30 Nisan 2025 Çarşamba

Daniel Defoe - Robinson Crusoe (Türkçesi: Akşit Göktürk)

 

Çevirenin Önsözü:
*
''Robinson Crusoe, on sekizinci yüzyıl başı İngiliz düzyazısının gündelik yalın dile dayalı özelliklerini, açıklayıcı işlevini yansıtan ilk uzun soluklu düşsel anlatıdır. Geniş halk kitlelerine seslenen ilk romandır İngiliz dilinde. Defoe'nun roman türünün babası diye anılmasının başlıca nedeni de budur.''
*
''Robinson Crusoe'nun böylesine sevilmesinin, yayımlanışından bu yana bunca okur kuşağını büyülemesinin bir ikinci nedeni, bu yapıtın, bireyciliğin ilk haklı yüceltilişi olmasıdır. Bu yönüyle sürükler kişiyi, ıssız adaya düşmüş gemiciyle kendi arasından özdeşlik kurar okur. Rousseau'nun Robinson Crusoe'ya duyduğu büyük hayranlığın nedeni bu özelliktir. Bireyin yalnızlığından göğeren yeni bir yaratıcılığın, yeni bir tarih bilincinin, uygarlığın yeniden üretilmesinin, doğanın yeniden alt edilmesinin coşkusundan doğan özelliktir bu.''
*
''Görüldüğü gibi, özellikle ilk iki bölümüyle Robinson Crusoe, anlatı yazınının tarihinde, romantik bir ülkünün, ün ya da onur gibi değerlerin ardından koşmayan, bütün çabasıyla eylemi kendi nesnel güvenliği ile rahatlığını sağlamaya yönelik olan ilk gerçekçi kahramanın dile getirilişidir. Bu alanda Defoe'nun yapıtından önceki örneklerin büyük bir çoğunluğu, zenginlik, ün, mutluluk, adalet gibi soyut ülküler uğruna göze alınmış serüvenlerin öyküleridir. Üstelik bunların çoğu, soylulara, din çevrelerine, kısacası, klasik gelenekle eğitilmiş beğenilere seslenen, yüksek tabakalıların beklentilerini karşılamaya yönelik, alegorik öykülerdir. Robinson Crusoe ise herkese seslenir, kahramanı sıradan bir kişidir. Yapmacıksız nesnel anlatımı, sıradan gündelik ayrıntıları konu edinmesi ile her çağda, her bireyin yaşamında anlam geçerliliği kazanır.
Robinson'un umursamaz güçleriyle didişen elleri, taş yontar, odun keser, çömlek yapar, ekin biçerken, bireyin onurlu bağımsız yaratıcılığını, yeni bir varoluş savaşımının coşkusunu kökünden kanıtlar. Bu coşkunun titreşimleri Rousseau'dan geçerek Fransız Devrimi üzerinden yüzyılımıza uzanacaktır.
Robinson Crusoe değişik dillerde birçok okurun gözünde düpedüz bir çocuk öyküsü olagelmiş, bu yapıtın Türk okurunca alımlanışı da aşağı yukarı aynı çizgiyi izlemiştir. Ancak bu yapıt daha derin anlamını, Aydınlanma Çağı'nda, evrenin karşısına dikilen, geleneksel katılıkları kırmaya, dünyayı usun gücüyle değiştirmeye çalışan sıradan kişinin, ''herkes''in destanı olarak verir bize. Onu dünya dillerinde yazılmış en büyük birkaç yapıttan biri durumuna yücelten özellik budur.''
*
Akşit Göktürk (Sayfa: 7-14)
*
''..bir suçu işlemekten utanmazken, sonra duyulan pişmanlıktan utanmak; insanı sırılsıklam budala gösterecek bir davranışta bulunmaktan sıkılmazken, bilge gösterecek vazgeçişten sıkılmak gibi.'' (Sayfa: 33)
*
''..hor kullanılmış bir mutluluk, çoğunlukla en büyük yıkımlara yol açar." (Sayfa: 56)
*
''Apansız gelen sevinçler, acılar gibi, sarsar ilkin.'' (Sayfa: 64)
*
''..bu dünyadaki en kötü durumlardan edindiğimiz yaşantılara dayanarak şu kuralı benimsemeliyiz; insan, her kötü durumda, avunacak, iyi yönlerle kötü yönler hesabında defterin alacak bölümüne yazacak olumlu noktalar bulabilir.'' (Sayfa: 84)

