28 Mayıs 2025 Çarşamba

Giovanni Scognamillo - Türk Sinema Tarihi (Kabalcı Yayınları)

 

ÖNSÖZ, Giovanni Scognamillo
*
Bir tarih kitabını yazmak -ister bir çağın, bir ulusun ister bir sanatın tarihi olsun- sadece o çağın, ulusun ya da sanatın önde gelen, değer taşıyan, örnek teşkil eden olaylar, kişiler ve yapıtlarını sıralamaktan ibaret değildir. Tarih, en geniş anlamıyla, çok daha karmaşık ve çoğunlukla da ''örnek'' teşkil etmekten uzak bir süreçtir. Tarih, belirli bir çağ, ulus ya da sanatın, belirli bir buluş ya da aracın tüm aşamalarını izleyen, yeniden yaşatan, olumlunun yanına olumsuzu, başarılının yanına başarısızı koyan, iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı bir araya getiren ve sadece bütün bu değişik ve çeşitli unsurların toplamından bir sonuç çıkarma sürecidir.
*
Tarihçi bir eleştirmen değildir, olmamalıdır. Tarihçi belgeleri toplayıp sıralayan, karşılaştırıp derleyen, değerlendirip yorumlayan kişidir. Asıl amacı bir durumun ''nasıl olması gerektiğini'' belirtmek değil, ''nasıl ve neden olduğunu'' açıklamaktır. Amacı ve görevi yargı vermek değil, belgeler, yapıtlar ve somut malzemelere dayanarak gerçekleri ortaya koyup bir dönemi aydınlatmaktır.
*
Herhangi bir şeyin tarihi gibi, ''Türk Sinema Tarihi''ni yazmak da hiç kolay bir uğraş değildir. Bunu en baştan belirtmemizin amacı, ileriki bölümlerde -hiç kuşkusuz- rastlanılacak eksiklik, aksaklık, hatta yanlışlıkları bağışlatmak değildir.
*
Nijat Özön'nün tüm araştırmalarına rağmen Türk sinemasının ilk yılları kesin olarak ortaya koyulamamıştır. Üzülerek belirtmeliyim ki sinema tarihi konusundaki çalışmalar, Türk sinemasının kaynaklarını ve ilk belgelerini koruma çabaları oldukça geç bir tarihte başlamıştır. Türkiye'de sinema konusunda yapılan tarihsel araştırmalar, çoğu kez kaynak ve belge açısından çeşitli zorluklarla karşılaşır. Nijat Özön'ün uzun ve kişisel bir çabanın ürünü olan araştırmalarını ayrı tutarsak, ne yazık ki elimizde Özön'den öncesinde Rakım Çalapala ve Nurullah Tilgen'in dar kapsamlı incelemeleri dışında pek bir şey yoktur. Sonradan yazılan her şeyin -bu çalışmamız da dahil olmak üzere- aslında sadece bu temellere dayanmakta oluşu üzücü bir gerçektir.
*
Bu çalışmamızda belgeselcilik, oyunculuk, sinema yazarlığı vb. konuları -her birini ayrı bir araştırma konusu saydığımızdan- ele almadık.
Yine aynı şekilde belirtmeliyim ki, elinizdeki bu kitap yer yer bir tür ''derleme'' niteliği taşımaktadır; sık sık başka yazarlara -gerek belirli bir dönemi büyük bir canlılık ve heyecanla yansıttıkları, gerekse tartışılmaz yorum ve değerlere vardıkları için- konuşma olanağını tanıdım.
*
Okur, sanırım, belki bir ''tarih'' kitabına -daha doğrusu ''geleneksel'' bir tarih kitabına- uymayan gereksiz sayılabilecek örneklerle karşılaşacaktır. Sözünü ettiğim filmler bazıları, hatta çoğu, bırakın tarihi, o günün izleyicileri ve eleştirmenleri tarafından bile değerlendirilmeye alınmamıştır. Ama yanlış bir atılım bile zamanla belirli bir dönemin, bir yılın havasını son derece etkileyici bir şekilde verebilir.
*
Kaldı ki, bu kitap salt bir sanat araştırması, bir Türk Sinema Tarihi tarihi değildir. Konumuz sanatsal yapıtları ve tecimsel ürünleri, yapıcı kişilikleri ve izleyici memurları, doğru ve yanlış adımları, krizleri ve başarılarıyla genel olarak Türk sinemasıdır. Asıl amacımız bu sinemayı ''görüntülemek''tir.
*
Bu çalışmamızın ilk bölümlerinde ele aldığımız Türk sinemasının ilk altmış üç yılı (1896-1959) bir hazırlık dönemini oluşturur: her ne kadar bu hazırlık dönemi içinde Türk sineması ''konuşmaya'', yani kendine özgü bir sinema dili oluşturmaya başlıyor olsa dahi. Buna rağmen, bir sonraki kırk yıl, bütün o malzeme bolluğu, uç davranış ve örnekleri, krizleri ve aşırılıklarıyla ülke sinemasının en zengin, en olgun, en araştırmacı, tartışmalı, karmaşık, inişli çıkışlı ve güncel bölümünü oluşturacaktır.
*
Türk sineması 1960'larla birlikte ''neyi'' ve ''nasıl'' anlatacağını çok daha dikkatli ve kendi olanakları içinde bilinçli bir şekilde saptayıp çalışmaya koyulmuştur. O yıllardan itibaren Türk sineması, toplumsal ve siyasal olaylara, krizlere, çalkantılara, hükümet değişikliklerine ve bunların getirdiği özgürlüklere -aslında daha çok sınırlamalara- daha duyarlı olmaya başlamış -ya da olmak zorunda kalmış- ve kaçınılmaz bir paralellikle her türlü kriz, umut, hatta sendikal olaylardan cinselliğe, 12 Eylül öncesinden feminizme kadar her türlü belirgin etkin ''moda'' veya ''akım'' beyazperdede dolaylı veya doğrudan yankısını bulacaktır.
*
Türkiye'de devlet ve ordu desteğiyle kurulup ilk adımlarını atmış olan sinema, tek partili dönem boyunca serbest ve özel sermayenin bir ürünü olarak herhangi bir resmi destek ya da hükümetlerin somut bir ilgisine sahip olmaksızın kendi çizgisinde yürümüştür.
*
Türk Sinema Tarihi'ni hazırlarken olayları, kişileri ve ürünleri ülkemizde ortaya çıkan çeşitli durumlara bağlama zorunluluğu duydum. Çok bilinen ve çok tekrarlanan bir gerçek vardır: Herhangi bir ülkenin sinemasını ülke sorunlarından ve gidişatından soyutlamak olanaksızdır.
*
Üzerinde durmak istediğim başka bir değerlendirme yöntemi de şudur: Genelde Türk sinemasından söz edildiğinde aslında bir Yeşilçam Sineması'ndan söz edilmektedir; son derece pratik, bir hayli kolay ve giderek yanıltıcı olabilen bu tanımlama, beraberinde bir kodifikasyon endişesini de getirmektedir. Ticari yapımları ve yapıları, klişeleşmiş koruları, anlatım tik'leri, sanatsal / deneysel / özgün / amatör yapıtları ve yaklaşımlarıyla birlikte her ülke sineması, tarihsel perspektif içinde bir bütündür. Birini öbüründen ayırmak, estetik kaygı ve çeşitleme için olsa bile çeşitli yanılgılara ve değer dengesizliklerine yol açabilmektedir.
*
Türk sinemasında dönem dönem yaşanan enflasyonist yaklaşımı, bunun doğurduğu furyaları, duraklamalı, kriz ve geçiş yıllarını, tüm bunların ortaya attığı çözüm şekillerini ucuz ya da olumsuz olarak eleştirmek son derece kolaydır. Ama bütün bunlar siyasal / toplumsal / ekonomik süreçlere yerleştirilip açıklanmadıkları sürece varılacak sonuçlar, getirilecek eleştiriler sağlam ve geçerli bir temele dayanmış sayılamaz. Kaldı ki -tekrarlamakta belki yarar vardır- tarihçiyle eleştirmeni birbirinden ayırmak gereklidir: Tarihçi, nesnel bir yaklaşım içinde olaylar, kişiler ve ürünlerle ilgilenir, çeşitli yorumlarda bulunur, ama yargılamak onun görevi değildir. Yargı ya da övgü, tarihsel süreç içinde olumlu ya da olumsuz olan, bu tür bir yaklaşım uygulandığında kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Olumsuz ve zararlı sayılanı yerip suçlamak daima kolaydır. Olumsuz ve zararlı sayılanın nedenlerini saptayıp temeline inmekse bambaşka ve çok daha uğraştırıcı bir yöntemdir. Örneğin başlangıçta umut veren ve beğeniyle karşılanan bir sanatçıyı, sonradan değişik bir çizgi seçtiği için yermek, onun yorgunluğundan ya da tükenmişliğinden söz etmek zaman içinde aceleye getirilmiş birtakım değerlendirmelere neden olacaktır.
*
Tarihçi, burun kıvırmamalıdır; genelde çizmek istediği panoramanın gerçek bütünlüğünü bozmamak için değer ya da önem taşımayan ya da taşır gibi görünmeyen şeyleri bile dikkate almak zorundadır, çünkü var olmuş ya da var olanları görmezlikten gelemez, gelmemelidir; çünkü tarih, bilindiği gibi, küçük olaylarla da oluşur. Tarihçi geçmiş olaylar, kişiler ve ürünlerle belirli bir uzaklıktan -bir tür zaman tünelinden- baktığında bazen acımasız, bazen de fazla anlayışlı ve hoşgörülü olur. En doğrusu ve uygunu, hiçbir uç noktaya kaçmadan gerçekçi, nesnel ve ölçülü bir yaklaşım sergilemektir. Eksiklerimize ve kusurlarımıza rağmen böyle bir noktaya yaklaşabilmişsek kendimizi görevi başarmış sayacağız.
*
Türk Sinema Tarihi'nin 1960-1986 dönemini noktaladığımda her şeye rağmen oldukça iyimser ve aynı ölçüde temkinliydim. ''Kriz'' sözcüğü o dönemde gündeme yerleşmişti ve her seferinde olduğu gibi çareler aranıyor, teklifler ve öneriler sunuluyor, çıkış kapıları zorlanıyordu. Daha sonra, kriz iyice yerleştiğinde her şey denendi: Devlet yardımları, ortak yapımlar, sponsor bulma çabaları, Eurimages gibi uluslararası kuruluşlar vb.
Hâlâ tam oturmamış durumdaki film endüstrimiz, eski kalıplar ve yapım uygulamalarına tamamen sırt çevirerek yeni ve zorunlu bir yapılanmaya giriyordu. Eskiden olduğu gibi tasarısını destekleyip finanse edecek bir yapımcı bulamayan yönetmenler kendi yapım evlerini kurdular ve kendi yapıtlarına dağıtımcı aradılar. Eski endüstri zinciri (yapım, dağıtım, gösterim) yok olurken Amerikan filmlerinin giderek artan egemenliği, sinema salonlarının yetersizliği, yapımcılık maliyetlerini kabartan enflasyon eskiye göre çok daha farklı durumlar ve çözüm arayışlarını da beraberinde getiriyordu.
*
Türk sineması ve onu yaratıp yaşatanlar birdenbire bağımsızlıklarına kavuşma şansıyla karşı karşıya geldiler. Klişeler ve kalıplaşmış türler beyazperdeden televizyon ekranlarına geçerken bunları yaratıp destekleyen ''piyasa'' tarihe karıştığında yenilik ve özgünlük şart oluyordu. Değişen koşullar, getirdikleri tüm sorun ve zorlamalara karşın farklı heyecanlar ve umutlar yarattılar. Değişen teknikler ve donanımlar her şeye rağmen daha aydın ve ülkesinin sorunlarına daha fazla eğilen bir sinema anlayışını getiriyordu.
*
Kalıpların kırıldığı, deneyler ve deneysel boyutların ön plana getirildiği kesindi, ama bu hareketin içinde kullanılan kuramların ve belirlenmiş kesin hedeflerin olmayışı yüzünden geçilmesi gereken yolun üzerindeki birçok engel aşılamamıştı. Sayısız iyi niyetli çabalar ve denemeler her defasında beklenilen sonuçları doğuramayacaktı; eskiden sinema salonlarını doldurup Türk sinemasını yaşatan izleyici kitlesiyle kopan bağların çoğu elbette yeniden kurulamadı, kurulamazdı da, üstelik yeni bir izleyici kuşağını oluşturmak uzun zaman alacaktı.
*
Son on bir yıl içinde -sürenin nispeten kısa olmasına rağmen- birçok değişiklik yaşandı ve yaratıldı. Bugün durum gerektiği kadar açık sayılamayacaksa da on yıl öncesine göre çok daha belirgindir. Bazı filmlerin rekor düzeydeki hasılatları -nedenlerini araştırmak koşuluyla- umutları yeşertiyor olsa bile sinema gibi riskli ve sürprizlere açık bir gösteride aşırı heyecan daima kendi tehlikelerini yaratır. Bugün, iyi niyetle, bir ''rönesans''tan, bir ''yeniden doğmak''tan söz ediliyor, ama bu sözcüğü kullanabilmek için henüz çok erkendir, çünkü bilindiği gibi istisnalar kural oluşturmaz.
*
Sorun ''Yeşilçam öldü, yaşasın yeni Türk sineması'' değildir. Sorun, yapılanma denildiğinde gerçekten yapıyı kurmak, desteklemek, kaynakların sürekliliğini sağlamak, ulusal bir sinemanın bütünü olan karakterini belirtmek, bunu yurt içinde ve dışında kabul ettirmektir.
*
Tarihsel bir boyut ve yaklaşım içinde bir yapıtın sağlıklı değerlendirilebilmesi için belirli bir sürenin geçmesi şarttır. Bugün ilgi çeken bir film zaman içinde kolayca ''out'' olabilir. Aynı şekilde bugün fazla ilgi uyandırmayan bir başka film, yıllar sonra bir klasik konumuna ulaşabilir. Kesin yargı ve övgüler, güncelliği dahilinde genelde gazete sayfalarında kalırlar. Tarihsel perspektifte kalıcılığa erişebilmek için daha ölçülü ve nesnel olmak gerekmektedir. Tarihçi eleştirmen değildir, anlık heyecanlar ve duygusal değerlendirmelere kapılmadan aktarmak ve sonuçlar çıkarmakla yetinmelidir. Sonuç çıkartmaksa sadece bilgi ve belgelere dayanmakla olasıdır. (Sayfa: 9-11)
*
*
*
BU KİTABA AİT DİĞER PAYLAŞIMLAR:
*
*
BLOGGER HESABINDAN YAPILACAKTIR. İLGİLENENLERE..

