Hayatta çok şey gördüm ve gördüklerim, yanımdakilerin gördüğünden çok daha fazladır. Görmeyi seviyorum, daha çok şey görmek istiyorum ve farklı görmek istiyorum. * Jack London, Martin Eden
27 Mayıs 2019 Pazartesi
Yaşar Kemâl - Hüyükteki Nar Ağacı
***
''İşte bu romanı ve Yaşar Kemâl'in pek çok yapıtını güçlü kılan şey şu ''doğa-insan ilişkisi'' sözlerinde saklanıyor. Çünkü Yaşar Kemâl bu ilişkiye insanın en temel, en eski, dil yaratma yetisiyle özdeş bir niteliğiyle yaklaşıyor. Mitos yaratmak..''
*
Güven Turan
***
''Hüyükteki Nar Ağacı adlı romandaki tüm unsurların büyüleyici olması dışında Yaşar Kemâl bu romanında kâinatın dışından kelimeleri ve Anadolu'da gizlenmiş mikrokosmos hayatlar ve hayaller ile epik yazarların kosmosunu yaratmayı başarmıştır.''
*
Frankfurter Allgemeine Zeitung (Almanya)
***
''Yaşar Kemâl romanlarının çoğu, kuş uçmaz kervan geçmez Kilikya'da, sıtmanın kol gezdiği bereketli Çukurova'da, İstanbul'a bile başka bir dünya gibi görünen topraklarda geçer. Bu ücra, zorlu bölgeyi dünya edebiyatına taşıyan Yaşar Kemâl, çok iyi bildiği eski mitlerden yola çıkarak çağdaş yapıtlar yaratıyor.''
*
Karl-Markus Gauss, Süddeutsche Zeitung (Almanya)
25 Mayıs 2019 Cumartesi
Hermann Hesse - Doğu Yolculuğu
Sözcükler gizli saklı anlamı zedeliyor; dile getirilen her şey o an değişiyor biraz, biraz çirkin, biraz aptalca niteliğe bürünüyor -evet, bu da çok iyi bir şey, bu da çok hoşuma gidiyor, bir insanın hazinesini ve bilgeliğini oluşturan şeyin bir başkasının kulağına her zaman aptalca gelmesine de hiç diyeceğim yok. (Sayfa: 13)
***
Bana öyle geliyor ki, dünya tarihi, insanların en şiddetli, en kör arzusu olan unutma arzusunu yansıtan bir resimli kitaptan başka bir şey değil. Her yeni kuşak bir önceki kuşağın en önemsediği şeyleri yasaklarla, susup geçiştirmelerle, alaylarla yok etmiyor mu.? Yıllarca süren büyük, dehşet verici bir savaşın bütün halklar tarafından yıllar yılı unutulduğunu, inkâr edildiğini, bastırıldığını ve sanki sihirle yok edildiğini ve şimdi azıcık dinlenip kendine gelen bu halkların, birkaç yıl önceki budalalıklarını ve acılarını sürükleyici savaş romanlarıyla anımsamaya çalıştıklarını görmüyor muyuz.? (Sayfa: 14)
***
Biz nasıl kendi yolumuzda gidiyorsak, onlar da kendi yollarında gidiyorlardı, her birinin kendi hayali, kendi arzusu, yüreğinde gizli bir oyunu vardı, yine de büyük ırmakta hepsi birlikte akıyordu ve hepsi bir bütündü, yüreklerinde aynı huşuyu, aynı inancı taşıyorlardı, aynı yemini etmişlerdi.! (Sayfa: 23)
***
Bizim tek hedefimiz Doğu'ya varmak değildi, daha doğrusu ''bizim Doğu''muz salt bir ülke ya da coğrafi bir şey değil, ruhun yurdu ve gençliğiydi, hem her yerdi hem de hiçbir yer, tüm zamanların yekvücut olmasıydı. (Sayfa: 25)
***
Çünkü benim mutluluğum, düşlerdeki mutlulukla aynı gizden oluşuyordu gerçekten de; akla gelebilecek her şeyi aynı anda yaşama, iç ve dışın yerlerini kolayca değiştirme, zaman ve mekânı kulis gibi kaydırma özgürlüğünden oluşuyordu.
(Sayfa: 26)
***
- ama bu sanatçılar ya da bunlardan bazıları çok canlı ve sevimli kişiler olsa da, yarattıkları kişiler yaratıcılarından istisnasız daha canlı, daha güzel, daha neşeli, denilebilir ki daha doğru, daha gerçekti. (Sayfa: 29)
***
Hizmetkâr Leo'ya, sanatçıların yarattığı imgelerin kesinlikle çok canlı olmasına rağmen, kendilerinin neden bazen yarım insan gibi göründüğünü sordum. Leo bana baktı, soruma şaşırmıştı. Sonra kucağındaki kaniş köpeğini yere bırakıp dedi ki: ''Anneler de böyledir. Çocuklarını doğurup onlara sütlerini ve güzelliklerini ve güçlerini verdikten sonra kendileri görünmez olurlar. Artık kimse onları arayıp sormaz.''
''Ne kadar üzücü,'' dedim, aslında pek de düşünmeden.
''Bence diğer tüm şeylerden daha üzücü değil,'' dedi Leo, ''üzücü belki ama bir yandan da güzel. Yasa böyle gerektiriyor.'' (Sayfa: 29)
Hizmet yasası. Uzun ömürlü olmak isteyen, hizmet etmek zorundadır. Fakat hükmetmek isteyen uzun ömürlü olmaz. (Sayfa: 30)
16 Mayıs 2019 Perşembe
Dido Sotiriyu - Benden Selam Söyle Anadoluya
*
Ve sen Kör Mehmet'in damadı.! Hele sen.! Niye böyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme.? Öldürdüm evet seni, ne olmuş.! Ve işte ağlıyorum. Sen de öldürdün.! Kardeşler, dostlar, hemşeriler.! Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendini.! Anayurduma selam söyle benden, Kör Mehmet'in damadı.! Benden selam söyle Anadolu'ya.! Toprağını kanla suladık, diye bize garezlenmesin.! Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin.!
