5 Şubat 2024 Pazartesi

İsmet Zeki Eyuboğlu - Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü

 
İKİNCİ BASIMIN ÖNSÖZÜ:
*
''..ülkemizde dilimize karşı ne denli yaygın bir ilginin bulunduğu anlaşıldı. İlk çalışmaya karşı, ilginin yanında, büyük bir tepkinin de yeralması pek şaşırtıcı olmadı. Yaşamı süresince başkalarının çalışmalarını derleyip toplamakla, başkalarının emeklerini sömürmekle bilgin geçinen kimi dilcilerimizin olumsuz s*ldırılarından ürkmedik, uyguladığımız özel araştırma yöntemimizi sürdürdük. Başkalarının çalışmalarından yararlanmakla birlikte onlara bağlı kalmadık, kendi kişisel düşüncelerimize dayalı yorumlarımızı sergilemekle yetindik. Dil gibi çok karmaşık bir sorunlar alanında belli yetkelere bağlanmak, boyuna başkalarının izinden giderek kişisel görüş bildirmekten kaçınmak verimli bir tutum değildir. Türk dilinin kökenlerini araştırmanın birinci koşulu sağlıklı bir dil felsefesi bilgisi edinmek, bu felsefenin ışığında yürümeyi bilmek, araştırılan sorunlara bu felsefenin yöntemiyle yaklaşmaktır.
Dil alanında sağlam bir felsefe bilgisi olmayan kimsenin araştırmaları ne denli kapsamlı, verimli olursa olsun doyurucu içerikten yoksun kalır. Bir topluluğun dilinde, o topluluğun yaşama anlayışını, yaşama biçimini, olaylara, doğaya bakışını yansıtmayan sözcüklerin hepsi yabancı kökenlidir, bunda kimsenin kuşkusu olmasın. Kavramlarını üretirken somuttan soyuta yönelmeyi başaramayan bir toplumun dilinde, soyut varlıkları içeren sözcüklerin bulunması bir olasılıktan öteye geçemez. Bir sözcük kavrama dönüşürken, onu konuşan topluluğun düşünce alanında sağlıklı bir yer edinmesi gerekir. Bir toplumun düşünce ortamında bulunmayan şeyin kavramı da yoktur. Kavramlar düşünsel içeriklerin taşıyıcısıdır. Türk dili, tarihi boyunca hep yabancı uzmanların ilgisini çekmiş, onların verimli bir çalışma alanı durumuna gelmiştir. Dahası, Osmanlı döneminde Türk diline ''Türk dili bile denmemiş, yakıştırma bir ''Osmanlı'' sözcüğüyle yetinilmiştir. Yüzyıldan bu yana Türk diliyle ilgili çalışmaları sürdüren Türk kökenli uzmanların çoğu da Türkiye dışından gelmiştir. Bu kişilerin ''Türk Dili'nden anladıkları da çokluk Orta Asya Türkçesidir. Orta Asya Türk'ü somutu düşünen, soyuttan kaçınan bir varlıktır. Bu, onun, tanrılarını bile ''yer tanrı'', ''gök tanrı'', ''su tanrı'' diye adlandırmasında görülen nesnelleştirmeden anlaşılabilir. Asya Türkünün düşünsel evreninde soyut bir tanrı yoktur demek. İşte bu çıplak gerçeği kavrayabilmek için felsefe öğreniminden geçmek gerekir. Bu nedenle dilcinin bilge olması kaçınılmazdır, dilin gerçeğini ancak, bilge dilci kavrayabilir kanısındayız.'' (..) ''Türk dilinin kökenbilim sözlüğünün eksiksiz olarak ortaya konması, önceleyin Türk düşüncesinin kaynağını, gelişim aşamalarını, içeriğini bilmeyi gerektirir. Türk insanı hangi koşullar altında doğaya yönelmiş, hangi ilkelere göre yaşamını biçimlendirmiş, hangi kurallara dayanarak çevresini kuşatan nesnel varlıkları adlandırmıştır.? Bu soruların yanıtını, felsefe ışığından yararlanamayan bir bilginin, bir uzmanın bulması olanaksızdır. (..) ''Bir sözcüğün yapısına ses düzenine bakarak Türkçe olup olmadığını söylemek kolaydır, güç olan sözcüğün kavrama dönüşürken oluşan içeriğini açıklamaktır. Yabancı bilgin, sözcüğün dış görünüşüne bakarak yargısını verirken, kavramsal içeriğin özelliğini gözden kaçırıyor, daha açığı düşünemiyor.'' (Sayfa: V-VI)