30 Nisan 2025 Çarşamba

Daniel Defoe - Robinson Crusoe (Türkçesi: Akşit Göktürk)

 

Çevirenin Önsözü:
*
''Robinson Crusoe, on sekizinci yüzyıl başı İngiliz düzyazısının gündelik yalın dile dayalı özelliklerini, açıklayıcı işlevini yansıtan ilk uzun soluklu düşsel anlatıdır. Geniş halk kitlelerine seslenen ilk romandır İngiliz dilinde. Defoe'nun roman türünün babası diye anılmasının başlıca nedeni de budur.''
*
''Robinson Crusoe'nun böylesine sevilmesinin, yayımlanışından bu yana bunca okur kuşağını büyülemesinin bir ikinci nedeni, bu yapıtın, bireyciliğin ilk haklı yüceltilişi olmasıdır. Bu yönüyle sürükler kişiyi, ıssız adaya düşmüş gemiciyle kendi arasından özdeşlik kurar okur. Rousseau'nun Robinson Crusoe'ya duyduğu büyük hayranlığın nedeni bu özelliktir. Bireyin yalnızlığından göğeren yeni bir yaratıcılığın, yeni bir tarih bilincinin, uygarlığın yeniden üretilmesinin, doğanın yeniden alt edilmesinin coşkusundan doğan özelliktir bu.''
*
''Görüldüğü gibi, özellikle ilk iki bölümüyle Robinson Crusoe, anlatı yazınının tarihinde, romantik bir ülkünün, ün ya da onur gibi değerlerin ardından koşmayan, bütün çabasıyla eylemi kendi nesnel güvenliği ile rahatlığını sağlamaya yönelik olan ilk gerçekçi kahramanın dile getirilişidir. Bu alanda Defoe'nun yapıtından önceki örneklerin büyük bir çoğunluğu, zenginlik, ün, mutluluk, adalet gibi soyut ülküler uğruna göze alınmış serüvenlerin öyküleridir. Üstelik bunların çoğu, soylulara, din çevrelerine, kısacası, klasik gelenekle eğitilmiş beğenilere seslenen, yüksek tabakalıların beklentilerini karşılamaya yönelik, alegorik öykülerdir. Robinson Crusoe ise herkese seslenir, kahramanı sıradan bir kişidir. Yapmacıksız nesnel anlatımı, sıradan gündelik ayrıntıları konu edinmesi ile her çağda, her bireyin yaşamında anlam geçerliliği kazanır.
Robinson'un umursamaz güçleriyle didişen elleri, taş yontar, odun keser, çömlek yapar, ekin biçerken, bireyin onurlu bağımsız yaratıcılığını, yeni bir varoluş savaşımının coşkusunu kökünden kanıtlar. Bu coşkunun titreşimleri Rousseau'dan geçerek Fransız Devrimi üzerinden yüzyılımıza uzanacaktır.
Robinson Crusoe değişik dillerde birçok okurun gözünde düpedüz bir çocuk öyküsü olagelmiş, bu yapıtın Türk okurunca alımlanışı da aşağı yukarı aynı çizgiyi izlemiştir. Ancak bu yapıt daha derin anlamını, Aydınlanma Çağı'nda, evrenin karşısına dikilen, geleneksel katılıkları kırmaya, dünyayı usun gücüyle değiştirmeye çalışan sıradan kişinin, ''herkes''in destanı olarak verir bize. Onu dünya dillerinde yazılmış en büyük birkaç yapıttan biri durumuna yücelten özellik budur.''
*
Akşit Göktürk (Sayfa: 7-14)
*
''..bir suçu işlemekten utanmazken, sonra duyulan pişmanlıktan utanmak; insanı sırılsıklam budala gösterecek bir davranışta bulunmaktan sıkılmazken, bilge gösterecek vazgeçişten sıkılmak gibi.'' (Sayfa: 33)
*
''..hor kullanılmış bir mutluluk, çoğunlukla en büyük yıkımlara yol açar." (Sayfa: 56)
*
''Apansız gelen sevinçler, acılar gibi, sarsar ilkin.'' (Sayfa: 64)
*
''..bu dünyadaki en kötü durumlardan edindiğimiz yaşantılara dayanarak şu kuralı benimsemeliyiz; insan, her kötü durumda, avunacak, iyi yönlerle kötü yönler hesabında defterin alacak bölümüne yazacak olumlu noktalar bulabilir.'' (Sayfa: 84)

''Bir sabah, gönlümde büyük bir üzüntüyle Kutsal Kitap'ı açtığımda şu sözlerle karşılaştım: ''Seni hiçbir zaman bırakmayacağım, unutmayacağım da.'' Hemen bu sözlerin benim için söylenmiş olduğunu düşündüm, yoksa tam Tanrı'nın unuttuğu ya da bıraktığı bir kimse gibi, durumuma ağıt tuttuğum bir anda bu sözler böyle karşıma çıkar mıydı.? ''Peki öyleyse'' dedim ''Tanrı beni unutmadıktan sonra, bütün dünya unutsa ne çıkar.? Dünyayı kazanıp da, öte yandan Tanrı'nın esirgeyişini, bağışını yitirmek, şimdiki durumumla oranlanamayacak ölçüde büyük bir zarar olmaz mıydı.?''..'' (Sayfa: 133)

Görsel Kaynağı: https://victorianweb.org/art/illustration/cassell/23.html

''..her şeyin özünü deneylerle öğrenmek, bana kesin bir doğrulukla dünyadaki bütün güzel şeylerin, bize gerekli olanından fazlasının hiçbir işimize yaramayacağını anlatmıştı; bu güzel şeylerden, gerçekte gene başkalarına bırakmak üzere, nice çok yığarsak yığalım, bizim yararlanabileceğimiz, ancak kendi kullanabileceğimizdir, fazlası değil.'' (Sayfa. 150)

Görsel Kaynağı: https://learnenglish-new.com/easy-english-short-stories.../

''Biz böyleyiz işte. Tam tersi bir durumla karşılaşmadıkça, içinde bulunduğumuz durumun değerini hiçbir zaman anlayamayız; durumumuzun bize sağladığı yararları da ancak bunları yitirince görürüz.'' (Sayfa: 161)

