmayan dil grupları arasında Fin-Ugor dilleri, Bask dili, Türkçe, Moğol ve Sami (Malta dili) dilleri sayılabilir. Modern dillerin (ve İtalyanca dahil olmak üzere Latin kökenli dillerin) uzun tanımlanma süreci yenilik ile kalıcılık, muhafaza etme ile farklılaşma arasındaki diyalektikle işler. (Sayfa: 649)Gregorius Magnus ve Azizlerin Yaşam Öyküleri, Pierluigi Licciardello: *Edebi Eserleri *Son derece zengin olan mektup derlemeleri, kilise yaşamıyla ilgili çok çeşitli konulara değinir ve ortaçağ Avrupa’sında dine adanan hayatın maddi ve ruhani koşullarının incelenmesi için olağanüstü önem taşıyan tarihi bir kaynak oluşturur. Canterbury’nin misyoner piskoposu Augustinus’a (?-604) yazdığı ve pagan tapınakların yok edilmeyip Hıristiyan kiliselerine dönüştürülmesi gerektiği, bu şekilde eski ibadeti yok etmeden, insanlara onun yerini alan yeni bir dinin verilebileceğini anlattığı ünlü mektubu göz önüne almak yeterli olacaktır.*Tefsir yazarı Gregorius *Moralia in lob, Eyüb’ün Kitabı’nı konu alan uzun bir tefsir eseridir. Gregorius Magnus, peşini felaketlerin bırakmadığı, devamlı olarak sınanan, acılarla ve fakirlikle aşağılanan, ama yine de Tanrı’ya sadık kalan haklının hikâyesini kendi dönemindeki kilisenin ve insanların paradigması olarak görür. Eski Ahit’in Yahudi halkının Mezopotamya’ya sürgün edildiği trajik dönemde yazılmış olan kehanet kitabını konu alan Homiliae in Hiezechihelem [Hezekiyel’in Yirmi İki Öğüdü] adlı diğer tefsir eseri de benzer bir durum sergiler. Yazarın son tefsir eseri olan Homiliae XL in Evangelia [İncil Üzerine Kırk Öğüt], yazılışı açısından da farklı bir üsluba sahiptir. Bu eser, papanın çeşitli ayinler sırasında Roma halkına verdiği ve sekreterleri tarafından küçük levhalara yazılıp sonradan elyazması eser şeklinde yayımlanan vaazlarından oluşur. Gregorius Magnus’un kutsal metinin tefsir yazarı olarak sunduğu çoklu ve hayal gücü açısından zengin yorumlar genelde ahlaki, yani ruhani niteliktedir. Aziz Augustinus’u (354-430) örnek alan yazar, Kitabı Mukaddes’te insanları İyiliğe doğru yönlendirebilecek, onları felaket anlarında teselli edip göklerdeki anavatanlarına, yani Kutsal Topraklar’a götürebilecek bir Tanrı’nın sesini arar. Gregorius Magnus aynı zamanda mistik yaşamın, eylem ve tefekkürün bilge bir şekilde dengelenmesiyle gerçekleştirilecek Tanrı arayışının hocasıdır; bu anlamda monastik ruhaniliğin de babası sayılacaktır.*Regula pastoralis *Nitelikli papazlar için bir tür rehber olan Regula pastoralis [Papazlığa İlişkin Kurallar], kapsam açısından daha dar olmasına karşın önemi büyüktür. Bu eser didaktik türe ait kabul edilse de Gregorius Magnus’un ruhaniliğini ve mistisizm doktrinini sergiler. Nitekim yazara göre papazlar Tanrı arayışı ile topluma sundukları kamu hizmeti, yani tefekkür yaşamı ile faal yaşam arasında tam bir denge sağlamalıdır. Gregorius Magnus’un muhtemelen en önemli eseri olan Dialogi (593) erken ortaçağdaki azizlerin yaşam öyküleri türüne dahildir. (Sayfa: 669-670)
Düşsel Edebiyat ve Öteki Dünyanın Tasviri, Giuseppe Ledda: *Kitabı Mukaddes’teki İlk Örnekler ve Apokrif Vahiyler *Cehennem ve Cennet *Kitabı Mukaddes’te ruhların ölümden sonraki durumuna yapılan imalar oldukça geneldir, ama Yeni Ahit, ötedünya edebiyatının temelini oluşturacak iki mekân sunar. Vahiy, Kıyamet Günü’nün ve insanları ebediyette bekleyen kaderin tasviriyle sona erer: Günahkârlar “ateş ve kükürt gölü”ne atılırlar, iyiler de Tanrı’nın şanıyla ışıldayan, ama yeşim taşından bir surla çevrili, değerli taşlarla süslü altın binalardan oluşan göklerdeki Kudüs’e çıkarılırlar. Kitabı Mukaddes’in bir diğer metininde de insanların canlıyken öteki dünyayla ilgili deneyim yaşama olasılığı gözler önüne serilir: Aziz Paulus (I.yüzyıl), Korinthoslulara İkinci Mektup’taCennet’e çıkarıldığını ve “insanın söylemesi yasak olan sözler” duyduğunu söyler.Dolayısıyla Kitabı Mukaddes, öteki dünya hakkında bazı imalar sunar, ama konuyu tam ve ayrıntılı bir şekilde işlemez; bu türden bilgiler ise II ila IV. yüzyıl arasında kısmen Hıristiyanlaştırılmış metinler olan, ama daha eski bölümleri daha önceki yüzyıllara ait apokrif vahiylerde bulunur: Dördüncü Ezra Kitabı, Petrus Vahyi ve Hanok Kitabı.*Paulus’un düşü *Havari Paulus’un bizzat söz etmediği düşünün önce Yunanca (Paulus Vahyi, III. yüzyıl), daha sonra çeşitli dillerde olmak üzere farklı apokrif versiyonları ortaya çıkar. Latincede var olan farklı uzunluklardaki versiyonları Paulus’un Düşü olarak bilinir. Yunanca aslına en yakın olan en uzun versiyon, bu metinin, Paulus’un Tarsus’taki evinin altında gömülü bir sandığın içinde bulunduğunu anlatan bir önsöz içerir. Metin ayrıca, Korinthoslulara İkinci Mektup’un ilahi sırları açıklama konusunda dayattığı yasağı aşmak için, bu yasağı birkaç gizemli açıklamayla sınırlandırır ve onlar hakkında bir şey içermez, ama Başmelek Mikail’in, Paulus’un bu düşünün geri kalan kısmının açıklanması gerektiğine dair emrini içerir. Böylece Havari Paulus’un çeşitli peygamberlerle karşılaştığı, gökleri, melekleri ve göklerdeki Kudüs’ü gördüğü cennetin ayrıntılı bir tasviri sunulur. Ama Paulus yeni ölmüş birisinin ruhunun yargılanmasına tanık olur ve günahkârların işledikleri suçlara göre cezalandırıldıkları -ve Dante’nin cezalandırma sisteminin ilk versiyonlarından birini oluşturacak olan- cehennemi görmeye de götürülür. Cezalar daha çok vücudun farklı yerlerinin ateşten bir nehre batırılmasına dayalıdır, ama günahkârları yiyip yutan korkunç bir ejderha, onları rahatsız edip duran yılanlar ve solucanlar ve ruhların bazılarının içine atıldığı, berbat kokan bir kuyu söz konusudur. Bu metinin daha yaygın olan daha kısa versiyonları cennet kısmını atlar ve sadece cehennem kısmını içerir. (Sayfa: 674-675)*Düşler ve Azizlerin Yaşam Öyküleri *''Hıristiyan edebiyatının ilk yüzyıllarında, genelde cennetle sınırlı olan ötedünya düşü, azizlerin yaşam öyküleri türüyle iç içe geçer. Özellikle infaz edilmeyi beklerken onları bekleyen cennetin teselli edici düşünü gören şehitler konu edilir; Passio Perpetuae et Felicitatis [Perpetua ile Felicitas’ın Çilesi] (III. yüzyıl) ve Passio Mariani et Iacobi [Marianus ile Yakub’un Çilesi] (IV. yüzyıl) bunlara örnek teşkil eder.Hieronymus (y. 347 420) bir mektubunda (Epistula 22, Eustochius), onu ölüm döşeğine düşüren yüksek ateşli bir hastalık sırasında gördüğü bir düşü anlatır: İlahi bir mahkeme karşısında, işlediği günahlardan dolayı yargılanır, ama bir daha günah işlemeyeceğine söz vererek, suçunun kefaretini ödemek için hayata dönme izni almayı başarır. Sulpicius Severus’un (y. 360-y. 420) Vita Martini [Martinus’un Hayati] eserinde de azizlerin yaşam öyküleri açısından yeniden ele alınan bu konu, düşlerde de sık sık kullanılacaktır.*Sabit bir anlatım planı: Gregorius Magnus’un Dialogi eseri *Bu türe hâkim olan anlatım planına göre ölüm döşeğinde yatan hikâyenin kahramanı birkaç saat sonra hayata döner ve çevresindekilere ötedünyayı görmeye götürüldüğünü anlatır. Gregorius Magnus’un (y. 540- 604, > 590) Dialogi eseri hem bu planın sabit hale gelmesini hem de tasvir açısından bazı ayrıntıların yaygınlaşmasını sağlar: İyiler yemyeşil, çiçekli ve güzel kokulu bir bahçede yaşar ve altından yapılmış, muhteşem binaların tadını çıkarırken, günahkârlar çok kötü kokan bir nehrin aktığı Cehennem’de ateşe sokulurlar. Ruhun yargılanması için ayrıca çok ince bir köprüden geçmek gerekir: Günahkârlar ateşin içine düşerken iyiler köprüyü geçip Cennet’e ulaşır. Bu köprü aynı zamanda ruhlar için mücadele eden meleklerle Şeytanlar arasındaki savaşa da sahne olur.'' (Sayfa: 675-676)
Muhterem Bede, Patrizia Stoppacci: * VII ve VIII. yüzyıllarda Britanya’nın kültürel ve edebi ortamının en önemli kişiliği, Muhterem Bede’dir; çeşitli ilim dallarında (azizlerin yaşam öyküleri, tefsir, gramer ve şiir) eserler yazmış olan Bede, erken ortaçağın en önemli etnik tarihyazımı eserlerinden biri olan Historia ecclesiastica gentis Anglorum’la ün kazanmıştır. (Sayfa: 678) * ''Yaşamının tamamını Jarrow’un duvarları arasında geçiren ve hiç dışarı çıkmayan Bede zamanını öğrenim, eğitim ve yazarlık faaliyetleri arasında böler (kendi deyimiyle ana ilgi alanı semper aut discere aut docere aut scribere, yani sürekli öğrenmek, öğretmek veya yazmaktır). Bu katı öğrenim programı sayesinde çok geniş kapsamlı ve ayrıntılı bir bilgi dağarcığına sahip olur ve nesirden şiire, tefsirden tarihyazımına, imladan vaaz sanatına, doğa bilimlerinden kronolojiye, pedagojiden azizlerin yaşam öykülerine uzanan birçok alanda sayısız eser yazar (Historia ecclesiastica’nın ekinde verdiği eser listesi, eksik olmasına ve kronolojik olarak sıralanmamış olmasına rağmen değerli bir belgedir).'' (Sayfa: 679) * Azizlerin Yaşam Öyküleri: * Martyrologium * ''Bede’nin azizlerin yaşam öyküleri alanındaki en önemli eseri, ilk “tarihi şehit listesi” sayılan ve bu alanda daha sonra yazacak olanları (Florus, 7-y. 860 ve Usuardus, 7-869/877) derin bir şekilde etkileyecek olan Martyrologium’dur [Şehit Listesi]; eser, Katolik Kilisesi’nin andığı bütün azizler ve şehitler hakkında birer özet sunup (eski vitae sanctorum [azizlerin hayatları] ve passiones’ten [çileler] ilham alınan 114 paragraf), onların hayatlarını ve nasıl şehit edildiklerini anlatır.'' (Sayfa: 679-680)
Latin İlahi Sanatı, Giacomo Baroffio: * IV. yüzyıldan itibaren şarkıyla ifade edilen manzum dua örnekleri ortaya çıkar; bu türün en gelişmiş biçimi, litürjik ilahiler olacaktır. Roma Kilisesi tarafından kabul edilmesi XII. yüzyılı bulacak olan ilahiler bu arada geçit törenleri gibi başka kutlamalarda yaygın olarak kullanılırlar. Erken ortaçağda bu ifade türünün yanı sıra tek sesli şiirler ile Karolenj döneminde Frank litürjisinde Roma ayinlerinin kullanımından doğan gereksinimlere cevaben seguentia da ortaya çıkar. (Sayfa: 683) * GÖRSELİN ALTYAZISI: Aziz Ambrosius'un ilahisinin Garbagnati baskısındaki (1897,4 ve 7) iki melodik versiyonu (kışlık ve yazlık). Milano litürji kitaplarına özgü Got-Lombard notasyonu burada da kullanılmıştır. (Sayfa: 684)