''Bir sabah, gönlümde büyük bir üzüntüyle Kutsal Kitap'ı açtığımda şu sözlerle karşılaştım: ''Seni hiçbir zaman bırakmayacağım, unutmayacağım da.'' Hemen bu sözlerin benim için söylenmiş olduğunu düşündüm, yoksa tam Tanrı'nın unuttuğu ya da bıraktığı bir kimse gibi, durumuma ağıt tuttuğum bir anda bu sözler böyle karşıma çıkar mıydı.? ''Peki öyleyse'' dedim ''Tanrı beni unutmadıktan sonra, bütün dünya unutsa ne çıkar.? Dünyayı kazanıp da, öte yandan Tanrı'nın esirgeyişini, bağışını yitirmek, şimdiki durumumla oranlanamayacak ölçüde büyük bir zarar olmaz mıydı.?''..'' (Sayfa: 133)

Görsel Kaynağı: https://victorianweb.org/art/illustration/cassell/23.html

''..her şeyin özünü deneylerle öğrenmek, bana kesin bir doğrulukla dünyadaki bütün güzel şeylerin, bize gerekli olanından fazlasının hiçbir işimize yaramayacağını anlatmıştı; bu güzel şeylerden, gerçekte gene başkalarına bırakmak üzere, nice çok yığarsak yığalım, bizim yararlanabileceğimiz, ancak kendi kullanabileceğimizdir, fazlası değil.'' (Sayfa. 150)

Görsel Kaynağı: https://learnenglish-new.com/easy-english-short-stories.../

''Biz böyleyiz işte. Tam tersi bir durumla karşılaşmadıkça, içinde bulunduğumuz durumun değerini hiçbir zaman anlayamayız; durumumuzun bize sağladığı yararları da ancak bunları yitirince görürüz.'' (Sayfa: 161)

Görsel Kaynağı:https://wordsworth-editions.com/robinson-crusoe-2/

''..her yaratığa yiyeceğini veren doğa, o yiyecekten nasıl yararlanılacağını da doğal bir yolla öğretiyor..'' (Sayfa: 169)

Görsel Kaynağı: https://victorianweb.org/.../cruikshank/crusoe/14.html

''Korku içinde bulunan insanlar ne gülünç kararlar veriyor.! Korku, onları kurtuluş için aklın gösterdiği yollardan yararlanmaktan alıkoyuyor.'' (Sayfa: 181)


''..büyük bir ışığın, Tanrısal Ruh'un aydınlattığı yetilerimizle, Tanrı Sözü'nü tanımakla artan anlayışımızla birlikte, bütün bu güçlerimizi ne bayağı bir yolda kullandığımızı görerek çok üzülüyor, neden Tanrı böyle kurtarıcı bilgileri milyonlarca candan esirgiyor, oysa şu zavallı vahşiye bakarak vardığım sonuca göre, bunlar bu duygularla bilgileri bizden çok daha iyiye kullanabilirler diyordum.'' (Sayfa: 231)

18 Nisan 2025 Cuma

William Golding - Sineklerin Tanrısı (İngilizce Aslından Çeviren: Mina Urgan)

 

Arka Kapak
*
"Sineklerin Tanrısı başlangıçta, ıssız bir adaya düşen çocukların serüvenlerini anlatan, küçükler için yazılmış bir öykü, R. M. Ballantyne'ın Mercan Adası'nın çağdaş bir uygulaması sanılabilir. Hatta Golding, kendine özgü buruk alaycılıkla, okuyucunun bu sanısını pekiştirmek istercesine, Sineklerin Tanrısı'nın başlıca iki kişisine Mercan Adası'ndaki çocuklardan aldığı Ralph ve Jack adlarını verir. Mercan Adası'nda Ballantyne, oldukça duygusal ve biraz da bön bir iyimserlikle, gemileri battıktan sonra Pasifik Okyanusu'nda ıssız bir adaya sığınan üç İngiliz gencinin, Büyük Britanya Uygarlığı'nın oldukça başarılı bir küçük örneğini nasıl yeniden kurduklarını anlatır. Golding'in Sineklerin Tanrısı'nda da bir mercan adası ve İngiliz çocuklar vardır. Ama altı ile on iki yaş arasında olan bu çocuklar, gelecekteki atom savaşı sırasında, güvenilir bir yere götürülmek üzere bindikleri uçak, bir saldırıya uğradığı için bu mercan adasına düşmüşlerdir. Ve bu mercan adasında olup bitenler, Ballantyne'ın romanında olup bitenlere hiç mi hiç benzememektedir..
Sineklerin Tanrısı'nda gördüğümüz ıssız ada da yeryüzünün cennetlerinden biridir. Çocuklar da bu adanın, okudukları Mercan Adası'na çok benzediğini söylerler. Ne var ki, başlangıçta bunu hiç sezinlemediğimiz halde, atom çağının çocukları, bu güzelim adayı her açıdan cehenneme çevireceklerdir.''

