*
Kesif bir yozlaşmanın kurşuni bir bulut gibi göğümüzü kapladığı günlerde; düşüncelerini başkalarını daha iyi bir geleceğe emanet edebilmek için şekillendiren, bu uğurda daima kendini öteleyen, ne olursa olsun ödün vermeyen tutarlı, örnek alınabilecek insanların yokluğu ağır şekilde hissediliyor. Elbette ışığını böyle insanlardan alan ve eksikliklerini yoksunluk olarak hissedebilenler tarafından. İlkesizlik, sığlık her yanımızı sarmış. ''Ben bedel ödedim'' cümlesini her sofrada eze eze yineleyen ve bunun karşılığını arsızca talep edenlerin şekillendirdiği eğitime, onların yasaklamadığı sanata, onların bahşedeceği barış için onların kurallarına uyan aydınlara emanetiz. Babam Metin Altıok ''insan kirlenmesini'' tarif ederken onlara işbirlikçi, uzlaşmacı aydınlar diyordu. Annem ''Cumhuriyet tarihimizin hiçbir döneminde 'aydın' şu son on beş yirmi yıldır olduğu kadar itibarsız olmamıştı. Düşünmeyen, eleştirmeyen, tek tip, uyumlu, sessiz bireylerden oluşan bir toplum isteyen bir yönetim elbette aydından hoşlanmayacaktır. Aydın'ı sevmiyorlar'' sözleriyle dile getiriyordu. Babamı kaybedeli 26 yıl, annemi kaybedeli 10 yıl oluyor. Bugün ben; durduğum yer, baktığım dünya, yazdığım, söylediğimle onların işaret ettiğinin de gerisinde bırakılmış bir topluma erişmeye çalışıyorum.
Yıllar sonra sevgili Ruhi ağabeyimin sesi bir başka cenazeye önderlik etti.
*
Ben de şu dünyaya geldim sakinim
Kalsın benim dâvâm divana kalsın
(..)
Yolrulan yorulsun ben yorulmazam
Derviş makamından ben ayrılmazam
Dünya kadısına ben sorulmazam
Kalsın benim dâvâm divana kalsın.
*
Bu sefer giden babamdı. Dâvâsı divana kalan da oydu. İçimde aynı korku. Ya sapla saman karışırsa.. Ya onu lâyık olduğu gibi uğurlayamazsak.? Yine on binler akıyordu aramızda. İçimde aynı korku vardı ama sanki Ruhi ağabeyin sesi yatıştırıyordu beni. Korkma diyordu, ben buradayım, bırakmam. Onun sesi ile müzik yüzyıllardır olduğu gibi tek yürek etti bizleri. Korktuğum olmadı. Babam çok sevdiği Ruhi ağabeyine lâyık olmuştu hep ve şimdi biz çoğalarak onlara lâyık olmalıydık. Galiba o gün öyle ayakta durdum.
*
Evimin en önemli köşesinde kütüphane odamın duvarında siyah beyaz bir fotoğrafı asılı Ruhi Su'nun. Kucağında bir sarı köpek omuzunda bir kara kedi. Kendi el yazısıyla imzalamış.
''Üç kişi bir orduya bedeliz'' diyor.
Bu cümle ve o fotoğraf deminden beri aktarmaya çalıştığım her şeyi en yalın haliyle ortaya koyuyor.
Yalımından geldiler,
Ruhi ve Ruhi'ler.
Zindanların Ruhi'si,
Meydanların Ruhi'si
Sımsıcak gülümsediler
*
Günlerin savrulan
Köpüğünden geldiler
Ruhi ve Ruhi'ler.
Türkülerin Ruhi'si,
Sevdaların Ruhi'si
Birbirine el verdiler. (Sayfa: 8)
*
''Felsefe, her insanın kendi kişisel etkinliğinin ne biçim bir etkinlik olduğunun bilincine varmasına yarar. İnsanı sürünün bir bireyi olmaktan çıkarır. Büyük topluluk olmak, el ele verip destekleşmeli, dayanışmalı düşünmek ve etkinlikte bulunmak başka şeydir; kalıplarla, eleştirilerek aydınlatılmamış kabullerle düşünmek başka şeydir. Sürüleşme tehlikesine karşı etkili bir araçtır felsefe. Felsefe her işin anlamının, işlevinin bilinçli bir biçimde belirlenmesine, işin temiz, arı yapılabilmesine yardım etmesi bakımından yararlı ve gereklidir. Entelektüelliğin özü ise, bana sorarsanız, işini ciddiye almaktır.
*
İşte bu söylenenleri Türk kültür ve sanat yaşamından adlarla örneklendirmek gerekirse, ilk akla gelecek kişilerden birinin Ruhi Su olacağını düşünürdüm hep.''
Mehmet, evin bireyiydi artık. Evdeki keçilerden, ineklerden, tavuklardan o sorumluydu. Onları gütmek, yemlemek onun işiydi. İşe, çobanlıkla başlamıştı. Getir-götür işleri de doğal olarak ona aitti. Hayvanları seviyor, onları karanlık basıncaya kadar kırlarda, tarlalarda güdüyordu. Ağaçların tepesinde meyve topluyor, günlük yiyeceğini çıkarıyordu. Yaşamındaki en önemli şey ise; Mehmet türkü söylüyordu.!