Bizans Dini Şiirleri, Gianfranco Agosti: * Geleneksel Şiir Türleri * Klasik vezinli dini şiirler * ''Bizans dini şiirinin estetik ve ideolojik temelleri geç antikçağa (III. yüzyıl sonu-VI. yüzyıl) veya -Sergej Sergeevic Averincev’in (1937-2004) deyimiyle- Hıristiyan kültürünün, paganizmle aşırı derecede haşır neşir olduğuna inanılan şiire karşı çıkarılmasından vazgeçilen ve yazıt, ilim ve kehanet şiirleriyle başlamış gelenek sürdürülerek (kısmen Yahudi, kısmen Hıristiyan kökenli on dört kitaptan oluşan Sibylla Kehanetleri) klasik vezinlerle şiirlerin yazılmaya başladığı Antik-Bizans dönemine uzanır. Hem heksametron vezinlerden ve beyitlerden oluşan teolojik şiirler, hem de trimetron vezin şeklindeki zarif otobiyografik şiirler, ağıtlar ve hicivsel şiirler yazan Gregorius Nazianzenus’un (325/330-389) çok zengin ve son derece çeşitli şiir üretiminin dışında, geç antikçağın Hıristiyan şiiri neredeyse tamamıyla Kitabı Mukaddes temellidir, yani kutsal metinlerin heksametron vezinler şeklinde tefsirinden oluşur (Latin egemenliğindeki Batıda daha çok kullanılan bir tür).'' (Sayfa: 690) * Homeros’un Hıristiyanlaştırılması: * ''Mısır’da IV. yüzyılda gerçekleştirilmiş ve yakın zamanda yayımlanmış bir papirüs sayesinde (düşsel metinler, ilahiler ve Kitabı Mukaddes metinlerinin yeniden yazılmış versiyonlarını içeren P. Bodmer 29-36) haberdar olduğumuz bazı girişimlerden sonra, V. yüzyılda Kitabı Mukaddes’i temel alan şairler kendilerini Eski ve Yeni Ahit’i Homeros tarzında yeniden yazmaya adarlar; Apollinarius adından birisine hatalı olarak atfedilen Mezmurların Açıklaması’nın yazarı ve Octateuchos’un [İncil’in Sekiz Kitabı], Zekeriya ve Danyal’ın tercümanı, İmparator II. Theodosius’un (401- 450, 408’den sonra imparator) kültürlü karısı Eudoxia (393-455) bu şairlere örnek teşkil eder. Burada söz konusu olan ideolojik varsayım, kültürlü paganlarla da diyalog kurma amacıyla Homeros’un Hıristiyanlaştırılmasıdır. Nitekim Eudoxia da, diğer şairler de, İsa’nın yaşamının Ilyada ve Odysseia’dan alınma yarım mısra veya tam mısralarla tasvir edildiği cento’lar yazarlar. Bu deneyler daha sonra tarihi ve yazarı belirsiz olan (IV ila XI veya XII. yüzyıllar arası yazıldığı sanılır) ve Euripides’i örnek alan, İsa’nın çilesini ve onun için duyulan üzüntüyü işleyen bir cento olan Christus Patiens [Acı Çeken İsa] adlı kısa bir şiirde tekrarlanacaktır.'' (Sayfa: 690-691)
Tiyatro * Muhalefet ile Direnme Arasında Kalan Gösteri Dünyası, Pandomim Oyuncularının Hıristiyanlığı Kabul Etmesi, Luciano Bottoni: * Kilise Babalarının kınamalarına ve aforozlarına meydan okuyan temsil ve tiyatro geleneği, Batı Roma İmparatorluğu’nun çökmekte olduğu yüzyıllarda bile var olmaya devam eder. Aktörlerin ve pandomim oyuncularının fiziksel cazibesi emirnamelere ve kınamalara ve hayatla tiyatro arasındaki ilişki gibi, Hıristiyanlığı kabul etmeye karşı direnir. Roma-Barbar krallıklarının Hıristiyanlığı kabul etmesi, aktörlerin ve her tür tiyatro gösterisinin toplumsal ve dini açıdan dışlanmasını beraberinde getirir. * Pagan Gösterilerin Çöküşü ve Unutulması * Kilisenin aforozu * Batı Roma İmparatorluğu’nun sona ermesiyle beraber antikçağın toplumsal ve kültürel dünyasında görülen çöküş, imparatorluk döneminde zirveye çıkan tiyatro ve gösteri şekillerinin ağır, ama önlenemez bir şekilde ortadan kalkmasına neden olur. Gladyatör karşılaşmalarından araba yarışlarına, naumachia’dan (deniz savaşlarının canlandırılması) vahşi hayvanlarla mücadele edilen venationes’e kadar tüm sirk eğlenceleri, önce Hıristiyan toplumlarının, sonra da kilisenin ahlaki kınamaları karşısında ortadan kalkar. Toga giymiş aktörlerin komedilerini ve aristokratik trajedileri süsleyen müzikler ve şarkılar (melos) yok olur; orkestralar (synphonia) giderek dansçılara (saltatores) ve pandomimcilere eşlik aracı olmaya indirgenir. Roma gösteri sisteminin çöküşü ve yavaş yavaş ortadan kalkması, temsil geleneğinin tamamını ve pagan bayram-gösteri ayinlerini birkaç yüzyıl boyunca sessizliğe ve unutulmaya mahkûm eder; bu dünyadan geriye kalan unsurlar -özellikle aktörlerle pandomim oyuncularının uygulamaları- Kilise Babalarının karşı çıkmasına, tartışmalara ve kınamalara rağmen aradan sızmayı başaran bilgiler sayesinde yeniden canlandırılabilir. * Tarihi belirleyecek olayların gerçekleştiği 476 yılından 20-30 yıl kadar sonra Arles piskoposu Caesarius (y. 470-542) öfkeli bir vaazında “pagan” gösterilerine değinerek (Sermones, 12, 4) onları ahlaksızlıkla suçlar; başka birçok rezil ve sahtekâr batıl inancın yanı sıra bu türden gösteriler de pompae diaboli [Şeytani geçit alayı], gösteriş, Şeytani icat ve faaliyet olarak tanımlanır. Ancak imparatorluk döneminin gösterilerinin ve tiyatro türlerinin aforoz edilmesi, Romulus Augustulus’un (459-476, >475) tahttan indirilmesinden çok önce başlar. Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne paralel olarak gerçekleşen gösterilerin yok olma sürecine asıl katkıda bulunan unsur, Barbar istilalarından veya yeni krallıkların kısa ömründen çok, Hıristiyan Kilisesi’nin bu gösterilere beslediği şiddetli nefretti. Hıristiyanların görevi, hakaret niteliğinde kılık değiştirmeler, yüz ve ses değişiklikleri, duyguların simülasyonu yoluyla Tanrı’nın yaratıcı yönünü rezil bir şekilde taklit ettiği için Tanrı tarafından yasaklanan tiyatroyu tamamıyla reddederek paganlardan uzak durmaktır. Ancak bu pandomim şekilleri, kılık değiştirmeler, masklar, imalı hareketler ve fizikselliğin yarattığı cazibe tüm ahlaki kınamalara ve, teolojik temelli olanlar dahil, ihraç girişimlerine güçlü bir şekilde karşı koyar. * Her ne kadar 380 tarihli Thessaloniki Fermanı’yla Hıristiyanlık Devlet Dini olarak ilan edilirse ve Theodosius (401-450) bundan on yıl sonra Hıristiyanlığın izin verilen tek din olduğunu ilan ederse de, Kostantinopolis patriği Johannes Chrysostomus (y. 354-407) litürjiye pandomimlerin ifade ve hareket biçimlerini, fiziksel coşkusunu ve abartılı duygularını dahil ettikleri için Arius’un müritlerini kınar: “Kendilerini deli gibi gösteriyorlar, sallanıp galeyana geliyorlar, tuhaf sesler çıkarıyorlar, Ruhaniliğe aykırı şekillerde kendilerini ifade ediyorlar. Kutsal yerlere pandomimlerin ve dansçıların âdetlerini getiriyorlar.” (Sayfa: 696-697) * Dört Bir Tarafa Dağılan, Göçebe bir Tiyatro Geleneği * IV ila VII. yüzyıllar arası Avrupa’daki çeşitli halklar ve Roma-Barbar krallıkları Hıristiyanlığı kabul ederler. Kilise, Roma geleneğinin yeni krallıklara sunduğu örgütsel yapıyı ve merkezi yöntemleri devralır; buna bağlı olarak, tüm kültürel ve sanatsal faaliyetler, tüm piskoposluk merkezlerinde faal olan okullardan farklı monastik tarikatların büyük manastırlarına kadar dini kurumların mirası haline gelir. * Dört bir tarafa dağılan oyuncu aileleri * Görüldüğü üzere, dini ve toplumsal olarak dışlanmak, aktörlere ve günahkâr dönüşüm yeteneklerine bir darbe indirir. Parmaklarıyla konuşan ve müstehcen hareketler yapan, ama her türlü öyküyü canlandırmasını bilen pandomim oyuncuları, şehvet ve cinsel cazibe sergilemeye uygun pandomimleriyle, dansçılarıyla, hokkabazlarıyla ve ozan-müzisyenleriyle birlikte şehirlerin kapalı sahnelerini terk etmek zorunda kalırlar. Onlar önceden belirlenmiş, yazılı bir metine bağlı kalmaktansa doğaçlamaya dayanan, artık dağılmış olan bir tiyatro geleneğinden geriye kalanlardır. Dramatik yönleri litürjik ayinlerin arasına ve dindışı törenlerin sembolizmine sızmayı başarır. Daha sonra kelimelerle ve saray soytarılarının sesleriyle karşılaşacağı zaman, halkın beklentilerine uyarlanabilen, doğaçlama, sözlü bir geleneğe bağlı yaratıcı ön metinlerle faaliyet gösterecektir. Bu gelenekten geriye kalanların göçebe olması, resmi bir bayramdan bir pazar yerine, resmi veya özel bir yıldönümünden bir düğün şölenine veya saray şölenlerine gezmeleri halk tiyatrosunun başkahramanlarının zorlukla da olsa hayatta kalmasına izin verir. Dört bir tarafa dağılan ve yerleşmek için bir yer veya kendilerini gösterecekleri fırsatlar aramaya devam eden oyuncu aileleri, aforoz, sınırlama ve resmi kınamalar açısından muğlak muafiyetler sağlayan uygulamalardan yararlanarak manastırlara veya piskoposluk merkezlerine sızmaktan geri kalmazlar. (Sayfa: 698-699)
Piskoposluk Okulları ve Mevsimsel Bayramlar Geleneği: * Bayramlar ve şehvet ruhu * Huzur bozucu yanları güçlü olan ve ahlaksızlığa açık olan pagan ayinleri, ilkbahara özgü olup Paskalya’dan sonraki cumartesi günü kutlanan Cornomannia gibi, yıl boyu katı bir disiplin altında tutulan alt ruhban sınıfından gençlerin parodi alanındaki bastırılmış enerjilerini Roma’da, Laterano’nun önündeki çayırlarda serbest bırakmalarına izin veren bazı mevsimsel bayramlar tarafından da özümsenir; din adamları ile dindışı kişiler, cemaat üyeleri ve kostümlü figüranlardan oluşan karışık bir topluluk hicivsel doğaçlama temsiller canlandırır. Geleneğe uygun şekilde/ müzik okulundan sorumlu olan başrahip öğrencilerin alaycı hareketleri arasında bir eşeğe biner, sonra şükran şarkılarıyla, komik skeçlerle, eşeklere ters bindirilip eşeklerin başlarına asılı para dolu tabaklara ulaşmaya çalışan başrahiplerin görüntüsüyle ortam giderek neşelenir. Bayramın sonunda rahipler ve -başları çavdar mahmuzuyla süslü olan- zangoçlar, tatlı ve börek dağıtımından sonra geçit alayı halinde on sekiz cemaat bölgesine dönerler. Onlar bütün evleri teker teker takdis ederken, papa da (coşkulu kalabalığın arasında kaçmaya çalışan geleneksel tilki dahil olmak üzere) armağan değiş tokuşunda bulunur. Aslında parodi geleneğinin kutsallığa bulaşması, genelde pagan tapınaklarının uyarlanmasından oluşan ve inananlara daima açık kamusal alanlar olan kiliseler yoluyla da olur. Özellikle pagan kültürünü ve geleneklerini asimile etmeyi amaçlayan papaz, diyakoz ve rahiplerin yarı litürjik bayramları (sırasıyla 28 Aralık’ta kutlanan Masumlar Bayramı, 26 Aralık’taki Aziz Stephanos Günü ve 27 Aralık’taki Aziz Johannes Günü) bu şekilde kutsal binaları korkunç geçit alaylarına, maskeli şenliklere ve alt