8 Temmuz 2024 Pazartesi

Antonio G. İturbe - Auschwitz Kütüphanecisi (İspanyolcadan Çeviren: Ceren Kıran)


Arka Kapak

*

Auschwitz Tutsağı Dita Kraus’un Gerçek Yaşam Öyküsüne Dayanan, Dünyadaki En Küçük –Ve En Tehlikeli– Kütüphanenin Hikâyesi

*
14 yaşındaki Dita, Auschwitz’de Naziler tarafından esir alınan pek çok tutsaktan biridir. Anne babasıyla birlikte Prag’daki Terezin gettosundan alınan Dita, kampta rutin hayatın bir parçası haline gelen dehşet ve korkuya uyum sağlamaktadır.
*
Çocuklar ve ailelerin bir arada kalmasına izin verilen 31. blokta mahkûmlar gizli bir okul kurmuştur fakat kitapların kesinlikle yasak olduğu kampta, attıkları her adıma dikkat etmeleri gerekir. Alman asıllı bir Yahudi olan blok sorumlusu Fredy Hirsch, bir gün Dita’ya mahkûmların muhafızlardan gizleyerek içeri soktukları kıymetli sekiz kitaptan bahseder ve ondan bu kitaplarla ilgilenmesini, onları korumasını ister. Daima sayfaların ve içinde barındırdıkları farklı hayatların büyüsüne kapılmış olan Dita bu teklifi hiç düşünmeden kabul eder ve Auschwitz’in kütüphanecisi olur.
*
Şiddete, kötülüğe ve en önemlisi korkuya boyun eğmeyen, korkunç savaş ortamında tek silahı kitaplar olan insanların cesaretine, gücüne ve hiç kaybetmedikleri umuda dair bir direniş öyküsü.
*
“Aklınızdan çıkaramayacağınız, yürek parçalayan bir roman.”
*
Publishers Weekly
“Ölüm kamplarında yaşanan akıl almaz vahşeti inkâr etmek mümkün değil ama yine de umut dolu bir öykü.”
*
Kirkus Reviews
“Elie Wiesel’ın Gece romanı ve Anne Frank’ın Hatıra Defteri’yle birlikte önerilecek bir roman ve bir kere okundu mu asla unutulmayacak satırlar. Yahudi Soykırımı’nın özgün, çarpıcı bir şekilde yeniden aktarımı; genç yetişkin kitapları koleksiyonu arasında mutlaka yer almalı.”
* School Library Journal
*
“Tıpkı Markus Zusak’ın Kitap Hırsızı’nda olduğu gibi, iyi düşünülmüş temasıyla, duygusal açıdan içinizi acıtacak bir okuma deneyimi sunan, çok yönlü bir roman. Yahudi Soykırımı döneminde yaşananlara ışık tutacak güçlü kanıtlardan biri.”
*
Booklist
*
“Auschwitz Kütüphanecisi, hüzünlendiren, ilham verici bir sanat eseri.”
*
Shelf Awareness
*
“Iturbe’nin muhteşem anlatımı, okurun, Auschwitz’de günlük yaşamı oluşturan şeylerle ilgilenirken bir yandan da kütüphanenin kitaplarını dağıtıp saklayarak her şeyi riske atan Dita’nın öyküsüne dalıp gitmesini sağlıyor.”
*
The Horn Book
*
Edebiyatın yaptığı şey, gece yarısı bir dağ başında yakılan kibritle eşdeğerdir. Bir kibrit çok az ışık verir ancak çevrenin ne kadar karanlık olduğunu görmemizi sağlar.
*
William Faulkner, Javier Marias'ın aktarımıyla (Sayfa: 9)
*
''Auschwitz'de insan hayatının hiçbir ederi yoktu, öyle ki bir kurşun bile insandan daha değerli olduğundan kimseyi vurmaya tenezzül etmiyorlardı. Toplama odalarında Zyklon gazı kullanıyorlardı çünkü hem ucuzdu hem de sadece bir bidonla yüzlerce kişi ö*ldü*rülebiliyordu. Bir endüstriye dönüşmüştü ölüm, ne kadar çok kişiyi içine alırsa, o kadar kârlı sayılırdı.'' (Sayfa: 11)
*
''Naziler kaç okul kapatırlarsa kapatsınlar, kim bir köşede bir şeyler anlatmak için durursa ve çocuklar da dinlemek için onun etrafını sararsa, orada bir okul kurulmuş demektir, diye yanıt verirdi onlara.'' (Sayfa: 12)
*
''Bulunması son derece tehlikeli olan ve ö*lümle cezalandırılan bu şeyler ne ateşli silahlar, ne de kesici delici aletlerdi. Acımasız Reich muhafızlarının böylesine korktuğu şey, kitaplardan başkası değildi: eski, ciltleri yırtılmış, sayfaları kopmuş, hemen hemen dağılmış kitaplar. Ancak Naziler takıntılı biçimde bunların izini sürüyor, yok ediyor, yasaklıyordu. Tarih boyunca Aryan, siyahi, Asyalı, Arap, Slav ya da hangi ten renginden olursa olsun -ister halk devrimini, ister soylu sınıflara imtiyaz sağlamayı, ister dini, ister askeri darbeyi ya da başka bir ideolojiyi savunsun- bütün diktatörlerin, tiranların ve baskıcı liderlerin hepsini de ortak özelliği şuydu: Daima bir hışımla kitapların peşine düşmüş, bunların son derece sakıncalı olduklarını düşünmüşlerdi.'' (Sayfa: 13-14)
*
''..on dört yaşındaki erkek ikiz kardeşleri -Zdenek ve Jirka- işaret etmişti ve bir asker onları aradan zorla çıkarmıştı. Anne, muhafızın savaş üniformasının eteklerine yapışmış, dizlerinin üzerine çöküp yalvarmıştı onları götürmemeleri için. Yüzbaşı müthiş bir soğukkanlılıkla araya girmişti.
''Kimse onlara Josef Amca'nın davranacağı gibi davranmaz.''
Ve sahiden de öyle olacaktı. Auschwitz'de kimse Doktor Josef Mengele'nin, deneyleri için topladığı ikizlerin kılına bile dokunmazdı. Kimse onun korkunç genetik deneylerinde davrandığı gibi davranmayacaktı. Deneylerinin amacı Alman kadınlarına ikiz doğurma imkânı sağlamak, dolayısıyla Ari doğumları ikiye katlamaktı.'' (Sayfa: 16)
*
''Çocukluktan çıktığı günün, ilk âdetini gördüğü günün değil de o gün olduğunu fark etti kederle, zira eski hayalet hikâyelerinden, iskeletlerden korkmayı bırakmış ve insanlardan korkmaya başlamıştı.'' (Sayfa: 21)
*
''Bir kıdemlinin yeni gelene verdiği ilk öğüt, hedefinin daima net olmasıydı: hayatta kalmak. Birkaç saat daha hayatta kalmak, böylece bir gün daha yaşamak, günleri birbirine ekleyince bir haftayı daha sağ çıkarabilmek. Ve böylece sürer giderdi: asla büyük planlar yapmadan, asla büyük hedefler koymadan, yalnızca her anı canlı atlatarak. Yaşamak sadece şimdiki zamanda çekimlenen bir fiildi.'' (Sayfa: 22-23)
*
''Bir Yahudinin gücünü göstermek için en ufak fırsatı bile değerlendirecekti. Nazilerden çok daha güçlü olduklarını, onların bu yüzden kendilerinden korktuklarını düşünüyordu. Bu yüzden onların işini bitirmek istiyorlardı. Sırf kendi orduları olmadığı için boyun eğdirmişlerdi onlara ama bir daha bu hataya düşmeyeceklerine emindi. Buna şüphe yoktu: Tüm bunlar bittiğinde bir ordu kuracaklardı ve gelmiş geçmiş en güçlü ordu olacaktı.'' (Sayfa: 25)
*
''Tuhaf duruşuyla -koluyla bir şey sakladığı belliydi- hemen ayırt ediliyordu. Hitler gibi ağzına içki koymayan, yalnızla nefretle sarhoş olan Nazilerden olan Papaz'ın dikkatli bakışlarından kaçmasına imkân yoktu.'' (Sayfa: 27)
*
''Şanlı Yahudi ordularının Greklere karşı ayaklanma bayramı olan Hanuka'yı kutlama biçimlerindendi bu.'' (Sayfa: 29)
*
''Cesur kişiler gözü pektir, riski görmezden gelip sonuçlarına aldırmadan kendilerini tehlikeye atarlar. Tehlikenin farkına varmayan biri, yanındaki herkesi tehlikeye atar'' (..) ''Cesur kişiler kendi korkularının üstesinden gelmeyi becerenlerdir.'' (Sayfa: 37) * ''Bazı insanların kitaplarla arasındaki özel bağa sahipti o.'' (Sayfa: 40) * ''Kitaplar olmadan, asırlardır süregelen bir medeniyetin bilgeliği yok olup gidebilirdi.'' (Sayfa: 42) * ''Auschwitz masumları ö*ldürmekle kalmıyor, masumiyeti de öldürüyordu.'' (Sayfa: 46) * ''Çocuk olmak için önce çocukluğunun olması lazım.'' (Sayfa: 54) * ''Naziler 15. yüzyıldan beri iyi korunmuş mezarlara gitmeyi kısıtlamamışlardı. Hastalıklı ve detaylı planlara göre Hitler, Yahudi ırkının nasıl yok olduğunu göstermek için sinagog ile mezarlıkları müze yapmak istiyordu. Okul çocuklarının -elbette Ari ırktan- gönülsüz bir merakla ziyaret edecekleri, Yahudilerin dinozorlar gibi, uzak bir çağa ait canlılar olarak görüleceği bir antropoloji müzesi.'' (Sayfa: 57) * ''Büyükler asla bulamayacakları bir mutluluğu boş yere aramakla vakit kaybederken, çocuklar mutluluğu avuçlarının içinde filizlendirirdi.'' (Sayfa: 58) * ''En güçlü atlet hedefe en önde varan değildir. O en hızlısıdır. En güçlü ise her düştüğünde yerden kalkandır. Canı yansa da durmayandır. Bitiş çizgisine çok uzak olsa da yarışı bırakmayandır. O koşucu, hedefe varan son kişi olsa dahi kazanmıştır. Bazen istesen de en hızlı olmak senin elinde değildir; bacakların yeterince uzun olmayabilir veya ciğerlerin büyük olmayabilir. Ancak en güçlü olmak daima senin elindedir. Sadece sana, iradene ve çabana bağlıdır.'' (Sayfa: 59) * ''Zafer için mücadele etmiyorsan, yenilgiden sonra sakın ağlama.!'' (Sayfa: 65)
*
''Kitaplar sayfaları arasında yazarının bilgeliğini saklar. Hafızalarını asla kaybetmez kitaplar.'' (Sayfa: 83)
*
''Kendinizi kandırmayın; o parlak üniformaların içinde hiçbir şey yok. Boş bir çerçeve gibi. Hiçbir şey. Biz dıştan parlamakla ilgilenmiyoruz, biz içten parlamak istiyoruz. İşte bu yüzden kazanacağız. Bizim gücümüz üniformada değil, inançta, gururda ve kararlılıkta yatıyor.'' (..) ''Kalplerimiz daha güçlü olduğu için biz onlardan daha güçlüyüz. Kalplerimiz daha güçlü olduğu için onlardan daha iyiyiz. Bu yüzden bizi alt edemeyecekler. Bu yüzden Filistin topraklarına geri döneceğiz ve şaha kalkacağız. Ve bir daha kimse bizi küçük düşüremeyecek. Çünkü gururumuzu kuşanacağız ve çok keskin kılıçlarla silahlanacağız. Bize tüccar toplum diyenler yalan söylüyor; biz savaşçı bir toplumuz ve bize gelen her darbeye, her saldırıya yüz misliyle karşılık vereceğiz.'' (Sayfa: 95-96)
*