Görsel Kaynağı:https://wordsworth-editions.com/robinson-crusoe-2/

''..her yaratığa yiyeceğini veren doğa, o yiyecekten nasıl yararlanılacağını da doğal bir yolla öğretiyor..'' (Sayfa: 169)

Görsel Kaynağı: https://victorianweb.org/.../cruikshank/crusoe/14.html

''Korku içinde bulunan insanlar ne gülünç kararlar veriyor.! Korku, onları kurtuluş için aklın gösterdiği yollardan yararlanmaktan alıkoyuyor.'' (Sayfa: 181)


''..büyük bir ışığın, Tanrısal Ruh'un aydınlattığı yetilerimizle, Tanrı Sözü'nü tanımakla artan anlayışımızla birlikte, bütün bu güçlerimizi ne bayağı bir yolda kullandığımızı görerek çok üzülüyor, neden Tanrı böyle kurtarıcı bilgileri milyonlarca candan esirgiyor, oysa şu zavallı vahşiye bakarak vardığım sonuca göre, bunlar bu duygularla bilgileri bizden çok daha iyiye kullanabilirler diyordum.'' (Sayfa: 231)

18 Nisan 2025 Cuma

William Golding - Sineklerin Tanrısı (İngilizce Aslından Çeviren: Mina Urgan)

 

Arka Kapak
*
"Sineklerin Tanrısı başlangıçta, ıssız bir adaya düşen çocukların serüvenlerini anlatan, küçükler için yazılmış bir öykü, R. M. Ballantyne'ın Mercan Adası'nın çağdaş bir uygulaması sanılabilir. Hatta Golding, kendine özgü buruk alaycılıkla, okuyucunun bu sanısını pekiştirmek istercesine, Sineklerin Tanrısı'nın başlıca iki kişisine Mercan Adası'ndaki çocuklardan aldığı Ralph ve Jack adlarını verir. Mercan Adası'nda Ballantyne, oldukça duygusal ve biraz da bön bir iyimserlikle, gemileri battıktan sonra Pasifik Okyanusu'nda ıssız bir adaya sığınan üç İngiliz gencinin, Büyük Britanya Uygarlığı'nın oldukça başarılı bir küçük örneğini nasıl yeniden kurduklarını anlatır. Golding'in Sineklerin Tanrısı'nda da bir mercan adası ve İngiliz çocuklar vardır. Ama altı ile on iki yaş arasında olan bu çocuklar, gelecekteki atom savaşı sırasında, güvenilir bir yere götürülmek üzere bindikleri uçak, bir saldırıya uğradığı için bu mercan adasına düşmüşlerdir. Ve bu mercan adasında olup bitenler, Ballantyne'ın romanında olup bitenlere hiç mi hiç benzememektedir..
Sineklerin Tanrısı'nda gördüğümüz ıssız ada da yeryüzünün cennetlerinden biridir. Çocuklar da bu adanın, okudukları Mercan Adası'na çok benzediğini söylerler. Ne var ki, başlangıçta bunu hiç sezinlemediğimiz halde, atom çağının çocukları, bu güzelim adayı her açıdan cehenneme çevireceklerdir.''

*

*

*

''Roger, bir avuç taş topladı, atmaya başladı. Gel gelelim, Henry'nin çevresinde, çapı belki altı yarda olan bir alan vardı ki, oraya taş atmayı göze alamıyordu. Roger'in eski yaşantısına bağlı ve gözle görülmediği halde henüz güçlü kalan kesin yasaklar, bu alanda egemendi. Analar babalar, okullar, polisler, yasalar, çömelen küçüğü korumaktaydı. Roger'in varlığından haberi olmayan, yıkılıp giden bir uygarlık, Roger'in kolunu koşullandırıyordu hâlâ.'' (Sayfa: 70)

*

''..korku sizlere zarar vermez, düşlerin zarar vermediği gibi..'' (Sayfa: 97)

*

*

*

Sonsöz:


''Golding, 1934'te hiç kimsenin ilgisini çekmeyen bir şiir kitabı çıkarmıştı. ''Şiir yazamadığım için düzyazı yazıyorum'' diye Golding, yirmi yıl sustuktan sonra 1954'te Sineklerin Tanrısı'nı (The Lord of the Flies) yazdı. Bir söylentiye göre, yirmiye yakın yayınevi bu kitabı basmaya yanaşmamıştı. Ne var ki, Sineklerin Tanrısı basılır basılmaz, Golding büyük bir üne kavuştu. Peter Brook, 1963'te, çağımızın klasiklerinden sayıldığı için, okullarda ve üniversitelerde okutulan bu kitabın oldukça ilginç bir filmini çevirdi.''
*
''Hamlet'i sadece bir öç alma tragedyası ya da Moby Dick'i sadece bir balina avı öyküsü saymak ne denli yanlışsa, Sineklerin Tanrısı'nı da çocukların için yazılmış bir serüven romanı saymak o denli yanlıştır. Hatta Sineklerin Tanrısı'na roman demek de yersizdir; çünkü bu kitap bir roman değil, gerçekçi bir anlatımla yazılmış olmakla beraber, bir alegoridir, yani simgesel anlamları olan bir öyküdür.''
*
''İngilizlerin Beelzebub dedikleri şeytanın Kutsal Kitap'taki İbranice adı, Sineklerin Tanrısı anlamına gelen Ba-al-z-bub olduğu için de Golding kitabına bu adı vermiştir.''
*
''Sineklerin Tanrısı, İkinci Dünya Savaşı'ndan kısa bir süre sonra, bu savaşta yıllarca çarpışan insanların birbirlerine nasıl kıydıklarını kendi gözleriyle görüp, birçok umutlarını yitiren biri tarafından yazılmıştır.''
*
Mîna Urgan (Sayfa: 249-261)

4 Nisan 2025 Cuma

Erich Maria Remarque - Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Türkçesi: Nihal Yeğinobalı)

 

''Bu kitap, ne bir şikâyettir, ne de bir itiraf.. 

Sadece, savaşın sillesini yemiş, aralarında mermilerden kurtulanlar olsa bile, yıkıntılardan kurtulamamış bir kuşağı anlatan bir denemedir.''

*

E. M. Remarque

*

''Yetke sahibi olanların da bizlerden daha derin ve keskin kavrayışa sahip, olgun, anlayışlı kimseler olduklarına inanırdık.
Oysa tanık olduğumuz ilk ö*lüm bu inancı kökünden sarstı. Bizim kuşağın aslında onların kuşağından daha güvenilmeğe layık olduğunu böylece anladık. Onlar ancak süslü cümleler kurmakta ve kurnazlıkta bizden ileriydiler.'' (Sayfa: 11)
*