ruhban sınıflarının kaba hareketlerine açmıştı.'' (Sayfa: 700) * * Karolenj Döneminde Tiyatro Türleri: Diyalog Şeklindeki “Çekişme” ve Şenliklere Özgü Pandomim Oyunları: * ''Komik pandomim oyuncusu Crescentius’un canlandırdığı şarkılı ve danslı tablolar seyircilere eğlence sağlar. Crescentius, sunduğu olayların saygısız, komik ve gülünç niteliğini kekeleme yoluyla vurgular. Olay, Kral Yoel’in Ürdün Nehri’nin kıyısındaki Kana’da verdiği düğün ziyafetine dayanır: Bu ziyafete katılanlar, Eski ve Yeni Ahit’ten azami derecede kronolojik serbestlikle seçilmiş çeşitli kişilerdir. Kitabı Mukaddes’teki öykülerine bağlı ironik veya alaycı ayrıntılar bu kişilerin teşhis edilmesini sağlar. Âdem’in yanında yer alan Havva bir incir yaprağının, çoban Habil bir süt kovasının, Nuh bir geminin, Petrus da bir kürsünün üzerinde oturur, Şimşon’un yanında sütunları vardır, zavallı Eyüp de dışkıyla yetinmek zorundadır. Mezelerle birlikte parodi de giderek gelişir ve Davud arp çalarken Herod da dans etmeye başlar; Havva bir incir çalar, derken eğlence düşkünü topluluk akşam yemeği için giyinmek üzere soyunur. Yemeğin hazırlanmasına katkıda bulunmak gerekince İshak’a odun getirmek düşer, İbrahim kurban edilecek buzağıyı getirir, Kabil hayvanı öldürürken de Herodias kanını sağa sola saçar. Ziyafet sırasında ise bir gümbürtü kopar, çünkü İshak’ın oğlaktan, Tobit’in da balıktan yediği anlaşılır; Herodias’ın getirdiği tabakta Yuhanna için bir kafa, Petrus için bir kulak, Havva için bir kaburga ve Elizabet için vulva çıkar. İçilen şarabın bir kısmının tanrılar onuruna yere dökülmesiyle, Kitabı Mukaddes konusunda uzman olan rahip ve papazlardan oluşan seyirciler karşısındaki bu karnaval benzeri, kutsallığa hakaret ortamı iyice bozulur. Nuh sarhoş olup sızar, Yakub diğerlerinin bardaklarını kafasına diker ve Yunus’un şarabı sulandırmış olmasından dolayı kavga çıkar.'' (Sayfa: 702-703)
Görsel Sanatlar, Giriş, Valentino Pace * Kamusal boyut * Constantinus (y. 285-337) ile Licinius’un (y. 250-y. 324) 313 yılında Milano’da yayımladığı ve Hıristiyanların inançlarını serbestçe yaşamasına izin veren emirname hem tarihin seyrinde hem de dini kamusal yapılar ve figüratif anlatım dili alanında önemli bir dönüm noktasıdır. Hıristiyanlar tarihte ilk defa, kendi dini gereksinimlerine uygun mekânlardan oluşan bir sistem yaratacak, bu mekânlara işlevsel nitelikler kazandıracak ve onları gerektiği şekilde donatacak duruma gelirler. O döneme kadar herkesin ancak kendi evinde veya sınırlı bir Şekilde, örneğin mezarlıkların dapdaracık boşluklarında ibadet ettiği din artık pagan mekânlarla ve tasvirlerle rekabet eden kamusal bir boyut kazanmıştır. XXI. yüzyılda yaşayan bizlerin IV. yüzyılda olanlar konusunda kesin bilgi sahibi olması çok zor, hatta imkânsıza yakındır; bu yüzyılın başlarında, 313 yılında Milano Emirnamesi yayımlanırken, sonlarında, Büyük Theodosius (y. 347 395) zamanında paganizm ve ona bağlı ibadet şekilleri yasaklanır. Dini inançları ne olursa olsun hiç kimse Hıristiyanlığın önü alınamaz ilerleyişini ve imparatorluğun merkezi Roma’da anıtsal binalar yoluyla kendini kanıtlayışını fark etmemiş olamaz; bu bağlamda yeni cemaat kısa süre sonra, resmi meşruiyet kazanımından kaynaklanması muhtemel bir coşkuyla, pagan geçmişlerinin izlerini ortadan kaldırma amacını edinir. Roma’da, Milano’da ve imparatorluğun kendi kentsel düzenlerini yaratıp pagan tanrılara olan inancının göstergelerini sergilediği diğer her yerde Hıristiyanların -Hıristiyanlığı kabul eden büyük kitlelerden aldıkları güçle ve aristokrat sınıfların artan desteğiyle- o tanrıların mekânlarına ve tapınaklarına kötü gözle baktığına şüphe yoktur. V. yüzyılda birçok binanın işlevselliği sona erecek ve büyük kısmı tamamıyla yok edilecekse de, sonraki yüzyıllarda hem resmi hem de özel kullanımda yeniden yararlanılmak üzere bu binaların pratik amaçlarla geri kazanılması için çaba sarf edilecektir. Hıristiyan sanatının temellerinin kaçınılmaz olarak dayandığı sosyo-kültürel bağlam dini ve seküler işleve sahip kamusal yapılardan oluşan bir sistem öngörür; sanat hamileri ile inananlar arasındaki temel iletişim ihtiyacı bu bağlamın kendini ifade şekli ve ritüel yöntemlerine dayanır. (Sayfa: 708)
Parçalanmanın Gücü ile Devamlılığın Gücü * Parçalanma ve klasik olanın yeniden doğuşu * Konstantinopolis’te ve imparatorluk sınırları içerisinde, ifade akımlarının en güçlü olduğu bölgelerde bile (örneğin Suriye-Filistin civarı) neredeyse hiç bilinmeyen, imgenin “klasisizm”inin parçalanması, Batı Avrupa’ya farklı düzeylerde ve farklı şekillerde nüfuz eder: Campania, Friuli veya Vizigot dönemi İspanya’sında olduğu üzere, Britanya Adaları’nın minyatürlerinde veya Akdeniz heykellerinde de benzer imgelere rastlanması son derece anlamlıdır. Tarihyazımında -hem kültürel anlamda hem de konumuz olan figüratif alanda- ilk büyük “Klasik Rönesans’ın temsilcisi olarak bilinen Karolenj döneminin olağanüstü önemi de bu bağlamda daha iyi anlaşılır. Karolenj döneminin, en çok siyasal açıdan karşıt olduğu ve galip geldiği yönden, yani Longobard dünyasından kaynaklanan deneyimlerden beslendiği de hatırlanmalıdır. Nitekim bize imkânsız gibi görünse de, Longobard döneminde biçimsel açıdan birbirinden çok farklı eserler üretilir, ancak bu eserlerin hepsi, piskoposlar olsun, krallar olsun, onlara değer veren “yüksek” sanat hamilerine yönelik üretilir: Bir yanda Ratchis Sunağı ve üzerinde Sigualdus’un adı olan levha, diğer yanda Callixtus Vaftizhanesi ve özellikle Tempietto başta olmak üzere birçok eser VIII. yüzyılın ortalarında, Cividale del Friuli’de üretilmiştir. Castelseprio’daki Santa Maria Foris Portas Kilisesi de, Cividale’deki Tempietto da, Karolenj dönemine ait olup günümüzde Viyana’da bulunan Taç Giyme Töreni İncilleri de, Klasisizmin ve simgesel düşselliğin -Bizans İmparatorluğunda normatif düzeyde kalan- kanonlarından ilham alan resim sanatının ne derecede itibar gördüğüne tanıklık ederler. Estetik prestij II. Otto (955-983) ile Bizans imparatoru I. Johannes Tzimiskes’in (y. 925-976) yeğeni Teophano (y. 958- 991) arasında 972 yılında gerçekleşen imparatorluk düğünü gibi, tamamıyla siyasal olan faktörler sayesinde de giderek daha da güçlenir. * Ortaçağ Avrupa’sında “Otto dönemi sanatı” adı verilen ve X. yüzyılın son yılları ile XI. yüzyılın ilk yıllarını kapsayan olağanüstü sanatsal dönem, sanat eserlerinin ve özellikle minyatürlü elyazması eserlerin ihtişamını Bizans İmparatorluğu’nun öğretilerine borçludur. Ancak bu dönemde yaşanan dorukların ve haklı ünlerinin ardında başka nedenler de yatar. Başyapıtları konu alan ideal bir tarihte, doğalcı gücü ve ifade sadeliği açısından Giotto’nunkilerle eşit yer verilmesi gereken Gero’nun Çarmıha Gerili İsa’sından yukarıda da söz edildi; buna Oberzell’de, Reichenau’da yer alan ve çok tahrip olmuş olmasına rağmen görüntü açısından olağanüstü bir etkiye sahip Sankt Georg resim dizisi de eklenebilir. Bu eserin merkezi nefin duvarlarında yer alan ve birbirini izleyen dört sahnesi ancak yüzyıllar sonra Assisi’de, San Francesco Kilisesi’nin nefinde resmedilmiş olan Aziz Francesco’nun öykülerinde benzeri bulunacak olan bir netlik, açıklayıcılık ve didaktiklikle sergilenir; ayrıca litürjik giysi ve donatımların da olağanüstü zenginliğine sadece birkaç örnek vermek gerekirse, bunların arasında Essen Altın Meryem Ana kutsal emanet mahfaza heykeli (973-y. 982) ile III. Otto zamanında yapıldığından haksız şekilde Lothar’ın Haçı olarak bilinen ve merkezinde şaşırtıcı bir şekilde Augustus’un büstünü içeren bir kameonun göze çarptığı eser yer alır. Bu son eser bir istisna teşkil etmez, çünkü birkaç nesil sonra (1056’dan önce) yapılmış olan ve Herimannkreuz [Herman’ın Haçı] olarak bilinen başka bir haçta İsa’nın başı yerine, Roma kaynaklı akik taşı üzerine Livia’nın başı işlenmiştir. * Konunun bu şekilde incelenmesi hiç şüphesiz şaşırtıcı olmanın yanı sıra eğiticidir de, çünkü bize XXI. yüzyılda yaşayan bizler ile o dönemde sanat hamisi veya sanatçı veya sadece kullanıcı olanlar, daha doğrusu inananlar arasında simgesel metin konusundaki temel zihniyet farkını gösterir. * Hıristiyanlık yönü güçlü olan bir sanat * IV. yüzyıldaki “resmi” başlangıcından X. yüzyıl sonu ile XI. yüzyıl başındaki büyük girişim ve eserlere kadar Avrupa’da ve Bizans İmparatorluğu’nda sanat temelde “Hıristiyan sanatı”dır. Her ne kadar bu denklem dönemin sanatsal ifadelerinin tamamını kapsamazsa da -çünkü bir yandan azınlık düzeyinde de olsa, İspanya ve Sicilya’da sanat “İslam sanatı”dır, diğer yandan da dindışı amaçlara sahiptir- bu dönemin sanatsal gelişiminin ardında yatan zihinsel yapıların bu inancın etkisi altında kaldığı doğrudur. Bu açıdan, Constantinus Porphyrogennetos’un (905-959) Byzantium’da Tanrı tarafından taçlandırılırken, Batı İmparatorluğu’nda da II. Otto’nun taç töreninde kullanılan ve son derece değerli fildişinden yapılmış, olağanüstü saltanat imgeleri büyük önem taşır. Keşiş Liuthard tarafından çok genç yaştaki İmparator III. Otto’ya sunulan İncillerin bir sayfasında (Aquisgrana, Kilise Hazinesi) imparator dünyayı simgeleyen figürün üzerinde, tahtta otururken tasvir edilmiştir: Tanrı’nın eli onu taçlandırırken, çevresinde simgeleriyle beraber yer alan dört İncil yazarı, imparatorun bedeninin ve kalbinin üzerine yazılarını serer, bu arada iki yanında iki dük imparatorun önünde eğilir ve daha aşağıda sıra sıra askerlerle din adamları yer alır. * Antikçağla devamlılık * İlk 1000 yılın yüzyılları boyunca gerçekleşenler bir parabol değildir (çünkü bu terim hatalı olarak bir doruk olduğu fikrini uyandırır ve temelde kalite konusunda öznel ve dolayısıyla tarih dışı olan yargılar öngörür); ifade yolu bütüncül ve “taklitçi” veya kopuk ve parçalı figürsellik olsun, iletişimin temel gereksinimlerini daima göz önünde bulunduran bir güzergâhtır. Antikçağın öğretilerinden, mirasından ve “Yunan-Roma” taşıyıcı ekseninden biçimsel olarak ayrılabilir ve şekiller açısından ayrılması kısmen gereklidir de, ama kullanım esası açısından ayrılması mümkün değildir. Baskın referans noktası paganizmden Hıristiyanlığa değişse de, ortaçağ antikçağın devamıdır. (Sayfa: 712-714)