''..annesi pek açıklama yapmaz, onu üzen şeyleri anlatmayı yersiz bir davranış olarak görürdü. Ona şöyle demeyi ne çok isterdi oysa: Anne, dök içindekileri, anlat bana her şeyi.. Ama o, başka zamanın kadınıydı, başka kumaştan yapılmıştı..'' (Sayfa: 97)
*
''O kitap beni bir çift ayakkabının götüremeyeceği kadar uzaklara götürdü.'' (Sayfa: 106)
*
''Doktor Utitz o Louvre Cafe'deki buluşmaları aklından çıkaramıyor, âdeta Kafka'ya soramadığı tüm sorulardan, romancının ona anlatamadığı her şeyden pişmanlık duyuyordu, şimdi ise her şey sonsuza dek yitip gitmişti. Bu olanları görecek kadar uzun yaşasaydı ince düşünceli Franz'ın neler yazabileceğini soruyordu kendi kendine. Ve Utıtz o zamanlar Franz'ın kız kardeşleri Elli ve Valli Kafka'nın bir süre sonra Chelmno'daki toplama kampının gaz odalarında can vereceğini, en küçükleri Ottla'nın da Auschwitz-Birkenau'da Zyklon gazıyla katledileceğini bilemezdi henüz.
Aslında Dönüşüm'ün yazarı, olacakları herkesten önce tahmin etmişti: İnsanların bir gece içinde canavar yaratıklara dönüşebileceğini görmüştü.'' (Sayfa: 111)
*
''Güvensizlik yavaş açılan bir uyuz yarasıydı ancak bir kere başladın mı kaşımaktan kendini alamazdın.'' (Sayfa: 118)
*
''İlk giren, başıyla sessizce onu selamlayan ve oturduğu yerin yakınında bir grup çocuğa ders veren genç bir öğretmen oldu. Ondan komünist olarak bahsedildiğini duymuştu. Bir de çok kültürlü olduğunu, İngilizce de bildiğini. Güvenilir biri olup olmadığını anlamak için jestlerini gözlemledi ama ne düşüneceğini bilmiyordu. Üzerinde çalışılmış kayıtsızlığının ardında bir zekâ pırıltısı fark etti. Kitaplara bakınırken gözü H. G. Wells'in kitabına takılınca sanki onay verir gibi başını salladı. Sonra Freud'un teorileriyle ilgili kitabına gelince durdu ve başını olumsuz anlamda salladı. Dita onu dikkatle inceliyordu ve öğretmenin bir şey demesinden çekiniyordu. Bir an düşüncelere daldı.
''H. G. Wells, komşusunun Sigmund Freud olduğunu bilseydi sana kızardı.''
Dita bir an kocaman gözleriyle ona baktı ve biraz da kızarıp bozardı.
''Anlayamadım..''
''Sen bana aldırma. Wells gibi sosyalist ve rasyonalist birini Freud gibi bir fantezi satıcısının yanında görünce içim parçalandı.''
''Freud fantastik hikâye yazarı mı.?''
''Hayır, kesinlikle değil. Freud Moravia'dan, Avusturyalı Yahudi bir psikiyatristti. İnsanların kafalarının içindekine bakan cinsten biri.''
''Peki ne görüyormuş.?''
''Kendisine göre bir sürü şey. Beynin çürüyen hatıralar deposu olduğunu ve insanları delirttiğini kitaplarında açıklar. Zihinsel hastalıkları iyileştirmek için yeni bir yol öne sürdü: hastayı bir divana yatırmak ve ilk hatırasından son hatırasına kadar her şeyi ona anlattırmak; bu biçimde en gizli düşünceleri bile araştırabiliyor, buna psikanaliz diyordu.''
''Ne oldu ona.?''
''Meşhur oldu. Bu sayede 1938'de Viyana'da paçayı kıl payı kurtardı. Birkaç Nazi muayenehanesine gelmiş, her şeyi altüst etmiş ve bin beş yüz dolarını alıp gitmiş. Freud'a haber verildiğinde hiçbir zaman bir muayene için bu kadar para almadığını söyledi. Yüksek mevkilerde çok tanıdığı vardı. Yine de karısı ve kızıyla birlikte Londra'ya giderken ülke dışına çıkmasına izin vermediler. Nazi yetkililerinin kendilerine ne kadar iyi davrandığına, Üçüncü Reich'ın Viyana'sında hayatın ne kadar muhteşem olduğuna dâir bir kâğıda imza atana dek onu zorladılar. Kâğıdı imzalayacakken yazıyı kısa bulduğunu söylemiş ve bir şeyler eklemek istediğini belirterek şunları yazmıştı: 'Gestapo'yu dünyadaki herkese şiddetle tavsiye ederim.' Naziler buna bayılmıştı.''
''Yahudi mizahı diye bir şeyden hiç haberleri yokmuş.''
''Almanlara göre mizah ayak gıdıklamak gibi bir şey.''
''İngiltere'ye gittikten sonra ne oldu.?''
''Freud ertesi yıl, yani 1939'da öldü. Çok yaşlı ve hastaydı.''
Freud'un kitabını alıp göz attı. ''Hitler'in, 1933'te yakılmasını emrettiği ilk kitaplardan oldu Freud'unkiler. Bu kitap tehlikenin vücut bulmuş hali; hem gizli hem de yasaklı.''
Dita içinin ürperdiğini hissetti ve konuyu değiştirdi.
''H. G. Wells kimdi peki.?''
''Bir özgür düşünce yanlısı, sosyalistti. Hepsinden önemlisi de büyük bir yazardı. Görünmez Adam'ı duydun mu hiç.?''
''Evet..''
''İşte onun yazarı Wells'tir. Yeryüzüne gelen Marslıları anlatan Dünyalar Savaşı onun eseri. İnsan ile hayvan arası genetik karışımlar yapan deli bilim insanını anlatan Doktor Moreau'nun Adası da. Doktor Mengele okusa çok severdi. Ama bence Zaman Makinesi hepsinden iyiydi. Zamanda ileri ve geri gitmek..'' Bunu derken düşüncelere daldı. ''Hayal edebiliyor musun.? O makineye girip 1924'e dönsek ve Adolf Hitler'in hapisten çıkmasını engellesek neler değişirdi, biliyor musun.?''
''Ama o makine hayal ürünü değil mi.?''
''Maalesef öyle. Romanlar hayatın eksiklerini kapatır.''
''Şey, sizin için de uygunsa Bay Freud ile Bay Wells'in kitaplarını iki ayrı uca koyayım.''
''Hayır, bırak böyle kalsınlar. Belki birbirlerinden bir şeyler öğrenirler.''..'' (Sayfa: 119-121)
*
''Resim yapmak onu, mancınıkla kendi içine doğru fırlatmaktı. Resim yapmak dışarı çıkmanın değil, içeri girmenin bir yoluydu.'' (Sayfa: 123)
*
''Eninde sonunda H. G. Wells haklı çıktı, gerçekten zaman makinesi diye bir şey vardı ve onlar kitaplardı.'' (Sayfa: 128)
*
''Edita.. Sanki bir suç işlemiş gibi konuşuyorsun. Tek fark kadınlardan değil, erkeklerden hoşlanması.''
''Okulda bize bunun bir hastalık olduğunu söylemişlerdi.''
''Asıl hastalık, hoşgörüsüzlüktür.'' (Sayfa: 161)
*
''Bir akşamüstü dışarıda birinin ahşap giriş kapısına sarı X işareti boyamakta olduğunu görmüş ve koşarak inmişti. Elinde fırça olan genç alay eder gibi ona bakmıştı ve aldırmadan boyamayı sürdürmüştü. Fredy gencin üstüne atlamıştı ve yakasına öyle hızlı yapışmıştı ki boya kabı yere düşmüştü.
''Neden yapıyorsun bunu.?'' diye sormuştu gencin kolundaki gamalı haça bakarak, kendi ülkesinde olanlar karşısında hem öfkeli hem de şaşkındı.
''Siz Yahudiler medeniyet için tehlike arz ediyorsunuz.!'' diye haykırmıştı delikanlı küçümseyerek.
''Medeniyet mi.? Siz bütün gün yaşlıları itip kakarken, evlerin camlarını indirirken gelip bana medeniyet dersi mi vereceksiniz.? Sen medeniyetten ne anlarsın.. Siz Aryanlar Avrupa'nın kuzeyinde üstünüzde hayvan postları, elinizde sopalarla et pişirmeye çalışırken biz Yahudiler koca şehirler kuruyorduk.'' (Sayfa: 163)
*
''Bir akşamüstü dışarıda birinin ahşap giriş kapısına sarı X işareti boyamakta olduğunu görmüş ve koşarak inmişti. Elinde fırça olan genç alay eder gibi ona bakmıştı ve aldırmadan boyamayı sürdürmüştü. Fredy gencin üstüne atlamıştı ve yakasına öyle hızlı yapışmıştı ki boya kabı yere düşmüştü.
''Neden yapıyorsun bunu.?'' diye sormuştu gencin kolundaki gamalı haça bakarak, kendi ülkesinde olanlar karşısında hem öfkeli hem de şaşkındı.
''Siz Yahudiler medeniyet için tehlike arz ediyorsunuz.!'' diye haykırmıştı delikanlı küçümseyerek.
''Medeniyet mi.? Siz bütün gün yaşlıları itip kakarken, evlerin camlarını indirirken gelip bana medeniyet dersi mi vereceksiniz.? Sen medeniyetten ne anlarsın.. Siz Aryanlar Avrupa'nın kuzeyinde üstünüzde hayvan postları, elinizde sopalarla et pişirmeye çalışırken biz Yahudiler koca şehirler kuruyorduk.'' (Sayfa: 163)
*
''Romanya en başından beri Nazileri desteklemişti. Victor Pestek, SS üniforması, belindeki sila*hı ve onbaşı rütbesiyle Auschwitz'de çok güçlü birine dönüşmüştü.'' (Sayfa: 196)
*
''Sonra işler sarpa sardı. Yumruk yumruğa kavgalardan zincire geçtiler. Akabinde sila*hlar geldi. Çingene tanıdıkları vardı ama esasen birçok Yahudi dostu olmuştu. Ladislaus gibi. Evine gider, okul ödevlerini birlikte yapar ya da beraber ormana kestane toplamaya giderlerdi. Bir gün neredeyse hiç farkına varmadan, bir elinde meşaleyle Ladislaus'un evini ya*kıyordu.
Geri çekilebilirdi fakat yapmadı. SS subaylarının maaşları iyiydi. Herkes sırtlarını sıvazlıyordu. Ailesi hayatında ilk kez onunla gurur duyuyordu, hatta ev iznine geldiğinde üniformasını yemek masasının üzerinde konu komşuya sergiliyorlardı.'' (Sayfa: 197)
*
''Babasının yokluğu omuzlarında dayanılmaz bir yüktü. Demir prangalara zincirlenmiş gibi ayaklarını sürüyerek dolaşıyordu kampta. Artık olmayan bir şey madden nasıl bu kadar ağır olabilirdi.? Boşluk nasıl ağır gelebilirdi.?'' (Sayfa: 200)
*
''Her şey olup bittikten sonra mı, yoksa olaylar gerçekleşirken mi gülmek doğruydu, onu da sorguladı.
Sevdiklerin ölürken nasıl gülebilirsin.?
O gizemli gülümsemesi, yüzünden eksik olmayan Hirsch'i düşündü ve aniden bir aydınlanma yaşadı: Hirsch'in gülümsemesi, onun zaferiydi. Gülümsemesi karşısındakine şöyle diyordu: Bana sökmez. İnsanları ağlatmak için inşa edilmiş Auschwitz gibi bir yerde gülmek bir isyan hareketiydi.'' (Sayfa: 204)
*
''Karşında açık bir reçel kavanozu ile sürmek için bir dilim ekmek olmadığı sürece onurlu olmak kolaydı.''
(..)
''..nefret de aşka çok benziyordu; kime yönelteceğini seçemiyordun.'' (Sayfa: 217)