*

*

*

''Roger, bir avuç taş topladı, atmaya başladı. Gel gelelim, Henry'nin çevresinde, çapı belki altı yarda olan bir alan vardı ki, oraya taş atmayı göze alamıyordu. Roger'in eski yaşantısına bağlı ve gözle görülmediği halde henüz güçlü kalan kesin yasaklar, bu alanda egemendi. Analar babalar, okullar, polisler, yasalar, çömelen küçüğü korumaktaydı. Roger'in varlığından haberi olmayan, yıkılıp giden bir uygarlık, Roger'in kolunu koşullandırıyordu hâlâ.'' (Sayfa: 70)

*

''..korku sizlere zarar vermez, düşlerin zarar vermediği gibi..'' (Sayfa: 97)

*

*

*

Sonsöz:


''Golding, 1934'te hiç kimsenin ilgisini çekmeyen bir şiir kitabı çıkarmıştı. ''Şiir yazamadığım için düzyazı yazıyorum'' diye Golding, yirmi yıl sustuktan sonra 1954'te Sineklerin Tanrısı'nı (The Lord of the Flies) yazdı. Bir söylentiye göre, yirmiye yakın yayınevi bu kitabı basmaya yanaşmamıştı. Ne var ki, Sineklerin Tanrısı basılır basılmaz, Golding büyük bir üne kavuştu. Peter Brook, 1963'te, çağımızın klasiklerinden sayıldığı için, okullarda ve üniversitelerde okutulan bu kitabın oldukça ilginç bir filmini çevirdi.''
*
''Hamlet'i sadece bir öç alma tragedyası ya da Moby Dick'i sadece bir balina avı öyküsü saymak ne denli yanlışsa, Sineklerin Tanrısı'nı da çocukların için yazılmış bir serüven romanı saymak o denli yanlıştır. Hatta Sineklerin Tanrısı'na roman demek de yersizdir; çünkü bu kitap bir roman değil, gerçekçi bir anlatımla yazılmış olmakla beraber, bir alegoridir, yani simgesel anlamları olan bir öyküdür.''
*
''İngilizlerin Beelzebub dedikleri şeytanın Kutsal Kitap'taki İbranice adı, Sineklerin Tanrısı anlamına gelen Ba-al-z-bub olduğu için de Golding kitabına bu adı vermiştir.''
*
''Sineklerin Tanrısı, İkinci Dünya Savaşı'ndan kısa bir süre sonra, bu savaşta yıllarca çarpışan insanların birbirlerine nasıl kıydıklarını kendi gözleriyle görüp, birçok umutlarını yitiren biri tarafından yazılmıştır.''
*
Mîna Urgan (Sayfa: 249-261)

4 Nisan 2025 Cuma

Erich Maria Remarque - Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Türkçesi: Nihal Yeğinobalı)

 

''Bu kitap, ne bir şikâyettir, ne de bir itiraf.. 

Sadece, savaşın sillesini yemiş, aralarında mermilerden kurtulanlar olsa bile, yıkıntılardan kurtulamamış bir kuşağı anlatan bir denemedir.''