*
1982 Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü'nü alan bu kitap, Türkiye'de doğan, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Türkiye'den göç etmek zorunda kalan Yunan yazar Dido Sotiriyu'nun en önemli, en etkileyici kitabı. Türkiye'nin kültür mozayiğinde çok önemli bir yer tutan Rumların, Kurtuluş Savaşı öncesindeki ve savaş sırasındaki yaşamlarından gerçekçi kesitler sunan yazar, şöyle diyor:
''1922'de Anadolu'dan ayrılarak Yunanistan'a, amcamların yanına gitmek zorunda kaldım. Çocukluk yıllarımın anıları belleğimden silinmiyordu. Yaşadığım günlerin, duyduğum olayların o kadar etkisi ve büyüsü altında kalmıştım ki, bu konuyu ele alan bir kitap yazma isteği içimde çığ gibi büyüyordu.''
*
Önsöz
*
Anadolu Rumları, atalarının toprağından kopup ayrılalı kırk yıldan fazla zaman geçti.
Bu fırtınayı yaşamış olanlar birbiri ardından göçüp gitmekte ve yaşantılar kaybolmakta.. Halk hazineleri ya silinip ortadan kalkıyor ya da tarih arşivlerine gömülüyor. Anadolu Rumlarının bir atasözü vardır: ''Ölü gözünden yaş akmaz.''
*
İşte bu nedenle hayatta olanların anılarına kulak verdim ve sevgiyle dayadım kulağımı yüreklerine.
Bize öyküsünü anlatan Manoli Aksiyotis, Anadolu Rum köylüsünün simgesidir. 1914-1918 arası Amele Taburu'nda bulunmuş, Rumların Anadolu'ya istilasıyla birlikte Yunan üniformasını giymiş, esaret görmüş ve nihayet Yunanistan'da mülteciliğin zehirli ekmeğine ortak olmuştur. İltica ettikten sonra kırk yıl boyunca limanlarda çalışmış, sendikacılık yapmış, İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen Yunan Milli Direniş Hareket'ine katılmıştır.
Emekli olunca, altmış yılı aşkın yaşantısını kaleme almıştır Manoli. Büyük bir sabırla ve cefa çekerek. Çünkü, doğru dürüst okuma yazma bilmemektedir.
Bu romanın dokusunu, işte bu denli gerçek tanıklardan süzüp çıkardım. Bir daha geri gelmemek üzere çökmüş bir âlemi gözlerinizin önünde canlandırmak amacıyla yaptım bu işi. Yaşlılar unutmasın, gençler bütün olup biteni çırılçıplak görsün, öğrensin diye..
*
Dido Sotiriyu
1 Mayıs 2019 Çarşamba
Kostas Mourselas - Kızıla Boyalı Saçlar (Çeviren: Kosta Sarıoğlu)
*
14 yıl önce Türkçede ilk yayımlandığında kısa sürede en çok okunan kitapların başına yerleşen, yine kısa sürede 100.000'den fazla okura ulaşan Kızıla Boyalı Saçlar'ın sıradışı kahramanı Luis, kendini özgürlüğe adamış, bir insana, bir işe, bir yere kesinlikle bağlı kalmak istemeyen, kafasına eseni yapan, hayallerinin peşinden koşan sevimli bir serseri.
Zorbalar, serseriler, fahişeler, genelevler, kenar mahalleler, gecekondular, erkek delisi kadınlar, kadın delisi erkekler, üçkâğıtçılar, küçük burjuvalar, eski solcular, dolandırıcılar bu kitabın dokusunu oluşturuyor. Bir dönemin ve insanlarının resmini çizen Kızıla Boyalı Saçlar; okuru kışkırtıyor, gözlerini gerçek hayata, hayatın gerçeklerine çevirmesini sağlıyor. Yalın ve mizah dolu bir anlatım; egemen sisteme ve sistemin savunucularına, benimseyenlerine karşı gözü pek, alaycı, sert bir eleştiri.
Yazarının tanımıyla ''Kızıla Boyalı Saçlar insan özgürlüğüne yazılmış bir övgü.'' Her birimiz içimizden Luis gibi olmayı biraz arzular, ama onun gibilere imrenmekle, öykünmekle kalmaz mıyız.?
Kızıla Boyalı Saçlar
*
Kızıla Boyalı Saçlar, her gece
Hangi çarşaflarda gizlice gözyaşı döküyorsun
Acının sınırları yok
Mutluluksa hep yarıda kalır
*
Hüzünlü sevgilim iyi geceler
Bizim hikâyemiz öyle kolay kolay bitmez
Geceleri seni yakan bir rüzgâr gibi
hangi kapıyı çalsan beni bulacaksın
*
Kızıla Boyalı Saçlar ve bir defne yaprağı
elinde seni avutmak için
Neden hep hataları anımsarsın.?
Neden unutmaya çalışmazsın.?