''En büyük zayıflıklar da, güçlülerden çıkardı; yenilmez olduklarına inanırlardı.'' (Sayfa: 227)
*
''Kamyonların kasalarının kapanma sesi devam ediyor, insan uğultuları ise azalıyordu. Motor seslerindeki değişim insanla dolan ilk araçların gitmeye başladığını gösteriyordu. O anda Dita, annesi ve koğuştaki diğer kadınlar müzik sesi duyar gibi oldular. Belki de kendi kaygılarından dolayı oluşan bir sanrıydı. Ancak kısa süre içinde ses yükseldi. Yoksa bunlar şarkı söyleyenlerin sesi miydi.? Koro sesi artık kamyonların gürültüsünü bastırıyordu. Biri yüksek sesle şaşkınlığını dile getirince başkaları da tekrarladı, sanki şarkı söylendiğine inanmak için başkalarına veya kendilerine de anlatmaları gerekiyormuş gibiydi. Kamyonlara bindirilen ve ö*lüme gittiklerini bilen kadın erkek tutsaklar şarkı söylüyorlardı.
Çek millî marşı ''Kde domov muj''u söylüyorlardı. Başka bir kamyondan da geçerken Yahudi şarkısı ''Hatikvah''nın notaları yükseliyor, bir diğerinden de ''Enternasyonal Marşı'' geliyordu. Müzikte malum bir fa*cia havası seziliyordu, kamyınlar uzaklaşırken dekreşendo gibi sesler de yavaş yavaş kayboluyordu. O gece binlerce ses sonsuza dek sustu.
8 Mart 1944 gecesi BIIb aile kampından 3792 tutsak ga*zla bo*ğu*lduktan sonra Auschwitz-Birkenau'nun III numaralı krema*tor*yumunda ya*k*ıldı.'' (Sayfa: 253)
*
''Oysa çiçeklerin vazoda yetiştiğini zannedenler edebiyattan zerre anlamıyordu.'' (Sayfa: 257)
*
''Hakikat, savaşın ilk kurbanıydı.'' (Sayfa: 264)
*
''Kaçmayı başarırsa bütün SS subaylarından tıpkı Monte Kristo Kontu'nun yaptığı gibi planlı, kusursuz ve acımasız bir intikam alır mıydı diye sorguluyordu kendi kendine. Bunca masuma çektirdikleri acıları onların da yaşamasını elbette isterdi. Fakat sonradan dönüştüğü hesapçı ve nefret dolu adamdansa hikâyenin başındaki mutlu ve kendine güvenen Edmond Dantes'yi daha çok sevdiğini anlayınca hüzünlendi. Gerçekten seçim yapılabilir mi, yoksa kaderin darbeleri, yemyeşil bir ağacı kuru oduna çeviren balta darbeleri gibi, istemesen de seni değiştirir mi, diye merak etti.'' (Sayfa: 275)
*
''Mutluydular, Edita.''
''Ama o kadar kısa sürdü ki..''
''Hayat, her hayat çok kısa sürer. Ancak bir anlığına da olsa mutlu olmayı başarmışsan yaşadığına değmiştir.''
''Bir anlığına.! Kısa değil mi.?''
''Çok kısa. Bir kibritin yanıp sönmesi kadar kısa süreliğine mutlu olmak yeter.'' (Sayfa: 285)
*
''25 Nisan 1944'te Rudolf Rosenberg ile Alfred Wetzler, Zilina Yahudi Konseyi ana merkezinin kapısını çalarak Slovak Yahudilerinin sözcüsü Doktor Oscar Neumann ile görüştüler. Rudi kayıt memurluğu görevi sayesinde tüyle ürperten istatistiklerle dolu raporun hazırlanmasını sağladı (yaptığı hesaplara göre Auschwitz'de 1.76 milyon Yahudi ka*tledilmişti) ve ilk defa bu raporda organize kitlesel in*fazların oluş biçimi, köle gibi sömürülen iş gücü, kişisel malların bölünüşü, kumaş yapımında kullanılan insan saçı, altın ve gümüş dişlerin sö*külüp eritilerek Reich'a para olarak dönmesi bütün ayrıntılarıyla tasvir ediliyordu.
Eteklerine yapışan çocuklarla beraber hamile kadınları nasıl ze*hirli ga*z odalarına sıra sıra soktuklarını, oturacak yer bile olmayan küçücük beton ce*za hü*crelerini, her gün sulu çorbaya talim tutsakların üstlerinde yazlık kıyafetlerle dizlerine kadar karda saatlerce ayakta çalıştıklarını anlatıyordu Rudi.'' (Sayfa: 314)


