9 Şubat 2022 Çarşamba

Ercüment Akdeniz - En Güzel Şarkı

 

Arka Kapak

*

Suriyeli mültecilerin yaşadıklarını her fırsatta dile getiren ve seslerine ses olmaya devam eden gazeteci, yazar Ercüment Akdeniz, Mülteci İşçiler ve Sığınamayanlar adlı iki kitabının ardından bu kez bir göç romanıyla karşımızda. En Güzel Şarkı her gün yanımızdan geçen ve görmezden gelinen kâğıt toplayıcılarıyla, metrobüste mendil satan çocuklarla, izbe atölyelerde ter döken işçilerle, savaşın yükünü bir başına omuzlayan kadınlarla buluşturacak sizleri.
Halep’te güneş bir başka doğar, bir başka ısıtırdı insanın içini.. Süt beyazı şehrin ağaçlarında çiçekler açar, damlarının üstü asma yapraklarıyla kaplanırdı. Çocuklar sokaklarında kuşların dansından rol çalar, cıvıl cıvıl oynarlardı. Refik, Halid, Kerime ve diğerleri.. Kimse bilemezdi.. Bir gün doğup büyüdükleri bu topraklarda yaşayamaz hale geleceklerini kimse bilemezdi.. Uzaklardan, çok uzaklardan belli belirsiz bomba sesleri yükseliyor ama iç savaşın ayak seslerini kimse duymuyordu. Ta ki kendilerini Türkiye sınırında buluncaya dek.. Sonrası: İç savaş insanlar, hayvanlar, ağaçlar kadar nauraları da vurdu. Su çarklarının gıcırtısı durdu, türküler sustu, söylenceler anlatılmaz oldu. Kaideler çarksız kaldı, çarklar milsiz. Su küstü, kemerlerin dili damağına yapıştı. Börtü böcekler uçtu, son kuşlar kaçtı. Sınırın öte tarafında hiç bilmedikleri topraklar, hiç tanımadıkları yüzler, atölyeler, fabrikalar, atık kâğıt dolu sokaklar.. Ya bu sokaklarda kaybolup gideceklerdi ya da mutlu bir hayat filizlenecekti kavgalarının ufuklarından..
“Başka bir şey istemem.! Çocuklarımla çadırda da yaşarım. Yeter ki savaş bitsin.!''

''İç savaştan sonra Beedin yeni bir halk deyimi ile tanışmıştı:

''Silahın kabzasını tutmuş çocukları savaş oyunundan çıkarmak çok zordur..''..'' (Sayfa: 31)


Güzel Gözlüm
*
Isfahan şahı oğlu Kerem,
Bir güzel Ermeni'ye vurulmuş.
*
Aslı derler adına,
Bir periye tutulmuş.
*
Şehri kadim Halep'te
Peşi sıra yetişmiş.
*
Yar koynunda erimeyen
Kendi odunda erirmiş.
*
Yanmış Kerem,
Kavrulmuş,
Kül olmuş,
Dillerde destan olmuş. (Sayfa: 33)


''..atölyede çalışan işçi gençler arasında, uyuşturucu kullanımı çok yaygındı. İzbe atölyelerde sadece emek sömürülmüyor; horlanan, dışlanan, hayata yabancılaşan gençler aynı zamanda ''ot''un, ''hap''ın kölesi oluyordu. Sektör, örümcek ağını çoktan kurmuştu ve zehir tacirleri hemen her köşe başını tutmuştu.
Savaşın kentlere savurduğu mülteci çocuklar, zehir sektörü için hem yeni bir pazar hem de ticaret ağını büyütecek yeni bir istihdam kaynağıydı. Vatansız, kimliksiz ve geleceksiz bırakılmış çocuklara/gençlere, bu dünyada nefes almak çok görülmüştü. Sigara, nargile ile ot, hap arasındaki mesafe de kısalmıştı haliyle.'' (Sayfa: 45)
*
''Zenginle yoksul, ezenle ezilen arasındaki şu berbat çelişki dünya üzerinden silinip atılsın diye bir sihirli anahtar bulmuştu sonunda.'' (Sayfa: 51)
*
''Ablam savaşta öldü. Uçak onların mahallesine düşmüş. Korkudan öldü, kalp krizi. Üç çocuk ortada kaldı. Sonra bir yeğenim öldü. Aslında ben güçlü bir kadınım. Tam üç yıl savaşa dayandım. Ama Aziz'e dayanamadım.. Bizim ev Halep'te, Hüllük Mahallesi'nde. Refik'lerin hemen karşı mahallesinde. Bizim eve uçaktan bomba attılar. İkinci kat gitti.! Allah büyük biz o zaman alt kattaydık. On çocuğumun hepsi alt katta uyuyordu. Aziz yine yok, Aziz yine sarhoş, Aziz yine başımızda değil. Dedim: Tamam buraya kadar. On çocuk.. Hepsini birden yanıma aldım, Türkiye'ye getirdim. Hani kedi, yavrularını nasıl ağzıyla toplar, ben de onları öyle topladım..'' (Sayfa: 57)


''Sence kadınlar için savaş nedir.?''
Kerime, hiç beklenmedik bir sürat ve Hicran'ı afallatan derinlikle yanıtladı:
''Kadınlar savaşı istemedi.! Erkeklerin, kopukların, işsiz güçsüz sapıkların işi savaş.! Başlarda can derdi, çocuk derdi vardı. Sonra namus da dert oldu. Namusunu satan kadınlar oldu. İnsanlara dediler: Ya kızını ya canını.! Şu bizim Cuma'nın babası misal.. Kızını Daeşlilere sattı. Adamın kafasına tabanca tuttular. Sonra kızı Rakka'ya götürdüler..'' (Sayfa: 59)
*
''Severek evlendim.. On dört yaşındaydım. Onun için ölüyordum. Yoksa bunca yıl nasıl çekerdim.? On beş yaşındayken ilk çocuğum oldu. Dedim yarınımız nasıl olacak.? Son çocuğum doğduğunda Aziz artık rezilin biriydi. Dedim kendime savaşın ortasında niye çocuk getirdin.? İstikballerini düşünmeden niye doğurdun.? Biliyor musun çocukları niye kaçırdım.? Aziz hepsini alacaktı, bana da 'boş ol' deyip kovacaktı. Suriye'de işler böyle. Kadın ayrıldı mı çocuklar babaya kalır; kadın da kullanılmış elbise gibi geldiği eve yollanır..'' (Sayfa: 60)