*

E. M. Remarque

*

''Yetke sahibi olanların da bizlerden daha derin ve keskin kavrayışa sahip, olgun, anlayışlı kimseler olduklarına inanırdık.
Oysa tanık olduğumuz ilk ö*lüm bu inancı kökünden sarstı. Bizim kuşağın aslında onların kuşağından daha güvenilmeğe layık olduğunu böylece anladık. Onlar ancak süslü cümleler kurmakta ve kurnazlıkta bizden ileriydiler.'' (Sayfa: 11)
*

''Onlar vatan borcunun dünyada her şeysen üstün olduğunu söylemişlerdi. Oysaki biz can çekişme acısının daha da güçlü olduğunu öğrenmiştik bile.! Ama sanılmasın ki bizler asiydik, kazan kaldırıcı, korkak, vatan hainleriydik.! (Onlar bu sözcükleri pek bol keseden harcıyorlardı). Hayır, vatanımızı biz de onlar kadar seviyorduk. Savaşa yürekle, seve seve katılmıştık. Ama yapmacıkla sahiciliği de ayırt edebiliyorduk. Gözümüz apansız açılıvermişti. Böylece onların dünyasından ortada hiçbir şey kalmamış olduğunu gördük.'' (Sayfa: 12)
*
''Diyelim köpeğini sen hep patatesle büyütüyorsun. Bir gün getirip bir et parçası koyar koymaz hemen atılır, kapar. Çünkü doğası gereğidir. İnsanoğluna da günün birinde biraz otorite ver, hemen atılır kapar. Onun da doğası gereğidir, çünkü. İnsan dediğin aslında bir hayvandan ibarettir. Ancak ekmeğe tereyağ sürer gibi biraz edep ve gösterişle hayvanlığını örter. Ordu bu esas üzerine kurulmuştur: Kademe kademe otorite buyurması şarttır. Yalnız bu otoritelerin gereğinden fazla olması işi bozuyor. Bir astsubay dilediği zaman erlerin canına okuyabiliyor. Teğmen aynı şeyi astsubaya, yüzbaşı teğmene, binbaşı yüzbaşıya yapıyor ve böylece çekiver uzasın. Böylece hepsi de kudretlerinden emin oldukları için, kendinden küçük rütbelileri ezmeyi huy haline getiriyorlar.'' (Sayfa: 35)
*
''Hele toprak.! Dünyada kimsenin gözünde toprak, bir askerin gözündeki kadar kutsal olamaz. Asker atış altında kendini boylu boyunca yere attığı zaman, ö*lüm korkusuyla yüzünü toprağa bastırıp, ellerini ayaklarını yere geçirdiği anda, toprak onun biricik arkadaşı, kardeşi, anasıdır. Asker korkusunu ve bağırışını toprağın sessizliği ve güveni içinde dindirir. Toprak onu bağrına basar, ona yeniden hayat verir. Bu yeni hayatın süresi bazen birkaç saniyeciktir. O zaman da toprak kollarını askere ebediyyen açar.'' (Sayfa: 44)
*
"Kim ne derse desin, savaşta at kullanmak, dünyanın en sefil alçaklığıdır.!" (Sayfa: 58)
*
"Gözümün önünde , hastanelerde gördüğüm korkunç sahneler canlanıyor: Zehirli gaz yutmuş olan erler sabahtan akşama kadar boğulurcasına öksürüyorlar ve kavrulmuş ciğerlerini parça parça, pıhtı pıhtı kusuyorlar." (Sayfa: 61)
*
''Barış sözcüğünü duymuyor muyum, başım dönüyor, sarhoş oluyorum.'' (Sayfa: 76)
*
''..''Savaş bizim için her şeyin tadını tuzunu kaçırdı. Biz bir işe yaramayız artık.!''
Hakkı var. Genç değiliz biz artık. Dağları devirmek, dünyayı fethetmek isteğimiz kalmadı. Tam tersine, kaçıyoruz. Kendi kendimizden, yaşadığımız hayattan kaçıyoruz. On sekiz yaşındaydık. Tam yaşamayı ve dünyayı sevmeye başlamıştık. Bizi bu dünyayı mahvetmekle görevlendirdiler. İlk bo*mba bizim yüreğimizin içinde patladı. Çalışma, çaba, ilerleme dünyasıyla ilişkimiz kesildi. Böyle şeylere inanmaz olduk.'' (Sayfa: 77)
*
''Okul duvarının dibinde, iki sıra halinde tabutlar yığılmış; sarı tahtadan, cilâsız, yepyeni tabutlar. Hâlâ çam, çıra, orman kokuyorlar. En aşağı yüz tane tabut.