Yahudiliğin Kutsal Mekânı, Luigi Carlo Schiavi * Yahudilikte Domus Ecclesiae’ın Kökeni * Toplantı mekânı olarak sinagog * “Toplantı mekânı” anlamına gelen sinagog terimi, İbranice Beit Kenesset’ın Yunanca karşılığıdır. Yahudiliğin kutsal mekânının ortaçağdaki tarihi için her şeyden önce Suriye-Filistin bölgesine bakmak gereklidir. Constantinus dönemi öncesinde Hıristiyan ibadet mekânlarında söz konusu olduğu üzere, V. yüzyıldan önce Yahudilikte de dini törenlere ayrılan mekânlar konutlar içerisinde sade odalardan ibaret olup biçimleriyle işlevleri arasında özel bir bağlantı yoktu. Günümüzde Suriye’de bulunan DuraEuropus, bildiğimiz en eski domus ecclesiae’yla sıkı mekânsal bağları taşıdığı için çok önemli bir örnek teşkil eder; buradaki ibadet mekânı küçük bir avluyu çevreleyen mütevazı odalardan oluşur. 245 yılı civarında sinagog büyütülmüş, önüne bir avlu eklenmiş ve günümüzde bilinen en eski Eski Ahit temelli resim dizileriyle süslenmiştir. Hahamların talimatlarının ışığında (özellikle İkinci Kudüs Tapınağı’nın yıkıldığı 70 yılından sonra) sinagogların Kudüs’e dönük olması, girişin tam tersi yönde olması ve Tevrat’tan mısraların elle yazılı olduğu bir parşömenin saklandığı, ahşaptan veya metalden küçük bir sandık olan mezuza’nın girişte yer alması gereklidir. * Bazilika planı * Sinagog aynı zamanda toplantı, eğitim ve iktidar mekânı olarak işlev görür. Sinagoglar V ila VIII. yüzyıllar arasında özellikle Filistin ve Gelile’de, Paleo-Hıristiyan bazilikalarının yapısıyla güçlü benzerlikler gösteren bir tipoloji sunmaya başlar. Gerçi II. yüzyılda bile Gelile’de (örneğin Capernaum) belgelenmiş olan bazı sinagogların benimsediği bazilika yapısı, bazı araştırmacıların bu sinagogların bölgede kurulan ilk Hıristiyan kiliselerinin inşa yöntemleri üzerinde doğrudan etkili olduğu yönünde varsayımda bulunmasına neden olmuştur. Dolayısıyla sinagoglar genelde uzun bir salondan oluşur ve bu salonun doğu kenarında Tevrat rulolarını içeren dolabın (Aron ha Kodeş) bulunduğu geniş bir apsis yer alır. Metinler, salonun ortasında veya dolabın karşısında bulunan bir platform veya kürsüde (bima veya teva) duran okur tarafından okunur. Dolap, Kudüs Tapınağı’ndaki yedi kollu şamdan olan Menorah’ı çağrıştıran bir lambayla (ner tamid) sürekli olarak aydınlatılır. Yer müsait olduğu takdirde kutsal mekân, giriş holü şeklinde bir avluyla kentsel dokudan ayrılır. Erkekler ile kadınların mekânları özellikle ortaçağ ortalarında kesin bir şekilde ayrı tutulur ve kadınlar törenleri kendilerine ayrılan ek bir odadan izlerler. Talmud’a göre sinagogun şehrin en yüksek binası olması gerekir. Arkeolojik kazılar sayesinde, III ile VIII. yüzyıllar arasına tarihlenebilen çeşitli sinagoglar hakkında bilgi sahibiyiz. Bilinen en eski sinagoglar Galile’de bulunan bir grup yapıdır, bunların arasında mutlak anlamda en eskisinin Eriha’daki olduğu sanılmaktadır. Beit Alfa Sinagogu (517-528) Örneğinde olduğu üzere, mimari açıdan ağırbaşlı bir tarza genelde şatafatlı mozaik süslemeler eşlik eder. * Batıda Sonra Gelişen Modeller * Biçimsel gelişmeler * Batıda ve özellikle Orta Avrupa’da Yahudilerin kutsal mekânları, bir veya iki neften oluşur ve çatıları farklı türden olabilir. 1000 yılından öncesine ait olup günümüze kadar ulaşmış sinagoglar hangi yerel mimari biçimlerin ve inşaat yöntemlerinin benimsendiğini saptamamıza izin verir. Worms Sinagogu bu açıdan önem taşır. 1034 yılında tek nefli olarak yapı inşaa edilen sinagog, 1175’te romanesk dönemin sonuna özgü ve yerel katedralinkiyle kıyaslanabilecek unsurlarla yenilenir ve 1213’te binaya, kadınlara ayrılan eski salona dikey olarak ikinci bir nef eklenir. En önemli çift nefli sinagoglar arasında Prag (1280), Regensburg (1227’den önce) ve ortaçağ sonlarına ait olan Krakov (XV. yüzyıl) sinagogları sayılabilir. Ancak tek salonlu uygulamalara da rastlanır (Speyer, 1096; Bamberg; Leipnick; Miltenberg). İspanya’da, özel litürjik ihtiyaçlar ile Mağribi etkiler arasındaki birleşimi gösteren ilginç örnekler vardır. Tam 23 sinagogun bulunduğu Sevilla bu durumun en önemli örneklerinden biridir, ama Toledo sinagogları da abartılı bir anıtsallığa sahiptir. Toledo’daki en eski sinagogun (XII. yüzyıl sonu) at nalı şeklinde kemerler taşıyan sekizgen sütunlarla bölünmüş beş nefi vardır ve örgülü bir motife sahip alçılarla ve sütun başlıklarıyla süslenmiştir. İkinci en eski sinagog olan El Transito’nun başlıca özelliği, yüksek düzeydeki süslemelerdir; 1357’de inşa edilmiş olan sinagog ahşap bir çatıyla kaplı olup zengin mozaik süslemelerine sahiptir ve pencerelerinde su mermerinden korkuluklar vardır. (Sayfa: 728-730) * Konstantinopolis, Andrea Paribeni: * II. Theodosius Dönemi: Şehrin Son Kentsel Gelişimi: * Stratejik kentsel gelişim * II. Theodosius döneminde başlayan şehri büyütme sürecinin stratejik öneminin anlaşılması gereklidir: Bu süreç belli bir demografik dürtü sonucu değil de aristokrat sınıfa ait bazı konutlarla manastırların yanı sıra uzun kuşatmalar durumunda surların dışındaki suyollarına ve tarım arazilerine bağımlılığı azaltacak devasa açık hava sarnıçlarının (Mocio, Aetios, Aspar) ve tarıma açık geniş alanların bulunduğu geniş ve prestijli bir bölgeye el koyma fırsatından kaynaklanır. Justinianus dönemine ait iki yeraltı sarnıcından anlaşıldığı üzere, su sağlama amacıyla eski şehrin merkezinde de olağanüstü yapılar inşa edilir; bazilikanın yeniden inşasından yararlanılarak ve yanı başındaki avlu kazılarak elde edilen 140x70 metre boyundaki ilk sarnıcın Türkçe adı olan Yerebatan Sarayı, küçük yelken tonozlara destek sağlayan ve yoğun bir şekilde yerleştirilmiş 336 sütunun oluşturduğu asalet yüklü, sihirli atmosferi mükemmel bir şekilde yansıtır. Başka yapılardan alınma, işlenmiş mermer, sütun kaideleri, sütunlar ve sütun başlıkları gibi devşirme malzemeler bu sarnıcın büyüsüne katkıda bulunur. Bunların arasında sonradan Mese’ye katılacak olan Severianus’un revağından alındığı sanılan ve sütun kaidesi olarak kullanılmış iki muhteşem Gorgon başı vardır (bir başka Gorgon başı da Forum Constantini’de bulunmuş olup günümüzde Arkeoloji Müzelerindedir). Bin Bir Direk gibi yine büyülü bir ada sahip diğer sarnıç kullanılan malzeme açısından çok farklıdır, ama mimari cesareti açısından bir o kadar çarpıcıdır; bu yapı bazı kaynaklarda adı Philoksenos olarak geçen sarnıçtır. Burada yer alan proconnesus mermerinden çerçeveler tamamıyla süsten yoksun olup bu sarnıç için üretilmiştir (üzerlerinde sayısız mermer ustasının akronimleri görülebilir); hünerli bir sistem sayesinde üst üste eklenmiş mermer parçalar yoluyla oluşan gövdelerden 448 sütun sayesinde bu sarnıç bir öncekinden daha küçük bir alan kaplar, ama yüksekliği neredeyse 15 metreye ulaşır. (Sayfa: 751) * Kudüs, Luigi Carlo Schiavi * Hıristiyan kültürü için çok önem taşıyan bir yer olan Kudüs, Roma idaresi altındaki dönemlerden itibaren hac yolculuklarının hedefi haline gelir. İznik Konsili’nden sonra İsa’nın bu dünyadaki yaşamı açısından simgesel önem taşıyan yerlerde kiliseler ve bazilikalar inşa edilmeye başlar: Kristolojik kutsal emanetlerin kültü yüzyıllar boyunca giderek yoğunlaşır ve Kudüs’ün karmaşık “durak” litürjisi ekümenin tamamı için bir model haline gelir. * Romalı Valilerin İdaresindeki Kudüs ve Golgota * İsa’nın ölümünden sonra şehirde gerçekleşen büyük değişimler * Kudüs’ün Hıristiyan kültürü açısından önemi her şeyden önce İsa’nın çilesinin, ölümünün ve dirilişinin mekânı olmuş olmasına dayanır. İsa, 30 yılı civarında, şehrin batı yönündeki surların hemen dışında, Şam yolu üzerinde Golgota veya Kalvari adlarıyla bilinen yüksekçe bir yerde çarmıha gerilir sonra da gömülür. Üç sinoptik İncil ile Yuhanna İncili, idam alan şehir dışındaki belli bir alanın olduğu ve mezarın kayalara oyulmuş, mütevazı boyutta bir oda olduğu, naaşın konduğu, duvardaki girinti şeklinde platformun bu odanın sağ duvarı kazılarak elde edildiği ve yamaçtan yuvarlanmış bir kayanın odanın dar girişini kapamaya yaradığı konularında hemfikirdir. Bunlar II. Tapınak döneminde Kudüs’te Yahudiler için kanonik gömülme şeklini oluşturuyordu. Büyük Herod’un (MÖ 73-4) torunu Herod Agrippa’nın (MÖ 10-MS 44) yaptırdığı surlar 44 yılında Kalvari bölgesini de içine alır, ama arkeolojik analizlerden de anlaşıldığı üzere, bu bölgede pek konut bulunmaz. Bundan 22 yıl sonra Romalı valilere karşı baş gösteren bir halk isyanını bastıran Titus’un (39-81) birlikleri 70 yılında şehri yakıp yıkarak Tapınak’ı yok ederler ve Tapınak bir daha inşa edilmez. Kudüs 130 yılı civarında Hadrianus (76-138) tarafından Aelia Capitolina adı altında yeniden inşa edilir; uygulanan geleneksel dik açılı planda iki ana eksen olan cardus maximus [kuzey-güney yolu] ile decumanus maximus [doğu-batı yolu] forum yakınlarındaki kesişme noktası bir tetrapilon’la [dört kapılı anıt] işaretlenir. Golgota’nın toprakla örtülüp üzerine paganlara ait kutsal bir bölgenin oluşturulmasının bu dönemde gerçekleşmiş olması muhtemeldir. Yahudilerle Yahudi Hıristiyanların Aelia’da oturması yasaktır, ancak II. yüzyılın ikinci yansında bile her iki topluluktan insanlar Hadrianus’un pagan inşa faaliyetleri tarafından yok edilmiş olan dinlerinin izlerini burada aramaya başlayacaklardır. * Silinmesi zor bellek * Ancak İsa’nın çarmıha gerildiği ve gömüldüğü yer Hıristiyan cemaatinin belleğinden silinmez. Golgota kısa süre içinde yerel hac yolculuklarının yapıldığı bir yer haline gelir ve 135 yılında toprakla örtülmüş olması bile bellekten silinmesine yetmez. Roma’da, Vatikan’ın nekropolünde Havari Petrus’un gömüldüğü yeri belirleyen küçük yapıda olduğu üzere, Kudüs’te de, Constantinus döneminde “yeniden keşfedilene” ve üzerlerine anıtsal ibadet yapıları inşa edilene kadar kutsal yerlerle ilgili bellek, sözlü gelenekler yoluyla muhafaza edilir. 160 yılı civarında -yani bu mekânın Hadrianus tarafından toprakla örtülmesinden 20-30 yıl kadar sonra- Sardis piskoposu Melito (?