''Vahap Usta'nın titreyen eli kumandaya uzandı. Başparmak birkaç kanal dolaştı, bir haber bülteninde durdu. Ekrana yansıyanlar sanki kıyamet günüydü. Kendinden geçmiş insanlar çığlık çığlığa bağırıyordu. Ankara tren garının önü can pazarıydı. Garın önü kan revandı. Bayrak ve pankartlar, az önce kendilerini taşıyanların cansız bedenini örtüyordu.'' (Sayfa: 64)
*
Günay Karakuş, 10 Ekim 2015 Ankara Gar Katliamı.!!!
*
''Neden kestiniz bacağımıı.?''
''Neden kestiniz bacağımıııı.?''
''Neden kestiniz bacağımıııı.?
Günay sürekli ağlıyor ve sinir krizleri geçiriyordu. (Sayfa: 67)
*
''Günay'ın kesik bacağında bir yenisi filizlenmemişti belki ama o boşlukta rengârenk umut çiçekleri yeşermişti. Serpilip gelişen her bir çiçekte direnç boy vermişti.
O patlama anından sonra, yere serilen her bir ölü bedeni, sağ kurtulan her bir yaralanmış ruhu galibiyet hanesine çentikle kazıyanlar fena halde yanılmışlardı. Günay yenilmemiş, yenmişti. Ve bu müthiş bir şeydi..'' (Sayfa: 68)


Don vuran ağaç sürgün verecek
Kaya çatlayacak, tohum yeşerecektir.
*
Sennur Sezer (Sayfa: 73)


''..''Ya benim güzel kardeşim; senin hiç Almanya'da çalışan akraban olmadı mı.? Bak ben oradan geldim. Suriyeliler hakkında nasıl böyle konuşabiliyorsun.? Hem senin gibi konuşanlara Almanya'da Neonazi derler, ırkçı derler, faşist kafalı derler..''
Ne zaman Suriyeli sığınmacılar dövülse, linç edilse, yahut evleri yakılsa.. Ve ne zaman Vahap Usta'nın etrafında birileri bu saldırılara -şu veya bu gerekçeyle- hak vermeye kalksa işte bu paparaları yerdi.
''Almanya'da Türklere yapılınca kötü; burada Suriyelilere yapılınca iyi öyle mi.?'' diye de devam eder ve mülteciye laf edeni konuştuğuna pişman ederdi usta.'' (..) ''Bütün sorunların mültecilerden kaynaklandığını düşünen ama sorunun ana kaynağını yani sistemin çelişkilerini sorgulamayan her birey, Vahap Usta'ya göre defoluydu.!'' (Sayfa: 77)
*
''Nasıl bir adammış bu Deniz Gezmiş.?''
''Uzun boylu, yiğit, genç bir devrimci. Hep ezilenden, yoksuldan yana. Mangal yürekli. Nerede bir işçi direnişi var, orada o. Nerede köylü mitingi var, orada o. Amerikan askerlerini denize döken de o, Filistin'de mazlum halkın yanında savaşan da.''
''Ne yani buradan kalkıp da Filistin'e mi gitmiş.?''
''Evet, tabii. Arap, Kürt, bütün ezilen halkların sevgilisi o. Enternasyonal bir devrimci.''
''Enternasyonal ne demek usta.?''
''Uluslararası bir devrimci yani; din, dil, ırk ayırmadan bütün halklar için savaşabilen, onlarla dayanışma içinde olabilen demek.''
Vahap Ustanın gözündeki bulaşıcı parıltı, Refik'in gözlerinde de belirmişti.
''Böyle iyi insanı niye öldürmüşler peki.?''
''Kapitalist düzen bu Refik. Yani zengin sınıfların, sömürücü sınıfların düzeni. Onlar hiç kurulu düzenleri bozulsun isterler mi.? İşçi, köylü, yoksul, garibanla eşit yaşamayı kabul etmediler tabii, bunun için astılar Denizleri. Halkın gözü açılsın istemediler. Ama idam sırasındaki o dik duruşları bayrak oldu hepimize.'' (Sayfa: 79)


''Yaşlı bir bilgenin kanı yerde akıyorsa eğer, bunun bir gencin kanından daha az keder verdiğini kim söyleyebilir.?'' (Sayfa: 86)
*
''İşlenmiş her taşın bir hikâyesi vardır ve tarihten günümüze taşıdıkları hikâyeler nedeniyle o taşlar 'taş' olmanın çok ötesinde anlamlar taşır.. Arkeolog Profesör Halid Esad, 82 yıllık ömrünün tam 50 yılını Palmira'daki o taşlara adadı. Fakat profesörün o yıllarda kesin olarak bilmediği bir şey vardı; ömrünü adadığı bu antik kentin sütunlarına bir gün başı kesilmiş cesedinin asılacağı:! Ve elbette bilge arkeolog, ölümün ardından, kitabının güncellenmiş baskılarına bu trajik ölümün işleneceğini de bilemezdi..'' (Sayfa: 87)
*
''Çölün Gelini'ni ölümsüz kılan şeylerden biri de hiç kuşku yok ki arkeologların, sabır taşını çatlatan muazzam çalışmalarıydı. Palmira'nın başına bundan sonra ne gelirse gelsin, Profesör Halid Esad'ın kitabı, antik kenti her daim ölümsüz kılacak bir yapıt olarak ele alınacak. Ve Palmira'nın sütunlarından akan, yaşlı arkeoloğun kanı, antik kentin ''ölümsüzlük şerbeti'' olacak.
Tarihte, savaşlardan sonra ele geçen kentlerde heykellerin burunlarını kırmak, gözlerini oymak âdettendi. Böyle yapınca teslim alınan halkların ölümsüz tanrılarının, ölümlü kullar arasına gönderileceğine inanılıyordu. Palmira amfi tiyatroda daha önce 25 askerin çocuklara infaz ettirilmesi ve bilge arkeoloğun vahşice sütunlara asılması, işte b şiddet gösterisinin bir devamı..
Vahşi cinayet törenleri ve antik kentlerin barbarca yok edilmesi görüntüleri, aynı zamanda insanlığın emperyalist güçlere koşulsuz biat etmesine de meşruiyet alanı açıyor.. Profesöre saygı duruşuyla; Arkeolog Öldü; Yaşasın Arkeoloji.!'' (Sayfa: 88)


İnsanın Altettiği Aslan - La Fontaine'den Masallar
*
Bir resim yaptı bir sanatkâr,
resmi de sergiye koydular:
yere yıkılmış bir aslan, koskocaman;
onu da yıkan bir tek insan.
Övünüyordu resme bakan.
Bir aslan geçti ordan:
Durdu gevezelik, kesildi çan çan,
Görüyorum, dedi aslan,
sizindir bu resimde şan.
Fakat ressam yalan söylemiş size, yalan.
resim yapmayı bilseydi soydaşlarımdan biri,
hem de haklı olarak, biz kazanırdık zaferi.
*
Nâzım Hikmet (Sayfa: 105)
*
''Savaş her nerede yaşanırsa yaşansın, ilk kaçanlar hep en zenginlerdir. Fakat sıra en yoksullara geldiğinde, onlar, henüz, geride son kalanlar değillerdir. Zira geride, daha zindanda tutsak insanlar ve hayvanat bahçesine kapatılmış hayvanlar vardır.'' (Sayfa: 105-106)


''Savaş işte böyle bir şeydi: Sadece insanların değil -her ne kadar bir hapishanede yaşıyor olsalar da- hayvanların da doğasını tahrip ediyordu. Dağa, taşa, toprağa, nehre düşen her bomba, büyük insan göçüyle birlikte büyük hayvan göçüne de yol açıyordu.'' (Sayfa: 114)