''O zaman dua etmekten başka çaremiz yok.''
''Sen dene.''
''Sen etmeyecek misin.?
''Dua mı.? Kime.?''
''Kime olacak.? Tanrı'ya. Senin de etmen lazım.''
''Yüz binlerce Yahudi 1939'dan beri aralıksız dua ediyor ama hiçbirine kulak asmadı.''
''Belki yeterince dua etmedik veya duyacağı kadar güçlü etmedik.''
''Hadi ama, Margit. Sebt Günü'nde gömlek düğmesi diktiğini bilen ve ona göre ceza veren Tanrı binlerce masumun ö*l*dü*rüldüğünü ve binlercesinin tutsak alınıp köpeklerden beter şartlarda yaşadığını nasıl bilmez.? Gerçekten bilmediğini mi sanıyorsun.?''
''Bilmiyorum, Dita. Tanrı'nın yaptıklarını sorgulamak günahtır.''
''O halde ben günahkârın tekiyim.''
''Öyle deme.! Tanrı seni cezalandıracak.!''
''Daha da mı.?''
''Cehenneme gidersin.''
''Saf saf konuşma, Margit. Zaten cehennemdeyiz.'' (Sayfa: 342)
*
''Hayatın acısını hissetmeye ihtiyacı vardı. Bir şey canını yakıyorsa o zaman senin için önemlidir demekti.'' (Sayfa: 354)


''Anne, ablasından bir gün sonra sefil yatağında mutlak bir yalnızlıkla hayata gözlerini yumdu. Kemikleri sonsuza dek Bergen-Belsen toplu mez*arındaki insan çöplüğünde kalacaktı. Ancak Anne küçük bir mucizeye dönüşecek bir şey başarmıştı; kendisinin ve ablası Margot'un hatırası yıllar sonra da canlı kalacaktı. Amsterdam'da ailesiyle gizli bir sığınakta saklandıkları iki sene boyunca ''arkadaki evde'' hayatıyla ilgili ayrıntıları yazmıştı, orası babasının gizlice kapanan ofisine bağlı ek binaydı ve onlar için sığınağa dönüşmüştü. İki yıl boyunca ailesi Van Pels ve Fritz Pfeffer ile aile dostlarının yardımları sayesinde gizlenerek yaşamıştı. Oraya yerleştikten kısa süre sonra doğum günü gelip çatmıştı ve hediyeler arasından bir de not defteri çıkmıştı. Orada hislerini paylaşacak yakın bir arkadaş edinemeyeceği için Kitty ismini verdiği deftere içini dökmüştü. Arkadaki evde geçen hayatının o dönemine bir başlık koymak gelmemişti aklına fakat sonrasında bunun da üstesinden gelinmişti. O defter, tarihe Anne Frank'ın Hatıra Defteri olarak geçmişti.'' (Sayfa: 369-370)
*
''Bir yerlerde bekleyeninin olması, gece dağ başında yakılan bir kibrit gibiydi. Belki bütün karanlığı aydınlatmıyordu ama eve dönüş yolunu gösteriyordu.'' (Sayfa: 387)
*
SON SÖZ:
*
''Bir insan güzellik karşısında duygulanmazsa, gözlerini kapatıp hayal gücünün çarklarını döndürmezse, soru soramazsa, cehaletinin sınırlarını kavrayamazsa bir kadın ya da erkek olabilir ancak insan değildir; onu somondan, zebradan ya da misk öküzünden ayırt eden bir şey yoktur.'' (Sayfa: 395)

4 Temmuz 2024 Perşembe

Jeroen Brouwers - Damıtılmış Kırmızı (Fransızca'dan Çeviren: Bahadır Gülmez)

 