*
Hüzünlü sevgilim iyi geceler
Bizim hikâyemiz öyle kolay kolay bitmez
Geceleri seni yakan bir rüzgâr gibi
hangi kapıyı çalsan beni bulacaksın
*
Kızıla Boyalı Saçlar bir damla gibi
dudaklarını yakar yıllarca
Kimse hayatın kışını vaat etmez
ve kimse korkmaz Tanrı'dan
*
Hüzünlü sevgilim iyi geceler
Bizim hikâyemiz öyle kolay kolay bitmez
Geceleri seni yakan bir rüzgâr gibi
hangi kapıyı çalsan beni bulacaksın
*
Kızıla Boyalı Saçlar iyi geceler
Seneye yine seni hatırlayacağım
İyi geceler
Seni Seviyorum
*
Söz ve beste: Vasilis Dhimitriu
Βαμμένα κόκκινα μαλλιά κάθε νύχτα
σε ποια σεντόνια να δακρύζεις στα κρυφά
δεν έχει περιθώριο η πίκρα
και η χαρά τελειώνει στα μισά
Λυπημένη μου αγάπη καληνύχτα
δεν τελειώνουμε έτσι εύκολα εμείς
σαν αγέρας που σε καίει μες στη νύχτα
όποια πόρτα κι αν ανοίξεις θα με βρεις
Βαμμένα κόκκινα μαλλιά και μια δάφνη
στο χέρι για παρηγοριά
γιατί θυμάσαι πάντα τα λάθη
γιατί δε φεύγεις για τη λησμονιά
Λυπημένη μου αγάπη καληνύχτα
δεν τελειώνουμε έτσι εύκολα εμείς
σαν αγέρας που σε καίει μες στη νύχτα
όποια πόρτα κι αν ανοίξεις θα με βρεις
Βαμμένα κόκκινα μαλλιά μια σταγόνα
στα χείλη να σε καίει για καιρό
ποιος τάζει της ζωής το χειμώνα
και ποιος φοβάται το Χριστό
Λυπημένη μου αγάπη καληνύχτα
δεν τελειώνουμε έτσι εύκολα εμείς
σαν αγέρας που σε καίει μες στη νύχτα
όποια πόρτα κι αν ανοίξεις θα με βρεις
Βαμμένα κόκκινα μαλλιά καληνύχτα
του χρόνου πάλι θα σε θυμηθώ
καληνύχτα σ’ αγαπώ
Ama burada Luis ve Luiza'yla tam tersi oluyordu. Her şeyden önce gezi, Luis'in Luiza'yı umutsuzca masal dünyasına sokma değil, masal dünyasından çıkarma çabasıydı. Sonra Luiza Luis'e harçlık veriyordu, Luis Luiza'ya değil. Luiza babasına dondurma ısmarlıyordu. Luiza onu lunaparka götürüyor ama lunaparkta kendisi oynamıyordu.! Luis oynuyordu. Luis arabalara, trenlere biniyor, Luiza ona bakıp gülüyordu.
Luiza, Luis'i görür görmez gülümsemeye başlardı. Babasının bir tek sihirli aynalarda yanında olmasını isterdi. Orda birlikte gülmelerini şart koşardı.
Luiza biraz büyüdüğünde, yaklaşık on beş yaşına girdiğinde, Luis lunaparkları bırakıp onu opera ve tiyatroya götürmeye başladı.
Luis için opera, bir çocuğu sanat dünyasıyla tanıştırmanın en iyi yoludur. Çocuk operada iyi müziği sever, kendini geliştirir ve orada ''geleneği'' öğrenir.
''Ölürken şarkı söylemek olur mu.? Operada her şey olur.''
Luis sanatta her şeyin dolayısıyla da hayatta her şeyin mümkün olduğunu anlatmak istiyordu.
''Luiza, sanat sadece bir zevk değildir. Sanat bütün kapalı kapıları açan bir anahtardır da.''
Luis birer birer kızının gözündeki çeşitli idollerin (öğretmenlerin, ana-babaların, vaizlerin, tırnak içindeki ''uzmanların'') efsanesini yıkıyor, evrensel değer denilen değerlerin bazılarının ne kadar göreli olduğunu kanıtlıyor, yeni bakış açıları sunuyor, hatta on emre bile dokunuyordu. On emri bile kızıyla teker teker tartışıyordu.
''Zina yapmayacaksın ne demek.? Eşinin aşağılık biri olduğu ortaya çıkarsa ne yapacaksın.? Önemli olan zina yapma gereği duymaman. Zina yapma gereğini duyduktan sonra, artık nefsine hâkim olman için çok geçtir. İşte annen, zina yapmış olsa da ben onu affettim. Örneğin ben, baban.. Emir, 'Babana ve anana hürmet edeceksin' demiyor mu, senin ne yapman gerekir.? Ya da benim sana.. Örneğin sen gülünç düşüncelere, gülünç davranışlara sahip, boktan bir kız olsan, normalde seni kızım diye tanıştırırken utanç duymaz mıyım.? Bu ne demek.? Sırf ben senin babanım, sen de benim kızımsın diye her şey yolunda mı.? Hayır, beni yargılayacaksın. Ancak böyle bana hürmet edersin, beni yargıladığın zaman. Şimdi, beni nasıl ve hangi ölçütlerle yargılayacağınsa başka bir sefer konuşacağımız büyük bir konu. Luizacığım, her şeye arada bir tekrar bakmalıyız. Yeniden inceleyip çürütmeliyiz. Her şeyi. Hareketsizlik ölümdür, bataklıktır.''
Fakat bütün bu söyledikleriyle Luiza'yı tehlikeli yollara doğru yönlendiriyordu.
''Yahu Luis, buna hakkın yok,'' diyordum. ''Şimdiden böyle yaparsan, yarın öbür gün çocuk nereye varır.? Sen o kadar emin misin.? Çocuğun dünyasını parçalıyorsun.''
''Dünya öyle bir halde ki, iyi yapıyorum. Ben sadece beynini uyarmayı, tek başına arayış içine girmesini istiyorum. Dünyada bir alçak daha olacağına böylesi daha iyi. Zina yapıyorsun, yapmıyor musun.? Demek ki motor bir yerlerde tekliyor. İnsan öldürür. Öldürmez mi.? En azından buna kafa yormayı öğren. Kuzen, beni de sorgulasın. Yarın, babam saçmalıyordu, desin. Bu da bir şey. Yoksa 'yargılanmamak için yargılamayalım'da kalırız. Bunu mu istiyorsun.?''
28 Nisan 2019 Pazar
Selahattin Demirtaş - Seher
*
Seher'deki hikâyeler, heveskâr işi değil insana ve yaşama duyulan derin sevginin ince bir mizahla harmanlandığı has yazar işi metinler. Karşımızda, tutsaklık günlerinde vakit doldurmak için yazan biri değil, bugüne kadar ortaya çıkmamış, okura ulaşmamış bir edebiyatçı var.