Çırpınıp içinde döndüğüm deniz
Dalgalanır coşar ürüzgarından
*
Âşık Veysel (Sayfa: 117)
*
''Bir annenin kabindeki kederi karnındaki bebe de yaşar oğlum, bunu sakın unutma.'' (..)
''..''Ummi çocuğun adı Deniz olsun emi.? Hem Türkiye'de insanlar bu ismi çok seviyor. Bir büyük adammış vakti zamanında şu Deniz dedikleri; ben hikâyesini Vahap Usta'dan dinledim..''
Aslında Refik'in derdi; Esme Ana'ya konuşurken Cennet'e duyurmaktı sesini. Cennet'in karnındaki kıpırtı, coşkun denizler gibi, babayı kendine çekmekteydi.'' (Sayfa: 118)


Gözyaşlarını bayrama sakla
sevinçten ağlayacağız sadece
*
Mahmut Derviş (Sayfa: 127)
*
''Kardeşler.!
İşçinin Türkü de Kürdü de Suriyelisi de birdir. Her kim ki işçilerin arasını bozar bilin ki onlar patronların çıkarına hizmet eder. Savaş zenginleri mültecilerin emeğine göz dikti. Patronlar bir taşla iki kuş birden vurmak istiyor: Daha ucuz, örgütsüz ve çaresiz oldukları için mülteci işçileri çalıştırıyorlar. Ama haklarını vermiyorlar. Türkiyeli işçilere de mültecileri gösterip 'bu koşullarda çalışmazsan kapı orada' diyorlar. Bu oyun bozulmalıdır. Bu oyunu bozacak olan da İşçilerin birliğidir..'' (Sayfa: 129)


Aymakkop'tan Suriyeli bir işçi:
*
''..1 Mayıs'ta en çok farklı dillerden selamlamayı sevdim. Çünkü onların içinde kendi dilim olan Arapça da vardı. Ben meydandaki pankartları okuyamadım. Çünkü Latin alfabesi bilmiyorum. Ama işçilerin ne istediğini biliyorum. Çünkü hepimizin derdi aynı.
1 Mayıs çok güzeldi. Çünkü işçilerin bir araya gelmesi güzel.
Herkese selam ederim.'' (Sayfa: 138)
*
Pantolonlu Bulutlar
*
Birden
karardı hava
ve fırtına bulutları
bütün gök sallandı durdu.
Beyaz işçi yığınlarına benziyordu onlar
öfkeli bir grev ilan eden, bütün göğe..
*
Vladimir Mayakovski (Sayfa: 139)
*
''..Şu görmüş olduğunuz ayakkabı dışarıda bin liraya satılıyor.! Onu diken sayacıya reva gördükleri kaç para peki.? Üç lira, beş lira. Biz bunu kabul etmeyeceğiz, sonuna kadar direneceğiz.!'' (Sayfa: 146)


Suriyeli işçi Bewar:
*
''Bu Türkiyeli işçiler var ya müthiş bir şey yaptı. Böyle, işçinin birlik olması, hak araması, Suriye'de kimsenin aklına gelmez. Bir gün savaş biter de Suriye'ye dönersek; buradaki işçiler, öğrendiklerini Suriye'ye götürecek. Hiçbir şey boşa gitmeyecek..''
*
''Her şeye zam geldi, bize zam yok.! Patronlar kazanıyorlar, işçiler ölüyorlar. 200 liralık kira 1000 lira oldu. Hiç kimse sormadı bu işçinin hali ne diye. Döner ekmek olmuş 5 lira, sigara olmuş 10 lira; sayacılık 2 lira.! Nasıl yaşayacağız.?'' (Sayfa: 155)

7 Şubat 2022 Pazartesi

Yılmaz Gruda - Bektaşi Fıkraları


Bildiğiniz gibi, Türk toplumunda halkın yarattığı en belirgin/hiç dilden düşürülmeyen tiplerden biri de, kuşkusuz Bektaşî'dir.! Ne ki, bu ilginç tipi, enine-boyuna irdelemek bağlamında, bilgi dağarım yeterli düzeyde olmadığı için; sözü, bu yönde oylumlu irdelemeler yaparak, sonuçlarını Türk Edebiyatında Bektaşî Fıkraları başlığı altında yorumlayan Prof. Dr. Dursun Yıldırım'dan yaptığım -kimi sözcüklerini günümüze aktardığım- alıntılara bırakıyorum:

*
''Bektaşî denince, başında on iki dilimli kavuğu, gözleri ışıldayan, bıyıkları sakalına karışmış, güleç yüzlü, zeki bakışlı, boynunda teslim taşı, belinde kuşağı, üstünde kaftanı ve yola çıkacakmış gibi boynuna sofrasını asmış, koluna kabını, omzuna borusunu takmış, eline baltasını almış bir insan canlanır gözümüzün önünde.!
Ne ki, Bektaşî, dinî bir yaklaşım içinde ortaya çıktığı için, kendisini belirleyen bu dış görünümü, her ne kadar bir din adamı görüntüsünü taşıyorsa da, herhangi bir yaklaşım doğrultusunda, din yayıcılığını üstüne almamıştır. Aksine, Türk toplumunda Müslümanlığı hangi biçimde olursa olsun, yalan-yanlış yorumlayanlara karşı mücadele eden, onları uyandırmaya çalışan bir tiptir.! Bektaşî, toplumdaki olayları eleştirirken, insanlara doğruyu, iyiyi, güzeli öğretmeyi ve düşündürmeyi amaç edinmiştir. Onun sözlerindeki inceliği ve anlamı kavramaktan âciz olanlar, kendisini çoğu zaman zındıklıkla suçlamışlardır. Oysa, Bektaşî, Tanrı'ya ve onun yasalarına içtenlikle inanmış bir kişidir. Onun için Tanrı, korkulacak bir varlık değildir. Tanrı ile olan ilişkisi, âşık-mâşuk çerçevesindedir. 'Tekellüfüz' konuşmaları, dünyadaki adaletsizliklerin, haksızlıkların hesabını sorması/sorguya çekmesi, sevgiliye sitem etme sınırlarını aşmayan serzenişlerdir. Dikkat edilirse, bu türden konuşmalarla eleştirilen/sorgusu yapılan Tanrı'nın adaletsizliği değil; Tanrı'nın huzurunda insanların yaptıkları adaletsizliklerin, haksızlıkların şikâyet edildiği kolayca anlaşılır.. Bektaşî, dünyadaki haksızlıkları, adaletsizlikleri, eşitsizlikleri 'Kader'e bağlayıp, 'alın yazısı' diye sineye çeken yaklaşıma da tahammül edemez.! Halkı, bu yaklaşım/düşünce ile kandırmaya çalışan ve böylece, kendi çıkarlarını her şeyden üstün tutmak isteyenleri şiddetle eleştirir. Onların, halkın gözünden kaçırmaya çalıştıkları gerçekleri, kadderin arkasına gizledikleri haksızlıkları, adaletsizlikleri ortaya çıkarır, halkın önünde riyakârlıklarını yüzlerine vurur.! Bu yaklaşımda olanlar, onun önünde her zaman yenilgiye uğramaktan kurtulamazlar.!
Zeki, bilgili, hazırcevap, nüktedan bir insan olan Bektaşî'nin, ağzı içkili; küfürlü, çekinmeden açık-saçık konuşması, sarhoş görünümü/davranışı, anlatılmak istenen gerçeklerin ortaya çıkması için, halkın yaratıcı zekâsının yüklediği bir olgudur. Bu bağlamda, bir önemli olgu da, halk, yalınkat söylersek, tez ve karşı-tez çatışmasını temel alan tiyatro kavramını, kendi anlayışı içinde biçimlendirmeye çalışmış; kendi sesi, gücü, sağduyusu, aklı ve zekâsını ortaya koymak üzere, başrolü Bektaşî'ye vermiştir.!''
*
Prof. Dr. Dursun Yıldırım
*
Kalıcı ''hisse''ler.!
*
Yılmaz Gruda, İstanbul, 2011 (Sayfa: 9-12)
*
TEBELLEŞ ET.! * Nasılsa kader güldü; elime biraz para geçti: Hemeninden bir şişe malûm, bir de koyun ciğeri.! Tuttum evin yolunu, kafamda sofranın hayali.! Birden iri yarı bir it, saldırıp kaptı ciğeri.! Peşinden koşacak güç nerde.? Nevale uçtu gitti.! Öfke topuğumda, döndüm hemen yine Tanrı'ya: ''Fakir-fukaranın aşını-rızkını yiyen itleri, Yaratıp yaratıp, tebelleş et bakalım dünyaya.!'' (Sayfa: 16) * KİM BİLMEZ.! * Hoca bu.! Yine çıkmış minberine caminin: ''Ey cemaat.!'' diyor. ''Bir yer vardır ki, fakir-zengin, Genç-ihtiyar, kadın-erkek, dertli-gamlı; kim girse, Çıkar güleç, mutlu; deyin bana, orası nere.?'' ''Kim bilmez ki Hoca Efendi.!'' dedim. ''Meyhane.!'' (Sayfa: 19) * KEREM.! * Bir yelkenli gemideyiz; birden bir fırtına koptu.! Ha battı, ha batıyor gemi.! Aldı beni bir korku.! Gençten bir yolcu, hemen koşup, teselliye oturdu: ''Bir şey olmaz.! Sakın korkma.! Allah kerimdir, geçer bu.!'' ''Doğru.!'' dedim. ''İşte ben de kereminden korkuyorum ya.! Bizimle enfes bir ziyafet çekebilir balıklara.!'' (Sayfa: 21) * CEBİ BOŞ.! * Bir gün hamama gittim: şöyle enine boyuna bir paklandım.! Giyindim, kuşandım; parayı çıkarmak için cebe el attım: Yerinde yok.! Orama, burama baktım; bir türlü bulamadım.! Sonra aklıma düştü, gece meyhanede rakıya kaptırdım.! Rezalet.! Para yok desem, hamamcı yakamı hiç bırakır mı.? ''Hey Tanrım.!'' dedim. ''Ya bir kuruş gönder ya da yık şu hamamı.!'' Ben duayı bitirdim bitirmedim; bir zelzele kopmasın mı.? Hemen kaçtım.! İki adım; Baktım adamın biri çökmüş duaya: ''Yarabbi.! Yirmi bin kuruş ihsan et, onca borcum için bana.!'' Hemen sarstım: ''Kes şu duayı.!'' dedim. ''Bugünlerde yok parası.! Bir kuruş için hamam yıktı; şimdi yıktıracaksın dünyayı.!'' (Sayfa: 23) * Dilek * Bir gün ziyâde sıkıştım paradan-puldan yana.! Kahra bak.! Sofra da bomboş duruyor karşımda.! Herkeslerin durumu malûm: Bir lokma, bir hırka.! Camiye gidip, oturdum cemaatle duaya: ''Tanrım'' dedim, ''Öyle bir para ihsan et ki bana: Sofrayı donatıp, bir dem tutayım doya doya.!'' Birden küt diye, çıkışmaz mı yanımdaki softa.! ''Behey dinsiz-imansız, bak şu ettiğin duaya.! Utanmıyor musun para istemeye rakıya.?'' Şeytan, ''Bir bir say şunun günahlarını.!'' diyor ya; ''Hadi, boş ver'' deyip, bir sual indirdim softaya: ''De bakalım.!'' dedim. ''Sen ne istiyorsun Tanrı'dan.?'' Nasılsa lâfı uzatmadan gürüldedi: ''İman.!'' ''Ee.!'' dedim. ''Herkes, kendinde olmayanı ister Tanrı'dan.!'' (Sayfa: 27)
*
Mahya
*
Bizim cami imamı,
---her Cuma höykürür minberde:
''Kulak tutun.! Hangi organınız vebal işlemişse;
Ona mutlaka kandil asılacak mahşer gününde.!''
Bir Cuma dayanamadım,
---sordum imam efendiye:
''Tek kandil mi asılacak'' dedim,
---''bütün veballere.?''
Höykürdü: ''Her vebal için, ayrı kandil asılacak.!''
''Desenize'' dedim;
---''cümlemize mahya kurulacak.!'' (Sayfa: 40)
*
Kul
*
Mısır'daki Dergâh'a bir merak saldım,
---düştüm yola.
Varmaya vardım da;
---yorgunluktan çöktüm kapısına.
Bir de baktım, geçiyor altın revnaklı bir araba.
İçinde benim yaşımda bir adam: Burnu havada.!
Bir geçene sordum:
''Kim o kasıntı.? Hidiv mi ola.?''
''Hayır.!'' dedi. ''Hidiv sarayında.
---Bu Hidiv'in kulu.!''
Bastı mı bana bir al öfke.!
Hemen döndüm Tanrı'ya:
''Aklım ermiyor düzenine.! Yapılacak iş mi bu.?
Bir o Hidiv'in kuluna bak; bir de kendi kuluna.!'' (Sayfa: 42)
*
Ağıt
*
Nedir bu ey Yüce Tanrım.?
Ramazan geldi mi, ben yandım.!
İşte yine ''Oruç yedin.!'' diye götürdüler Kadı'ya.
Kadı efendi höykürdü durdu.
Ben tuttum ağıt yaktım:
''Efendi, on bir ay boyunca ben aç yatar,
---aç kalkarım.!
Bu tuzu kurular hiç sormaz,
---nerede, nasıl yaşarım.?
Ama bir gün olsun, karnımı doyursam,
---hapsi boylarım.!'' (Sayfa: 43)
*
Sakız
*
İpsiz-sapsız bir molla geçti karşıma:
''Helada sakız çiğnemek günah mıdır.?''
''Günah değil.!'' dedim. ''Sen yine de çiğneme.!
Görenler bir halt yediğini sanır.!'' (Sayfa: 50)
*
KISA YOL
*
Dertleri benim ya; softalar dikildi karşıma yine:
''Erenler, Ramazan'ı nasıl çıkardın.?''
---dediler dik dik.!
''Otuz kişi toplandık'' dedim.
''Bir günde çıkarıverdik.!'' (Sayfa: 66)
*
Cimri
*
Durup baktım: Güzel mi güzel bir su akıyor.
Adamın biri kıyıda, soğan-ekmek yiyor.!
''Çok şükür Yarabbi.!'' demesin mi bitirince.!
''İşte.!'' dedim. ''Soğan-ekmeğe şükrede ede:
Tanrı'yı fena alıştırdınız cimriliğe.!'' (Sayfa: 67)
*
Cümbüş
*
Yaktım çubuğu, oturdum Dergâh eşiğine.
Baktım, bir cenaze geliyor.! Sordum birine:
''Kimdir bu.?'' dedim.
''Tamburi Esat efendi.!'' dedi.
Bir cenaze daha.!
Cevap: ''Udî Veli efendi.!''
Al bir daha.! Soruma:
''Gazelhan Ali efendi.!''
Derken, katıldı Darbukacı Hamdi hey'ete:
''Yahey.!'' dedim.
''Bu akşam cümbüş var ahirette.!'' (Sayfa: 69)
*
MEŞGUL ETME.!
*
Camideyim.! Yanımda zayıf, hastalıklı bir adam:
Tuttu saydı, ne kadar âzası varsa, ayrı ayrı.!
Şifâlar niyaz etti, her biri için, ayrı ayrı.!
Duramadım: ''Meşgul etme Tanrı'yı.!'' dedim.
''Be adam.!
Dünya kadar işi var.! Seni tamir edene kadar;
Oturur; senin yerine daha yenisini yapar.!'' (Sayfa: 101)