''Onlar vatan borcunun dünyada her şeysen üstün olduğunu söylemişlerdi. Oysaki biz can çekişme acısının daha da güçlü olduğunu öğrenmiştik bile.! Ama sanılmasın ki bizler asiydik, kazan kaldırıcı, korkak, vatan hainleriydik.! (Onlar bu sözcükleri pek bol keseden harcıyorlardı). Hayır, vatanımızı biz de onlar kadar seviyorduk. Savaşa yürekle, seve seve katılmıştık. Ama yapmacıkla sahiciliği de ayırt edebiliyorduk. Gözümüz apansız açılıvermişti. Böylece onların dünyasından ortada hiçbir şey kalmamış olduğunu gördük.'' (Sayfa: 12)
*
''Diyelim köpeğini sen hep patatesle büyütüyorsun. Bir gün getirip bir et parçası koyar koymaz hemen atılır, kapar. Çünkü doğası gereğidir. İnsanoğluna da günün birinde biraz otorite ver, hemen atılır kapar. Onun da doğası gereğidir, çünkü. İnsan dediğin aslında bir hayvandan ibarettir. Ancak ekmeğe tereyağ sürer gibi biraz edep ve gösterişle hayvanlığını örter. Ordu bu esas üzerine kurulmuştur: Kademe kademe otorite buyurması şarttır. Yalnız bu otoritelerin gereğinden fazla olması işi bozuyor. Bir astsubay dilediği zaman erlerin canına okuyabiliyor. Teğmen aynı şeyi astsubaya, yüzbaşı teğmene, binbaşı yüzbaşıya yapıyor ve böylece çekiver uzasın. Böylece hepsi de kudretlerinden emin oldukları için, kendinden küçük rütbelileri ezmeyi huy haline getiriyorlar.'' (Sayfa: 35)
*
''Hele toprak.! Dünyada kimsenin gözünde toprak, bir askerin gözündeki kadar kutsal olamaz. Asker atış altında kendini boylu boyunca yere attığı zaman, ö*lüm korkusuyla yüzünü toprağa bastırıp, ellerini ayaklarını yere geçirdiği anda, toprak onun biricik arkadaşı, kardeşi, anasıdır. Asker korkusunu ve bağırışını toprağın sessizliği ve güveni içinde dindirir. Toprak onu bağrına basar, ona yeniden hayat verir. Bu yeni hayatın süresi bazen birkaç saniyeciktir. O zaman da toprak kollarını askere ebediyyen açar.'' (Sayfa: 44)
*
"Kim ne derse desin, savaşta at kullanmak, dünyanın en sefil alçaklığıdır.!" (Sayfa: 58)
*
"Gözümün önünde , hastanelerde gördüğüm korkunç sahneler canlanıyor: Zehirli gaz yutmuş olan erler sabahtan akşama kadar boğulurcasına öksürüyorlar ve kavrulmuş ciğerlerini parça parça, pıhtı pıhtı kusuyorlar." (Sayfa: 61)
*
''Barış sözcüğünü duymuyor muyum, başım dönüyor, sarhoş oluyorum.'' (Sayfa: 76)
*
''..''Savaş bizim için her şeyin tadını tuzunu kaçırdı. Biz bir işe yaramayız artık.!''
Hakkı var. Genç değiliz biz artık. Dağları devirmek, dünyayı fethetmek isteğimiz kalmadı. Tam tersine, kaçıyoruz. Kendi kendimizden, yaşadığımız hayattan kaçıyoruz. On sekiz yaşındaydık. Tam yaşamayı ve dünyayı sevmeye başlamıştık. Bizi bu dünyayı mahvetmekle görevlendirdiler. İlk bo*mba bizim yüreğimizin içinde patladı. Çalışma, çaba, ilerleme dünyasıyla ilişkimiz kesildi. Böyle şeylere inanmaz olduk.'' (Sayfa: 77)
*
''Okul duvarının dibinde, iki sıra halinde tabutlar yığılmış; sarı tahtadan, cilâsız, yepyeni tabutlar. Hâlâ çam, çıra, orman kokuyorlar. En aşağı yüz tane tabut.
Müller hayretler içinde, ''Hücum için ne mükemmel bir hazırlık.!'' diye söyleniyor.
Detering homurdanıyor: ''Bizim için bu tabutlar.!''
Kat öfkeyle, ''Saçmalama.!'' diye ona çıkışıyor.
Tjaden sırıtarak, ''Tabut bulursanız öpüp de başınıza koyun.!'' diyor. ''Zavallı nâşımızı bir muşamba örtüye sarıp sarmalayacaklar, o kadar.!''
Başkaları da şakaya başlıyor. Tatsız şşakalar bunlar ama adamın elinden ne gelir.? Tabutlar sahiden bizim için hazırlanmış. Askeri yönetim bu çeşit işlerde ateş gibidir, maşallah.!'' (Sayfa: 85)
*
''İnsan doğası görüp sevmeyi yalnızken öğreniyor.'' (Sayfa: 155)
*
''İnsan gözü denilen bir çift küçük noktada bazen ne derin acılar birikebiliyor.!'' (Sayfa: 156)
*
''..''Ameliyatın kaça çıkacağını bilsem.!'' diye söyleniyor.
''Sormadın mı.?''
''Doğrudan doğruya soramazsın ki.! Doğru olmaz. Sonra belki operatör ters anlar. Nasılsa annenin ameliyat olması şart.''
''Evet,'' diye düşünüyorum, ''bizim gibi hali-vakti yerinde olmayan kimselerin durumu böyledir. Bir şeyin fiyatını daha önceden sormaya cesaret edemeyip kaygıdan mahvolurlar. Oysa ötekiler, parası bol olanlar, her işte ilk önce fiyat konusunda anlaşırlar. Doktorlar da onların sormasını hiç ters anlamazlar.'' (Sayfa: 161)
*
''..şimdiye kadar sen benim için yalnızca bir fikirdin. Ben bu fikre göre davrandım. Hançerimi bir fikre sapladım ben.'' (Sayfa: 181)
*
''..bin yıllık bir kültür bu kanların dökülmesini önleyemezse, bu yüzbinlerce iş*kence odasının kurulmasına engel olamazsa neye yarar.?
Savaşın ne demek olduğunu ancak hastane belli ediyor.
Gencim ben, yirmi yaşındayım. Ama hayatta bildiğim tek şey umutsuzluk, ö*lüm, korku. Ve bir keder uçurumunun üzerine atılmış sığ, soytarıca bir neşe.. İnsanların birbirine nasıl düşman edildiğini, nasıl ses çıkarmadan, bilmeden, aptalca, uysalca, mâsumca birbirlerini ö*ldürdüklerini biliyorum. Yer yüzündeki en keskin zekâların bu iş*kenceyi büsbütün inceltmek ve uzatmak için silâhlarla sözler icat ettiğini görüyorum.
Burada ve başka her yerde, bütün dünyada, benim yaşımdaki bütün insanlar aynı şeyleri görüp öğreniyorlar. İnsanlığın bütün bir kuşağı, benimle birlikte aynı deneyimleri yaşıyorlar.
Şimdi hepimiz birden ayağa kalkıp babalarımızın karşısına geçsek ve hayattan aldığımız derslerin hesabını sorsak, acaba babalarımız ne yaparlardı.? Bir gün gelir savaş sona ererse acaba babalarımız bizlerden neler umacaklar.? Sanatımız, ö*ldürmek bizim. İlk mesleğimiz bu oldu. Yaşam üstüne bildiğimiz, ö*lümden ibaret. Sonrası ne olacak.? Bizim sonumuz ne olacak.?'' (Sayfa: 212-213)
*
''Kat cepheyi boydan boya dolaşmış bir öykü anlatıyor. Bir doktor varmış. Yoklama yapıyormuş. Önüne gelenlere başını kaldırmadan:
''Sağlam,'' dermiş. ''Cephede adama ihtiyacımız var.''
Tahta bacaklı bir adam gelmiş. Doktor gene başını kaldırmadan:
''Sağlam,'' demiş.
Bunun üzerine aksak-bacak, ''Efendim, benim şimdi bir tek tahta bacağım var,'' demiş. ''Ama cepheye dönünce inşallah kafamdan vu*rurlar da o zaman tahta bir kafa taktırır ve doktor olurum.''..'' (Sayfa: 221-222)
*
*
*

23 Mart 2025 Pazar

Cemal Bâli Akal - Burası Tanzanya mı, Karanfil.?


Arka Kapak

*
"Doğa hiçbir zaman uluslar,
kastlar veya sınıflar yaratmaz,
yalnızca bireyler yaratır" diyen düşünür
elbet Karanfil'i kocaman kucaklar.
Bize, çıkışlarını demir ağlarla ördüğümüz,
bütün odaları sadece birbirine açılan burası kalır.
İçini boşaltmayı bekleyen Troya Atı'nı
atlıkarıncaya binmiş bir çocuğun sevinciyle
yazılarına yerleştiren yazar için kahkahalarımız
sabır kadar sebat da ister.
Yoksa Cheshire Kedisi'nin sırıtışı bizi izler,
izlemeye devam eder..
*
*
*
1) Burası Tanzanya mı Karanfil.?


"..ekonomik kriz sırasında, Arjantin'de kişi başına düşen milli gelir Türkiye'dekinin iki katıymış. 2009'da aradaki fark iki katı da artmış. Allah Allah.! Orası Arjantin değil miydi.?
Mesele aydınlanıyordu. Evet bir ülkenin içinde bulunacağı zor koşullar yüzünden onu hor görmek çiğlikti, diplomatik teamüle de uygun değildi. Ama bunun ötesinde, hamlık altında yatan bir başka gerçek vardı. Dünyadan haberdar değildik ve bu bizi bayağı haddini bilmez kılıyordu." (Sayfa: 10)
*
''Dünyaya modernitenin sömürgeci gözlüklerinden bakıyor ve görmemek için direniyoruz. İtibar etmediğimiz ülkeler hakkındaki tüm bilgisizliğimize karşın, saygı duyduğumuz ülkelerin nerede olduğunu iyi kötü biliyoruz.! Ama periferiye doğru yol aldıkça, dünya da üstündeki ülkelerle ve daha acıklısı, insanlarla birlikte belirsizleşiyor. Ve de değersizleşiyor. Modernitenin başlangıcında sömürgecilikle dört bir yana yayılan merkez nasıl izliyorsa çevresini, biz de öyle izliyoruz.. Hor görerek. Hoyratça.'' (Sayfa: 11)
*
''Yakınlarda bir büyüğümüz daha, ''bizi Brezilya'yla kıyaslamayın, çok ayıp oluyor'' gibilerinden bir şeyler söyledi. Bu Brezilya dünyanın onuncu ekonomik gücüymüş söylentilere göre; kişi başına düşen milli geliri bizimkinden fazlaymış; demokrasi de işliyormuş.'' (Sayfa: 12)
*
''Derin ve siyah Afrika, Batılı için taşıdığı gizemli, sosyallik dışı, vahşi anlamı bizim için de taşıyor. Yamyamlar.! Dalga geçmeyelim, bu sözcük halk içinde hâlâ çok kullanılır. Ben, Afrikalı oyuncuya kızıp ona böyle seslenen bir kulüp başkanı da görmüştüm. Ortalık karışmadı; bu başka bir ülkede söylenseydi, neler olurdu acaba.?'' (Sayfa: 13)
*
''Teyzem evlerindeki ''Arap''tan sık sık ve elbette sevgiyle söz eder. Aslında derin Afrika'dan bir kadın. (..) Kölemiz on yaşlarındaymış eve getirildiğinde. Kaçırılan, satılıp dilini bilmediği yabancılar arasında yaşamaya mahkum edilen on yaşındaki bir kız çocuğunun kapkara yalnızlığı, çaresizliği, hüznü, korkusu ve farklılığını kabullenişi ne dayanılmaz olmalı. O evde büyümüş. Yeni adı da Karanfil olmuş. Kara bahtından mı, yoksa renginden mi, gizli bir çağrışımla, bilinmez. Ad koyucular kendilerini çok yormamışlar belli ki. ''Çiçek adı koyuyoruz da ilk dört harfi 'kara' olmasaydı bari.!' diye düşünmemişler.'' (Sayfa: 14-15)
*
''..her ne kadar, aynaya baktığımızda hayal kırıklığıyla ''en azından altı buçuk milyon yıllık muazzam bir üreme faaliyetinin sonucu bedensel/zihinsel açıdan bu mu olmalıydı.?'' diye sorsak da, unutmamamız gereken şey şu: Yolculuğa Afrika'dan başlamışız. Bu çok uzak başlangıç yök (aman.! lapusu düzeltiyorum) lök gibi ağır geldiği için mi, Afrika deyince ''yok canım, değildir'' diye geriliyoruz acaba.?'' (Sayfa: 17)
*
2) Siyasi İktidarın Şeyi Olabilir mi.?