Arka Kapak:
*
Otobiyografik bir roman olan Damıtılmış Kırmızı, İkinci Dünya Savaşı sırasında Tjideng'deki Japon temerküz kampında geçen yılları bir çocuğun gözünden anlatıyor. O dönemdeki adı Batavia olan Endonezya bir Hollanda sömürgesidir. Anlatıcı, annesi, büyükannesi ve kızkardeşiyle birlikte dört ile altı yaş arasını bu kampta geçirir. Roman, kahramanın annesinin yıllar sonra ölümü üzerine belleğinde yaşadığı geri dönüşlerle kurgulanır. Kampta yaşananlar, kendisine nefret ve bağlılık duyulan iki kadında; annesinde ve bir dönem birlikte olduğu Liza'da odaklanır. Kulağına çalınan Japonca sözler, iş*kence sesleriyle, annesine karşı hissettikleri Liza ile yaşadıklarıyla çakışır. Brouwers, yaklaşık kırk yıl arası olan iki dönem ile birbirine çok uzak iki coğrafyayı tek bir kişinin iç yaşantısı aracılığıyla aktarıyor.
*
O, yine hep olduğu gibi, gizemli bir görünüşteydi ve gözlerini iri iri açarak şu sözcükleri yineledi:
*
Analar.! Analar.! öyle garip ses ki bu.!
*
Goethe'nin Eckermann'la Söyleşileri
*
Ben burada oldukça beni ara. Beni tanımayı öğren, çünkü buradayım. Burada olduğuma göre. Ama bununla birlikte, hiç kuşku yok ki burada değilim.
*
Ölü Ağıtı (Güney Celebes) (Sayfa: 5)
*
''..''Hep başka yerlerden eserek gelen, yine hep başka yerlere doğru eserek giden, ama hiç aynı yerde sürekli esmeyen, zaman zaman hoş, zaman zaman tatsız kokuları peşinden getiren ve bazan da bir kelebek ya da kızböceği, ama bazan da siyah bir kuş sürüsünü alıp götüren rüzgâr, aslında kesik kesik eser - ve kesilince, onun bahçede salladığı ve okşadığı her şey uzun süre kımıldamaya devam eder.''
*
Bu esrarengiz cümleye on yıldan fazla bir süredir tuttuğum güncede rastlıyorum. Onu en ufak bir metinde bile kullanamadım ve onca yıl sonra burada kullanmaya karar veriyorum.''
*
''Hiçbir şey yoktur ki bir başka şeyle ilişkisi olmasın.'' (Sayfa: 7)

*

''Şöyle ya da böyle, bu aramaların bende bıraktığı en önemli anı annemden koparılıyor olmamdı, olgunlaşmamış yeşil bir meyvanın, dalından toplanması gibi değil de, dalıyla birlikte koparılıp alınışı gibi - böyle bir durumda, ağaçtaki bütün yapraklar nevrotik bir titremeye yakalanacaklardır.'' (Sayfa: 24)

*
''Nasıl ki rüzgâr dinince, bahçede onun okşadığı her şey, sonra bile hareketli kalıyorsa, Tjideng Kampı'nda gördüklerim de, sonrasında, içimde, otuz ya da kırk yıl boyunca hareketli kalacaktı ve bu kitabı yazarken dinecekti: yazdığım şeyi artık tutmamalıyım ve bundan böyle yazdıklarım diğer insanların bilincinde ve bilinçaltında bir şeyleri hareketlendirebilir.
''Hiçbir şey yoktur ki bir başka şeyle ilişkisi olmasın.''..'' (Sayfa: 66)
*
''..''Hint Hollandası Kapmlarının Çocukları'', bugün aradan kırk yıl geçtikten sonra, tabanlarından tanınır, aynen Hollandalı çocukların kışın aç doğuşu* gibi. Bu çocuklar bugün kırk yaşında ve doymak bilmez oburluklarıyla tanınıyorlar.''
*
DİPNOT: Bu deyim, Hollandalıların çok kötü bir gıda yoksunluğu çektiği 1944-45 kışının Hollandasıyla ilgilidir. (Sayfa: 69)
*
''Sanıyorum, ''mutlu'' bir yazar olsaydım kötü bir yazar olurdum: mutlu yazarların anlatacak bir şeyi yoktur.'' (Sayfa: 71)
*
''1945 Nisan ayı, Japon adası Okinawa'nın fethine ve Japonya'ya karşı kararlı bir hava saldırısının başlamasına tanık oldu. O yıl, yaşgünümde, Adolf Hitler, bombardımana tutulan Berlin'de ağzına bir ku*r*şun sıkarak in*tihar etti. Bu olaylardan dolayı Tjideng tutukluları en korkunç cezalandırmalara maruz kaldılar.(..)
4 Mayıs sabahı, annem, tıpkı pataklandığında ağladığı gibi iki gözü iki çeşme ağlayarak annesini kamış bir hasıra sardı, sonra bu cansız ağırlığı kaldırdı ve düz tahtanın üzerine koydu, tahtaya bir ip bağlayarak iki tekerlekli bu nesneye asılmaya başladı, kızkardeşimle ben, iki yanından devrilmemesi için tutarak, büyükannemle son kez kampın sokaklarından geçerek onu kapıya teslim ettik.'' (Sayfa: 80)
*
''..benim gibi bir yazar hayatını iki kere yaşar -ikincisi, ilk kez yaşadığı şeyi betimleyeceği zaman.'' (Sayfa: 86)
*
''Ağustos 1945 başı -henüz neresi bilmiyorum ama kendimi dünya tarihinin deprem merkezinde buluyorum: olup bitenler dünyanın yüzünü değiştiriyor, tanrı tanrısızlaştırılıyor, artık bundan böyle, hayat önceki gibi olmayacak, çünkü bir anda bütün devirler son buluyor ve sonun üzerinde yara izleri var, yüzyıllar da geçse, dünyanın ve bütün insanlığın derisindeki yanık izi ortadan kalkmayacak.
6 Ağustos'ta atom bo*mbası Hiroşima'ya düşüyor, üç gün sonra atom bo*mbası Nagazaki'ye düşüyor.
Bu bombardımanlar karşısında, Tjideng Kampı'nda oturanlar içtima alanına toplanıyor ve oniki onüç saat boyunca hazırol vaziyetinde durarak cezalandırılıyor, Jap, kampta ateş ederek, süngü saplayarak, kırbaçla vurarak dolaşıyor..'' (Sayfa: 98)
*
''Ben tekerlekli patenimin üzerinde olmak üzere hepimiz güneşin altındayız, iki kolumla annemin zayıf kalçalarına sımsıkı sarılarak büzülüyorum. Onun bedeni de, kamptaki bütün bedenler gibi nemli, yapış yapış: bunlar o kadar kirli bedenler ki artık terlemiyorlar bile, ayrıca, bedenlerinden terle (ya da gözyaşlarıyla) boşaltılabilecek sıvı hiçbir şey kalmamış - bu bedenler sıvı akıtmadan ağlıyorlar. Aynı şekilde kadınların bedenleri artık hiç regl olmuyor, çünkü yeterince kanları yok.).'' (Sayfa: 100)
*
''Sutyen annemin göğsünden çıkıyor, ve avuç avuç içine doldurduğu pirinçler ayaklarının dibinde saçılıyor ve annem önceden olduğu gibi göğüssüz kalıyor. Sonra ikinci bir pirinç sağanağının bacaklarının arasından yağışını görüyorum - annem ayrıca kilolarca pirinci külotunun içine koymuştu, pirinçler asfaltın üzerinde dört bir yana yayılıyor.
Hayır, geçici olarak da olsa gülünecek bir şey yok.'' (Sayfa: 106)
*
''Dikkat et Sone, bu kalabalığın içinde bir çocuğum ben, ama seni yakından göre göre ezberledim. Bizzat ben anlatacağım seni Bay Sone, güneşin piçi, üç haikuyla ölümünü, yani üç kez: beş hece, yedi hece, beş heceyle anlatacağım - sizin belleğinizi kıyım kıyım doğramak için daha fazla hece gerekmez bana. Okumayı biliyorum ve yakında, yazmayı da öğreneceğim, sizin böğrünüz kanlı, sinekler gebertsin sizi.'' (Sayfa: 107)
*
''Bütün vücudumu saran nasırları yumuşat.'' (Sayfa: 115)

19 Haziran 2024 Çarşamba

Aleksandros Papadiamantis (Αλέξανδρος Παπαδιαμάντης) - Hadula (Özgün Adı: Η φόνισσα) (Çeviren: Yasemin Aydın)

 