3 Şubat 2022 Perşembe

Bertolt Brecht - Cesaret Ana ve Çocukları (Çeviren: Ayşe Selen)

 

Arka Kapak:
*
Bertolt Brecht Cesaret Ana ve Çocukları'nı İkinci Dünya Savaşı kapıya dayanmışken, 1939-1939'da yazdı. Cesaret Ana, 17. yüzyılda, Otuz Yıl Savaşları sırasında, savaş meydanlarını arşınlayarak bulduğu her şeyin ticaretini yapan bir satıcıdır. Ancak hayatta kalmak için verdiği bu mücadele, aynı zamanda geri dönüşsüz kayıplar anlamına gelir. Savaş karşıtı metinler arasında en başta gelenlerden biri olan Cesaret Ana ve Çocukları savaşın dehşetine kapılanları, kendine karşı körleşerek kazandığını zannederlerken kaybedenleri, körlüğe ortak olanları hatırlatır.


CESARET ANA: (..) ..sen sen ol her büyük erdemin ardında bir bityeniği ara.
AŞÇI: Bense bir büyüklük var sanırdım.
CESARET ANA: Hayır, hayır, bir bityeniği vardır. Bak mesela, bir komutan ya da bir kral aptal olur, adamlarını da bok yoluna sürüklerse tabii onların ölesiye cesur olmalarını ister. Eh, cesaret bir meziyettir. Cimriyse ve az askeri varsa her bir erin Herkül olmasını ister. Eğer vurdumduymaz ise, hiçbir şeyi takmıyorsa, askerlerin yılan gibi kurnaz olmaları gerekir, yoksa işleri bitiktir. Çok fazla şey isteniyorsa askerlerin sadakate epey ihtiyacı vardır. Görüyorsun ya, düzenli bir ülkenin, iyi bir kralın ya da iyi bir komutanın ihtiyaç duymadığı erdemler bunlar. İyi bir ülkede erdemler gereksizdir. Herkes alelade, orta zekâlı, hatta korkak da olabilir. (Sayfa: 29-30)

*

CESARET ANA: ..Şükürler olsun ki rüşvete hayır demiyorlar. Nitekim kurt değil, insan onlar ve para peşindeler. Tanrı için merhamet neyse, insan için de rüşvetçilik odur. Bizler için tek çıkar yol rüşvet. Rüşvet olduğu sürece hükümler yumuşak olur, hatta suçsuzlar bile mahkemede temize çıkabilir. (Sayfa: 63)
*

CESARET ANA: ..Aş her yerde suyla pişer. (Sayfa: 65)
*
CESARET ANA: ..öfken kısa soluklu. Sana uzun soluklu bir öfke lazım, ama nerede.? (Sayfa: 71)
*
CESARET ANA: ''Çok kişi gördüm göğü fetheden
Hiçbir yıldız yeterince büyük ve uzak değildi onlara göre.''
(..)
CESARET ANA: ..kılıcını çekeceksen öfken yeterli olmalı. Kılıcını çekmen için yeterli bir sebebin var, kabul; ama öfken gelip geçiciyse hemen çekip gitmen daha hayırlı. (Sayfa: 74)
*
RAHİP: ..Beni vaaz verirken hiç dinlemediniz. Ben bir alay askeri tek bir konuşmayla öyle havaya sokarım ki askerler düşmanı bir koyun sürüsü gibi görürler. O zaman kendi hayatları onlar için ancak nihai zaferi düşünerek fırlatıp attıkları kokmuş bir ayak sargısı kadar değer taşır. Tanrı bana güçlü konuşma yeteneği ihsan etti. Ben bir vaaz verdim mi, kulaklarınız duymaz, gözleriniz görmez olur. (Sayfa: 89)
*
CESARET ANA: ''Savaş dediğin bir ticaret, Peynir değil de kurşunla.'' (Sayfa: 94)
*
Aşçı, Rahip'e söylüyor:
*
AŞÇI: ..Savaşta tanrısız bir serseri haline gelmemiş olsaydınız, barışta vaaz verecek bir kürsüyü yine kolayca bulurdunuz. Pişirilecek bir şey kalmadı, o yüzden aşçılara da ihtiyaç duyulmuyor. Ama insanlar inançlarını hâlâ sürdürüyor, o konuda değişen bir şey olmadı. (Sayfa: 104)
*
CESARET ANA: ''Ve kim kaldıysa hayatta / Yola koyulmalı hemen.'' (Sayfa: 136)

1 Şubat 2022 Salı

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Ressamın Bıldırcınları


Arka Kapak:
*
Hayatınıza aniden giren bir hayvanla sıcacık, eğlenceli bir dostluk yaşama şansınız oldu mu hiç.? Büyük bir kentte yapayalnız yaşayan ressam böyle bir dostluğa adım attığında başına gelenlerden habersizdi elbette.
Hasan Hüseyin'in kaleminden hayvan sevgisinin ve dostluğun gerçek anlamının ne olduğuna bir kez daha tanık olacaksınız..

29 Ocak 2022 Cumartesi

Hasan Hüseyin Korkmazgil - ÖHHÖÖÖ.!