-190), Peri Pascha [Paskalya Üzerine] adlı yazısında Kalvari’nin yerinden kısaca söz eder. Bir sonraki yüzyılda Kapadokya’daki Caesarea’nın piskoposu I. Alexander (?-251) kutsal mekânları görüp ibadet etmek için Kudüs’e gider, Caesarea piskoposu Eusebius (y. 265-399) ise Onomastikon [İsim Listesi] adlı eserinde Kalvari’nin yeriyle ilgili olarak yerel halkın belleğini taze tutmak konusunda direnç gösterdiğini teyit eder. (Sayfa: 756-757) * Yeni İbadet Şekillerinin Doğuşu ve Gelişimi, Giorgia Pollio: * Hıristiyanlıkta kullanılan ibadete özgü resimlerin ortaya çıkışı, mezar portrelerinden paganizm dönemindeki ikonalara kadar uzanan geniş ve çok çeşitlilik gösteren bir repertuara dayanır. Resimler, kişisel inanç ortamından resmi ibadete geçişte, dramatik ritüelleri temel alan resmi kelime dağarcığında ve litürjide giderek imparatorluğu çağrıştırır hale gelirler. * Hıristiyanlıkta İbadete Özgü Resimlerin Başlangıcı; Tanrılar, Ölüler ve Kutsal Emanetler * İbadette kullanılan resimler * Hıristiyanlığın giderek Roma toplumuna nüfuz etmesiyle yeni din antikçağın pagan ritüel biçimlerini yok etmeye çalışır, başarısız olduğu zaman da onları kendi doktrinine uyarlayarak özümser. Takvimler bu olguya bir örnektir: 354 tarihli Philocalus Takviminin Depositio martyrum [Şehitler Listesi] bölümünde 25 Aralık’taki Sol Invictus [Yenilmez Güneş] Bayramı’nın yerini Noel alır. V. yüzyılın sonunda bile paganizm döneminden kalma gelenekler Hıristiyanlar arasında var olmaya devam eder ve Papa Gelasius (?- 496, > 492) cemaatin Lupercalia Bayramı’na [Sevgililer Günü] katılmasını engellemek için mücadele eder. Bu direnç ve asimilasyon tabii ki resimlerle olan ilişkileri de kapsar. Önce Yahudilerin sonra da Hıristiyanların her tür putperestliği engellemek amacıyla Tanrı’yı resmetme konusundaki kesin yasağı, her düzeyiyle ve katmanıyla resimlerde güçlü bir kimlik unsuru gören Roma toplumunun âdetleriyle hesaplaşmak zorunda kalır. Hıristiyan Kilisesi’nin başlangıçtaki hiyerarşileri kutsal tarihin ilmihal türünden resimlerine hoşgörülü yaklaşırken putperestlik formları olarak algıladıklarını da eleştirmekten geri kalmaz. 367 yılından itibaren Salamis piskoposu olan Epiphanius (y. 315-403), Filistin’in bir köyünde, bir kilisede, İsa’nın veya bir azizin tasvir edildiği bir parşömen görünce öfkelenir ve derhal kaldırılmasını emreder. Caesarea piskoposu Eusebius (y. 265-339, 313’ten itibaren piskopos) aynı yıllarda, İmparator Constantinus’un (y. 285-337) kız kardeşi Constantia’nın (293’ten sonra-y. 330) İsa’nın resmini kutsal sayma isteğine karşı çıkmak zorunda kalır. Din adamlarının bütün çabalarına rağmen kutsal resimlere duyulan ve zorlama olmayan bu inanç, Filistin’deki bir köyün cemaati ile imparatorun kız kardeşi arasında ortak bir nokta oluşturur. * Azizlerin tasviri ve kültü: * Bu kült resimlerinin ardında yatan ön belirtiler ve ilham kaynakları günümüzde de hararetli bir tartışma konusu olmaya devam eder. Tartışılan konular arasında imparatorluğun figüratif ve törensel anlatım birikiminin, daha doğrusu pagan ikonalarının varlığının ve mezar portreleri geleneğinin ne derece etkili olduğu, bu farklı âdetlerin ne derece birbirine karışıp beraberce etki sahibi olduğu ve yeni kült şekilleri oluşturduğu bulunur. Mısır’da, El Fayyum’da bulunmuş olan ve günümüzde Berlin’deki Mısır Müzesi’nde sergilenen, geç antikçağa ait pagan ilahlarını resmeden bir grup ikona söz konusudur. Bulundukları yerin özellikleri belirlenince, bu buluntuların kayda değer kısmının kişisel bağlamlardan kaynaklandığı anlaşılmıştır. Buna paralel olarak, kaynaklarda sözü edilen ilk Hıristiyan kutsal resim örneklerinin, resmi Kilise’nin dışında olan müminlerin veya hizipçi cemaatlerin kişisel girişimlerinden kaynaklandığı görülür. Dolayısıyla Hıristiyan lahitlerinin pagan lahit geleneğini sürdürmesine benzer şekilde, Hıristiyan azizlerle ilahların ikonaları da pagan ibadetindeki benzeri tasvirlerle devamlılık oluşturur. (Sayfa: 772-773)
Batı Hıristiyanlığının Figüratif Temaları, Alessandra Acconci: * III. Leo tarafından yürütülen restorasyon süreci: * ''Longobardların 774’te yenilgiye uğratılmasından sonra Şarlman (742 814) Batının büyük kısmının gözünde Hıristiyan halkının tek lideri ve savunucusu olarak görülmeye başlar ve krallığının genişlemesi, Hıristiyan Roma İmparatorluğu’nun genişlemesi anlamına gelir. III. Leo, Roma şehri ve dini kurumları açısından bir hayırsever olarak rolünü büyük bir cömertlikle ve hem papanın Roma üzerindeki yetkisini hem de Papalık kurumunun imparatorlukvari yönünü yeniden ortaya koyma isteğiyle bağlantılı olarak yürütür. Roma’nın en önemli kamusal mekânlarının süslemelerinde güncel olayları veya yakın bir gelecekte meydana gelecek olanları -örneğin 800 yılının Noel döneminde Şarlman’ın San Pietro’da taç giyme törenini- ilan eden veya teorik açıdan meşru kılan siyasi temalar görülmeye başlar. Laterano yakınlarında bulunup günümüze ulaşmamış yemek salonunun apsisindeki süslemeler de (800’den hemen önce) bu duruma işaret eder; burada havarilerin misyonu, tarihin ilahi takdir şeklindeki görüşünün ve kralın Saksonlarla Avarlar karşısındaki zaferinin ve pagan halkların Hıristiyanlığı kabul edişinin- simgesi olarak görülür. Zafer kemerinin üzerinde ise aralarında III. Leo ve Şarlman olmak üzere üçer kişi içeren iki paralel sıra figür yoluyla gerçek anlamda siyasi bir tema işlenir.'' (Sayfa: 802)
Kitaplar * Minyatürler ve değerli ciltler, ortaçağ elyazmalarında metinlerle resimler arasındaki ilişkinin ne kadar karmaşık olduğunu açık bir şekilde sergiler. Resimlendirme alanındaki ilk girişimler özellikle Kitabı Mukaddes ve Eski Ahit’in en önemli kitabı sayılan Yaratılış’ta gerçekleştirilir; bu alandaki en eski minyatürlü örnek olan Cotton Yaratılışı (Londra, British Library, ms. Cotton Otho B. VI), Yunan dünyasından kaynaklanır ve V. yüzyılda veya VI. yüzyıl başlarında İskenderiyeli bir ressam tarafından yapıldığı sanılır, ancak günümüze sadece birkaç yanık sayfası ulaşmıştır. En görkemli kitap ise Suriye’den kaynaklandığına inanılan Viyana Yaratılışı’dır (Österreichische Nationalbibliothek, Vind. theol. gr. 31) ve Yunan dilindeki Septuaginta Kitabı Mukaddesinin kısa bir versiyonunu içerir; bütün sayfaların alt kısmı anlatımsal niteliğe sahip sayısız minyatürle süslenmiştir. (Sayfa: 808-809) * Kitabı Mukaddesler ve İnciller: * ''Calabria’da, Squillace yakınlarındaki Vivarium’da, ölümünden sonra ortadan kalkan büyük bir kütüphaneden sorumlu olan Cassiodorus’un (y. 490-y. 583) isteği üzerine dokuz ciltten oluşan bir Kitabı Mukaddes yazılır. Bu kütüphaneden geriye kalan Codex Grandior [Daha Büyük Codex], Kitabı Mukaddes’in tamamını içerir. Northumbria’da başkeşiş olarak görev alacak olan keşiş Cheolfrid’in, 678 yılında Roma’ya yaptığı bir yolculuktan geriye getirdiği bu elyazması kitap, üç Kitabı Mukaddes için örnek teşkil eder. Bunların arasında tam olarak muhafaza edilmiş tek kitap olan Codex Amiatinus (Floransa, Biblioteca Medicea Laurenziana, ms. Amiat. I), Papa II. Gregorius’a (715-731 arası papa) armağan edilmek üzere üretilmiştir ve tam sayfa iki minyatüründen biri geç antikçağdan kalma bir örnekten kopya edilmiş bir Maiestas Domini’dir [Tanrı’nın Hâkimiyeti], İspanya (ama belki de Kuzey Afrika) kaynaklı olabilecek tek minyatürlü elyazması VII. yüzyıla aittir: Ashbumham Pentateuch’u (Paris, Bibliotheque Nationale, Nouv. Acq. Lat. 2334) Musa’nın Yunancada “pentateuch” olarak bilinen beş kitabının metinini içerir ve yüzden fazla sayfası muhafaza edilebilmiştir. 596 yılında Canterbury başpiskoposu Augustinus (?-y. 604) tarafından İngiltere’ye götürülmüş olan Evangeliarium (Cambridge, Corpus Christi College, cod. 286) günümüzde sadece iki resim içerir; bunların en önemli olanında Aziz Luka apsit benzeri bir mimari yapı içerisinde bir tahtta otururken resmedilmiştir, apsitin dayandığı dikmeler de Luka’nın metinini resmeden altı sahneyle süslenmiştir. Bu resim İtalya’da üretilen son resimlerden biri olup, aşağı yukarı bir yüzyıl boyunca kitap süslemelerinde insan figürleri ortadan kaybolur. VII. yüzyıl civarında Roma’da üretilmiş olan Aziz Augustinus’un Evangeliariumu, Britanya Adalar’ına özgü yazı tarzıyla alınmış notlardan da anlaşılacağı üzere, VII. yüzyılın sonunda İngiltere’ye ulaşır. Nitekim ortaçağda kitap süslemeleri alanındaki ilk adımlar, Romalılar tarafından fethedilmemiş olup kısa süre önce Hıristiyanlığı kabul etmiş olan İrlanda’da atılır; kutsal metinlerin Latincesi İrlandalılara tamamıyla yabancıdır, dolayısıyla bu eserin kazanılması için gerekli olan ilk şey, güzel resimler yoluyla işlemi kolaylaştırmaktı. Kuyumcuların metal süsleme işinde başvurdukları süs unsurlarından yararlanan ressam, geometrik ve hayvan biçimli motifleri düzenli bir şekilde geliştirir, onları bir araya toplar, karşı karşıya getirir ve kusursuz bir zevkle farklı renkleri bir arada kullanır. 650 ile 800 arasına tarihlenen dört İncil kitabı bu resim sanatının zirvesini temsil eder. Bu kitapların her biri içinde adı geçen manastırın adıyla bilinir: Durrow (Dublin, Trinity College Library, ms. A.5 [57]), Echternach (Paris, Bibliotheque Nationale, ms. lat. 9389), Lindisfarne (Londra, British Museum, ms. Neron D IV) ve dizinin sonuncusu Kells (Dublin, Trinity College Library, ms. 58). Bu eserler ada minyatür sanatının zirvesini konu alan bir tür ansiklopedi gibidir; ilk sayfada geliştirilen, soyut kavramlardan ilham alan sayısız anikonik motif, carpet style [halı tarzı] arka planı tamamıyla kaplar ve İncil yazarlarının son derece stilize edilmiş figürlerini içerir.'' (Sayfa: 809-810)