*
''Bir dilci birçok başka dil bilebilir, bu durum kendi dilinin anlamsal içeriğini kavramaya yetmez, o dilde düşünmek, o dilde düşünsel bir ortam oluşturmak temel koşuldur. Bir dilde konuşup yazmak o dili bilmek değildir, önemli olan o dille düşünmek, üretmek, düşünsel bir alan yaratmaktır. (..) Dilin yüzeysel özelliklerine bakarak kökenine inmeye çalışmak yanıltıcıdır, saptırıcıdır. Kökte bulunmayan anlamı, sözcükte aramak da dil bilincinden yoksunluk demektir.'' (Sayfa: VIII)


BİRİNCİ BASIMIN ÖNSÖZÜ:
*
Türk dilinin oluşma çağını, gelişme aşamalarını kesin olarak açıklamak, bundan bilimsel sonuçlar çıkarmak kolay değildir. Bu güçlük, önce ''Türk'' sözcüğünün yeni olmasından, ilk kez 8. yüzyılda Orkun Yazıtları'nda görülmesinden, sonra bu adı alan ulusun tarihi boyunca belli bir yerde değil de çok dağınık ülkelerde, birbirinden uzak bölgelerde yaşamasından kaynaklanır. Kimi tarihçilere göre Türk topluluğu, Orta Asya'da İÖ. 3000 dolaylarında vardı, düzenli bir yaşama biçimi, uyumlu bir topluluk içinde varlığını sürdürüyordu. Ancak, böylesine eskilere giden görüşlere karşın, elimizde bulunan yazılı kaynaklar, yazıyla saptanan belgeler ''Türk'' sözcüğünü 8. yüzyıldan öteye götüremiyor pek. Türk adıyla anılan topluluğun Orta Asya çıkışlı olduğu savı benimsendiğine, Orta Asya'da da çok eski çağlarda insanların yaşadıkları, kazıbilim verilerinden, insanbilim (antropoloji) buluntularından anlaşıldığına göre epey eski olması gerekir. Yine de, bugün bu eksikliğe dayanılarak, Türk dilinin beşbin yıllık bir geçmişi olduğu kanıtlar-belgeler gösterilerek saptanamaz. Dil bakımından saptanması da gerekli değildir. Bir insan topluluğu yaşadığına göre dilinin bulunması da gereklidir, dilsiz bir topluluk düşünme olanağı yoktur. Bu durum yalnızca Türk dili konusunda geçerli değildir, çağımızda yaşayan ulusların çoğunda böyledir. Bugün kimse çıkıp beşbin yıl eskiye giden bir Latincenin, bir Grekçenin varlığından sözedemez, elde böyle bir savı güçlendirecek belge yoktur (yazılı olarak). Buna yazının yeniliği engeldir. Dilin ayakta durmasını, yaşamasını, yayılmasını sağlayan yazıdır. Yazının kullanılmadığı yerde dilin çok dar sınırlar içinde kaldığı, geçerliliğini uzun boylu sürdüremediği açıktır. Bugün Sümer, Akad, Kopt, Çin, Hind, Hitit bg. eski toplulukların dillerinden sözedilebiliyorsa yazıya dayanıldığı tartışma götürmez. Yazıya dayanmadan günümüze kalan bir ilkçağ dili yoktur. Bir deneme olmaktan öteye geçemeyen bu çalışmamızda tek dayanağımız yazılı belgelerdir. Yazıyla saptanmayan, belgelenmeyen görüşlere yer vermedik, vermeyi de gereksiz bulduk. Dil insanla, insan dille vardır, ancak dili yaşatan, geçmişten geleceğe taşıyan yazıdır.