Arka Kapak:

*
''ÖHHÖÖÖ''de okuyacağınız hikâyeler, HÜSEYİN KORKMAZGİL'in çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış hikâyelerinin bir bölüğüdür.
Yazdığı gibi yaşayan ve yaşadığı gibi yazan HÜSEYİN KORKMAZGİL, ''en büyük düşmanım kalleşlik, döneklik, şarklı kurnazlığı ve emeğe saygısızlıktır. Her çağ, her dönem başka gülmüştür. Ama ben, öfkenin kahkahasını yakalamaya çalışıyorum. Çünkü yaşadığımız, sessiz bir öfkeden başka bir şey değildir. Sessiz ve sürekli bir öfke.! Bu öfkeden neler doğacağını zaman gösterecektir. Mizahçı, kralın soytarısı değildir.! Gerçekçi olmak zorundayız. Yazarı, sanatçısı, düşünürü kaytaran ülkeden hayır gelmez.! Benim namus anlayışımı emek belirler'' demektedir.


ŞAH KARMASI:
*
''Biri çalışıyordu, çalışıyordu, çalışıyordu ve hep çalışıyordu yani. Öteki hep çalışmıyordu, çalışmıyordu, çalışmıyordu ve hiç çalışmıyordu yani. Ama, gene de artıyordu tarlaları ve apartımanları ve de senatörlüğü. Ama, birinci ötekinin hiçbir şeyi artmıyordu, derdinden başka.'' (Sayfa: 19)
*
PİS GUMONİS.!
*
''Gumonisler evlenmezlermiş, bunu bana bir pulis söylediydi vaktiyle. Derdi ki bana, nerde ciddi, akıllı, kimseye uymayan birini görürsen, şüphelen ondan. Yalan mı söylüyor pulis. Senelerce ekmek yemiş bu zenaatten..'' (..) ''Geçenlerde marangoz geldi evine, akşama kadar çalıştı. Hesap görmeye gelince, çıkardı otuz kâat verdi marangoza. ''Çok verdin Irza efendi,'' dedim, ''marangozun günlüğü on beş kâattır.'' Ters ters baktı yüzüme, ne dese beğenirsin.? ''Ben piyasaya göre vermedim, emeğine göre verdim.!'' Ne demek bu laf.? Ben anlarım arkadaş.! Bu laf tam gumonisce bir laf.!'' (Sayfa: 80)
*
''Geçen gün dedim ki, Irza bey dedim, kızlar on bine, yirmi bine gidiyor; otuz bini denkleştir de bir kız da sana alalım dedim. Ne var şu sözde.? Hak doğrusuna bir söz.. Velakin, bana ne cevap verdi biliyor musun.? ''Ben bir inekle yatmam muhtar efendi'' dedi. ''Ben evlenirsem insan evladıynan evlenirim'' dedi. Bu ne demek.?'' (Sayfa: 81)
*
LESSE LÜP LÜP, LESSE CUP CUP:
*
''..yani memleketin durumu ne tam sağa, ne tam sola gitmeye elverişlidir. Biz ortadan gitmek zorundayız. Liberalizm kolay yoldur. Sosyalizm de kolaydır. Biz Türk milleti olarak, hiçbir zaman kolayı tercih edemeyiz. Bizim tarihimiz ve geleneklerimiz daima en güç yolu seçmemizi emreder. Binaenaleyh, biz orta yolu, yani en güç yolu seçmiş bulunuyoruz. Mister Kennedy der ki, orta yolda güç yürünür.
Yazar atıldı:
- Şu orta yolu açıkça tanımlar mısınız beyefendi.? Ayak yolu gibi bir şey mi bu.? Hani, sıkışınca gidilen.?'' (Sayfa: 105)

28 Ocak 2022 Cuma

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Ormanın Öcü

 

''bulutu yok yağmuru yok yeli yok
kalmış vatan çırılçıplak.!
ne bakıp durursunuz bre gözsüzler
ne söylenip durursunuz bre dilsizler
---ormanı yakan alçak
---bulutu yakan deyyus
-----gezip durur sokakta
yapışın yakasına.!'' (Sayfa: 31)
*
''Köyü ele geçirmek isteyen bir bey varmış. On yıl uğraşmış, başaramamış. Bir bezirgân çıkagelmiş bir gün, demiş ki beye: 'Köyü ele geçirmek istiyorsan, ormandan başla. Orman gitti, köy bitti.!'..'' (Sayfa: 40)
*
''Bir ay böyle geçmiş. Binlerce ağaç kesilmiş. Çatalçeşme köylüleri bundan ne çıkacağını anlamamışlar. Ormandan odun kesmek yasak değilmiş ki.! Tanrı'nın ormanına kim ne karışır.? Bir ay sonra bey, köylülere şöyle demiş: 'Daha çok altın kazanmak istiyorsanız, böyle yorulmanıza gerek yok. Kim bir dönüm orman yakarsa, ona beş altın veririm.!'..'' (Sayfa: 43)
*
''Sen ormana acımazsan, behey sersem, orman sana acır mı.? Sen ormanı yakıp yıkarsan, orman seni yakıp yıkmaz mı.? Yıkar, yıkar. Hem de tozunu göğe savurur senin.!'' (Sayfa: 46)
*
''Ormanları yok edenlerin yakasına yapışın çocuklar.! Yapışmazsanız, gün gelir, açlıktan ölür bu ülke.'' (Sayfa: 48)

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Eşeğin Gözyaşları


Arka Kapak:

*
Ali, Ayşe ve arkadaşlarının eğlenceli başlayan piknikleri, düşüncesizce yapılan bir hareket yüzünden az kalsın kâbusa dönüyordu. Nasıl mı.? Tabii ki eşekarıları yüzünden

Ama eşekarıları sebepsiz yere saldırırlar mı.? 

Peki eşekler ağlar mı.?