Demirtaş'ın hikâyelerini okuyunca, keşke halkına, ülkesine, dünyaya karşı duyduğu sorumluluk ağır basmasaydı da yazar olsaydı diye hayıflandım. Sonra, edebiyat-sanat damarımın bencilliğinden utandım: o zaman, edebiyat bir yazar kazanacak ama Türkiye Demirtaş kalibresinde bir siyasetçiden, geleceğin önemli bir liderinden, barış ve özgürlük umudundan yoksun kalacaktı.
*
*
Siyaset ve sanat disiplinleri birbirine benzemez. Siyaset; doğru zamanda siyasi açıdan doğru olanı söylemek ve gerçek düşünceleri saklamak ilkesine sahipken, sanatçı deyim yerindeyse yüreğini kazıyarak en gizli duygularını en büyük kitleyle paylaşmaya koşullanmıştır. Bu açıdan Selahattin Demirtaş'ın değerli öykülerini özel bir yere koymamız gerekir diye düşünüyorum. Acılar karşısında duyarlı bir yüreğin çığlığını yansıtan bu öyküler, siyasetten çok daha derin bir insani damara dokunuyor.
Kitabın özenli ve akıcı bir Türkçeyle yazılmış olması, hem estetik hem de toplumsal açıdan övgüye değer. Bu ülkedeki herkesi birleştirecek olan ortak payda sanatın büyülü yaratıcılığında gizli. Çünkü sanat, vicdanın dilidir. Selahattin Demirtaş da bu dili konuşuyor.
*
26 Nisan 2019 Cuma
Gabriel García Márquez - Benim Hüzünlü Orospularım (Çeviri: İnci Kut)
*
Yüzyıllık Yalnızlık'ı bin yılın en önemli kitaplarından sayılan Gabriel García Márquez, büyülü gerçekçilik akımının en önemli yazarıdır.
*
Benim Hüzünlü Orospularım'ın başkişisi, yaşamı boyunca hiçbir kadınla parasını ödemeden sevişmemiş yaşlı bir gazeteci. Yalnızlığının çaresini günlük, sıradan ilişkilerde aramış bu çirkin ve çekingen ihtiyar, 90. yaş gününde kendine hiç alışılmamış bir armağan vermeye kalkışıyor. Eskiden tanıdığı bir genelev patroniçesini arayıp el değmemiş bir genç kızla birlikte olmak istediğini söylüyor. Patroniçe, onun bu isteğini yerine getirecek, ama yaşlı adam her ziyaretinde ''uyuyan güzel'' Delgadina'yı seyretmekle yetinmek zorunda kalacak, yaşamının gözünde kendisine böylesi bir oyun oynayan yazgısına boyun eğecek; ne ki bu çok özel ilişkiden o güne değin hiç tatmadığı bir aşk doğacaktır.
Gabriel García Márquez, yaşlılığın hüznünü olağandışı bir aşkın coşkusuna dönüştürüyor. Belki de ölümü güzelleştirmek için.. Ustanın elinden yaşlılığa, cinselliğe, aşka ve ölüme bir güzelleme..
"Yavrucuğum, bu dünyada yalnızız. (Sayfa: 62)
25 Nisan 2019 Perşembe
Suat Derviş - Fosforlu Cevriye
Suat Derviş'in adı birçoğumuz için bir tür söylence, hatta efsane gibi söylenen, eserlerine kolay erişilemese de çeşitli açılardan hep anılan bir nitelik taşır. Modern edebiyatımızın ilk ve öncü kadın yazarlarından, çok iyi bir eğitim alıp Avrupa'da okuduğu halde kimi romanlarında toplumun en alt katmanlarından kadınları tasvir etmede usta, hepsi toplumca tanınmış birer aydın olan dört eşinin yanı sıra, örneğin Nâzım Hikmet'i de kendisine âşık etmeyi başarmış bir gönül avcısı, sosyetik sayılabilecek bir çevreye karşın komünizme sempati duyan ve kimi örgütlere katılan biri. Müthiş bir değişim ve/veya dönüşüm çağında, yaşamında olmadık çelişkileri bir arada bulunduran, kendince bir macera yaşayan kişilikli bir kadın. Yani aslında, insana bahşedilmiş tüm fırsat ve olanakları kendi hikâyesinde toplamış biri. Hem sıradan hem de olağanüstü bir hikâye.
Bu sunuşu hazırlamak için Fosforlu Cevriye'yi okurken, tüm bunları duyumsadım. 1940'ların Türkiye'sinde popüler bir gazetede tefrika edilerek geniş bir kesime sunulan bu romanın anlattığı, hayatı Beyoğlu ve Galata'nın en izbe sokaklarında geçen, erkeklerle yaşadığı gece maceraları için kentin Tekfur Sarayı'ndan Tarlabaşı'na, İnönü Gezisi'nden Dolmabahçe sırtlarına kadar çeşitli açık mekânlarını seçen, anne babasını hiç tanımamış, erkek sarrafı ve yaşam işçisi küçük fahişe Cevriye'yi nasıl, nereden tanımış olabilirdi Suat Derviş.? Gazetelerin üçüncü sayfalarından mı, yoksa keskin bir gözlem ve araştırma gücünden mi beslenmişti.?
Ne olursa olsun, Fosforlu Cevriye; kadın-erkek ilişkilerinin henüz (ve hâlâ) evrensel ölçülere göre çok geri olduğu ve özel bakanlığı kurulsa bile, çözümün ufukta gözükmediği ataerkil toplum yapımız içinde hep önemsenen bir figürün, fahişe figürünün edebiyatımıza ve oradan da sinemaya atlayan en ilginç örneklerinden biri olup çıkmış ve sinemada karşılığını bulmuştu. O yılların Yeşilçam'ında bir yandan ''altın yürekli fahişe'' tiplemesi yan rollerde, hatta başkarakterlerde boy gösteriyor, öte yandan yazar-senaryocu Attilâ İlhan'ın gözdesi ''erkek-kadın'' figürü Yalnızlar Rıhtımı, Zümrüt gibi sofistike veya Şoför Nebahat gibi popüler film kahramanlarıyla sinemaya geçiyordu.