*
Türk dili üzerine çalışan bilginlerin ortaya attıkları değişik görüşlere göre, Türk dilinin kaynağı Orta Asya'dır, Türk insanı oradan çıkmış, dört yana yayılmıştır. Bu yayılma, daha çok, doğudan batıya doğru gerçekleşmiştir. Bilginler bu tarih olayına dayanarak, Türkçenin çok değişik öbekler oluşturduğunu, bunun da sonradan yerleşilen yerlerle bağlantılı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Bugün, elimizde bulunan yayınlara göre, kırkın üstünde Türk dili öbeği vardır. Büyüklü küçüklü birimler oluşturan bu öbeklerin kimi ayrı bir dil niteliğine bürünmüş gibidir (Çavuş, Yakut, Kırgız bg.). Bu değişik öbekleri anlamak, açıklamak yalnızca konuyla ilgilenen uzmanların işidir artık. Günümüzde Asya Türkçesi, Anadolu Türkçesi (bütün komşu ağızlarla bütünlük içinde) diyebileceğimiz iki büyük öbek vardır. Buna daha geniş anlamda, Doğu Türkçesi-Batı Türkçesi diyenler de vardır. Biz, burada, bu öbekler üzerinde durmadık, o ayrı bir araştırma alanıdır. Bizi ilgilendiren, daha çok, ''Türk dili''nden anladığımızdır. Çalışmamızda eski Türkçe (es. tr.) diye nitelediğimiz Orta Asya Türkçesidir, onun gelişim çizgisinde yürüyen Asya öbekleridir.
*
Çalışmamızda, kendimize göre, bir yöntem uygulayarak, iki ilke benimsedik. A- doğal varlıkların çıkardığı seslerden kurulu sözcükler (Türkçe sözcükler). B- baaşka dillerden Türkçeye geçerek değişen ya da olduğu gibi kalan sözcükler (yabancı kaynaklı sözcükler). Birinci bölüme girenler kışkırtmak, böğürmek, uğuldamak, çağlamak, çınlamak bg. sözcüklerdir. Bu tür sözcüklerin açıklanışında, başka bir görüşü benimseyenlerin izini sürmediğimiz gibi kaynak arama gereğini de duymadık. İkinci bölüme girenler ise nereden geldiği çok açıkça bilinen sözcüklerdir. Sözgelişi mendil, kalem, defter, destek, fener, lamba, günlük, kâse, çekiç bg. Bunlar için de kaynak arama gereğini duymadık. Bugün kimse çıkıp kalas, damacana, kandil, iskemle, iskelet gibi sözcüklerin açıklanışında araştırıcıyı kaynak gösterme gereğinde bırakmaz. Araştırıcı bu sözcüklerin geldiği dilleri biliyorsa, başkalarının tanıklığına başvurması işi uzatmaktan öte bir anlam taşımaz. Farsa bilen bir kimse duvar, dost, düşman, ney, şamdan sözcüklerinin Türkçeye nereden geldiğini anlamakta güçlük çekmez. Ancak, bu sözcüklerin kaynağını araştırma gereği duyulursa, o da Farsçanın kökenini konu edinenin işidir. (Sayfa: XI-XII)
*
''8. yüzyıldan beri islamlaşmaya başlayan Türk toplumu, özellikle İran, Anadolu bölgelerinde ski dilini atarak Arap, Fars dillerinden sözcükler almayı hızlandırmıştır. Selçuklu döneminde Farsça, Osmanlı döneminde Arapça Türk diline yeğlenerek başat duruma getirilmiş, kimi padişahların da aralarında bulunduğu yazarlar-ozanlar Türk dilini beğenmemek şöyle dursun kötülemekten bile geri kalmamışlardır. Sözgelişi İkinci Bayezid bir şiirinde:
*
Değme etrak ne bilsün gam-ı aşkı Adli
Sırr-ı aşk anlamağa haylice idrâk gerek
*
diyerek Türkleri (etrak) yermekten kaçınmamıştır. Atayi de:
*
Ser-efraz itmese ilmin tâcı
Türk'ün asılmak olur mi'raci
*
diyerek Türk'ü küçümsemiştir. Sûzî Çelebi ise:
*
Bıçağ irdi sünüge Türk elinden
Koyunun sorma halin gürk elinden
*
dizeleriyle düşüncesini açıklamıştır. Öte yandan Sünbülzade Vehbi:
*
Fârisiden Arabiden iki şehbâl gerek
Tâ ki pervâz-i bülend eyleye anka-yi sühan
*
diyerek şiirde derin anlam bulmanın ancak Arapça-Farsça ile olabileceği düşüncesini sergilemiştir. Hoca Sadeddin Efendi de bu görüşü benimsemiştir:
*
Bâşına tâc aldı çıkdı ol pelid
İtdi bî-idrak Etrakı mürid
*
dizeleriyle Türk'ün anlayışsız, görüşsüz olduğunu vurgulamıştır. Bu örnekleri istediğimiz gibi çoğaltabiliriz. Oysa bu olumsuz tutumun ne denli tutarsız bir sonuç doğuracağını önceden gören Âşık Paşa:
*
Türk diline kimsene bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
İnce yolı ol ulu menzilleri
*
dizeleriyle sergilemekten kendini alamamıştı. 16. yüzyılın başlarında yaşayan Mesihi bu durumu görerek:
*
Mesihi gökden insan sana yer yok
Yüri var gel Arab'dan ya Acem'den
*
dizeleriyle kanısını açıklamıştır. Türk'ün, Türk dilinin böyle küçümsenmesi, yerilmesi, üzerinde durulmaya değer bir konudur. Bunda İslam dinine girmenin yarattığı eğilim açıklığa kavuşmuştur. Nitekim birçok Türk ozanının Arap kökenli olmakla övündüğünü biliyoruz. Ozanlar, Türkçe yazmanın, şiir düzmenin güçlüğünü, anlamsızlığını söyleyerek Arap-Acem dillerine yönelmekte yarar görmüşlerdir, bunu açıklamakta da bir sakınca olmadığını ileri sürmüşlerdir. Anadolu Türkçesinde, özellikle 13. yüzyılda, Türk diline karşı çıkılmış, Mevlânâ neredeyse yüzaltmışbini aşkın dizesinde hep Farsçayı yeğlemiştir. Onun şiirlerinde geçen Türkçe dizeler bir iki dörtlükten öteye geçmez. Bu durumu gören Karamanoğlu Mehmed Beğ işe elkoyup bütün yönetim kurumlarında Türkçe konuşulmasını, yazılmasını bir buyrultu ile yasallaştırmıştır..'' (Sayfa: XVII-XVIII)


''..üzerinde durulması gereken konu Türk dilinin yapısıdır. Araştırıcılar, Türk dilinin Ural-Altay dilleri öbeğinden olduğunu öne sürerler. Bu dil öbeğinin başlıca özelliği, sözcük köklerinin çekimle değişmemesi, bütün çekimlerin köke getirilen eklerle sürdürülmesidir. Oysa Hint-Avrupa dillerinde sözcük kökleri çekimle değişir, başka bir biçime girer. Durum Arapçanın içinde bulunduğu dillerde de öyledir. Arapçayı iyi bilmeyen bir kimse ''istiklâl'' kavramının ''kılle''den türediğini anlayamaz. Latince'nin yapısına yabancı bir kişi''ratio'' sözcüğünün ''reor''dan oluştuğunu göremez. Grekçe'nin özünü öğrenemeyen bir uzman da ''logos'' kavramının ''lego'' ile bağlantısını bulamaz. Acemce konusunda yeterli dil bilgisi olmayan bir aydın ''kâr''ın ''kerden''den türediğini anlayamaz. Alman dilinin gelişim aşamalarını öğrenmeyen bir düşünürün ''Staat'' (devlet) sözcüğünün ''stehen'' (ayakta durmak) eyleminden kaynaklandığını bilmesi olanaksızdır. İşte Hint-Avrupa dillerinin başlıca özelliği budur. Kavramları oluşturan sözcük türleri, ilk bakışta anlaşılamayacak biçimde değişir.
Türk dilinde yukarıda açıklanan özellikler yoktur, sözcük köklerinin kavranamayacak nitelikte başkalaşması söz konusu değildir. Sözgelişi ''bil'' kökünden türeyen bütün sözcüklerde bu kök olduğu gibi kalır, türetme işlemi yalnızca birbirini izleyen eklerle sağlanır. Eylemin çekiminde kök özelliğini, yapısını korur.'' (Sayfa: XVIII-XIX)
*
''Dilin korunması, onunla yaratıcı olmayı, ürün vermeyi, geliştirici bir atılımla ilerlemeyi gerektirir. Eski alışkanlıkların etkisinde kalarak dilde üretici olmayı engellemek, dili savunmak değildir. Dili savunmak, dilin yapısı gereği yapılacak olanı bilmektir. (Bk. Eugene A. Nıda, Dilbilim Üzerine Tartışmalar, çev. Özkan Başkan, İstanbul 1973)'' (Sayfa: XXIII)
*