Doğu Hıristiyanlığının Figüratif Temaları, Francesca Zago: * İkonoklazm Öncesi Resim: * Anikonik süslemelerden antropomorfik süslemelere * Konstantinopolis’te ikonoklazm öncesi resim sanatının ne kadar çeşitli ve geniş kapsamlı konular işlediğini kaynaklardan öğreniyoruz. Justinianus’un yaptırdığı ve Bizans başkentinin en önemli kutsal yapılarından biri olan Hagia Sophia Kilisesi’nde başlangıçta tamamıyla anikonik olan süslemeler kısa süre içinde başlayacak olan ikonoklast süsleme temalarının habercisi gibiydi: Duvar ve tonoz yüzeyleri baştan sona çiçek, sarmal, yıldız motifleri, geometrik motifler ve haçlarla kaplıydı. Bu süsleme repertuarının mermer kullanımını tamamlayarak, kurtuluş mekânı olan paradeisos [Cennet] düşünü ilan etme amacı taşıdığı sanılır. II. Justinus (520-578) döneminde ise antropomorfik figürler kilise süslemelerine dahil edilmeye başlar. Hıristiyanlıkla ilgili konular işleyen ve figürler içeren duvar mozaikleri başkentte, sonradan Kalenderhane Camii’ne dönüştürülecek olan Bizans Kilisesi’nde keşfedilmiş önemli bir mozaik eserle belgelenmiştir. VI. yüzyıl sonları ile VII. yüzyıl başları arasına tarihlenen bu mozaik, Helenistik dönemi örnek alan figüratif eğilimlerin canlılığını gözler önüne serer. * Konsil resim dizileri * Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarından itibaren imparatorluğun dört bir tarafında ve özellikle gerçek anlamda sapkınlıkların ortaya çıktığı Doğuda süregelen sayısız Kristolojik tartışma temelinde, Oğul’un Baba ile aynı doğaya sahip olduğunu ilan eden İznik Konsili’nden (325), İsa’yı ilahi ve insani olmak üzere “iki doğaya sahip, ama tek” olarak tanımlayan Kalkedon Konsili’ne (451) kadar, dini doktrini tanımlama sürecinde yer alan ekümenik konsil dizileri de ibadet yapılarında resmedilir. Nitekim Beytüllahim’deki Nativita di Cristo [İsa’nın Doğuşu] Kilisesi’nin (680-724) güney duvarında altı konsil tasvir edilmiştir. İsa’nın doğası konusundaki temel dogmayı çağrıştıran bu tercih, İsa’nın doğduğu yerde inşa edilen bir kilisede bu tercihe yönelik bir açıklama gerektirmez. Kilise modellerini örnek alan boyalı mimari unsurlar, Müslüman mekânlarda ve özellikle Kudüs’teki Kubbet-üs Sahra (691) ile Şam’daki Ulu Cami’de (705-711) yaygın olarak kullanılan, stilize edilmiş çiçek ve yapraklarla bezenmiş, üst üste dizilmiş vazolardan muhteşem bitki süslemeleriyle bir arada yer alır. VII. yüzyılda imparatorluk sarayında, VIII. yüzyılda da Kutsal Saray’a bağlı küçük Milion binasında görüldüğü üzere, konsil resim dizilerinde genelde imparatorun başkanlık ettiği piskopos toplantıları tasvir edilir. (Sayfa: 819-820) * Figüratif Sanatla Mücadele: * İmparatorluk sanatı ile dini sanat: İki ayrı güzergâh * İkonoklazm krizi (726-843) sırasında bir yandan tamamıyla yüceltme ve anma amaçlı figüratif imparatorluk sanatının devamlılığı sağlanırken, diğer yandan dini sanat kısmen Paleo-Hıristiyan kökenli simge ve süsleme repertuarlarına, geometrik, bitki ve hayvan biçimli motiflere ve Constantinus’un ve imparatorluğun paganizm üzerindeki zaferinin simgesi olarak çok sevilen haça döner. İmparatorluk sanatının anıtsal örneklerinden hiçbiri günümüze ulaşmamıştır, bunlarla ilgili az da olsa sahip olduğumuz bilgiyi, sadece tasvirler ve Ptolemaios’un (y. 100-y. 175) Geographia’sındaki güneş arabası ve burçlar kuşağının resmi gibi antik görünümlü minyatürlerdeki yankılar yoluyla haklarında az da olsa bilgi edinebiliyoruz (Biblioteca Apostolica Vaticana, ms. Vat. Gr. 1291). Dini sanata gelince, Konstantinopolis’teki Hagia Eirene Kilisesi’nde bulunan mozaik haç bu alandaki en önemli sanatsal belgeyi oluşturur. Haç, Kapadokya’da ikonoklazm dönemine ait resimlerde görülür ve bazen ideolojik türden yazılarla bir arada yer alır. Kaynaklarda sözü edilen ağaç, kuş, stilize edilmiş çiçekler gibi diğer motiflere gelince, Kapadokya’da yaygın olarak kullanıldıklarına dair örnekler arasında Mustafapaşa yakınlarındaki Hagios Basilios ve Ürgüp yakınlarında, Karacaören’de yer alan ve Kapılı Vadisi Kilisesi olarak bilinen mezar kilisesi sayılabilir. Bu tür motifler Girit’te Hagios Nikolaos’ta, Naksos Adas’ında, Stavros’taki Hagios Artemios, Adisarou’daki Hagios Ioannis Theologos ve Hagia Kyriaki gibi küçük kiliselerde de bulunur. Son örneğin apsitinde bulunan, renkli şeritlerle birbirlerinden ayrılan iki freskli panoda beyaz fon üzerine kuş ve balıklar, küçük güller ve dallar resmedilmiştir. Saint Petersburg’taki iki Evangelarium (835 tarihli Gr. 53 ve Gr. 219,835) veya Sahte-Dionysios Areopagites’in (V veya VI. yüzyıl) resimlerden tamamıyla yoksun olan ünlü elyazması kitabı gibi ikonoklast minyatürlü elyazmaları da bunlara benzer repertuarlardan ilham almıştır. * Resim kültünün itibarının iade edilmesi * Paskalya öncesi Büyük Perhiz’in ilk pazar günü olan 11 Mart 843 tarihinde imparatoriçe Theodora, Patrik Methodios (843-847) eşliğinde, kutsal resimlerin yeniden takdis edilmesi için Bizans başkentinde, yer alan bir zafer törenine katılır. Hagia Sophia’da düzenlenen bir litürjik ayinle ikona kültünün itibarının iade edildiği resmi olarak ilan edilir. Bu olay IX. yüzyılın ortalarından itibaren Bizans başkentinin ve imparatorluk eyaletlerinin dini sanatı üzerinde hem var olan yapıların süslemelerinin yenilenmesi hem de yeni inşa edilen dini yapıların süslemeleri açısından kayda değer bir itici güç yaratır. Süsleme içeriklerine standart getirilmesi ve bir sisteme bağlanmaları X. yüzyıl sonu ile XI. yüzyıl başı arasında giderek ortaya çıkar ve imparatorluğun siyasal açıdan güçlenmesiyle beraber, “Orta Bizans” olarak bilinen süsleme üslubu, imparatorluğun hemen her yerinde ve sınır bölgelerinde kendini kabul ettirir. (Sayfa: 825) *
Avrupa’da İslamın İhtişamı: İslam ve Mustarib Döneminde İspanya, Simona Artusi: * Endülüs: Emevi Hâkimiyetindeki İspanya’da Mimarlık ve Uygulamalı Sanatlar * Bazı kaynaklarda bu konuda farklı bilgiler bulunuyorsa da, 711 yılı çoğu kişi tarafından İber Yarımadası’nda İslam hâkimiyetinin başlangıcı sayılır. Yarımadayı fetih süreci, Vizigot Krallığı’nın iç mücadeleler, dini sorunlar ve Bizanslılarla ihtilaflardan dolayı zayıf düşmüş olmasından dolayı Müslümanların genişleme dönemlerinin en hızlı ve etkin askeri girişimlerinden biridir. Kuzey Afrika’dan yola çıkan birkaç keşif seferinden sonra Müslümanlar, Arap ve Berberi kökenli bir orduyla Wadi Lakka’da Roderik’in (VII-VIII. yüzyıllar) ordusunu yenmeyi başarır ve Vizigotların başkenti Toledo’nun hâkimiyetini ele geçirirler. Bu tarihten itibaren İspanya’nın orta-güney bölgesinde (Endülüs) Şam Emevi Halifeliği’ne (661-750) bağlı bir vilayet (711-756) oluşturulur. Bu ilk dönemde hem Arap-İslam (Suriye-Filistin, Mezopotamya) hem de Berberi unsurlarla yerel unsurlar (İberler, Bizans ve Geç Roma dönemi halkı) arasında gerçekleşen olağanüstü kültürel kaynaşmadan geriye sanat alanında fazla örnek kalmamıştır. Ancak Endülüs’te yeni bir darphanenin var olduğu bilinir: 711 yılında bile Kuzey Afrika modellerine dayalı paralar basılır ve 716 yılından itibaren Latince ve Arapça olmak üzere iki dilde yazılara yer verilir. (Sayfa: 834) * Kurtuba’daki Ulu Cami: * ''Abbasi hanedanının (750-1258) gerçekleştirdiği katliamdan kaçmayı başaran, Emevi hanedanının hayatta kalan son üyesi Abdürrahman (731- 788) 755 yılında Endülüs’e ulaşır, Suriyeli ve Berberi göçmenlerin desteğiyle Kurtuba’da özerk Endülüs Emirliği’ni kurar (759-929). Bu dönem, İslam sanatının İspanya’daki en verimli dönemlerinden birinin başlangıcını oluşturur. I. Abdürrahman’ın isteğiyle Kurtuba’ya inşa edilen Ulu Cami, Emevi Hanedanının hâkimiyetinin simgesidir. Emirliğin İspanya Emevi Halifeliği’ne dönüşümü 929’da, III. Abdürrahman (y. 899-961) döneminde, Abbasilerin siyasal durumu ilk kriz belirtilerini göstermeye başladığı zaman gerçekleşir. İspanya Emevi Halifeliği, döneminde (929 1031) ve özellikle ilk iki halifenin zamanında sanat alanında çok yüksek düzeylere ulaşılır.'' (Sayfa: 835)
Tavaifi Mülûk Emirleri ve Murabıt ile Muvahhid Hanedanları: * ''Murabıtları yine Kuzey Afrika kökenli bir Berberi kolu olan Muvahhidler (1147-1269) izler ve İber toprakları üzerindeki hâkimiyetlerini genişletir. Endülüs’te Hıristiyan tehdidiyle başa çıkmak zorunda kalır ve 1195’te Alarcos Savaşı’nı kazanmış olmalarına rağmen 1212’de Las Navas de Tolosa’da nihai bir yenilgiye uğrarlar. İşbiliye (Sevilla) idari merkez haline getirilir (ama Kurtuba kültürel başkent konumunu sürdürür) ve muhteşem binalarla süslenir. Ebu Yakup Yusuf (1163-1184) tarafından 1172 yılında yaptırılan ve kaynaklarda sıkça sözü edilen Ulu Cami’yi hatırlamak yeterli olacaktır. Dikdörtgen planlı, hipostil dua salonlu ve revaklı avlulu binadan geriye sadece Giralda adı verilen minare kalmıştır (bu döneme ait ve bu esere en benzer örnekler, Marakeş’te Kutubiye Camii’nin ve Rabat’ta Hasan Camii’nin minareleridir). İslam kökenli diğer yapılar arasında, I. Pedro’nun XIV. yüzyılda yaptırdığı tadilatla bir miktar değişime uğramış olan Alkazar ve surların Alkazar’dan Guadalquivir’e kadar uzanan kısmında yer alan Torre del Oro [Altın Kule] vardır. Muvahhid döneminde tekstil alanında Murabıt gelenekleri sürdürülse de süslemelerde geometrik motifler ve yazıtlar ağırlık kazanır. Kitap yapma sanatının da en güzel örnekleri, geleneksel Endülüs yazı karakterinin kullanıldığı Kuranlarda görülür. Bayad ve Riyad adlı roman (Biblioteca Apostolica Vaticana, ms. Ar. 368) İspanya’nın bu dönemine tarihlendirilen tek resimli elyazmasıdır.'' (Sayfa: 838)