Aslında 1944-45 yıllarında gazetede yayımlanan Fosforlu Cevriye'nin sinema macerası gecikmiş sayılabilir. Bunun için Yeşilçam'ın gerçek anlamda şaha kalktığı ve birden çoğalan film sayısıyla farklı ve özgün karakterler aramaya çıktığı 60'lı yılları beklemek gerekti. İlk Fosforlu Cevriye filmi, romanı uyarlayıp yöneten eski kuşaktan Aydın Arakon'un çabasıyla 1959 yılında çekildi. Başrollerde dönemin çok cazibeli, ama karakter olarak da ''erkek gibi kadın'' dedirten ünlü oyuncusu Neriman Köksal vardı. Yanı başındaysa, Cevriye'nin roman boyunca Necatibey Caddesi üzerindeki bir han odasında asla eyleme dönüşmeyen, adı konmamış bir aşk yaşadığı, adını bile öğrenemeden sevdiği erkek olarak da Orhan Günşiray vardı. Üç yıl sonra 1962'de Fosforlu Oyuna Gelmez adıyla ve tıpatıp aynı kadroyla filmin devamı çekilecekti.
Ama bu kadarla kalmadı. Bir kuşak sonrasında, 1969'da bu kez Fosforlu Cevriyem geldi. Bülent Oran senaryoyu yazmış, Nejat Saydam çekmiş ve başrolleriyse Türkan Şoray ile Tanju Gürsu yüklenmişti. Yine bir kuşak sonra, 1978'de Memduh Ün hikâyeyi yeniden ele aldı. Ancak bu kez ciddi anlamda telif sorunlarıyla karşılaştı ve filmin adını Cevriyem yaptı. Her şeyi bir ölçüde yenileştirmek, bu kez emektar Safa Önal'a nasip olmuştu ve Türkan'a bu kez Kadir İnanır eşlik ediyordu. Ayrıca 1966-67'de bu kez Halit Refiğ üst üste Karakolda Ayna Var ve Kız Kolunda Damga Var ikilemesini çekti. Kahramanlar da, oyuncular da farklıydı (Fatma Girik ve Sadri Alışık). Ancak bu filmler adları ve atmosferleriyle Suat Derviş'in romanını akla getirirler. Çünkü bu iki deyiş de romanda sık sık karşımıza gelmektedir. 1989 yılında İbrahim Tatlıses'in yönettiği ve karşısında Sevtap Parman'ın oynadığı Fosforlu'da Suat Derviş'ten ne kalmıştır, kendi adıma hiç bilmiyorum.
Bugünlerden bakıldığında Fosforlu Cevriye, yalnızca edebiyatımız için o dönemde hayli özgün bir kadını (ve çevresindeki bir avuç yan kişiliği) ustaca çizen bir toplumsal-gerçekçi çaba değil, aynı zamanda İstanbul'a adanmış bir kitap da.. O dar çevre içinde dönenip duran küçük insanların arasında önemli bir ölçüde azınlıktan kişilerin bulunması bu dönem duygusunu pekiştiriyor. Çatlak Marika'dan meyhaneci Barba ve Kosti'ye, vaktiyle Ernani (Victor Hugo) oyununu oynayıp kanto söylemiş Ermeni Dikranui, yani Sümbül Dudu'dan kahveci Mavro'ya, Şimamn Hayganos'tan Tatavla Gülü Elonikos'a, yaşlı Mayrık'tan suflör Haçik Efendi'ye tüm bu kişilikler, azınlıkların henüz kovulmadığı bir İstanbul mozaiğini bize yaşatıyorlar. Bu da bu ilginç ve ayrıksı romanın temel özelliklerinden biri olup çıkıyor.
12 Nisan 2019 Cuma
Ölümsüz - Vassilis Vassilikos
Vassilis Vassilikos, 1934 yılında Yunanistan'ın Kavala kentinde doğdu. Çocukluğu ve ilk gençliği Selanik'te geçti. İlk Kitabı ''Jason'un Öyküsü'' 1953 yılında yayımlandı. Bunu, 1956'da çıkan ''Barışın Kurbanları'' ile üç ayrı öykünün anlatıldığı ''Üçlü'' (1961) izledi. Üçlü ile Vassilikos, Yunanistan'ın en büyük roman ödülü olan ''12'er Ödülü''nü kazanan en genç yazar oldu. 1964'te ''Amerika Mitolojisi'', 1966'da röportajlarından oluşan ''Duvarların Dışında'', 1967'de de ''Ölümsüz'' (Z) adlı ünlü romanını yayımladı. Yunanistan'da Albaylar Cuntasından önce Karamanlis'in başbakanlığı döneminde ılımlı bir solcu olan milletvekili Lambrakis'in öldürülmesi olayını ve genç bir sorgu yargıcının dirençli sorgulaması sonucu bu öldürülme olayının devlet güçlerinin kesin bir komplosu olduğu gerçeğini ustaca romanlaştıran Vassilikos, bu romanıyla dünya çapında ün kazandı. Bilindiği gibi, bugün Yunanistan'ın yeni seçilen Cumhurbaşkanı, bu cinayet olayının sorgulamasını yapan o zamanların genç sorgu yargıcıdır. Bu roman, ünlü Yunanlı yönetmen Kosta Gavras tarafından sinemaya da uyarlandı ve filmin başrollerini Yves Montand, Jean-Louis Trintignant ve İrene Papas paylaştılar. 1967 yılında, yurt dışındayken Albaylar Cuntası'nın yönetime el koyduğunu öğrenen Vassilikos, Fransa'ya yerleşti ve Cunta devrilip ülkesine demokrasi yerleşene kadar da Paris'te yaşadı. Daha sonra ''Fotoğraflar'' ve ''Zıpkın'' adlı öykülerini biraraya getiren ''Lunik II'' ve ''Hikğmdarlar'' adlı kitapları yayımlanan Vassilis Vassilikos'un ünlü ve yeniden güncellik kazanan romanı ''Ölümsüz''ü Aydın Emeç'in Türkçesiyle sunuyoruz.