Yaşamı
*
Αλέξανδρος Παπαδιαμάντης (Aleksandros Papadiamantis)
*
4 Mart 1851'de Hadula başta olmak üzere birçok çalışmasının coğrafi dokusunu oluşturan Skiathos Adası'nda papaz bir babanın dördüncü oğlu olarak doğdu. Skiathos'ta ancak on bir yaşına kadar eğitim görebildi. Daha ileri seviyede eğitim veren bir okul olmadığı için sonraki üç yılını babasının çiftçilik işlerine yardım ederek geçirdi ve kalan eğitimini yakın adalardaki okullara giderek tamamlayabildi. Üniversite için başkente gitmeyi başardığında yirmi üç yaşındaydı ve sadece iki yıl boyunca felsefe okuyabildi. Neyse ki, bu sırada kuzeninin de yardımıyla Yunan basın yayın dünyasına kıyısından köşesinden girmeyi başarmıştı. Ekonomik zorluklar nedeniyle öğrenimini yarıda bıraktıktan sonra geçimini sağlamak için birçok işte çalışsa da, hayatı boyunca bağlı kaldığı tek uğraş vardı: Yazmak. İlk romanı Muhacir 1878'de -İstanbul'da çıkan- Neologos'ta, sonraki üç romanı Atina gazetelerinde yayımlandı. Hatta bir süre sonra gazeteler onun öykülerini ve romanlarını tefrika halinde basmak için birbirleriyle yarıştılar. Papadiamantis telif konusunda gazetelere zorluk çıkarmadı, pazarlık yapmadı ve kazandığı parayı dikkatsizce harcadı. Bir dönem boyunca günlerini sadece öykü yazarak ve çeviri yaparak geçiren Papadiamantis Suç ve Ceza, Quo Vadis, Dracula, Manxman gibi romanları ve Çehov, Bret Harte, Jerome K. Jerome'nin öykülerini Yunancaya çevirdi. 1902'de memleketi Skiathos'ta en iyi eseri olarak kabul edilen Hadula'yı yazmaya başladı. Bu roman, ona ''Yunanistanın Dostoyevski'si'' unvanını kazandırdı ve Papadiamantis o günden sonra ''Hadula yazarı'' olarak anıldı. Romanı bitirdikten sonra Atina'ya tekrar döndü. Hırpani görünüşlü bir bekâr olarak, ölümüne dek büyük bir sadelikle yaşayan Aleksandros Papadiamantis, 1909'da memleketine yerleşti ve yakalandığı zatürre nedeniyle 3 Ocak 1911'de, doğduğu Skiathos'ta hayata gözlerini yumdu.
*
Arka Kapak
*
''Modern Yunan nesrinin en büyük yazarı.''
*
Milan Kundera
*
''Kurgunun mucizevi doğasını bize Hadula: Bir Ada Öyküsü gibi kitaplar gösterir.''
*
Gabriel Josipovici
*
Hadula, yaşadığı adadaki dertlilerin, kapısını çaldığı yoksul bir kadındır. Şifalı bitkilerden hazırladığı ilaçlarla şifa dağıtır hastalara. Ve yaşlı Hadula, sonunda her şeyin kökeni olan bir soruna da çözüm bulur. Yaşamak sorununa.
Papadiamantis, dönemin sosyal ve ekonomik şartlarının -özellikle kadınlar üzerindeki- etkisini göstermekle kalmaz; suçun cezaya, iyiliğin kötülüğe karıştığı o gizemli bölgeye insan ruhunun adım adım nasıl çekildiğini de ustalıkla resmeder. Hiç aklımıza bile gelmeyenlerin nasıl da başımıza gelebileceğini, kaderimizden kaçmak için çırpınırken kendi kaderimizi yaratışımızı ve bu sırada yaşadığımız iç hesaplaşmaları, tutkuyla anlattığı bu trajik öyküyle gösterir.
Tiyatro oyunlarına, operalara konu olan ve Antik Yunan efsanelerine sırtını dayamış bu modern Yunan klasiğini, Yasemin Aydın'ın Yunancadan çevirisi ve Herkül Millas'ın önsözüyle sunuyoruz.
*
Yayımcının Notu: Kitabın özgün adı Η φόνισσα [İ fónissa okunur] ka*til kelimesinin dişil hali olup Türkçeye ''Ka*til Kadın'' şeklinde çevrilebilecekken, biz kitabın Türkçe basımı için romandaki karakterin adı olan Hadula'yı tercih ettik. (Sayfa: 6)
*
ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ:
*
''Kitap, sadece edebi açıdan değil; suç ve ceza kavramlarına bakışı açısından da çok çeşitli analizler içermektedir. Yazar, kullandığı üslupla, hem adanın geniş bir tasvirini yapmakta hem kendi küçük dünyalarında kadının konumunu ele almakta hem de o dönemin kadınları arasındaki sınıfsal farklılıkları ortaya koymaktadır. Doğal ve sosyal etkenler gibi dış güçler, o dönemdeki kişilerin özgürlüklerini sınırlandırmakta ve açlık, zulüm, kötülük, cinsel dürtüler gibi iç güçler de insanın mantıksal ve ahlaki duruşunu yok etmektedir. Hadula da kendi gerçekliği/yaşanmışlığı ve iç dürtüleri neticesinde, kendince iyilik yaptığına inanmakta ve kendi kaderinden uzak tutmaya çalıştığı kız çocuklarını ö*ldür*mektedir. Papadiamantis suç ve ceza kavramlarını yeniden ele alarak okuyucuyu empati yapmaya zorladığı için ''Yunan edebiyatının Dostoyevski'si'' olarak anılmayı hak etmektedir. (..)
Bu novella, hem tiyatroya uyarlanıp Yunan oyuncular tarafından sahneye konmuş hem de 1974 yılında sinema filmi haline getirilmiştir. 2014 yılında opera olarak da sahneye konmaya başlanmıştır.'' (Sayfa: 16)
*
Yasemin Aydın

18 Haziran 2024 Salı

Cemal Süreya - Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi (Resimleyen: Mustafa Delioğlu - Hazırlayan: Necati Güngör)

 

Arka Kapak
*
- Çocuklar için yazmak. Yazarsın.
Yalnız şunu unutma:
Çocuklar her şeyi anlar.
Her şeyden söz edebilirsin onlara.
Enflasyondan bile.
- Bilgiçlik taslayan şeyler yazma.
Daha içten ol. Serüvenlerden düşlerden söz et.
Sözgelimi, lacivert ipek helikopterler
uçsun yazılarında.
Bilgi de ver.
- Senin işin onlarda okuma tadı yaratmaya
çalışmak.
Bu öğütleri dinleyen Cemal Süreya'nın Çocukça
dergisinde yazdığı 12 küçük serüven.
Unutmayın, en güzel halimiz, güler halimizdir.
*
Çocuklar İçin Edebiyat (Bu bölüm Cemal Süreya'nın Günler (YKY, 1996) adlı yapıtından alınmıştır.)
*
904'üncü gün
*
23 Nisan'ın, uluslararası çocuk şenliğine dönüşmesi çok güzel bir şey. Bunun dünyada tek olması bir özgünlük de kazandırıyor ülkemize. Her yıl o günleri iple çekiyorum. TV'de gösterileri büyük bir tatla izliyorum. Başka bir şey bu..
Yalnız bu yıl ilkellikle de, barbarlıkla da kolay açıklanamayacak iki tatsızlığa tanık olduk.
Birincisi, Türkiye temsilcisi olarak çocukların parlamento gününe katılan çocuğun giyimi. ABD'lisi, Macar'ı, İngiliz'i, Fransız'ı ulusal giysiler içinde boy gösterirken, bizim temsilcimiz koyu renk takım, ak gömlek, kravatla kürsüye çıktı. Aşağılık duygumuzda da tutarsızlık var diye düşündüm. 19 Mayıs'ta gençlere neredeyse çarşaf giydirecek bir anlayış, 23 Nisan'da ilkokul çocuğuna ulasal giysiyi çok görüyor. Çocukların parlamento gününde, dünyanın tek modern giyinen halkı olduğumuzu kanıtladık.
İkinci tatsızlık ilkellik ve barbarlıkla belki biraz açıklanabilir. İçişleri Bakanı kürsüye çıktı ve yaptığı konuşmada ''Atatürk'ün yurdu düşmanlarından kurtardığını, 23 Nisan bayramının buradan kaynaklandığını'' söyledi. O anda meclis salonunda o düşmanların çocuk temsilcileri de vardı. Hem kardeşlik şölenine çağırıyorsun, hem de sizin gibi düşmanlardan kurtulduk diyorsun. (Sayfa: 11-12)
*
''Aslında Hiç Parmak Kaldırmadım.!''
*
''Ortaokulda, Nimet Kolçak diye bir edebiyat öğretmenimiz vardı. Eski soyadı Nimet Karayel. Tarih romanları yazarı M. Sami Karayel'in eski eşi. Bilecik Ortaokulu'nda parasız yatılı olarak okuyordum. Öğretmenimizin ufku çok genişti. Şimdi düşünüyorum geriye doğru, gerçekten, edebiyat bilgileri çok sağlamdı. Bir sözü kalmış bende. O, benim için biraz iteleyici oldu. Bir tanım: ''Hüseyin Cahit Yalçın sıcak bir yazardır; Falih Rıfkı Atay ise, çok usta, çok daha ayrıntılara inebilen, ama soğuk bir yazardır.!'' Bu tanım bende kalmış. Öğretmenimiz böyle biriydi..'' (Sayfa: 13)