Müzik * Giriş, Luca Marconi ve Cecilia Panti * Ortaçağda müzik algısı günümüzdekinden çok farklıdır. Günümüzde, Batıda müzik bir sanat (ses sanatı) ve/ya -Hans Heinrich Eggebrecht’in (1919-1999) ünlü Was ist Musik? [Müzik Nedir?] eserinde belirttiği üzere- “hem başlangıç hem de bitiş noktası duygu” olan bir ifade biçimi olarak görülür; oysa ortaçağ teorilerinde müzik her şeyden önce bir bilim dalıdır, scientia de numero relato ad aliud, yani sayının “diğer”le bağlantısıyla ilgilenen bir matematik disiplinidir (burada “diğer” hem fiziksel ses hem de düzen, oran ve ahenk bulunabilecek tüm diğer dünyevi ve ilahi gerçeklerdir). Antikçağın müzik algısını devralan ortaçağ insanları müzikle ilgili bilgileri mathesis [matematik başta olmak üzere ilim] alanına ait görürdü. Yani yine Eggebrecht’e göre “ars musica [müzik sanatı] matematiksel sanatlardan oluşan quadrivium’un bir parçası” olarak görülürdü. Nitekim müziğin bilim dalından modern anlamda sanata dönüşüm yolculuğu tam da ortaçağda başlar. Bu evrimi mümkün kılan birçok faktör söz konusudur, ama bunlardan biri bu süreci başlatmak açısından daha belirleyici olmuştur: Antikçağın müzik matematiğinin temel içeriğini Karolenj döneminde Katolik Kilisesi’nin resmi müzik dili olarak ortaya çıkan Gregoryen ilahi repertuarına uyarlama konusundaki nesnel gereksinim, Ars cantus [şarkı söyleme sanatı], o dönemin ibadetinden ilham alan somut müziğin teorik boyutudur. * Kuramsal düşünce ile uygulamalar arasında: * Müzik konusunda kuramsal düşünce ile müzik uygulamaları arasındaki sınır hattını izleyecek olursak, ortaçağın müzik dünyasındaki yolculuğumuz, antikçağ ile ortaçağ arasında bir tür köprü işlevi gören Kilise Babalarının yazılarındaki müzik algısıyla başlayacaktır. Nitekim Kilise Babaları, Platoncu-Pythagorasçı felsefi gelenekten dolayı matematiksel bir bilim olarak algıladıkları müziğe özel bir ilgi duyarlar, ama dini şarkıların dini törenlerdeki rolünden de söz ederek, Tanrı’ya yöneltilen müziksel bir şükür duası gibi erdemli uygulamalar ile dünyanın tamamının Yaratıcı’ya yönlendirdiği “müzik” arasında bağlantılar kurmaya çalışırlar. Dolayısıyla antikçağdan ve Platon (MÖ 428/427-348/347) başta olmak üzere geçmişin büyük filozof ve yazarlarından devralman, gökyüzü kürelerinin ahengi teması, Kitabı Mukaddes ışığında güncellenmiş ve yeni dini duyarlılığa uyarlanmış olur. (Sayfa: 868) * Dindışı müzik ve dans * Seküler müziğin evrimi ise çok daha çetrefillidir ve karanlık bir seyir izler. Notasyondan tamamıyla yoksun olan seküler müzik, ortaçağ aydınlarının, yani din adamlarının, ilgi alanlarının en uç noktasındadır, çünkü ancak kesinkes kınamalara konu olur. Dans da aynı kadere sahiptir; doğrudan tarihi yansıttığı şüpheli olan formlar yoluyla da olsa belgesel kaynaklarda geçer, ama her koşulda ortaçağ tiyatrosunun -hem dini hem seküler tiyatronun- bir o kadar karanlık olan gelişimine bağlıdır. Meydanlarda ve kiliselerde, kırsal kesimlerde açık havada veya kudret sahiplerinin evlerinde icra edilen dans, ortaçağda bedenle ilgili çelişkinin kendini en belirgin şekilde gösterdiği alanlardan biridir: Bir yandan kendini teşhir etme yolu, diğer yandan insanın içsel deneyimlerinin kaynağıdır; bir yandan günah mekânı, diğer yandan günahlardan arınma ve kurtuluş aracıdır. (Sayfa: 870)
Müzik Teorisi, Hıristiyan Kültüründe Müzik, Cecilia Panti: * Geç antikçağın Hıristiyan yazarları Yunan bilgi sistemine göre yetişmiş ve genelde Hıristiyanlığı daha olgun yaşlarında kabul etmişlerdi. Dolayısıyla onlara göre felsefe, pagan bilgi dağarcığından oluşur ve zorlukla da olsa Tanrı’nın yarattıklarının arasına dahil edilmesi, kutsal metinlerde açıklanan en üstün bilime, yani ilme açılan aşamalar olarak görülmesi gereklidir. İmparatorluk döneminde hazırlanmış ansiklopedilerde bilgi “beşeri bilimler” adı verilen yedi ayrı disiplin altında toplanır; bunlar dille ilgili sanatlar (gramer, retorik ve diyalektik) olan trivium ve matematikle ilgili sanatlar (matematik, aritmetik, müzik, geometri ve astronomi) olan quadrivium olmak üzere iki gruba bölünür. Trivium sanatları söylemin düzenlenmesine ve hakikatin ifade edilmesine temel oluştururken, matematik sanatları fiziksel dünyanın akılcı olarak kavranmasını sağlar. Birçok Hıristiyan yazar, yedi sanat ile Kitabı Mukaddes’e göre Süleyman’ın Tapınağı’nda bulunan yedi sütun, yani insanoğlunun sahip olduğu tüm bilgiyi elde ettiği ilmin yedi temeli arasında bir benzerlik kurar. Bu bağlamda müzik Platoncu- Pythagorasçı geleneğe göre, evrendeki ahengin kavranmasını sağlayan matematiksel bir bilim olarak algılanır. Nitekim Platon’un Timaios eserinde dünyanın ruhu matematik-müzik parametrelerine göre oluşmuştur ve yeryüzündeki tüm gerçekler bu ruhu az ya da çok yansıtır. (Sayfa: 871-872) * Ahenk bilimi ve litürjik şarkı teorisi: * ''Kilise Babaları, ruhun yoldan çıkmasına yol açtıkları için dindışı şarkıları, enstrümantal müziği ve dansı kınar, dini şarkılara ve özellikle mezmurlarla ilahilere ise sıcak bakarken, onları hem teolojik açıdan, Kitabı Mukaddes’te Tanrı’ya şükür ilahileri hakkındaki sayısız alıntı yoluyla hem de felsefi açıdan, daha önce dendiği gibi, kozmik ahenge dair Yeni Platoncu kavramdan yararlanarak savunurlar. Bu alandaki en önemli belgelerden biri İskenderiye piskoposu Athanasius’un (295-y. 373) bir keşiş olduğu sanılan Marcellinus’a yazdığı mektuptur; bu mektupta mezmurların icrasında, ruh ve beden ahengini simgeleyen Kitabı Mukaddes kaynaklı kutsal kelimelerin ve sesin uygun şekilde modüle edilmesinin zihni sakinleştirdiği ve tefekküre hazırladığı öne sürülür. Mezmurların icrasının yanı sıra ilahiler de Kilise Babaları arasında çok rağbet gören bir konudur, hatta Poitiers piskoposu Hilarius (y. 315-y. 367) ve Ambrosius (y. 339-397) gibi bazdan ilahiler bile yazmışlardır ve ilahilerin, Ortodoksluğu savunma açısından da olmak üzere, inananlar üzerinde ne kadar etkili olduklarını kabul ederler. Milano piskoposu hem “şarkı” hem de “büyü” anlamına gelen carmen kelimesinin bu iki anlamından yararlanarak inancın hakikatini öne sürmek için müziğin büyüleyici gücünden de yararlanılması gerektiğini söyler.'' (Sayfa: 872-873) * Augustinus’un De musica Eseri: Ritmik ve Vezinli Müzik, Müzik Estetiği: * Duyu doktrini: * Augustinus, De musica’nın ilk beş kitabında izlediği bu akılcılık arayışını tamamlamak için, diğer kitaplardan daha sonra yazılmış olan altıncı kitabında ritmik sayının birleştirici ilkesine dayalı karmaşık bir duyu doktrini sunar. Duyusal ritim ruh tarafından algılanabilir, çünkü ruh da ritmiktir, yani maddi olmayan özü sayısal bir yapıya sahiptir. Ruh sayılar yoluyla, yani bedenin algılayıp hafızada sakladıklarına benzer ritimlerle işler. Dolayısıyla eğer dinlenen mısralar ruhun “sayısı”yla uyumluysa, dinlenmesi zevk verir, uyumlu değilse tatsız gelir. Zihinsel yargının sayıları, hafızada ve duyularda bulunan tüm diğer sayıların “komutanları”dır; insanın kaşınması gibi içgüdüsel hareketlerde bile uyumsuz hareketler yapmamıza engel olanlar bu sayılardır. Güzellik, tüm sayısal oranların en mükemmel oranı, yani eşitlik oranının (1:1) temel aldığını algılamakta yatar. Tanrı’nın insan ruhuna yerleştirdiği ebedi model budur ve yarattığı her şeydeki tüm oranları bu modele uyarlamıştır. Hem dünyanın ve insanın hem de güzellik kavramının temelinde yatan ritim ve ahenge saygı duyulması, bu evrensel yasanın ardında tek bir yaratıcının olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla Augustinus’a göre, “Tanrı’nın tüm canlıları yarattığı ve elverişli ve ahenkli olan her şeyi de yarattığına kesin olarak inanılması gerektiği” açıktır (De musica.Vl, 8,20). Augustinus bu söyledikleriyle Platoncu düşüncenin temel bir düşüncesini, yani sayı ile ahengin hakikate veya bir Hıristiyan için Tanrı’ya götüren yollar olduğunu Hıristiyan kültürüne tanıtmış olur. (Sayfa: 875) * İubilum * Anlatılması çok zor olan, ama Augustinus tarafından çok canlı bir şekilde tarif edilmiş bu şarkı türü, ruhun Tanrı’nın varlığını “duyma” mutluluğunu ifade ettiği eşsiz bir deneyimdir. Tanrı, ona şükretmek isteyen insanların yüreğine ses saliminin “doğru ölçüsü”nü önerir ve ses neşeli haykırışlarla kendini ifade eder. Kelimeler işe yaramaz: Nitekim iubilum, yani coşkulu şarkı söyleme şekli, hecelere, dolayısıyla da önceden kararlaştırılmış ritim ve vezin yapılarına uyarlanamayan Tanrı’nın aydınlatıcı kelimesini algılamaktır. Augustinus iubilum kelimesini kullanırken, çiftçilerin tarlada çalışmaktan yoruldukları zaman şarkı söylemeye başladıklarını ve bundan aldıkları zevkten dolayı şarkılarının bir çeşit ulumaya dönüştüğünü belirtir. Augustinus’tan önceki Latin Kilise Babalarının arasında iubilum, mezmurların tefsirinde İsrail halkının Tanrı’ya yönelttiği neşeli haykırış için kullanılır. Poitiers piskoposu Hilarius, köylülerin haykırışı olan iubilum’u, Kitabı Mukaddes’te sözü geçen bir tezahürat şekli olan ordunun muzaffer haykırışlarından ayırt eder. Aziz Ambrosius da iubilum kelimesini, mezmurların Davud’un geleneğine uygun ağırbaşlı şekilde değil de halk tarafından koro halinde söylenişi için kullanır. Ancak diğer Babalar’ın tersine, Augustinus iubilum’dan bireysel şükür şarkıları şeklinde söz eder. Günümüzde ise bu şarkı türünün, responsorium mezmurlarıyla bağlantılı uzun bir melisma* türü olduğu düşünülür, ama sadece Augustinus’un söylediklerine dayanarak gerçekten standart bir şarkı türü olduğunu düşünmek zordur. * Melisma: Şarkı sözlerinde yer alan bir kelimenin herhangi bir hecesinde birden fazla nota kullanabilme durumu. (Sayfa: 876) * Kürelerin Müziği: * Mondana, humana ve instrumentalis müzik * ''Platoncu felsefeye dayanan Boethius’a göre sesin ve müziğin fiziksel olgusu, müziğin aslında ne olduğunun sadece bir yönünü oluşturur. Nitekim müzik, düzen ve ahengin var olduğu doğal olguların bütünüdür ve bu düzenin en yüksek ifadesi göklerin düzenli hareketidir. Bu düşüncenin biçim kazandırıldığı De institutione musica’da müzik üç türe ayrılır: kozmik müzik, insan müziği ve enstrümantal müzik; bu üç farklı gerçeklik “ahengin gücü” sayesinde birbirine bağlıdır. Mondana, humana ve instrumentalis şeklindeki bu ünlü ayrım, ortaçağdan itibaren Boethius’un müzik algısının en ünlü kavramlarıdır.'' (Sayfa: 880) * Kozmosun müziği: * ''Nicomachus’la (y. 60-y. 120) aynı düşünceleri paylaşan Boethius’a göre gök cisimlerinin müziği seslidir, gezegenlerin hareketini belirleyen akılcı düzene tekabül eden “düzenli bir ton değişimi ilişkisi” sunar. Ancak gök cisimlerinin baş döndürücü dönüşünden kaynaklanan fiili müzik ahenginden kısaca söz eden Boethius, biri Nicomachus’un, diğeri Cicero’nun (MÖ 106-43) olmak üzere iki karşıt çözüme atıfta bulunur. Nicomachus’un yaptığı gibi gezegenlerin dönüşlerinde kat ettikleri ve müzik tellerine benzetilebilecek seyir göz önüne alındığında Satürn’ün, yörüngesi en uzun olan gezegen olduğu, dolayısıyla da sesinin kalın olduğu anlaşılır. Öte yandan