''1980'li yılların sonunda, BM çerçevesinde yapılan bir araştırma sonucunda, ortaya ''üçte bir, onda bir, yüzde bir kuralı'' diye adlandırılabilecek bir orantısızlık çıkmıştı. Bu araştırmaya göre, dünyada kadınlar erkeklerden üç kat fazla çalışıyordu. Bu emek karşılığında kazandıkları para erkeklerinkinden on kat daha azdı. Ama asıl fark, erkeklerle kadınların sahip oldukları zenginlikler arasındaki farktı; erkekler kadınlardan yüz kat zengindi.
*
Öyleyse yeniden soralım: Siyasi iktidarın cinsiyeti ha.! Nasıl yani.? El cevap: 3-10-100, işte böyle yani.'' (Sayfa: 22)
*
''Siyasi İktidarın Cinsiyeti başlığının da metnin temel savına uygun olduğunu düşünüyorum, çünkü iddia ettiğim şey, doğru ya da yanlış, cinsiyet rollerinin bütünüyle ataerkil bir siyaset tarafından belirlendiğiydi. Tam tersine, söylediğime tam da uyan biçimde, Agacinski bağımsız bir kadınlıkla belirlenecek bir siyaseti tanımladığı kitabına Cinsiyetler Siyaseti adını verdi..''
*
Dipnot: Sylviane Agacinski, Cinsiyetler Siyaseti, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 1998. (Sayfa: 22)
*
''Siyasi travestizm, şu ya da bu biçimde erkeklere özgü alanlara giren kadınların, erkek gibi davranmak, erkek oyunu oynamak zorunda kaldıkları için değişime uğradıklarını anlatan kavramdı.'' (Sayfa: 24)
*
''Sık rastlanan bir olaydır, kadın sorunlarına ilişkin toplantılarda, kadınlar ara sıra kapılarını erkeklerin suratlarına kapatırlar. Bu durumda, bazı erkekler de, bas bariton bir sesle, bunun ayrımcılık olduğunu haykırarak şikâyet eder, kurtarmak için kendilerini paraladıkları şu kadın milletinin neden böyle nankörlük yaptığını sorarlar. ''Değil mi efendim.? Şu kadınlar anlayışlı erkeklere rastladıklarında onların kıymetini bilecek kadar basiretli olabilseler, hiç sorun kalmayacak ve kadınlar sonunda 'kurtarılmış' olacaktır. İnsanlık tarihinin başlangıcından beri, sistematik olarak tüm kapılar suratlarına kapatılmış ve kendilerine sığınacak fare delikleri bile bırakılmamış olan(*) kadınların, kendi sorunlarını, şu fedakâr kurtarma timinin bulunmadığı alanlarda tartışmaya yerden göğe hakları olamaz mı gerçekten.? Ve bunu her ne hikmetse birdenbire ayrımcılığı keşfetmiş çok anlayışlı ve pek eşitlikçi beylere anlatmak mümkün mü acaba.?''
*
(*) İntihal suçlamasına önlem almak için, ''kadınlara kaçabilecekleri en ufak bir delik bırakılmadı'' cümlesini Elizabeth Badinter'in Biri Ötekidir adlı kitabında kurduğunu belirteyim. (Afa, İstanbul 1992). (Sayfa: 28)
*
''Duyarlı kulakları tırmalaması gereken örneklerden biri:
*
Belki halkımızın yarısının, genelde işler ters gittiğinde, her daim hazır bir öfke ve düşmanlığı dile getirmek için bıkıp usanmadan başvurduğu, dile pelesenk olmuş bir ''nezih deyiş''te vagina ve coitus sözcüklerinin neden yer aldığını sorarak:
*
Nasıl bir fallik düşmanlık bu.?
*
Siyasi iktidarın gerçekten şeyi mi var yoksa.? Kopar gitsin o zaman. Mitoslardaki ''yamyam kadınlar'' bunu yapıyorlardı.. Demek ki başlangıçta da sorun siyasiymiş. Bir bakalım öyleyse: Nedir evrensel olan.?'' (Sayfa: 30)
*
3) Sofokles Tabii Hukukçu Bir Feminist Miydi.?


''...(Kendisine inanmaktan caydığım anda ''Averroes'' de uçup gidiyor).
*
Yıllar önce yabancı bir ülkede Durkheim(*) düşüncesi üzerine yazdığım yüksek lisans tezini Borges'in bu satırlarıyla tamamlamıştım.
*
Dipnot (*) Ne yapalım ki pozitivisttir.! Akademik kaderim, pardon kariyerim böyle çizildi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde yüksek lisans dersleri sırasında Marx üstüne çalışma yapmak istediğimi söylediğimde, Tarık Özbilgen gülüp ''Peki öyleyse, Durkheim üstüne bir ödev yapacaksın'' demişti. Daha sonra Gerard Duptat'ya Devlet konulu bir yüksek lisans tezi yazmak istediğimi söyleyince, o da gülüp ''Peki öyleyse, Durkheim üstüne bir tez yazacaksın diye buyurmuştu. Bugün itiraf etmek zorundayım ki, benden daha isabetli seçim yapmışlardı.. Deney insana şunu öğretiyor: Akademik hayatın ''elbette yalnızca samimi olan'' adayları, yüksek lisans tezinde dünyanın tüm sorunlarını çözmeye kalkışır ve batarlar; sonra daha mütevazı biçimde, doktora tezinde ülkelerinin tüm sorunlarını çözmeye kalkışır ve yine batarlar; biraz daha mütevazı biçimde, doçentlik tezinde şehirlerinin tüm sorunlarını çözmeye kalkarlar ve bir kez daha batarlar; iyice mütevazı biçimde, profesörlük takdim tezinde sokaklarının tüm sorunlarını çözmeye kalkışır ve tekrar batarlar; sonra yazmaya devam ederlerse ve artık ağızlarının payını almışlarsa, hiçbir sorunu çözmeye kalkışmazlar ve yazdıkları bir teze benzeyebilir.'' (Sayfa: 32)
*
''..şu soruyu soralım: Sofokles kimdi.? Yani Atina'nın en parlak döneminde Sofokles'i programlayan nesnel koşullar nelerdi.?
*
Döneme damgasını vuran elbette Perikles'tir ve Sofokles Perikles'in dostudur; ama bu dostluk çok açıklayıcı değildir. Çünkü aydın dostu Perikles sofokles'e hiç benzemeyen kişilerin de arkadaşı olmuştur.''
(..)
''Tragedya'nın dini ve siyasi bir olgu olarak, site insanının ve dünyasının (mitoslarla) anlamlandırılması olduğu düşünülürse, bu anlamlandırmada Sofokles, üstlendiği görevlere de uygun, muhafazakar bir duruşu temsil eder; oyunlarında insani dramla ilgilendiği ve tanrısallığa önem vermediği için halkın tepkisini çekip Atina'dan ayrılmak zorunda kalan Euripides, Anaksagoras, Protagoras gibi yeni fikirlerin taşıyıcıları karşısında.. Euripides Sokrates'in arkadaşı olduğuna göre Sofokles Sokrates'e de pek yakın sayılmaz; üstelik, Sofokles'e ilişkin kaynaklarda, şaşırtıcı biçimde Sokrates adına rastlanmaz..
Sofokles, kuşkucu Euripides ile dostları Anaksagoras ve Protagoras karşısında kuşkuculuk karşıtlığına paralel dindarlığıyla tanınmış, özellikle yaşlılık yıllarında sofuluğu artmıştır.''
*
''..yurttaşlar ya da siyasi arenaya girebilen özgür erkekler Site yasaları karşısında bir eşitlik ilişkisi içindedirler. Bu bağlamda, yurttaş olma imkanı bulunmayan, site yasaları karşısında hiçbir şey ifade etmeyen Antigone çifte bağımlılık içindeki kadındır; kadın rollerinin yalnızca erkekler tarafından üstlenilebildiği ve kadınların, meteklerin, çocukların oyunları yalnızca bir yurttaş ya da özgür erkek yanında izleyebildikleri ortamda.. Antigone'nin isyanı gerçek bir isyan mıdır yoksa geleneğe zoraki bir bağımlılık mı.?'' (Sayfa: 34-36)
*
''Hegel, Euripides'e kadar, güçlü ve sağlam karakterli trajik kahramanların, o temel çelişkinin belirlediği konumlarıyla hayranlık uyandırdıklarını, ama Euripides'le hayranlık yerine acıma duygusu uyandıran yeni bir tipin ortaya çıktığını söyler.'' (Sayfa: 37)
*
''Aslında Antigone, Kreon'la yaptığı son konuşmada, ailevi bağlara tutsaklığını, kaçınılmaz sonunu neden hazırladığını ve Sofokles tragedyası'nın özünü apaçık ortaya koyar: ''Ana olsaydım ve söz konusu çocuklarım ya da ölen kocam olsaydı, onlara karşı bu görevleri yerine getirmek için yasayı çiğnemezdim. Ne düşündüm öyleyse:? Kendime dedim ki, dul kalırsam yeniden evlenirim ve çocuğumu kaybedersem ikinci kocam beni yine ana yapar; ama anne ve babam artık hayatta olmadıklarına göre, bana bir kardeş verilmesine yönelik hiçbir umudum yok''. Ah Antigone (Ya da Sofokles).! Demek mesele buymuş; tanrısal yasayı insani yasaya karşı sonsuzca korumak değil.. Eteokles ölmeseymiş, yani kenarda bir kardeş kalsaymış, Antigone kardeşinin ka*tili olan bu kardeşin elini tutarak ve ölen kardeşin açıkta çürüyen cesedinin kokusunu içine çekerek, huzur içinde yaşayacakmış. Kutsal ailenin parolası: Kol kırılır, yen içinde kalır.'' (Sayfa: 38-39)
*
''Böyledir dünya, ne iyi ne kötü; kuşatılarak belirlenmiş kadınlarıyla ve de erkekleriyle.. O, Sofokles'in olmasını istediği gibi değildir ve Euripides'e göre, başka türlü olması için, kadınların henüz kimsenin duyamadığı şarkılarının söyleneceği dünyayı beklemek gerekir:
*
''Bir zaman gelecek, saygı duyulacak dişi cinse; / o yakışıksız, eski iftira / yapışıp kalmayacak üzerimizde, asla. / Modası geçecek eski çağların erkek ozanlarının / ve de yazdıkları sadakatsiz kadın şarkılarının: / Çünkü Foibos, müziğin sultanı / hiçbir zaman salıvermedi şiirsel ilhamı / kadınca kavrayışın içine, / yoksa ne temalar bulurduk biz şiirlere, / öykülerimizle dikilirdik erkeklerin karşısına''.
*
Efendim, (kuşkusuz büyük bir tragedya ozanı olan) Sofokles, bazı hukukçuların, tabii hukuk/pozitif hukuk çatışmasında, tarihin başkaldıran ilk kadın kahramanı Antigone üzerinden, gönderme yapmayı pek sevdikleri tabii hukukçuymuş.
*
Ben de soruyorum öyleyse: ''Euripides de kadın düşmanı bir pozitivist miymiş, neymiş.?'' İyi ki hayatta değil; ağzı pek bozuktur, ''salak.!'' derdi bana.'' (Sayfa: 41)
*
4) Edebiyat ve Hukuk Dersi Ahlaktan Değil Buluttan Yana Olmalıdır:

''Şairler dünyanın meçhul yasa koyucularıdır.'' * Shelley (Sayfa: 43) * ''Böyle bir arayışa uygun başlangıç örneği, Salâh Birsel'in Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu'da ''İki Tehlikeli Adam'' bölümünde anlattıkları yada bir şiiri yüzünden başına gelenler olabilir. 28 Şubat 1942'de Birsel'in ''Bulut Geçti'' adlı şiiri İnkılapçı Gençlik dergisinde yayınlanır: * Sen şimdi kocaman evinde oturursun Ve saçların artık eskisi gibi değil Geceleri yemekten sonra Çorap söküğü dikersin Belki de ellerin soğan kokar Senin kocan bir suratı çirkin adam Ağzı açık uyur Ve senin vücudun bozulur çocuk doğurdukça. * Bu şiirin neden olduğu edebi-hukuki kavgayı uzun uzadıya anlatmaya gerek yok; Birsel çok güzel anlatıyor çünkü. Hukuki bir süreci bile anlatmanın bir üslup meselesi olduğunu ve bu konuda da iyi yazılabileceğini öğreterek.. Sonuçta; ''yok artık.!'' dedirtecek biçimde, Birsel'in bu şiir yüzünden verilebilecek hapis cezasını kıl payı savuşturduğunu öğreniriz. Aslında kamuoyuna ve kamuoyunu oluşturanlara, hakim siyasi ve hukuki zihniyete bakılırsa, Birsel hapse girmekten şans eseri kurtulmuştur. Çünkü Refik Halit Karay şiir hakkında şöyle buyurmuştur: ''Bence bu şiir, yalnız evlenmeyi kötülememektedir; genç kızları ere varmaktan, evli olmaktan şiddetle tiksindirdikten başka, onları sadece bir eğlence ve nefis köreltme vasıtası olarak tanıdığını da anlatıyor, oynaşlığa, sürtüklüğe heveslendiriyor''. İstanbul Cumhuriyet savcı yardımcısı Hilmi Davaslıgil de adaletin şaşmaz kılıcını kaldırarak haykırmıştır: Bu şiir ''aile mevcudiyetini ve aile kurmak esasını sarsacak ve kadınlığın ana olmak hususundaki fikri temayülünü zayıflatacak'' niteliktedir ve Birsel ''açıkça çocuk doğurmamayı telkin'' etmektedir. Bilirkişiler Orhan Seyfi ve Mithat Cemal ise tiz perdeden ahlakçılar korosuna katılmışlardır: ''Bulut Geçti'' ahlak -ve aile- bozucudur. * Bulut ve ahlak.! Bilin bakalım hangisi daha gerçek.! Ama buluttan nem kapanlar da mazur tabii; ahlaktan değil, hep buluttan yana olan bir ''Edebiyat ve Hukuk'' dersi almamışlar ki.! Sahi, dersin adını ''Bulut ve Hukuk'' diye değiştirmeli mi acaba.? ''Sevgilinin saçına dokunmamak'' için, ''hangisi daha gerçek'' diye sormaktan kaçınıyorum.. * Bu olay, öğrenciler için iyi bir örnek sayılabilir.. Şiiri yüzünden Birsel'in başına gelen hukuki ahmaklık-saçmalık karışımına gülüşürlerken, onlara tehlikenin ortadan kalkmadığı, bugün de bir başka düzlemde ifade edilmesi suç sayılan benzer şeyler olduğu anlatılabilir. Kuşkusuz bunlarla da belli bir süre geçtikten sonra gülünebilecek ya da ağlanabilecektir. Ama anlamak, ağlanacak hale gülmekten iyidir. Şunu anlamaktan söz ediyorum: Yıllar boyu, hukukçular, bilir kişi olarak, karşılaştıkları her edebi ya da edebi olmayan metinde suç unsuru bulmayı keyifli bir alışkanlığa dönüştürüp rekor üstüne rekor kırdılar; şu sırada yere göğe sığdıramadığımız ve kendilerine mezar beğenemediğimiz sanatçılar ise yargılanıp mahkum oldular, baskıya uğradılar, sürüldüler, ö*ldürüldüler. Bu unutulmuş gibi yapılırsa, ''hukuki hafıza-i beşerin de gerçekten nisyan ile malul'' olduğunu söylemek gerekir.'' (Sayfa: 46-48) * ''Bugünün ve geleceğin hukukçuları acaba ifade özgürlüğüne ve ona sonsuzca muhtaç olan yaratıcılığa nereye kadar saygılıdır.? Marquis de Sade'ı okutmaya görün; ''Marki'yi Yakmalı mı.?'' diye soramazsınız bile; çoğunluğun onu yakmaya eğilimli bir ruh halinde olduğunu anlarsınız yalnızca. Ama ondan sonra da çerçeve halka halka büyür elbette. Hayata ve bir çağa ilişkin müthiş bir sorgulamayı, iki yetişkinin kendilerini kurulu düzenin ve değer yargılarının dışına çıkaran biçimde seçtikleri bir ilişki üstünden aktaran Robert Musil'in Niteliksiz Adam'ını da kolayca ateşe atarız o zaman.! Anlattığı dönemin ünlü bir davası üstünden hukuk ve adalet üstüne yazdıklarını öğrencilere sunma imkanından kendimizi yoksun bırakarak.. Na*zizm'in Avusturya'ya hakim olması üzerine ülkeden kaçan bir yazar söz konusu olduğu için bu örneği veriyorum.. Yoksa ''yakılacak kitap'', katl-i vacip yazar çok.. Duymak ve görmek istemediğimiz şeyleri kulağımıza ve gözümüze sokmaya çalışan.. Ama biz de ''direngen''iz.. Feministleri, eş*ci*nselleri, tran*sek*süelleri, azınlıkları, göçmeneri, ateleri, vicdani retçileri ve genel olarak kutsal ya da ahlaki saydığımız şeylere saygı göstermeyenleri, onları savunanlarla birlikte sustururuz.. Acaba bu ruh haliyle, Nazi Almanyası'ndaki kitap yakma törenlerinde ya da Stalin döneminde Isaac Babel'i ö*lüme yollayan duruşmada hakim olan zihniyetten çok mu uzaktayız.? Ve geleceğin hukukçularına, yasaklayıcı ve baskıcı zihniyetin ifade özgürlüğünü yok ederken, her türlü yaratıcılığı da nasıl kuruttuğunu ve zaten muhafazakar bir disiplin olan hukuk içinde bu zihniyetten korunmanın nasıl zor, ama tam da bu nedenle nasıl gerekli olduğunu anlatmanın iyi bir yolunu bulmak zorunda değil miyiz.? Burada bir ''Edebiyat ve Hukuk'' dersinin ölçülü nedeni belirebilir: Hukukçu tehlikeli olabilecek biridir. Bilirkişi raporu yazar, iddianame sunar, karar verir, savunur; derse de girer bu arada. Yani insanların geleceğini biçimlendirir. Ve bu oyunu da, sayısız örnekte görülebileceği gibi, acınacak kadar dar bir çerçevede oynayabilir. Hiç ufku olmayacak ya da bulutların hiç farına varmayacak kadar kör ve cahil olabilir. Şaşmaz sandığı doğruların, değerlerin, hukuk ve adalet anlayışının, siyasi yargıların, sosyal görüşün çok kısa bir süre sonra geçerliliklerini yitirebileceğini, hatta gülünçleşebileceğini ve onu traji-komik bir konuma düşürebileceğini, ama daha önemlisi, başkalarına ne kadar zarar verebileceğini sezemeyebilir. Yalnızca ''Edebiyat ve Hukuk'' dersi değil, başka dersler de, bu nedenle, insanları bazı hukukçuların ufuksuzluğuna karşı koruyacak önlemlerin alındığı dersler olmalıdır. Özerkliklere ve farklılıklara saygı duymayı öğrenme dersleri..'' (Sayfa: 48-49)
*
5) Bana Felsefe Yapma.!


''Benim muhatabım ''büyük söz''ün sahipleri. Onlar her fırsatta, evde, okulda, hastanede, hapishanede, kışlada ve de sair her yerde, ''sesimizi kısmamızı'', ''çenemizi kapamamızı'', ''çılgınlık yapmamamızı'', ''vıdı vıdı ve de tatava etmememizi'', ''dilimizi tutmamızı'' öğütlüyorlar bize.
*
İşaret parmağını dudaklarına götürüp bize sus diyen ve ihtiyata davet eden sevimli hemşire kızı severim. Spinoza'yı hatırlatır bana: Caute.!
*
Etika'dainsanın en zor denetleyebildiği şeyin dil olduğu söylenir: Bölüm III-Duyguların kökeni ve doğası-Önerme 2 Not'a göre, (..)
*
Yığınlar bir yana, en becerikli insanlar bile susmayı bilmez. İnsanların ortak kusuru, sessiz kalmaları gerektiğinde bile, niyetlerini başkalarına açmalarıdır. Ama tam da bu nedenle, insanın düşündüğünü söyleme ve öğretme özgürlüğünü yasaklayan bir yönetim, görülebilecek en baskıcı yönetim olacaktır. Tersine, kişiye bu özgürlüğü bağışlayan bu yönetim de ölçülü bir yönetim olacaktır. İnsanlara düşüncelerini açıklama özgürlüğü verilmelidir. Düşünceyi açıklamak kendiliğinden iyi bir şey olduğu için değil. Bu çoğunlukla düpedüz gevezelik de olabilir. Ama insan tutkulu bir yaratık olarak gevezedir, konuşmadan yapamaz. Öyleyse, burada, ifade özgürlüğü bu tabiat üstüne ve onu korumak için inşa edilecektir. Özgürlüğün temeli, insanın erdemleri, yüceliği, kusursuzluğu değil, tam tersine, onun tutkulu bir varlık olmasıdır. Açıklanan düşünceler, özlerinde iyi oldukları için değil, toplumun yararı için korunurlar. Spinoza'nın ısrarla belirttiği gibi, düşünceye karşı hoşgörü, sosyal barışın temellerini sağlamlaştıracağı için gereklidir.'' (Sayfa: 52-53)
*
''..sanatsal susturmanın doruğu elbette ''edebiyat paralama bana.!'' dır ya da ''hikayeyi bırak.!''. Sistemin edebiyat adı altında her ne yapılıyorsa ona karşılık olarak, yazarlarını sık sık hapisle, sürgünle, bazen ö*lümle taltif ettiğini görenler, elbette edebiyata böyle sağlıklı bir gerginlikle yaklaşacaklardır: ''Edebiyata medebiyata gerek yok, başımız ağrımasın yeter''. Peki öyleyse, başımız sağolsun.!
*
Hukuk dünyamızda ise ''edebiyat yapma.!''nın muadilinin ona pek benzeyen ''felsefe yapma.!'' olduğu kanısındayım..'' (Sayfa: 56)
*
''Spinozaca ''felsefe yapma'' imkanının yok edildiği bir ortamda.. Orada bin çiçek açmaz.'' (Sayfa: 58)
*
6) Etik Hukukun Neresinde.?