31 Mayıs 2024 Cuma

Yorgos Yoannu - Yegâne Miras (Orjinal Adı: Η μόνη κληρονομιά) (Çeviren: Müfide Pekin)

 

Arka Kapak
*
Yunan edebiyatının en büyük düzyazı ustalarından ve önemli şairlerinden, annesi ve babası Tekirdağ-Keşan doğumlu Yorgos Yoannu, çocukluk ve yeniyetmelik dönemlerinin anılarını bir araya getirdiği Yegâne Miras'ta okura, 1923 Mübadelesi'nden sonra ailesinin yerleştiği Selânik'ten, daha sonra görevli gittiği Atina ve Bingazi'den son derece canlı insan portreleri ve günlük yaşam manzaraları sunuyor.
*
Deneme-hikâye arası bir anlatım tarzıyla çağdaş Yunan edebiyatına yeni bir soluk getiren yazarın bu kitaptaki baş kahramanı, doğup büyüdüğü ve büyük bir aşkla bağlı olduğu Selânik şehri. Yeniyetme bir delikanlı olarak yaşadığı İkinci Dünya Savaşı sırasında, bombalar altında yıkılan Selânik'te yazarın kendi aile çevresinde gelişen trajikomik olaylarla örülen bu öykülerin ayrıntılarında, Yunanistan'ın gizli çağdaş tarihini bulmak mümkün.
*
Yeni gelişmekte olan bir toplumsal yapının, kuruluş sancıları içinde yaşama tutunmaya çalışan küçük insanın sıkıntıları, artık kaybolmaya yüz tutan alışkanlıklar, yok olan tatlar, Yegâne Miras'ın ana temalarını oluşturuyor. Kitapta yer alan ''Kemal'in Evi'' adlı öykü, Yunanistan'da, orta öğretim edebiyat ders kitaplarında düzyazı örneği olarak okutulmakta.
*
Eski Delik Sırtlarında:
*
''Arkadaşım iyi çocuktur; oldukça varlıklıdır ve aristokrat bir aileden gelir. Küçük Asya Felaketi yüzünden yirmi ikide kurşuna dizilen önemli siyasi şahsiyetlerle yakın ilişkisi var. Viran mahallelere baktıkça -ki o bu manzarayı harika bulurdu- içimden sürekli şu soru geçiyordu: ''Bizi göç yollarına dökerek paramparça edenleri ne zaman cezalandıracağız.?'' Sonra iki kadeh uzo içmek üzere bir çınar altına oturduk. Başımı kaldırıp hayran hayran endamını seyrettim asırlık çınarın. Yığınlarla yaprağı sırtına yüklemiş koca gövdesi yepyeni, güçlü sürgünler veriyordu..'' (Sayfa: 22)
*
Yegâne Miras:
*
''Daha sonraları Ksenofon'u okurken Sevthis'in damadına çeyiz olarak bizim toprakları vermek istediğini anlatan şu cümlenin karşısında epeyce duraksamıştım: ''Klearhos Çanakkale toprakları üzerinde yaşayan Trakyalılarla Yunanlıların Zaferi için savaştı.'' Sanki büyüklerimin çığlıklarını duyuyordum kulaklarımda.'' (Sayfa: 39)
*
''Mezarlara yaklaşmamıza kızmazlardı, zaten şaşkınlık içindeydi herkes. Yığınla çiçek taze toprağa karışırdı. Üzerine basılmış çiçeklerden ağır bir rayiha yükselirdi. Ağaçların arasından yoksul mahallelerinde yakılan hüzünlü ağıtlar duyulurdu. Ben ne yapacağımı, mezarlara nasıl bir ikramda bulunmam gerektiğini hiç bilmeden, yakınlardaki Vangelistra kuyusundan doldurduğum testiyle bazı mezarların üzerine ''ölümsüzlük suyu'' dökerdim.'' (Sayfa: 40)
*
Şeyh-Suyu'nun Köpekleri:
*
''Eskiden bizi güya horozlar rahatsız ederdi. Onları günümüzde tamamıyla ortadan kaldırmayı başarmış, ne yazık ki son derece nadir yaşanan bir estetik hazzın da böylelikle sonunu getirmiş bulunuyoruz. İşin garibi hâlâ okullarda olsun, dost sohbetlerinde olsun eski zamanların zevk ve sefa düşkünü insanlarını, aşırı haz düşkünü diye suçlarız, esasında bizden daha aşırı bir şey de yapmıyorlardı galiba.
Horozlar Alman işgali yıllarında bir ara şaşalı bir dönüş yaptılar hayatlarımıza ama Almanlardan kurtuluşumuz horozların da artık kesin olarak şehirlerimizden kaybolması anlamına geldi.'' (Sayfa: 45-46)