24 Ocak 2022 Pazartesi

Nâzım Hikmet Ran - Masallar


1
*
BİZLER KİMİZ.?
*
Ormanın derinliklerinde, yerlere düşmüş kocaman yaprakların altında, küçük, minimini bir şeyler kımıldanıyordu. Bir yerden öbür yere gidiyorlar, gizleniyorlar, meydana çıkıyorlar, ipince sesleriyle bağrışıyorlardı.
Bunları uzaktan ağustosböceği, çekirge sanırsınız. Halbuki bunlar ne ağustosböceği, ne de çekirgedir. Bunlar, birçok senelerden beri ormanda yaşayan orman cüceleridir. Zaman zaman bunlar, ormandan dışarı çıkarak dünyayı dolaşmaya, insanlara bakmaya, iyi işler görmeye, iyi insanlara yardım etmeye, gülüp eğlenmeye, bazen de fenalıkların cezasını vermeye giderler.
Orman cüceleri, kendilerini insanlara göstermekten çekinirler. Çünkü orman cücelerinin yanında insanlar kocaman devler gibi büyüktürler ve en uzun boylu bir orman cücesi parmak çocuktan bile çok küçüktür.
Seyahatleri esnasında orman cücelerinin başından birçok sergüzeştler geçer. Bu sergüzeştlerden bazıları eğlenceli, gülünç; bazıları ise hazin şeylerdir. Fakat, orman cüceleri kendi başlarından geçen sergüzeştlerin insanlarca bilinmesini istemedikleri halde, insanlar bu sergüzeştleri öğrenmişlerdir. Ve bu sergüzeştleri kocaman bir kitaba yazmışlardır. Lakin, orman cücelerinin başlarından o kadar çok şey geçmiş, onlar o kadar çok iyi ve fena günler görmüşlerdir ki, bütün bu maceraları, değil bir kitaba, yüzlerce kitaba bile sığdırmak kabil olamaz.
Orman cüceleri çok, ama çok kalabalıktırlar. Onlar da hemen insanlar gibi giyinirler: Kimisi ceket, kimisi cüppe, kimisi frak giyer; bazılarının başında şapka, bazılarınınkinde kalpak vardır; kimisi çizmeli, kimisi iskarpinli, kimisi terliklidir.
Her orman cücesinin ismi, bazılarının da lakapları vardır. İçlerinde küçük Çinli Çi-Ka-Çi'ye, bir Eskimoya, Hintlilere, zencilere rastgelirsiniz. Fırdöndü, Acar, Zıpzıp, Zırtlak, Mişka, Sakallı Dede, Sivrikülah, Mik, Rikki, Tekdiş, hep bunlar orman cüceleridir. Gene orman cücelerinin arasında Bilgiç ve Mankafa isimli iki kardeş vardır ki, bunlardan bir tanesi çok okumuştur; bunun için ona ne sorarsan sor hemen cevabını verir. Halbuki ötekisi hiçbir şey bilmez, kara cahilin biridir. Gene orman cücelerinin arasında iki bücüre rastlarsınız ki, bunlardan birini Serçeparmak, ötekisini Mikropçuk diye çağırırlar.. Fırçacık, orman cücelerinin ressamıdır. Onların, Merhem Kutusu isimli bir de doktorları vardır ki, daima ceplerinde ilaç şişeleri, hap kutuları, sargılar taşır, orman cüceleri hastalandıkları zaman onlara bakar. Tabii daha birçok orman cüceleri vardır, fakat saymakla bitmez ki..
Yalnız, orman cücelerinin içinde en çevikleri, en akıllıları, en cesurları benim, ben, Yusufçuk. Ben, hepsinden daha şık, her zaman son modaya göre giyinirim. Üstümdeki frak moda mecmualarından arayıp çıkardığım modele göre dikilmiştir. Başımda pırıl pırıl yanan silindir şapkam İstanbul'un en iyi mağazalarından satın alınmıştır. Benimkiler gibi şık kunduralar hiç kimsede yoktur. Bir gözümde tek gözlük vardır, ama ben bunu gözümün fena gördüğü, yahut miyop olduğum için takmam, tek gözlüğü kendime çok yakıştırırım da onun için takarım. Misafirliğe gittiğim zaman farkımın yakasında daima kocaman bir beyaz gül bulunur; yüksek kolalı, kar gibi beyaz bir yaka takarım.
Orman cüceleri benimle alay ediyorlar, ben bunu biliyorum. Onlara göre ben, sözde, züppenin, cakacının biriyim. Bana ''Boşkafalı'' diye bir de lakap taktılar. Hep bunlar beni kıskandıkları için. Yoksa hakikaten boş kafalı olsaydım yüksek silindir şapka başımın üstünde bu kadar güzel durur muydu.? Elbette ki, hayır.! Sonra boş bir kafa tek gözlüğü böyle benim gibi kendine yakıştırarak takabilir mi.? Şüphesiz ki, hayır.!
Benim kafam boş değildir, bilakis en akıllı fikirlerle doludur.
Ben şimdiye kadar neler düşünmedim, neler.! Ne marifetler yaptım.! Ne cesaret harikaları gösterdim.! Orman cücelerinin benimle alay etmeleri değil, bilakis aralarında benim gibi bir akıllının bulunduğu için iftihar etmeleri lazım gelirdi.
Hem, siz de, başımdan geçen bütün işleri, yaptığım bütün marifetleri, nasıl cesaret gösterdiğimi bu, günü gününe yazdığım hatıra defterimi okuyup bana hak verirsiniz. Benim ne kadar cesaretli olduğumu herkesten ziyade Doktor Merhem Kutusu bilir. Çünkü o birçok sergüzeştlerde aldığım yaraları kendi elleriyle sarmıştır. Fakat orman cüceleri benim cesaretimi de kıskanırlar ve bu kıskançlıklarından bana korkak derler. Sözde ben o kadar korkakmışım ki, bir gün karşıma çıkan bir ağustosböceğinden ürkmüşüm de tabana kuvvet kaçmışım. Evet, tabana kuvvet kaçtım, fakat -inanınız bana- katiyen korkudan değil. Sadece, ben ağustosböceklerini sevmem de onun için. Ne zaman bir ağustosböceği görsem, hemen üstüme tırmanıp bacağımdan ısıracakmış gibi gelir.. Sonra, şunu da söyleyeyim ki, benim kaçtığım hayvan herhalde ağustosböceği değildi. Bana kalırsa o bir gergedandı. Fakat iddia etmesini sevmediğim için bunun bir gergedan olduğunu ispata kalkışmadım. (Sayfa: 9-11)