*
''..İnsanoğlunun acılarının, bireyin çabasıyla geçmeyeceğine sonunda inanmıştı.Salı ve cuma günü öğleden sonraları, muayenehanesine dolan yoksul yığınlarına parasız bakması da bir işe yaramıyordu. Dehşete düşmek için, hastalarıyla en basit ilacın parasını veremeyen halk yığınlarının sayısını karşılaştırması yetiyordu. Yardımseverlikte de durum aynıydı: Bir yoksula para vermek neye yarardı.? Nasılsa, yeryüzündeki yoksulların yüzdesinde hiçbir değişiklik olmuyordu. Dünyanın değişebilmesi için düzenin değişmesi gerekliydi. (Sayfa: 44-45)
*
Yalnızca sağduyunun, en basit sağduyunun her şeye yeniden egemen olacağına inanıyordu. Bazı sözcükler gerçek anlamına kavuşacak, bazı davranışlar başlangıçtaki ağırlığını kazanacaktı.
(..) Kimsenin yararlanmadığı kaynak bir türlü kurumaz. Oysa kaynaktan yararlanmak, yerinde bir davranıştır. Büyük bir soğuğun egemen olduğu toprağın derinliklerinde, demir, çelik, bakır, altın gibi madenler yatar. Günün birinde, bu madenlere ihtiyaç duyan insanlar, gelir ve onları karanlıktan kurtarırlar. (Sayfa: 45)
*Hangi yöntem - parti dememek için yöntem sözcüğünü kullanıyoruz- kişilerin değil de, toplumun gelişimine inanır, bizleri açlık, yoksulluk ve felaketten kurtarmaya çalışır, yüzyıllardan beri içimizi buran, zavallı balıkların sırtındaki sülükleri andıran alışkanlıklara saplanıp kalmak yerine ileri bir hayvan katına yükselmemizi ister.? (Sayfa: 46)
*
Düşünce paslanmadıkça aşk hep aşk kalacaktır. Aşkın değişkenleri gövdeleridir. Neyse ki gövdeler değişebilir, ama aşk, her yüzün, her çift saydam gözün ardında hep aynıdır. Özlem, bizi aşan, çevremizdeki duvarları, engelleri istemeyen, öteleri arzulayan bir şeyin özlemidir bu. Sesime karışan senin sesin, çift ses, hiçbir ses, çağların ötesinden gelen bir uyumla güneş kadar değişmez bir şeyi tekrarlayan, gerçekte sen ve ben olmasak da yine biziz aşk.
(..)
''Seni seviyorum'' diyordu ona, bu beceriksizce sözle yeryüzü, yürek boyutlarına ulaşan bir güzellik kazanıyordu. Ve yeniden, gençliğinin derinliklerine gömülü, solukluğu içinde esmer, yanında hissedeceği an'a kardar hep aynı, dinmek bilmeyen ''gelecek mi, gelmeyecek mi.?'' kuşkusu. Ve de ellerinin topraksı tadı. (Sayfa: 47)
*
..insanın söyleyecek şeyi olursa, konuşmak hiç güç değildi. Güç olan, söyleyecek şeyi olmayanların konuşmasıydı. (Sayfa: 49)
Menelaos Lundemis - Şimşekler Çakarken
Alman işgali sırasında ''Ulusal Kurtuluş Cephesi''ne katılmış, işgalden sonra yazılarıyla, yapıtlarıyla egemen sınıflara karşı çıkmış, bu yüzden çeşitli baskılara uğramış, sonuçta Vrettakos, Riços, Teodorakis gibi devrimci yazar ve bestecilerin sürgün yeri olan ''Makronisos'' adasına sürülmüştür.
Sürgünde iken Nâzım Hikmet'in sürgünlere gönderdiği mektuptan duygulanmış, birçok dile çevrilen ''Nâzım'a Mektup'' başlıklı uzun şiiri yazmıştır. 1956'da yayınlanan bir romanı nedeniyle yargılanan ve mahkum olan yazar, 1958'de yurt dışına çıkmak zorunda kalmıştır. 1962'de Yunan Cuntası elinden vatandaşlık hakkını almış, 1976'da uzun süre yaşadığı Romanya'dan, bu kez Karamanlis Hükümeti'nin özel izniyle Yunan vatandaşı olarak ülkesine dönmüştür.
Yapıtları Polonya, Romanya, Bulgaristan, Çin, Vietnam gibi ülkelerde yayınlanmıştır.
''Şimşekler Çakarken'' piyesi ilk olarak, seksenli yıllarda, Üsküdar'da, İstanbul Devlet Opera ve Balesi mensuplarınca kurulan İstanbul Akademik Sanat Topluluğu'nda, Yüksel Özkök'ün yönetiminde sahneye konmuştur.
''Şimşekler Çakarken'', ünlü İspanyol viyolonselisti ''Pablo Casals''ın yaşamından bir kesittir.
Casals, İspanya'nın bağımsızlığı ve özgürlüğü için savaşım vermiş ve sanatını bu yolda bir silah gibi kullanmıştır.
Franco Diktatoryası'nın ülkeye egemen olmasıyla birlikte yurt dışına çıkan Casals, Prades'e yerleşerek bir sanat şenliği oluşturdu.
Çalgısını sürekli, bağımsızlık, özgürlük ve barış için çalmış, İspanya iç savaşından sonra bestelediği oratoryosu ile de bir barış simgesi olmuştur.