''Sözcük Yunanca Etike'den (etos) gelir ve ilk haliyle ''adetler'' demektir. Felsefi bağlamda da ''Adetler bilimi ya da davranışı yönlendirme sanatı''.. Ve hemen bir ilk zorluk, Etik sözcüğüyle Moral sözcüğü arasındaki ilişkide çıkar. Çünkü Latince Moralis (mores) de ''adetler'' demektir. Gelişmiş anlamıyla, ''bir toplumun adetlerini, alışkanlıklarını ve özellikle de kabul edilmiş ve uygulanmış davranış kuralları''nı anlatır.
*
Bu yakınlık, bazı tanımcıların Etik'le Moral'i düzanlamda eşanlamlı kullanmalarına yol açacaktır. Ama aradaki farkı vurgulayan tanımlar ağırlıktadır ve Moral ve de Etik deyince Kant'tan kurtulmak mümkün değildir: Örneğin formel ilkeler/maddi ilkeler ayrımından yola çıkan bir tanıma göre, hakkaniyet ve adalete ilişkin olan, yani evrensel olan Moral, bireylerin özeline, yani onların yararlarına ilişkin olansa Etik'tir. Yine de tüketilemeyecek kadar çok tanımda, bazen Etik'in Moral'e göre, bazen de Moral'in Etik'e göre daha genel bir nitelik kazandığı olur. Çeşitlemeleri artırmak mümkün yani, ama tam da bu yüzden, kafa karıştırabilecek çeşitli örnekleri sıralamak da..
*
Etik ve Moral arasındaki ayrımı vurgulamayı hedefleyen şu örneğe bakalım: Bir lisede öğretmenleri canından bezdiren ele avuca sığmaz bir öğrencinin (bu haylazı sevdim ben) atılmasını şanlı eğitimin bekası için gerekli sayan öğretmen takımının talebini ''Etik'' bulan biri, buna karşılık hiçbir öğrencinin okuldan atılamayacağını savunanların çıkışını da ''Moral'' buluyor.'' (Sayfa: 63)
*
''Ö*tenazi, kür*taj, açlık grevi gibi konularda Tıp etiğinin Hukuk etiğiyle sık sık çatıştığı olur, ama genel Etik'in buna getirebileceği kesin bir çözüm yoktur. Ve tüm bu sorunlar da bana kalırsa, genel Etik denen şeyin belirsizliğinden kaynaklanmaktadır.
*
Sorunu bir de hayali ve mizahi örneklerle açmayı deneyelim: Varsayım bu ya, akademik kariyere uzun eşek oynar gibi ''hooop haydaaa.!'' diye atlamak isteyenlerden bazıları yazma özürlüler ve hiçbir cümleyi yazım kurallarını çiğnemeden tamamlayamıyorlar. Ya da konuşmayı çok seviyorlar, ama belagat sıfır, hiçbir cümleyi burun üstü kapaklandırmadan bitiremiyorlar. Bu durumu ben, meslek etiği açısından sorunlu görebilirim, ama genel Etik (neyse.!) açısından bir sorun olduğunu söyleyebilmem zor. Buna karşılık, sözüm meclisten dışarı (varsayıyoruz değil mi.? telaşa gerek yok), diyelim ki bazı akademisyenler hiç çalışmadan, okuyup yazmadan yıllarca idare etmek gibi, Protestan etik ve ruh karşıtı bir yolu tercih etmişler. Bu sorunlarının en azından modern etiğe ilişkin olduğunu modern olanlar kabul edecektir. Ama içinde bulundukları ortamda herkes bu yolu seçecek olursa, ortada meslek etiği açısından herhangi bir sorun görmeyenler de çıkabilir.'' (Sayfa: 64)
*
''..unutmayalım ki, dünyamızın etiği kasvetli bir ödevler etiğidir. Bir işi severek yapmakla, ödev diye belleyerek nefretle yerine getirmek arasındaki derin fark burada kendini gösterecektir.. Kant ikincisini değerli bulacaktır.. Ya Spinoza.?''
*
''Comt-Sponville, zeka her şeyle alay eder, nefret ettiği ya da aşağıladığı şeyle alay ettiğinde bu ironidir, sevdiği ya da değer verdiği şeyle alay ettiğinde bu mizahtır, der. Emin değilim: Mizah asıl ikiyüzlülükten nefret eder ve onunla alay eder. Ve mizahın ya da erdemin doruğu insanın kendi ikiyüzlülüğüyle alay edebilmesidir. Önce kendini severek elbette..'' (Sayfa: 65)
*
''İki ayrı örnek verelim eğlenmek için: Bir başka ABD'nin şairi olan Walt Whitman, ''Asla boyun eğmemiş olanların, boyunduruk kabul etmeyen kişilikte insanların, yasaların, kuramların, anlaşmaların asla sindiremediği insanların yanındadır'' (Mavi Ontario'nun kıyısında). ''Önde olanın arkaya geçmesini, arkadakinin öne çıkmasını'', eski önermelerin yerine budalaların, kirli insanların yeni önermelerinin dikkate alınmasını''(Alt üst etmek) ister.. İnsanların uyanabilmesi için, kurtarıcılar avaz avaz bağırdıkları kürsülerden inmeli, oraya budalar, deliler çıkmalı, ca*nilerle yargıçlar yer değiştirmeli, gardiyanlar hapse girmeli, anahtarlar mahkumlara verilmelidir'' (Yer değiştirme). Whitman ezberimizi bu ona özgü etikle bozarken, meseleye tersinden yaklaşmayı seven Marquis de Sade, iki ateşli grup terapi arasında ''hukuk felsefesi'' yapar ve kalabalık bir Yatak Odası etiğinin geleneksel değerler karşıtı bir etik olduğunu anlatır..'' (Sayfa: 66)
*
''Bir tanım, başka tanımlara ihtiyaç duyarak esnemek zorunda kalıyorsa, ya onun eksik olduğu ya da bilinçli olarak kapıları açık bıraktığı düşünülmelidir.'' (Sayfa: 67)
*
''..yeni bir meşruiyet ilişkisini, yeni bir hukuk veya bu kavramın yerini alacak yeni bir haklar sistemini, ona özgü yeni bir etikle düşünebiliriz. ''Hukuk Fakültesi''ni ''Haklar Fakültesi''ne dönüştürecek bir etiği düşünmekten sözediyorum..
Beyin jimnastiği olur, faydalıdır.!'' (Sayfa: 68)
*
''Köleci bir toplumda hukuk ya da uygulamanın yasaya gönderilmesi, efendilerle köleler arasındaki eşitsiz güç ilişkisinin meşrulaştırılması olacaktır. Köleci toplumun hukuku, o toplumun bir parçası olan kölelerin konumunu onaylar, ama kölelerin hukuku değildir. Müfredat'ta kalsın elbet, ama unutmayalım, Roma Hukuku'nun karşısında her zaman Spartaküs olacaktır (etik ve epik kahramanım olarak da kalacaktır).. Köleci toplumun etiği de elbette köleci bir etiktir. Ortaçağ batı toplumunun hukukuyla etiğinin feodal ve Kutsal Kitap'a dayalı olması, ama bunların, toprağa bağlı ve haysiyet (sınıfsal bir paye olarak dignitas) yoksunu yoksul köylülerin hukuku ve etiği olmaması gibi.. Örnekleri çoğatıp günümüze gelebilirim; bazı hukukçuların ''Moral''lerini bozmak isteseydim.. Ama ''Ahlak''larını bozmak isterdim doğrusu.'' (Sayfa: 69-70)
*
''İnanın, çok isterdim, şaşmaz bir makina gibi, her türlü siyasi etkinin, etik ya da moral kaygının, öznel değerlerin ve elbette çıkarların ötesinde, tıkır tıkır çalışan, bir özerk hukuk aygıtının varlığını. Seksenli yılların rüyasıydı bu: ''Hukukun kıskacındaki siyaset''ten sözetmeye başlamıştık bile.. Ama bir aygıtın böyle çalışabilmesi için, toplumsal yapının ona uygun bir türdeşlik sunması gerekir. Köprülerin altından sular aktı ve doksanlı yıllar, hukukun bu anlamdaki bir üstünlüğünün olsa olsa ütopya olabileceğini gösterdi bize. Yeniden ''hukukun kıskacındaki insanlar''ı düşünmeye başladık; bambaşka bir bağlamda..'' (Sayfa: 70)
*
''Tutkuların gözleri kararttığı, insanların para ve paye ardında, özgürlüklerine koşuyormuşçasına, hırsla köleliklerine ve sonunda tabutlarına doğru savruldukları bu dünyada, çatırdayan bir sistemi genel olarak meşrulaştırmaya çabalayan etiklerle karşı-etikler her düzlemde çatışıyor. Bu dünyada, bu ülkede, belki aynı yastıkta bile (kocarken..).'' (Sayfa: 71)
*
7) Ah Erasmus, Eyvah Farabi.!