SEVDALI BULUT
*
İlk Basım: 1962
*
ÖNSÖZ


Bence edebiyat bütün çeşitleriyle masalla başlar, masalla biter. Ama gene de masal şiire yakındır en çok. Ritmiyle, tekrarlarıyla, lakonikliğiyle, hayaliyle, hasretiyle, dramıyla, trajedisiyle, eşyası ve insanı işleyişiyle, tabiatta ve cemiyette eşine rastlanmayan, ama umutlarımızı, korkularımızı, sevinçlerimizi bütün derinlikleri, bütün genişlikleriyle taşıyan yeni eşyalar, yeni insanlar, yeni hayvanlar yaratışıyla masal elbette ki en çok şiire yakındır.
Dillerin üstünde bir dil olan musiki bile bütün milletlerin, bütün eşyaların, bütün kültür seviyelerinin ortak malı değildir daha. Asya müziğini Avrupalı kulak hemen ilk dinleyişte anlamaz. Beethoven bütün kültür seviyeleri için hemen anlaşılacak bir besteci değildir. Ama masal bütün milletlerin, bütün yaşların ve bütün kültür seviyelerinindir. En koyu Arap sanılan bir masalı, Japon, yahut İngiliz hemen anlar ve hemen sever. Rus ister işçi, ister kolhozcu, ister atom bilgini olsun, en koyu Türk masalının tadına hemen varır. Hintli çocukla babası aynı masalı dinleyebilir. Masallar insanlığı kaynaştırır. Eninde sonunda bütün milletler aşağı yukarı aynı sosyal gelişme yollarını biraz daha ağır, biraz daha hızlı, biraz aha kestirme, biraz daha dolambaçlı geçtiklerinden ve bir büyük kaynaktan gelip bir büyük denize doğru yöneldiklerinden, yerli özellikleri, gelişmedeki çeşitli manzaraların ayrılıklarını aksettirmelerine bakmaksızın, masallar eninde sonunda birbirine benzer. Bilginler bu benzerliğin nedenleri etrafında tartışıyor, çeşitli görüşler ileri sürüyorlar. Beni ilgilendiren, tekrar ediyorum, benzerliklerin halkları birbirine yakınlaştırması. Bence nasyonalizmin sökmeyeceği kültür alanlarından biri de masallar dünyasıdır.
Bu kitapçıkta, büyük Türk folklorcusu Boratav'ın ve öğrencilerinin halkın ağzından dinleyip topladıkları bazı masalları kendime göre işledim. Neden diyeceksiniz. O masalları bugünün bazı sorunlarına karşılık vermeye yöneltmek için, masal tekniğini taklit ederek değil, kendim de bazı denemeler yaptım. Benimkilerini beğenip beğenmeyeceğinizi bilmem, ama Boratav'ın topladığı masalları beğeneceğinizden eminim.
***
Masal dinlemek, okumaktan iyidir. Başlayayım anlatmaya: Bir varmış, bir yokmuş.. (Sayfa: 63-64)
*
SEVDA MASALLARI
*
BİR YÜREK TÜRKÜSÜ:
*
''Bu bir yürek türküsüdür. Sevişmek gibi acı, sevişmek gibi tatlı, sevişmek gibi karanlık ve aydınlık bir türkü..
Bu bir yürek türküsüdür. Çok uzak günlerde söylenmiş..
(..) Deniz, sonsuz bir sevda sözü gibi. Deniz, ışıl ışıl.. Deniz..''
*
(Ben / Yedigün Dergisi, 30.1.1935) (Sayfa: 143)
*
GEÇ KALMIŞLARDI:
*
''Çok geç rastlamışlardı birbirlerine. Bunu ikisi de biliyorlardı. Bunu ikisi de bildikleri için, birbirlerini daha derinden, daha içten, daha umutsuz sevmekteydiler.
Yürekleri böyle birbirine bağlananların, yolları her vakit birbirine bağlı olmaz.'' (..) ''..yılların yapamadığı bir tek iş vardır: Büyük yürek ateşlerini öldürmek.''
*
(Ben / Yedigün Dergisi, 27.2.1935) (Sayfa: 149)
*
ÖBÜR MASALLAR
*
TİLKİ VE KARGA:
*
''Pohpohlanmaya aldanmak gülünçtür. Doğru.! Ancak pohpohçulukla peyniri kapmak da iğrenç değil midir.?''
*
(Orhan Selim / Akşam gazetesi, 11.4.1935) (Sayfa: 167)
*
AĞUSTOSBÖCEĞİ İLE KARINCA:
*
''Ben bu masaldaki karıncadan tiksinirim, iğrenirim. Ağustosböceğine gelince, ona bütün bir yaz kendini, özünü düşünmeden, türkü çağırdığı için değil, hayır, bu onun en güzel, en kahraman yanıdır, hayır, ben Ağustosböceğine gidip karıncanın kapısını çalacak kadar budalalaştığı, en sonunda, yüreğinin gücünü böylece kaybettiği için kızarım.''
*
(Orhan Selim / Akşam gazetesi, 18.4.1935) (Sayfa: 168-169)
*
İKİ İNATÇI KEÇİ:
*
''Bu iki keçinin masalını bize inatçılığın kötülüğünü öğretmek için okuturlardı. İnatçılığın, dik kafalılığın sonu işte böyle ölümdür, diye korkuturlardı bizi.
***
Ben, yıllar var ki bu inatçı, bu yollarından geri dönmek uğrunda ölümü göze alan iki dik kafalı keçinin inatlarına karşı bir gönül saygısı beslemekteyim.
Çocuklarıma inadın güzelliğini, inadın büyüklüğünü bu iki inatçı keçi masalıyla anlatırım.''
*
(Orhan Selim / Akşam gazetesi, 19.4.1935) (Sayfa: 170)

10 Ocak 2022 Pazartesi

Aslı Erdoğan - Kırmızı Pelerinli Kent


".."Yalnızlığımı asla yenemedim," diye düşündü, "ama sanki ondan dışarıya doğru büyüdüm - onu sarıp sarmalayacak denli büyüdüm. Bir cenin gibi içimde artık, bir madalyon gibi de göğsümde.".." (Sayfa: 21)
*
''Bütün saatler onundu; ama kullanılmak için değil, içerdikleri sonsuz boşluğa bir ceset gibi yayılıp kalmak için.'' (Sayfa: 28)
*
''İnsan, gerçekte gereksinim duymadığını tüketmeye bir türlü doyamıyordu.'' (Sayfa: 31)
*
''Yalnızca tek bir şey adına güvenli suları terk eder, kendi köklerimizi keseriz. Âdem'in uğruna ölümsüzlüğü teptiği tek şey adına: BİLİNMEYEN.'' (Sayfa: 54)
*
''..İsa'nın çarmıhtaki son sözleri. Baba, baba, beni niye terk ettin.?''
''Benim o tarakta bezim yok kızım. Tanrılarımı burada, içimde taşıyorum.'' (Sayfa: 71)
*
''Çoktan unutulmuş bir ilkgençlik aşkının, on yıl sonra bile hafifçe can yakan acısı.. Ama sanki o acının ortasında bile bir mutluluk vardı. Bir zamanlar, yeryüzünde bir kişi tarafından sevilmiş olmanın mutluluğu..'' (Sayfa: 73)
*
UZAKLAR:
*
Cehennemin bir fersah ötesi cennet
Cennetin bir adım ötesi cehennem.
*
İran Atasözü (Sayfa: 76)
*
''..eline kalem alan herkes şu soruyla fazlasıyla boğuşmak zorundadır: Gerçeğin ne kadarına DAYANABİLİRİM.?'' (Sayfa: 77)
*
''..''İnsanı tanımak için uzaklara gitmek gerekir,'' demişti bir yazar. Oysa Özgür, ancak uzaklara geldikten sonra Latinleri anlayabiliyordu. ''No ire foras..'' ''Uzaklara gitme, gerçeklik senin içindedir.''..'' (Sayfa: 81)
*
YOKUŞ AŞAĞI:
*
''İnsan hayatını har vurup harman savuran bu kentte, hiç kimse tanrısız sağ kalamıyordu.'' (Sayfa: 85)
*
Karnaval:
*
''Ceza suç işlemenin verdiği zevki pekiştirdiği gibi, onu şehitlik mertebesine ulaştırmıştı.'' (Sayfa: 97)
*
''Bir kez tadına bakmıştı jaca'nın. Dile değdiği anda mürdüm eriğini andıran bir tat bırakıyor; ama ilk diş darbesinde acı, keskin, sidik kokulu bir özsuyu salıyordu.. Birçok şeyin simgesi olmaya dört dörtlük bir adaydı bu meyve: Aşkın, yaşamın, gerçekliğin..'' (Sayfa: 99)
*
"Sıfır Noktası'na varan herkesin bildiğini o da biliyor artık, insanın yoluna çıkan bütün cesetler, onu tek bir yerinden, en zayıf yerinden vurur: Kendi içindeki cesetten." (Sayfa: 139)

Giovanni Scognamillo - Türk Sinema Tarihi (Kabalcı Yayınları)

  ÖNSÖZ, Giovanni Scognamillo * Bir tarih kitabını yazmak -ister bir çağın, bir ulusun ister bir sanatın tarihi olsun- sadece o çağın, ulusu...