Menelaos Lundemis'in 19 romanı, 5 öykü kitabı, 6 şiir kitabı, 5 piyesi ve 3 deneme kitabı yayınlanmıştır. (Sayfa: 5-6)
4 Nisan 2019 Perşembe
Friedrıch Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni
*
''Öte yandan,'' diye ekliyor Marx, ''genel olarak siyasi, hukuki, dini, felsefi sistemlerde de durum aynıdır.'' Aile varlığını sürdürürken, akrabalık sistemi kemikleşir ve bu sistem bir alışkanlık halinde devam ederken, aile onun içinde serpilir. Gelgelelim, Cuvier'nin Paris'te bulduğu, bir hayvan iskeletine ait kese kemiğinden, bunun bir keseli hayvana ait olduğu ve bir zamanlar o yörede artık nesli tükenmiş keseli hayvanların yaşadığı sonucunu çıkarabildiği kesinlikle, biz de tarihsel olarak günümüze ulaşmış bir akrabalık sisteminde, bu sisteme karşılık gelen, artık ortadan kalkmış bir aile biçiminin bir zamanlar var olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Yukarıda anılan akrabalık sistemleri ve aile biçimleri, şimdi hâkim olan sistemlerden, her çocuğun birden fazla babasının ve annesinin oluşuyla ayrılır. Hawaii ailesinin karşılık geldiği Amerikan akrabalık sisteminde, erkek ve kız kardeşler aynı çocuğun babası ve annesi olamaz, oysa Hawaii akrabalık sistemi tam tersine bunun kural olduğu bir aileyi gerektirir. Burada, şimdiye kadar genellikle tek geçerli biçim olarak kabul edilenle doğrudan doğruya çelişen bir dizi aile biçimiyle karşılaşıyoruz. Geleneksel düşünce, yalnızca tekeşli evliliği, bunun yanı sıra bir erkeğin çokkarılılığını, olsun olsun bir kadının çokocalılığını biliyor ve ahlâkçı bir cahile yakışır biçimde davranıp pratiğin, resmi toplumun buyurduğu bu sınırları sessizce ama utanmadan ihlal ettiği konusunu susarak geçiştiriyor. Buna karşılık, ilkel durumların incelenmesi bizi erkeklerin çokkarılılık, kadınların da çokkocalılık yaşadığı ve bu yüzden ortak çocukların da eşlerin hepsine birden ait kabul edildiği durumlara götürüyor; bu durumlar da yine tekeşli evlilikle birlikte tamamen ortadan kalkana dek, bir dizi değişiklikten geçmişlerdir. Bu değişiklikler, ortak evlilik bağının kapsadığı ve başlangıçta çok geniş olan çemberin gitgide daraldığı ve sonunda yalnızca, bugün hâkim olan tekeşli çifte yer verecek tarzda gerçekleşmişlerdir. (Sayfa: 15-16)
Yeni, uygar, sınıflı toplumun açılışını yapanlar en bayağı çıkarlardır -sıradan açgözlülük, gaddarca haz düşkünlüğü, pis cimrilik, ortak mülkiyeti bencilce çalma; eski, sınıfsız, soylara dayalı toplumun altını oyan ve çökertenler en alçak yöntemlerdir- hırsızlık, ırza geçme, hile, ihânet. Yeni toplumun kendisi de, varoluşunun tüm üç bin beş yüz yıl boyunca, küçük bir azınlığın sömürülen ve ezilen büyük çoğunluğun sırtından gelişmesinden başka bir şey olmamıştır ve şimdi her zamankinden daha fazla böyledir.
(Sayfa: 93)
Uygarlığın başlamasından bu yana servetin artışı öyle muazzam boyutlara ulaştı, biçimleri öyle çeşitlendi, uygulaması öyle kapsamlı ve idaresi mülk sahiplerinin çıkarına öyle ustalıklı bir hale geldi ki, bu zenginlik halkın karşısında, yenilemez bir güç haline geldi. İnsan zihni, kendi yarattığı şey karşısında, çaresiz ve büyülenmiş gibi durmaktadır. Yine de, insan aklının, hem devletin koruduğu mülkiyetle ilişkisini, hem de mülk sahiplerinin haklarının sınırlarını saptayarak, zenginlik üzerinde tahakküm kuracak kadar güçleneceği günler gelecektir. Toplumun çıkarları bireysel çıkarlardan kesinlikle önce gelir, her ikisinin de adil ve uyumlu bir ilişki içine sokulması gerekir. İlerleme, nasıl geçmişin yasasıysa, aynı şekilde geleceğin yasası olarak da kalacaksa, salt zenginlik peşinde koşmak insanlığın nihai kaderi olamaz. Uygarlığın doğuşundan bu yana geçen zaman, insanlığın geçmiş ömrünün yalnızca küçük bir parçasıdır; insanlığın önündeki yaşamın da yalnızca küçük bir parçasıdır. Toplumun çözülüşü, biricik nihai hedefi zenginlik olan tarihsel rotanın sonucu olarak, bize tehdit oluşturuyor, çünkü böyle bir rota, kendi yok oluşunun unsurlarını içerir. Yönetimde demokrasi, toplumda kardeşlik, haklarda eşitlik, yaygın eğitim, deneyimin, aklın ve bilimin sürekli ulaşmaya çalıştıkları bir üst toplum aşamasını müjdeliyorlar. Bu aşama eski soyların özgürlük, eşitlik ve kardeşliğinin -daha yüce bir biçimde- dirilişi olacaktır.
*
(Morgan, Ancient Society, s. 532) (Sayfa: 200)
3 Nisan 2019 Çarşamba
Oğuz Atay - Tehlikeli Oyunlar
''Bu yaşantının sonu kötü bitecekti. Kitaplar da öyle yazıyordu. Bu yaşantının sonu da kötü bitecek albayım. Bizim gibilerin hayatında güzellikler, kısa süren aydınlıklardır. Bizim gibiler, başkalarının yaşantılarına kısa bir süre için girerler. Uşak rolünde sahneye çıkarlar. Kötü bir yaşantı, fakat iyi bir oyun.''