''Sahnede rolünü oynayan bir oyuncunun maskesini çıkarmaya kalkarsanız ve seyircilere onun gerçek yüzünü gösterirseniz, bütün masalı alt üst olmuş olmaz mısınız, bu yüzden de deli muamelesi görüp seyircilerin attığı taşlarla sahneden kovulmayı hak etmiş olmaz mısınız.? Yaşamın akışındaki her şeyi deli saçması görüp reddeden ve bunlara gülüp geçen bir adamdan hilkat garibesi ya da hayalet görmüş gibi korkup kaçmayacak biri olabilir mi.?'' (Erasmus, Deliliğe Övgü, Kabalcı, İstanbul 2009, s. 103, 105, 109) (Sayfa: 73)
*
''Hiçbir şey cehaletten daha küstah olamaz'' der Erasmus, Dorpius'a Mektup'unda. Öğrencilerimizi bu küstahlıktan koruyalım.
*
Aslında Kimsenin şaşırmayacağı (son derece inanılabilir şeyleri ''ah.! inanamıyorum'' diye karşılayan, en sıradan bir sürü olayı -örneğin tekme atınca gidip üç direk arasına giren bir topu- ''inanılmaz'' bulan bir toplum için de şaşırtıcı olan bu), yine de garip vakalar arasına girmesi gereken bu anket sonucunda, elbette, son eleştirilebilecek kişiler öğrenciler. Onları meraksız bırakan bir eğitimden geçmişler öncelikle. İşlerine yaradıklarını sandıkları şeylerin üstüne atlarken, efkar-ı umumiyenin ''para etmez'' saydığı şeylerle de bir türlü ilgilenemiyorlar. Ya da bir programdan yararlanmayı isterken, programa adını veren kişinin kim olduğunu, neyi temsil ettiğini öğrenmeyi gereksiz buluyorlar. En azından şu küçük resmî açıklamaya bile burun kıvırıyorlar: ''Bu program adını Hümanist din adamı ve Hollandalı ilahiyatçı Desiderius Erasmus'tan (1465-1536) almıştır. Erasmus, farklı kültürlerle beslenip zenginleşmek ve hümanist görüşünü geliştirmek için uzun yıllar boyunca Avrupa'da dolaşmıştır''. Tabii, böyle ''para etmez'' bir zenginliği hangi deli ister ki:
*
''Bilgelik insanları çekingen kılar, zaten bu yüzden halk tarafından bilgelerin yoksullukla, açlıkla, is kokusuyla özdeşleştirildiklerine, göz ardı edildiklerine, ayıplandıklarına ve hazmedilmediklerine tanık olursun; delilerse para içinde yüzerler ve devletin dümenine geçirilirler, kısacası her şekilde serpilip gelişirler''. (Erasmus, Deliliğe Övgü, Kabalcı, İstanbul 2009, s. 241)
*
Elbette, kimse öğrencilerin şu ya da bu düşünürden mutlaka haberdar olmalarını isteyemez. Ve bu açıdan Farabi konusunda, bana kalırsa, pek sorun da yok. Ne program biliniyor, ne de ona adını veren düşünür. Bilen bilir, bilmeyen bilmez, o kadar. Ama Erasmus'ta işin rengi değişiyor ve arıza çıkıyor. Çünkü program hakkında bilgi sahibi olan öğrenci sayısı hiç de az değil. Bunlardan biri, program konusunda ayrıntılı bilgi verdikten sonra, bu kez doğrudan Erasmus hakkındaki soruya, ''Kardeşim bu programla oraya gitmişti, çok güzel bir yermiş, hakkında her şeyi öğrendim'' yanıtını vermiş..'' (Sayfa: 77)
*
''..Farabi hakkındaki genel bilgisizlik, bizim için ''Erasmus'a alternatif'' diye bir çözüm de olamayacağını gösteriyor. Farabi programının yaratıcıları kendilerini aldatmasınlar -ki Erasmus yüzünden gerilmediklerine ve ona alternatif sunmadıklarına kimse inandıramaz beni. Ayrıca üzgünüm, Farabi de Aristotalesçi zaten; kaldı ki Aristotales'i de modernite bir Hıristiyan azizi mertebesine çıkardı; kapandan böyle kurtulmak mümkün değil yani.'' (Sayfa: 79)
*
8. Korkma Sönmez.. Çünkü Biz Bir Aile Değiliz


''Öğrencilerle aramın iyi olduğu bir düzlemde, onlara ''bakın, şimdi aramız iyi, sizlerden hoşlanıyorum, ama benim açımdan bunun nedeni tam da henüz hayatta yürüyeceğiniz yolu seçmemiş olmanız, yani mesleğinizin ahlakıyla henüz yoğrulmuş olmamanız, dolayısıyla da hakkınızdaki her türlü değerlendirmeyi anlamsızlaştıran yansız -belki de olumlu anlamda niteliksiz- bir konumda bulunmanızdır'' demiştim. Sonra da, ''ama ileride sayısız farklı yoldan birini seçip üzerinde yürümeye başladığınızda, bunu görme imkanım olsaydı, muhtemelen çoğunuz hiç haz etmediğim insanlar olurdunuz'' diye devam etmiştim.
*
Öğrencilerden biri, çok da alıngan bir tavırla, ''Aman hocam, bizi yetiştirin, iyi insanlar olalım, siz de sevmeye devam edin'' diye itiraz -ve de iyi- etmişti. Çünkü bu sayede, üniversite eğitiminde birilerini bir doğruya göre yetiştirmenin hedeflenemeyeceğini, benim doğrumun yalnızca benim doğrum olabileceğini ve kimsenin buna göre davranmak zorunda olmadığını, tüm mezunlar bana benzerlerse dünyanın ne kadar tekdüze, sıkıcı ve ayrıca her türlü farklılığın yok olduğu baskıcı bir dünyaya dönüşeceğini, tam da içinde bulundukları eğitim sürecinin, farklılıkları içinde yürümelerini sağlayacak donanımdan -yökün pardon yükün neredeyse tamamını öğrencinin sırtına yükleyerek- onları haberdar eden bir süreç olduğunu ya da olabileceğini anlatma fırsatı bulmuştum..
*
Verdiğim bilgilerin sizi asla taşıyamayacakları o yolda, ya kendi kendinize kattıklarınızın yardımıyla donanımlı yürüyeceksiniz ya da verdiklerimle yetinerek yürüyeceksiniz..
*
Donanımlı yürümek ya da yürümemek; ''işte bütün mesele bu''. Şair ''Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin.?'' diye çevirmiş dizeyi..
*
Elbette bu zorunluluğu da hiç unutmadan..'' (Sayfa: 88-89)
*
9) Akvaryumda Caz


''Caz heyecan verici bir müzik olmasının yanında, dünyevi bir müziktir; dünyanın bütün ülkelerinde aynı çıkarsız coşkuları, aynı tutkuyu doğurmuştur.. Avanak eleştirmenlerin, vahşilerin müziği diye adlandırdığı şey, bütün dünyada, ulusal özellikleri ve inançları aşan , boşalma ve sevincin müthiş darbesiyle önyargıları kovalayan ve uygar müzik sıfatını belki de tek başına hakeden benzersiz müziğe dönüşmüştür.'' (Boris Vian, Derriere la zizique, LGF, Paris, s. 57) (Sayfa: 93)
*
''Amis'e göre, Amerikan uygarlığının karakteristik bir ürünü olan ve popüler bir kültüre bağlı kaldığı halde, popüler bir ifade aracı sayılmayan caza tutkun Avrupalı'nın tavrında açık bir radikalizm gözlemlenmekteydi. Bir İngiliz gazetecinin dediği gibi, İngiltere'de, siyasi açıdan solda olmayan caz-sever bir aydına rastlamak mümkün değildi. Herhalde, cazı ''yozlaşmış sanatın paradigması sayan'' Hitler ve Goebbels'in bu müziğe olan düşmanlıkları da (*) söz konusu radikalizmi doğrulayan unsurlardan biriydi.''
*
(*) Diego Tatian ''Cernauti, Amsterdam, Pau'' adlı tebliğinde şunları söylemiştir: ''Janowska Kampı'nda bir SS subayı Yahudi kemancılara, mezar kazarlarken, yürüyüşlerde, iş*kenceler ve ku*rşuna dizilmeler sırasında bir tango çalmalarını emretmişti. Sözkonusu tango, Plegaria'nın bir tür na*zileştirilmiş versiyonuydu. Plegaria, otuzlu yılların sonlarına doğru Avrupa'da orkestrası büyük ün kazanan Arjantinli Eduardo Bianco'nun bestesiydi -ve bu orkestra, tangoyu ''yozlaşmış sanat''ın paradigması saydıkları caza tercih eden Hitler ve Goebbels'in önünde çalmaya da gelmişti. Plegaria aynı biçimde Maidanek ve Auschwitz kamplarında da kullanılmıştı. Giderek, ''ö*lüm tangosu'' deyimi, bir grup Yahudi ö*ldürülmek üzere götürülürken çalınan herhangi bir müzik parçasına gönderme yapmak üzere, kamlardaki tutsaklar tarafından da kullanılır oldu.'' (Sayfa: 94)
*
''İyi jass'lar..
*
Yasakkoyucudan epilog
*
Jazz muzırdır.
*
Serserilik ve uy*uşturucu düşkünlüğüyle ilişkili olduğu, er*otik özellikler taşıdığı ileri sürülürken, gözde çalgılarından ''saks''le se*ks sözcükleri arasındaki benzerliğe dikkat çekilir. Amerika'dan gelen, Afrika kökenli bu bulaşıcı müzik hızla yayılıp uygarlığı tehdit etmektedir. Bu yüzden onun yakından izlenmesi, jazz etkinlikleri görülen yerlerde ''jazz denetleme istasyonları'' açılması, jazz yapan ve dinleyen riskli kişilerin fişlenmesi, yabancılardan temiz kağıdı istenmesi, göstermeyenlerin jazz virüsü taşıyıp taşımadıklarının belirlenmesi ve nefeslilere mutlaka ''surdin'' takılması gerekir.
*
Yoksa ''cızz'' olur.'' (Sayfa: 98)
*
10) Cozanlı Carlos Cordoba'da Neden Hüzünlenir.?


''..bana kalırsa, ulus-devlet sürecini aşabilecek eşitlikçi bir toplu yapılanma için Avrupa Birliği'ne bel bağlamamak gerek. İddiaya girerim, bu (bir)leşmeden bir şey çıkmaz. Önü asla alınamayacak bir küresel göçle birlikte yabancı düşmanlığı da arttıkça Avrupa'nın özellikle batısındaki ve kuzeyindeki ulus-devletler giderek birbirlerinden kopacak ve içlerine kapanarak savunmaya geçecekler. Yakında Merkel, Sarkozy ve Berlusconi'ye rahmet okutacak liderlerle karşılaşırsanız hiç şaşırmayın. Irkçılar giderek palazlanıyor. Bu ülkelerin aralarında hiçbir kültürel empati olmadığını da biliyoruz. Pastadan da vazgeçemeyecekler. Şimdiye kadar yalnızca birbirleriyle iyi savaşabileceklerini gördük. Avrupa Birliği, üstünde salt postmodern felsefe yapma imkanı verecek ya da sözüm meclisten dışarı bazı ülkelerde -kendi kendilerine bir türlü demokratikleşemedikleri için olsa gerek- demokratik alışkanlıkları yerleştirecek bir hûlya ise mesele yok. Ama o zaman da hamhayal var, hayal var. Bence umut Latin Amerika'da; öylesine kıl payı değişiklikler yetebilir ki, gerçek bir birliktelik için.. Hayali bile cihana değer; yeter ki sözcü Chavez olmasın..'' (Sayfa: 101)

Giovanni Scognamillo - Türk Sinema Tarihi (Kabalcı Yayınları)

  ÖNSÖZ, Giovanni Scognamillo * Bir tarih kitabını yazmak -ister bir çağın, bir ulusun ister bir sanatın tarihi olsun- sadece o çağın, ulusu...