Müller hayretler içinde, ''Hücum için ne mükemmel bir hazırlık.!'' diye söyleniyor.
Detering homurdanıyor: ''Bizim için bu tabutlar.!''
Kat öfkeyle, ''Saçmalama.!'' diye ona çıkışıyor.
Tjaden sırıtarak, ''Tabut bulursanız öpüp de başınıza koyun.!'' diyor. ''Zavallı nâşımızı bir muşamba örtüye sarıp sarmalayacaklar, o kadar.!''
Başkaları da şakaya başlıyor. Tatsız şşakalar bunlar ama adamın elinden ne gelir.? Tabutlar sahiden bizim için hazırlanmış. Askeri yönetim bu çeşit işlerde ateş gibidir, maşallah.!'' (Sayfa: 85)
*
''İnsan doğası görüp sevmeyi yalnızken öğreniyor.'' (Sayfa: 155)
*
''İnsan gözü denilen bir çift küçük noktada bazen ne derin acılar birikebiliyor.!'' (Sayfa: 156)
*
''..''Ameliyatın kaça çıkacağını bilsem.!'' diye söyleniyor.
''Sormadın mı.?''
''Doğrudan doğruya soramazsın ki.! Doğru olmaz. Sonra belki operatör ters anlar. Nasılsa annenin ameliyat olması şart.''
''Evet,'' diye düşünüyorum, ''bizim gibi hali-vakti yerinde olmayan kimselerin durumu böyledir. Bir şeyin fiyatını daha önceden sormaya cesaret edemeyip kaygıdan mahvolurlar. Oysa ötekiler, parası bol olanlar, her işte ilk önce fiyat konusunda anlaşırlar. Doktorlar da onların sormasını hiç ters anlamazlar.'' (Sayfa: 161)
*
''..şimdiye kadar sen benim için yalnızca bir fikirdin. Ben bu fikre göre davrandım. Hançerimi bir fikre sapladım ben.'' (Sayfa: 181)
*
''..bin yıllık bir kültür bu kanların dökülmesini önleyemezse, bu yüzbinlerce iş*kence odasının kurulmasına engel olamazsa neye yarar.?
Savaşın ne demek olduğunu ancak hastane belli ediyor.
Gencim ben, yirmi yaşındayım. Ama hayatta bildiğim tek şey umutsuzluk, ö*lüm, korku. Ve bir keder uçurumunun üzerine atılmış sığ, soytarıca bir neşe.. İnsanların birbirine nasıl düşman edildiğini, nasıl ses çıkarmadan, bilmeden, aptalca, uysalca, mâsumca birbirlerini ö*ldürdüklerini biliyorum. Yer yüzündeki en keskin zekâların bu iş*kenceyi büsbütün inceltmek ve uzatmak için silâhlarla sözler icat ettiğini görüyorum.
Burada ve başka her yerde, bütün dünyada, benim yaşımdaki bütün insanlar aynı şeyleri görüp öğreniyorlar. İnsanlığın bütün bir kuşağı, benimle birlikte aynı deneyimleri yaşıyorlar.
Şimdi hepimiz birden ayağa kalkıp babalarımızın karşısına geçsek ve hayattan aldığımız derslerin hesabını sorsak, acaba babalarımız ne yaparlardı.? Bir gün gelir savaş sona ererse acaba babalarımız bizlerden neler umacaklar.? Sanatımız, ö*ldürmek bizim. İlk mesleğimiz bu oldu. Yaşam üstüne bildiğimiz, ö*lümden ibaret. Sonrası ne olacak.? Bizim sonumuz ne olacak.?'' (Sayfa: 212-213)
*
''Kat cepheyi boydan boya dolaşmış bir öykü anlatıyor. Bir doktor varmış. Yoklama yapıyormuş. Önüne gelenlere başını kaldırmadan:
''Sağlam,'' dermiş. ''Cephede adama ihtiyacımız var.''
Tahta bacaklı bir adam gelmiş. Doktor gene başını kaldırmadan:
''Sağlam,'' demiş.
Bunun üzerine aksak-bacak, ''Efendim, benim şimdi bir tek tahta bacağım var,'' demiş. ''Ama cepheye dönünce inşallah kafamdan vu*rurlar da o zaman tahta bir kafa taktırır ve doktor olurum.''..'' (Sayfa: 221-222)
*
*
*

Giovanni Scognamillo - Türk Sinema Tarihi (Kabalcı Yayınları)

  ÖNSÖZ, Giovanni Scognamillo * Bir tarih kitabını yazmak -ister bir çağın, bir ulusun ister bir sanatın tarihi olsun- sadece o çağın, ulusu...