Kemal'in Evinde
*
Her sene dut mevsiminde bahçe kapısının basamaklarına gelip nazikçe bahçemizdeki kuyudan bir bardak su rica eden siyahlar içindeki o kadın bir daha görünmedi. Çok yorgun bir hali olurdu; ancak üzerinde müthiş bir asaletin güzelliğini hâlâ taşırdı. Sadece bardağı tutuşundan bile bu kadının bir asilzade olduğunu anlayabilirdi insan. Bardağı geri verirken her seferinde bize Türkçe dua etmeyi ihmal etmezdi; ne dediğini tam olarak anlamasak da ne demek istediğini tahmin edebiliyorduk: ''Allah bu büyük iyiliğinizi karşılıksız bırakmasın.'' Hangi büyük iyiliğimizi.? Hiç anlamıyorduk.
Bahçe kapısının basamaklarında uzun süre sessizce oturur, sokağa ya da en azından bitişiğimizdeki Kemal'in evine bakacağı yerde, bizim eve doğru kaçamak bakışlar atar, alçak sesle kendi kendine konuşurdu. Ara sıra gözlerini kapatır, yüzü adeta uzaklara doğru yol alırken ağzından anlaşılmaz isimlerin heceleri dökülürdü. Tabii biz bu arada kendisine dut ikram ederdik ağaçtan, tıpkı bütün mahalleye ya da yoldan geçerken bizden dut isteyen herhangi birine yaptığımız gibi. Yabancı kadın dutları ağır ağır, ama büyük bir iştahla, zevkle yerdi. Dutlarımızın bu kadar hoşuna gitmesini garipsemiyorduk. Ağacımız o çok bilinen dut ağaçlarından değildi, hani o tatsız, sulu dutlar veren ağaçlardan. Bizim ağacın dutları kocaman, vişne tadında ekşi, ve kıpkırmızıydı. Yaşlı, ulu bir dut ağacıydı bu; dalları iki katlı evimizin boyunu geçiyordu. Sadece bir kötü yanı vardı. Yaprakları çok sertti ve ipekböcekleri yiyemiyordu. Yine de ünü bütün Islahane mahallesine, hatta daha da öteye yayılmış bir ağaçtı.
Yabancı kadın ilk kez gelip basamağa oturduğunda ona dut ikram etmeyi akıl edememiştik; ama biraz sonra o kendisi bizden biraz dut rica etti, çekirdeklerini bahçesine ekmek istiyormuş. Birkaç tanesini ağzına attı, gerisini bir kâğıda sararak mutlu ayrıldı kapımızdan.
İkinci gelişinde, yıl bin dokuz yüz otuz sekiz olmalı, iki sene geçmişti aradan, kâğıda dut doldurmadı bu kez. Bahçe kapısının basamağına oturdu ve dutların hepsini birer birer yedi. Anlaşılan bir önceki dut çekirdeklerinden verim almış, diye düşündük, ama bu da pek mümkün görünmüyordu çünkü biliyorduk ki dutun meyve vermesi uzun yıllar alır. Dut ağacı, yavaş büyüyen tüm diğer ağaçlar gibi uzun ömürlü olur ve geç meyve vermeye başlar.
Kadın bir sonraki yıl da çıktı ortaya, savaştan az bir zaman önce. Ne var ki biz bu kere ona sadece musluk suyu ikram edebildik. Reddetti, içmedi. Ağzına götürür götürmez durdu, gözlerimizin içine baktı ve geri verdi dolu bardağı. Birden çok sarsıldığını görünce durumu izah etmek istedik. İğrenç ev sahibimiz evin fosseptiğini bahçedeki derin kuyuya vermişti. ''Artık suyu mutfağınıza getirdim, kuyuya ihtiyacınız kalmadı'' demişti bize. Kadının gözleri doldu ama bize üzüntüsünün nedeni hakkında tek laf etmedi. Kendimizi bağışlatmak için bu sefer ona daha fazla dut verdik. Ninemin, ''kutuya koymak isterdim dutları ama fazla uzak yola dayanmazlar'' sözleriyle toparlandı kadın. Bu arada biz bu kadından iyice kuşkulanmaya başlamıştık. Bir başka gelişinde kadının bizim kapıdan ayrılır ayrılmaz bitişikteki Kemal'in evine doğru gittiğini, orada kendisini kaldırımda bekleyen bir grup ziyaretçiye katıldığını görmüştük. Biz o zamana kadar bu kadının, Anadolu Rumlarından biri olduğunu, dil değil din temelinde gerçekleştirilen nüfus mübadelesi sırasında buralara gelen ve sadece Türkçe konuşabilen çok sayıda Rum'dan biri olduğunu sanıyorduk. Durumun böyle olmadığını anlayınca bayağı telaşlandık önce. Hemen yanı başımızda bize yaşanan felaketi sürekli hatırlatan Kemal'in evi yetmiyormuş gibi şimdi bir de ayaklarımıza Türkler mi dolanacaktı yine.? Peki bu kadının bizimle derdi ne olabilirdi gerçekten.? Bunun cevabını veremiyor, birbirimizin yüzüne endişeli bakışlar atmakla kalıyorduk. Endişemiz sürüyordu ama kadın hakkında birbirimize ettiğimiz sözlerden, yüreğimizin ona karşı sıcak duygularla ve umutla ısınmış olduğu besbelliydi. Bizler de ta uzak diyarlarda evlerimizi, bağlarımızı bırakanlardandık.
Türk kadın savaştan kısa bir süre sonra yeniden ortaya çıktı. Biz bu arada artık biraz daha yukarıda, başka bir eve taşınmıştık. Bir gün onu eski evimizin bahçe kapısında perişan bir halde otururken gördük. İlk görenimiz içeri girerek, ''Türk kadın gelmiş.!'' diye bağırdı. Camlara yapışarak dışarıya baktık, yüreğimiz burkuldu onu uzaktan görünce. Kadının o bitmez tükenmez hasreti içimize o kadar dokunmuştu ki neredeyse onu yukarıya, eve davet edecektik. Ancak o hiç kımıldamadan boş bahçeye, terk edilmiş viran eve bakıyordu. Bir İtalyan bombası dut ağacını tamamen yok etmiş, o güzelim ahşap evi tam yıkamadıysa da harabeye döndürmüştü.
O günden sonra onu bir daha hiç görmedik. Geldi mi gelmedi mi meçhul. Gelmiş olsa bile oturup dinlemek için bahçe kapısının önünde köpük gibi uzanan güzelim mermer basamakları bulamamıştır. Epeyce önce ev bir müteahhit çetesinin eline terk edildi; şimdi yerinde korkunç suratlı bir apartman yükseliyor. Duyduğumuza göre kepaze adamlar bunu da yıkacaklarmış yakında. Kim bilir kurnaz kafalarının içinde hangi iddialı projeler dolaşıyor.
Eğer bu söylenti gerçeklik kazanırsa, gidip orada pusuya yatacağım sabahtan akşama kadar, özellikle de hafriyat temele indiğinde. Belki bu yeni hilkat garibesinin yapımını engelleyebilirim, hiç olmazsa belki biraz geciktiririm. Bir önceki inşaat sırasında bizim evden Kemal'in evine kadar uzanan enfes bir mozaik bulunmuştu evin temelinde. Önceden uyarılmış olan işçiler bu mozaiği çarçabuk örtüvermişlerdi, yetkililer farkına varıp işi durdurmasınlar diye. Her neyse. Güneşin evin üzerine parlak ışıklarını yolladığı günlerde onu hayran bakışlarla seyretmiş olan mahalleli arasında çeşitli konuşmalar geçiyordu şimdi. Herkes eski güzelliğinden, eski şaşaasından bahsediyordu evin. Ben bütün bu yüksek sesli konuşmaların arasında bir ihtiyar kadının alçak sesle söylediği şu sözleri çok iyi hatırlıyorum: ''Bu ev bir beyzadeye aitti, beyzadenin serin sular misali bir de kızı vardı. Merdivenlerden bir aşağı, bir yukarı yürümez, adeta akardı. Evi terk ederlerken eğildi, basamağı öptü. Bu gözlerim böylesine derin bir yürek acısını bir daha görmedi.'' (Sayfa: 61-64)
*
Medyum:
*
''Ama şarkının şu sözlerine gelince sesler kısıldı başlar öne eğildi:
''Silahlara sarılın, haydi kavgaya
bedeli büyük özgürlüğümüzü kazanmaya..''
Her birimiz hüngür hüngür ağlıyorduk on binlerce özgürlük direnişçisini düşünürken.'' (Sayfa: 74)
*
''Huzursuz ve şaşkın ifadelerle birbirimize baktık. ''Bize de yanlışlıkla bir tane sallarlar mı ha, ne dersiniz.?'' diye yarı alaylı sordu biri. ''Olmaz öyle şey,'' diye itiraz ettik sertçe, ''İngilizler dikkatlidir.'' İngilizler miydi yoksa Amerikalılar mı, tabii ki bilmiyorduk ama biz birincileri tercih ediyorduk. O zamanlar bile Amerikalıların adı geçince burnumuza kötü kokular geliyordu. Bu arada dışarıda kıyamet kopmaya devam ediyordu. Uçaklar iyice alçaktan uçmaya başlamış, bütün savunma hatları çökmüştü.'' (Sayfa: 75)
*
Zaltan:
*
''..dışarıda bir şey yemek de, içmek de zor. Oruç ayında dışarıda ağzına bir şey atmak da sigara içmek de yürek ister. Orucun verdiği açlıkla sersemlemiş Müslümanlar sana fanatizmin ve antipatinin imbiğinden geçmiş karanlık gözlerle bakarlar. Eğer grup halindelerse aralarında senden bahsettiklerini hemen anlarsın. Küfür ediyorlardır mutlaka. İster kendi yortu günlerin olsun, isterse Arapların bayramı, buralarda yalnızlığa katlanmak gerçekten kolay değil.'' (Sayfa: 89)
*
''Ve dönüş yolu boyunca sürekli şu cümleyi tekrarladım durdum kendi kendime: ''Sevgili Meryem Ana, kapat elini üzerime memleketimin, öyle kapat ki asla petrol bulunmasın orada. Çünkü işte o zaman bir daha başımızı dik tutamayacağız.''..'' (Sayfa: 98)
*
Limonlar Pahalıydı:
*
''Birden durdu Almanlar. Sabit hedef hoşlarına gitmemişti, adamı yerinden oynatmak istiyorlardı. Artık kalabalığın daha fazla tahammülü kalmamıştı, yerdeki limonlara saldırdılar. Yukarıda Almanlar zevkten çıldırmışlardı adeta. Ellerine ne geçerse aşağıdaki şaşkın insancıklara atıyorlardı. Sonunda tahta limon kasalarını da atmaya başladılar. Tanrım ne seslerdi onlar, ne çılgınca haykırışlar, ne alkışlar.! Sanıyorum ki en hoşlarına giden, birkaç yıl önce bizden pahalıya aldıkları kendi ürünümüz olan limonların peşinden yerlerde yuvarlanmamız, bir limon kapmak için birbirimizi çiğnememizdi.'' (Sayfa: 126)

Giovanni Scognamillo - Türk Sinema Tarihi (Kabalcı Yayınları)

  ÖNSÖZ, Giovanni Scognamillo * Bir tarih kitabını yazmak -ister bir çağın, bir ulusun ister bir sanatın tarihi olsun- sadece o çağın, ulusu...