Cicero’ya göre sesin yüksekliğiyle bağdaştırılması gereken seyrin uzunluğu değil, gezegenin dönüş hızıdır; dolayısıyla en ünlü gezegen olan Satürn, aynı zamanda en ince sesi üreten gezegendir. Boethius, bu iki farklı tezin yanı sıra ortaçağda kürelerin müziği konusunda başka çözümlere de sık sık atıfta bulunur. Bunlardan biri Yaşlı Plinius’un (y. 23/24-79) Naturalis historia’da [Doğa Tarihi] (II, 20) öne sürdüğü düşünce, diğeri de liberal disiplinler konusunda hem vezin hem de manzum bir eser olan De nuptiis philologiae et mercurii’nin. [Filoloji ile Mercurius’un Evlenmesi] yazarı pagan filozof Martianus Capella’nın (aktif olduğu yıllar 410-439) savunduğu düşüncedir.'' (Sayfa: 880) * İnsan müziği * Boethius’un müziğin tamamını altında topladığı insan müziği, bu kozmik ahengin yansımasıdır. İşitilmeyen bu müzik sadece içsel bir analiz sonucu algılanır ve bu şekilde ruhun ve bedenin insanın içinde oluşturdukları bileşimin harika bir orantıya sahip olduğu anlaşılır. Boethius burada Platon’un Timaios’ta sunduğu makro ve mikro-kozmik ahenk düşüncesine inandığını gösterir, ancak ruhsal açıdan doğru ahengin sağlanması için ruhun akılcı ve mantık dışı unsurlarının mükemmel bir denge halinde olması gerektiğini vurguladığı zaman Aristoteles’in (MÖ 384- 322) Ruh Üzerine (III, 9) eserinden açıkça alıntı yapar; Boethius’a göre ahenk daima karşıt şeylerin bir araya gelmesinden, karşıt unsurların bir arada var olmasından oluşur. (Sayfa: 881) * Müzik Uygulamaları: * Teksesli ve Çoksesli Kutsal Müziğin Başlangıcı, Ernesto Mainoldi: * ''Constantinus’tan sonra Hıristiyanlar İncil’i duyurma görevlerini dindışı kurumlarla bağlantılı olarak yeniden ele alıp pagan kültürüyle de karşılaştırmaların yapılmasına neden olurlar; hem kitleler halinde imparatorluk vatandaşlarının hem de toplumun varlıklı ve kültürlü sınıflarından daha fazla kişinin kişilerin Hıristiyanlığı kabul etmesiyle apolojist amacın yanında pagan zihniyeti ve dini inancıyla da bir senteze varılır. * Pagan bayramları ile Hıristiyan bayramları: * Bu sentezin en belirgin göstergeleri, Hıristiyan bayramların pagan bayramlarına denk getirilmesinde görülebilir; örneğin Noel bayramı, kış gündönümünde yeniden doğan Güneş’in kültü şeklindeki pagan kozmik inancını, İsa’nın doğuşunu “adalet güneşi” olarak gören (Yunan-Bizans Noel troparion ilahilerinde böyle yazar) Hıristiyan inancına dönüştürmek amacıyla 6 Ocak’tan 25 Aralık’a alınır. Hem ilk yüzyıllarda yaşamış olan şehitlerin ve Hıristiyanlığı yayanların kültlerinin litürjik olarak düzenlenmesi hem de pagan ibadeti içinde, hem tanrıların hem de insanların dünyasına yakın olan, antikçağın kahramanları gibi ara figürlere Hıristiyan yorumu getirme ihtiyacı sonucu bayramların sayısı giderek artar. Litürji açısından bir başka büyük yenilik, ayinlerin Yunan-Roma resmi yaşamı bağlamında sivil veya dini amaçlarla kullanılan ve yeni dinin gereksinimlerine uyarlanmış yapılarda gerçekleşmesidir; bazilikalar ve tapınaklar böylece Hıristiyanlığın resmi ibadet mekânları haline gelirler.'' (Sayfa: 889) * Ortaçağ Enstrümanlarının İkonografisi, Donatella Metini:
*
Psalterium
Görsel Kaynağı: https://www.agefotostock.com/.../king-david.../DAE-96000390
Ancak ortaçağı en iyi temsil eden enstrüman hiç şüphesiz, Eski Ahit geleneğine Kral Davud’un bestelediği mezmurları seslendirirken eşlik için kullandığı psalteriumdur. (“psalterium”un aynı zamanda 150 mezmurdan oluşan corpus’un adı olması bir tesadüf değildir). Telleri parmakla çekilen, oldukça sade bir enstrüman olan psalterium, genelde trapezoit biçimli yassı bir ses tabelasından oluşur; bu tablanın üzerinde gerili duran tellerin altında bulunan uzun eğimli eşikler titreşim uzunluğunu değiştirir. Ses tablasının üzerinde üç rosetta vardır. Günümüze ulaşmış olan en eski psalterium tasviri, Santiago de Compostela’da (Galiçya) bulunur ve 1184 yılına aittir. Davud’la ilgili ikonografide bazen psalteriumun yerini alan küçük arp sonradan Davud’a eşlik eden tek enstrüman olarak görülür. Kitabı Mukaddes geleneğine göre hem mezmurların bestesini hem: de ibadetin müzikal düzenini borçlu olduğumuz Kral Davud (Cronache, 15,16-24) genelde hem Ahit Sandığı’nın taşınması hem de müzik enstrümanları çalmak ve Tanrı’ya şükür şarkıları seslendirmekle görevlendirilmiş Levililerin temsilcileri Eman, Asaf ve EtanTa dans ederken tasvir edilir. Kral Davud’un müzisyen, icracı ve besteci olarak tasviri, ortaçağda hem kutsal metinlerin hem de seküler metinlerin resmedilmesinde çok rağbet gören bir ikonografik konu haline gelir. Kastilya kralı Büğe X. Alfonso’nun (1221-1284) Cantigas de Santa Maria [Meryem Ana Şarkıları] eseri bu duruma ilginç bir örnek oluşturur. Kral, Meryem Ana’ya adanan müzikleri besteleyip metinleri yazdıktan sonra en önemli sayfalara (cantigas de loor) saray çalgıcılarının minyatürlerinin yapılması için emir verir; eserin başındaki görkemli minyatürde Kral Algonso, yeni dönemin Kral Davud’u gibi, yazman ve müzisyenlerinin arasında tahtta resmedilmiştir. (Sayfa: 902)
*
Düşler, Beden ve Dans Uygulamaları, Elena Cervellati:
*
Erken ortaçağda bedenle ilgili algılar kaçınılmaz olarak dans uygulamaları üzerinde de etkili olur. Bir yandan bedenin aşağılanıp çileye tabî tutulması, diğer yandan övülüp yüceltilmesi çok şiddetli bir gerilime neden olur; tiyatro mekânlarının harabelere dönüşmüş olmasından dolayı yetim kalan bedenler, halka açık meydanlarda veya kiliselerin içinde kendilerini sergilemeye devam ederler. Bazen düzensiz ve dehşet dolu, bazen de görkemli ve huzurlu olan bu gösteriler, döneme özgü davranış ve düşüncelere sıkı bir şekilde bağlı olan hareketin simgeleşmesini gözler önüne serer ve yayılmasına katkıda bulunur. (Sayfa: 903)
*
Bedenle ve Duyularla Çelişkili bir İlişki:
*
Genelde reddedilen bir katılık geleneği
*
''Bedenle ilgili yaklaşımlar, erken ortaçağda geliştirilip Batı kültürünün en temel yönlerinden bazılarını şekillendiren düşünce ve davranış kalıplarına örnek oluşturur. Jacques Le Goff’un (1924-) une histoire du corps au Moyen Age [Ortaçağda Bedenin Tarihi] adlı kitabında belirttiği gibi, Hıristiyanlığın kolektif kimliğimize temel bir unsur olarak yerleştirdiği, bedenin aynı anda hem yüceltilip hem bastırılması, hem övülüp hem de yadsınması şeklindeki sorun bu dönemde ortaya çıkar. Michel Foucault’nun Cinselliğin Tarihi’nde (1976), Paul Veyne’in de La société romainé’de [Roma Toplumu] (2004) belirttiği gibi, cinselliğe yaklaşım ve içe dönük gözlem dahil olmak üzere bedenin bakımına gösterilen katılık açısından ilk Hıristiyan doktrinlerinin antikçağın stoacı inancını açık bir şekilde sürdürdüğü doğrudur. Öte yandan Ambrosius (y. 339-397) ve Augustinus (354-430) gibi Kilise Babalarının eğitiminde muhtemelen rol oynamış geç imparatorluk döneminin bilimsel kültürüne duyulan saygının, Hıristiyanlığı yeni kabul etmiş insanların bu kültürden uzaklaşmasına ve onu reddetmesine engel olmadığı görülür. Böylelikle, insanoğlunu algılamanın yeni bir şekli demek olan ve Hıristiyanlığın kurumsallaşmasıyla güçlü bir destek ideolojisi -ve uygun toplumsal yapılar ile düşünce kalıpları- edinen bir ayrılık oluşur.'' (Sayfa: 903)
*
Bedenin ruhun gereksinimlerine boyun eğdirilmesi
*
Le Goff’a göre ortaçağ gözyaşlarının armağan, kan ve spermin tabu olduğu, gülüşün yasaklandığı, rüyaların bastırıldığı, seçilmişlerin bedenlerinde İsa’nın yara izlerinin belirdiği; VI. yüzyılın ortalarından itibaren vebanın, VII. yüzyıldan itibaren de cüzzamın yayıldığı; ölülerin canlılarla bir arada olduğu, mezarlıkların kentsel mekânların merkezinde yer aldığı; canavarların, hipertrofik, deforme, kesik veya kırık çıkık vücutların, yarı hayvan, yarı bitki veya farklı cinsiyetlerde bedenlerin var olduğu dönemdir. Oysa Hıristiyanlık, seküler araçları yoluyla tam da bu yönleri ortadan kaldırmaya, bedeni pürüzsüz ve geçirimsiz, çarpıklıklardan, girinti ve çıkıntılardan yoksun kılmaya çalışır; fiziksel boyutu kutsal boyuttan ayırt etmeye çalışan bu süreç, dini litürjiye dahil olmayan yöntemlerle kutsal boyuta ulaşma imkânını ortadan kaldırmayı amaçlar gibidir. Çileci idealden doğan monastisizm o ideali kurumsal hale getirir: Zevkten feragat etme ve günahla mücadele, ruhun bedenin zindanından kurtulması için birer araç olarak görülür ve uygulanır. Oruç veya en azından bazı gıdalarla ilgili yasaklar- ve insanın kendi kendine uyguladığı ıstırap daha önceden beri söz konusu idiyse de, XI. yüzyıldaki monastik reformdan itibaren belli bir takvime göre yılın tamamına yayılır ve dindışı halkı da kapsar hale gelir. Gregoryen reformla ise beden üzerindeki kontrol cinselliği de kapsarve hem dini hem de sivil çevrelerde cinselliğin -evlilik içinde ve dışında- süreleri ve şekilleri belirlenir. (Sayfa: 903-904)
*
Kendini ifade etme ve sergileme aracı olarak dans:
*
Ortaçağda kabul edilen beden algısının dans üzerinde de etkili olması kaçınılmazdır; bir yandan seyirciler açısından kendini sergileme, diğer yandan kendini ve içsel düşünceleri ifade etme, ayin kutlama ve toplumsal ilişkileri yansıtma anlamına gelen dans, antikçağın tiyatro mekânlarının yok edilmesiyle artık kamusal meydanlarda kiliselerin içinde, kırsal bölgelerde veya nüfuz sahibi kişilerin konutlarında sergilenmeye başlar.
Yine Le Goff’un dikkat çektiği üzere, ortaçağda “beden çelişkiler yumağıdır, ”çünkü günahın merkezidir, ama aynı zamanda, İsa’nın şehit edilmiş ve yüceltilmiş bedeninden anlaşıldığı üzere, günahlardan arınma ve kurtuluş aracı olabilir. Aracı ve temel maddesi beden olan dans da Kitabı Mukaddes’teki iki karşıt model -Kral Davud’un Tanrı karşısında sunduğu ağırbaşlı dans ile Salome’nin Herod’un şöleninde sergilediği zalim dansarasında gidip gelir. Beden konusundaki çelişki ve bedene atfedilen çelişkili değerler dansı da şekillendirir; bu sıra dışı özelliği sayesinde, akılcı ilmin sistemleştirici kapasitesine kıyasla sonsuz olana işaret çokluğunu temel alan dans yüksek ile alçak, maddi olmayan ile maddi olan arasındaki insana özgü bağlantıları ifade etme gücüne sahiptir. (Sayfa: 906) |