''Here I come. Come come come. Ey kalem.! Bu eser senin değildir. Ey gece.! Bu seher senin değildir.'' (Sayfa: 158-159)
*
''Muhayyilesi kuvvetli bazı insanlar, sevdikleri ölülerin uzun bir yolculuğa çıktıklarını düşünmüşlerdir; bense, bütün yolculuğa çıkanların ölmüş olduğunu düşünüyordum. Ne büyük bir günah, değil mi.?''
*
''.. kelimeler aldatıcıydı, bizi gerçeklerden uzaklaştıran küçük tuzaklardı..'' (Sayfa: 209-210)
*
''Ne var ki, dünyada 'sizi anlıyorum' gözlerinin sahteleri türemişti; gerçeği sahteden ayırmak çok zordu. 'Sizi-anlıyorum konuşmanıza-ihtiyaç yok' ya da 'siz-onlara-bakmayın-yalnı
*
(..) Oğuz Atay nesir edebiyatımıza çok değişik bir ses, yer yer yadırgatan çok değişik bir anlatım, çok değişik, biraz karmaşık da olsa çok değişik bir üslup getirmişti. İnsan yaşamının olgularını -daha çok da ruhsallığımızın olgularını- doğdukları anda saptamaya ve belirlemeye çalışan, bu olguları önceden iyice düzenlenmiş, ilkeleri ve kuralları iyice belirlenmiş bir mimarlığın yasalarına göre değil de kendiliğindenliğin savruk çarpıcılığına göre ve bir çeşit çağrışım düzeninde, ama elbette tasarlanmış bir çağrışım düzeninde bir araya getiren bir anlatım tekniği geliştirmişti Oğuz Atay.
(..) Oğuz Atay'ın tutarlılığı kendini sınıfsal konumu içinde alıp değerlendirmeye, değerlendirirken de eleştirmeye çalışan insan duyarlığında ortaya çıkıyordu. Kendi dünyasını anlatmaya çalışıyordu o, kendisini çevresiyle, ortamıyla, sınıfıyla sınırlıyordu, kendi dışındakini, yaşamadığı, duymadığı, görmediği, bilemeyeceği şeyleri anlatmayı düşünmüyordu. Bu yüzden çabası daha anlamlı ve saygıdeğer oluyordu. (..) O, küçük burjuva aydınının özeleştirisini getirmeye çalışıyordu diyebilir miyiz.? Diyebiliriz sanırım. Ama getirmeye çalıştığı o kadar değildi. Oğuz Atay, daha ileriye giderek, genel aydın insan örneğinin bunalımlarını, her şeyden önce düşünsel bunalımlarını ortaya koyuyordu.
(..) Yazdığı şeyler kurulu düzenin iteceği şeyler değildi, baş tacı edeceği şeyler de değildi. Toplumsal ya da sınıfsal özeleştiri eleştiriden dada acımasız ama daha yapıcı olur genellikle. Öte yandan, özeleştiriyle güçlenir, gelişir eleştiri. Her eleştiride birazcık özeleştiri, her özeleştiride birazcık eleştiri vardır. Onun yazısı eleştiriden çok özeleştiriydi. Ancak, aydın insanın toplumsal, sınıfsal, kişisel düzeydeki zorluklarını ben süzgecinden geçirerek görmek ve göstermek hiç de ters bir anlam taşımıyordu. Hele birçok kalemin yurt sorunlarını bilir bilmez çözümleme çocukluğu uğruna kendilerini boşa harcadıkları bir ortamda, böyle bir çaba hem değerli, hem yararlı bir çabaydı. Eleştirmeciler Oğuz Atay'ın üstünde durmalıydılar, gene de durmalılar, onlar böyle bir çabayı göze almış olsalardı sınıfsal özeleştiri açısından çok verimli bir kaynağı açığa çıkarmış olurlardı.
Tehlikeli Oyunlar: Sayfa: 478
Kostas Mourselas (Κώστας Μουρσελάς) - Hüzün Nedeniyle Kapalıyız (Özgün Adı: Κλειστόν λόγω μελαγχολίας) (Çeviren: Kosta Sarıoğlu)
Arka Kapak: * Küçük bir kasabada yaşayan bir grup insan; akrabalar, arkadaşlar, tanışlar... Herkes kendi kıskacında kıvranmakta, bu dar çevr...

-
su damlasının üstündeki iskeleye benzeyen bir günaydın sana gittiği yere köprüsünü taşıyan bir dere bir tüyün tutunduğu kuşu geçmesi gibi b...
-
Hangi türden olursa olsun, bir sanat ürününün tadılması, onun kavranılmasıyla doğru orantılıdır. Eseri ne kadar çok anlamışsak, elde edec...
-
Onlara * Zannetme ki dâim bi şekcesine Siz her anırdıkça huu çeker millet Alkış beklerken siz eşşekçesine Verir hakkınızı, yuu çeker ...
-
ACILARA KARŞI * İyi ki silahlanmışız acılara karşı Türküsüz çıkmamışız yollara Ekmekten ve gömlekten önce Aşk Ve sevinç doldurmuşuz koynum...
-
Ağaçlar hep en etkileyici vaizler olmuştur benim için. Ormanlar ve korularda halklar ve aileler halinde yaşayan ağaçlara hayranım ben. Tek...
-
I * Denizde bir şey var Deniz bembeyaz bir dañ.! Köpürdelâ Köpürcük Köpürgân * II Ne benim ellerim çalışkan eskisi gibi Ne senin kalbin ben...
-
1929-1935 YILLARI ARASINDA YAZDIĞI, AMA SAĞLIĞINDA YAYIMLANAN KİTAPLARINA ALMADIĞI ŞİİRLERİ Şafaklar sarmadan dağları Işıklarla sular ...
-
Nikos Kazancakis, Zorba, Arka Kapak Nikos Kazancakis, çağdaş Yunan edebiyatının ancak buzlucam ardından seçilebilen, tedirgin ve büyü...
-
Mehmet Sönmez: * ''Can Yücel Adana Cezaevindeyken (1973-74) Mehmet Sönmez de İstanbul'da Sağmalcılar ve Selimiye Cezaevlerinde h...