''..Osmanlı aydını Türkçe sözcüğü atıp yerine Arap-Acem kökenli bir sözcük alırken onun da yapısını değiştirmekte sakınca görmemiştir. Sözgelişi ''etrâk'' sözcüğü ''Türk''ün arapçalaştırılmış biçimiyle ''Türkler'' demektir. Osmanlı Türkler demeye yanaşmıyor, arapçalaşan etrak'ı kullanıyor, sonra dönüyor yine sözcükle ''etrâk-ı bî idrâk'' (anlayışsız Türkler) demekte sakınca görmüyor. Bu tür olaylar, dilde karşıt doğrultuda bir gelişmeye yol açıyor. Bu yol bırakılmıyor, Tanzimat aydını, Osmanlı aydınının izlediği dil yolunda yine Türkçeye aykırı bir yürüyüşe geçiyor. Fransızcadan sayısız sözcük aktarıyor, bu sözcüklerle ''gazel'' yazanlar bile çıkıyor.'' (Sayfa: XXIV)
*
''..çok iyi bilinen birtakım kaynakları ileri sürerek, onları bizim bilmediğimiz kanısını uyandırmak düşüncesiyle boy göstermeye kalkacaklara da sözümüz var: O kaynakların, daha kesin, daha doğru, daha güvenilir olduğunu hangi bilimsel yetkenize dayanarak söylüyorsunuz.? Dahası var; Türk ulusunun en az beş bin yıllık bir geçmişi olduğunu söyleyenlerin, böyle eski bir topluluğu altıyüz yıllık Arap-Acem kırması Osmanlıcayla konuşturmadaki amaçları nedir.?'' (Sayfa: XXIV-XXV)



''Bir ulus, bir kişi, hangi dille konuşuyorsa, hangi dille yazıyorsa ondandır. Dil, kişinin ne olduğunu, hangi kaynağa bağlanması, hangi topluluktan sayılması gerektiğini bildiren en saygın, en sağlıklı kanıttır. Kişi konuşup yazdığı dilin dışında değil, içindedir, yeter ki onu görecek göz, kavrayabilecek anlayış yeteneği ola. Anadolu toprağı üzerinde ortaya konan, doğan, gelişen uygarlık ürünlerinin, Antalya'daki Karain Mağarası'ndan çıkan buluntuları da sayarsak, yirmibin yıllık bir geçmişi vardır. Bu geçmişte birçok topluluk yaşamış, kendilerine göre birer dille konuşmuş, hepsi de Anadolu uygarlığının bütününü oluşturmuştur. Anadolu uygarlığı, en eski geçmişinden günümüze değin gelen, bir bütündür. Bu bütünde, Anadolu'da yaşamış bütün insanların katkıları emekleri vardır. Onlardan işine geleni almak, gelmeyeni atmak, yirmibin yılı aşkın Anadolu uygarlığının evcilleştiremediği yaratıkların işidir. Dilin ayrı olması uygarlık alanında (birlikte yaşanan topraklar üzerinde) birbirine yabancılaşmayı gerektirmez. Uygarlık yalnızca konuşulan dilin birliğinden değil, ortaya konan ürünler üzerindeki, emek ortaklığından beslenir. Yöresel bir dil, onu konuşanlarda toplumsal anlaşmayı sağlar, oysa ortak yaratma eylemine katılarak emeğinin ürünlerini ortaya koyan diller, uygarlık alanında bütünleşme olanağı yaratır. Bu nedenle Anadolu uygarlığı, bu eski tarih sürecinde belli bir dilin değil, dillerin ürünüdür. Uygarlık alanında dil ayrılığı, yaratı ürünlerinde türlülüğü sağlar, bu ürünler de hangi toprak üzerinde ortaya konmuşsa onun damgasını taşır. Buna karşın, dil ayrılığı bencil, bütünlüğün özüne aykırı, başat bir nitelik taşıma eğilimi gösterirse, uygarlıktan beklenen sonuç alınmamış demektir. Yeryüzünde tek dille ortaya konmuş, tek dille beslenip yaratıcı olmuş bir uygarlık yoktur. Anadolu uygarlığının bütünlüğü, görkemliliği; onun toprağından beslenenlerin yaratmalarındaki türlülükten doğan birlikteliktir.'' (Sayfa: XXV)
*
''Bu çalışmada beni Pazartesi Toplantılarında karşılaştıkça gönendiren, özendiren Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyuboğlu, Şadi Çalık, Azra Erhat gibi canların adlarını saygıyla anar, ilk çalışmalarımı çıkardığı Yeni Ufuklar dergisinde yayımlayan Vedat Günyol'a, basımı üstlenerek ağır bir yük altına giren Enver Aytekin'e yürekten sevgilerimi sunarım..''