Hüseyin'in okulu öksüzler yurdudur. O zamanki adı ile Dar-ül Eytam. Hüseyin'in annesi Mehmet'i, Adana'nın tanınmış ailelerinden Suphi Paşa'ya götürüyor ve tavsiye mektubu alıyor. Sonra da öksüzler yurduna götürüp, bu mektubu veriyor. Müdür, görevlilere, ''bu çocuğu hamama götürün, ona temiz elbise ve çamaşır getirin'' dediğinde, Mehmet okula alındığını anlıyor. Tüm bunlar, amcanın ve yengenin haberi olmadan yapılıyor. Yeni elbiseleriyle Mehmet'i okulun bahçesine salıveriyorlar. O günleri şöyle anlatırdı.
''Oyun denen bir şeyin var olduğunu o zaman öğrendim. İçim içime sığmıyordu; şaşkındım.'' (Sayfa: 14-15)
Markovich, zamanın radyo müdürü Vedat Nedim Tör'e Ruhi Su'dan övgüyle söz etmiş. Onbeş günde bir pazar günleri saat 10'da ''Bas-bariton Ruhi Su Türküler Söylüyor'' anonsuyla sunulan radyo programı böyle başlamış, 1943-45 yılları arasında çok ilgi görerek devam etmişti.''
Ruhi Su, Nazım Hikmet'in şiirini besteleyen ilk sanatçıdır. 1950 yılında Süvarinin Türküsü'nü (Dört Nala Gelip Uzak Asya'dan) yapmıştır. Sonra Fransa'da Yves Montand, Nazım Hikmet'in ''Akrep Gibisin Kardeşim'' şiirini besteledi. 1963'de Nazım Hikmet'in ölüm haberi geldiğinde Ruhi Su ''Karalı Bir Haber Düşmüş Geliyor'' ağıtını, bir türkü ezgisini yorumlayarak söyledi. Bu türkünün sözleri Ruhi Su'ya aittir.
Operada iken, ''Hayali Gönlümde Yadigar Kalan'' (On Beşlere Ağıt) ve ''Baladız Destanı''nı (1944) yapmıştı. (Ezgi ve Söz Ruhi Su). Hapishanede bu türküler için de işkence gördü.'' (Sayfa: 39)
Türküler derledi. Karacaoğlan'a ait derlediği türküleri bu filmde söyledi. Bu film için koro oluşturdu. Kırk gün Adana'da kaldı. Eşi Ankara'da idi. Oğlu Ilgın iki aylıktı.
Ruhi Su film çekimi bitince, Taksim Gazinosu'nda sahneye çıkmak üzere İstanbul'a gitti. Bir ev kiralayarak, 2 Mart 1960'da ailesini yanına aldı.
Bu tarihten sonra türkü söylemeyi kulüplerde sürdürecekti. 27 Mayıs Devrimi kulüplerde yabancı sanatçı çalışmasını engellemiş, yerli sanatçılara olanak tanımıştı.''
Neden sonra, bir de baktı ki beş yıl boyunca onca emek vererek derlediği, notaya aktardığı halk oyunları, Yapı Kredi Bankası tarafından kitap olarak, Sadi Yaver Ataman adıyla çıkarılmış.
*
Ruhi Su, Yeditepe, 16-31 Ağustos 1961 (Sayfa: 63)
Ruhi Su seselerdir Ankara'da halk türküleri söyler, Ankara muhitleri, Âşık Veysel, Âşık Ali İzzet gibi onu da sık sık dinlemek fırsatını bulurlar. İstanbul'da onu tanıyanlar daha azdı. Fakat geçen gün Küçük Sahne'de verdiği iki konser, Anadolu'nun gerçek sesini pek nadir işiten İstanbul'u da fethetti. İstanbul'da Ruhi Su adeta kapışıldı. Küçük Sahne'den başka daha birçok yerlerde ve bu arada Gureba Hastanesi'nde hastalar için de türküler söyledi. Onu üç senedir dinlememiştim. Bu defa dinleyişimde, sanatının ne kadar olgunlaştığına şaştım. Şiir ve insanlıkla dolup taşan halk türkülerimizi öyle bir ifade zenginliği ile söylüyordu ki, insanı bir opera, bir senfoni gibi bütün hisleri ile kavrıyor.
Konserde yanımda oturan bir dinleyici ne dedi biliyor musunuz.? '' Anadolu ölmez bir varlık ve Ruhi Su onun bekçisidir'' dedi. Ben de öyle düşünüyorum.'' (Sayfa: 82)
Ruhi Su türkü çağırıyor. Bütün bir yurdu taşıyan gür, yanık, içli ses, bu süslü aynalı, yaldızlı, yıldızlı salona sığmıyor.
Yiğit sesi süslü salona sığmayan Ruhi Su bir başına, ama hepimizden yüce.'' (Sayfa: 85)
Ya o saz.! Bilmiyorum, ya yeni yeni tadına varmaya başladım Ruhi Su'nun sazının, ya da Yunus Emre adına, ona saygı olsun diye bütün hünerini göstermiş saz.
Yunus Emre'de yalnızca sesi değil, sazı da çok güçlü, çok boyutlu Ruhi Su'nun.
''Ruhi Su Yunus Emre'' veya ''Yunus Su Ruhi Emre''.. Hani der ya kendisi, ''Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm''; ben bunu rahatlıkla şöyle değiştireceğim: ''Sese ve saza büründüm / Ruhi Su diye göründüm.''
Halk sanatı ile ilgilenenlerin, uğraşanların, onu sevenlerin, bu konuda araştırma ve inceleme yapanların ve halk duyarlığının katkısına açık olanların önünde, tek de olsa bir örnek bulunması sevindirici, güvendirici ve umutlandırıcıdır.