*
İsmet Zeki Eyuboğlu (Sayfa: XXVI)


ACI
*
es. tr. açığ (tatlı olmayan) dan acı. Ac/aç kökü Türk dilinde, iki nesnenin birbirinden uzaklaşması, arada bir boşluğun oluşması eylemini içeren bir köktür. Birbirinden ayrılan, kopan, uzaklaşan iki nesnenin, insanla ilişkili durumda, yarattığı etki acı'dır. Acı/açığ sözcükleri açılmak eyleminden doğan tepkiyi, ezikliği, üzüntü uyandıran etkiyi dile getirir. (Bk. Acımak, acıkmak, acınmak, acıtmak).. Gr. axos, sanskr. amlâk, fr. amer, lat. amarus, itl. amare, isp. amargo, alm. bitter.. fars. telh, ar. mürr.. (Sayfa: 6)
*
AÇIKSAMAK:
*
''Acı (bk.) sözcüğü Asya Türkçesinde açığ/açıg/ açık biçiminde de söylenir; bu durum g/ğ/k sesleri arasında olagelen dönüşümden kaynaklanıyor. Anadolu Türkçesinde acı denen nesneye Asya Türkçesinde açığ/açıg/açık deniyor (Kâş, Uyg. Söz)
Açığ(k) sözcüğüne getirilen sa-mak ekleriyle ekşiye istek duymak eğilimi açıklığa kavuşuyor. Bu sa/se ortaekleri Türk dilinin anlam genişleme olayını yaratan başlıca etkendir.'' (Sayfa: 7)
*
AÇMA
*
tr. açmak (bk.) aç-a/açma (çalılık, işlenmemiş yerin kazılarak, ayıklanarak tarla durumuna getirilmesi, tarla.)
Anadolu'nun kırsal kesimlerinde kıraç, verimsiz çalılıklar kazılarak tarlaya dönüştürülür; Bu tür tarlaya da açma denir. 1950'den sonra, seçimlerde oy toplama amacıyla, ormanların ortadan kaldırılarak tarlaya dönüştürülmesi hızla yaygınlaştı, bu nedenle açma denen ekilir toprak türü çoğaldı.'' ''Ahmed'in tarlası açmadır, eskiden ormandı, kütük (tapu) öyle diyor''..
Açma, evlerde oklava ile açılan hamur, bu hamurdan yapılan tatlı. (Sayfa: 8 )
*
ADAM
*
sanskr. Adamas (insan)dan adam. Önce Arap-Fars dillerine, daha sonra İslam dininin etkisiyle, Türkçeye geçtiği düşünülürse de başka bir yorum daha vardır. Özellikle Arapçaya İbrani dilinden geçtiğini benimsemek daha doğrudur. İbrani dilinde Adam sözü İslam dininde geçen yalvaç Adem'in karşılığıdır. Sanskritçe-İbranca benzerliği bu sözün eş-köklü olduğunu göstermeye yeter. İbrani inançlarına göre Adam (Adem) ilk yaratılmış insan anlamındadır, Âdem Peygamberin adıdır. Türkçeye Arap-Acem dillerinden geçmiştir. Adem (adam) erkektir, dişinin karşılığı değildir. Bundan dolayı adam denince yalnız erkek anlaşılır. Adam (adem) sözü bütün Batı dillerinde Adam biçiminde, bir peygamber adı olarak geçer. Türkçede anlamı epey değişiktir. Biri bilinen yalvaç, ötekiler ise, erkek, insan, kişi, olgun, yetişkin bg. değişik anlamları içerir. Bundan ''adam olmak'' türünden deyimler de türemiş. Bu deyimlerin peygamber Adem adıyla ilgisi yoktur. (Sayfa: 9)
*
AHTAPOT
*
gr, okhtapodi (sekiz ayaklı)-den ahtapot. Gr. okhta (sekiz), podi (ayak), okhtapodi.
Alm. Polyp, fr. polyp, isp. polipo, fars. heştpâ (sekiz ayaklı.. (Sayfa: 15)
*
ALLAH
*
ibr. eloah (tanrı) dan el-ilah/Allah.
Mezopotamya dillerinde tanrı anlamına gelen sözcüklerin çoğu il, ul ile başlar. Arap dilinde, daha önce Allah kavramını oluşturacak bir sözcük yoktu. Ar. ilah (tanrı) sözcüğü de ibr. dilindendir.
Ak. ilu (tanrı), Babil dilinde il, el (tanrı), ak. eli, elitu (en yüce, en yüksekte olan), Tevrat'ta adı geçen, sonra Arapça söyleyişle islam uluslarınca benimsenen dört kutsal varlığın: Azra-il, Cebra-il, İsraf-il, Mika-il, adlarının sonunda görülen il sözcüğü tanrı demektir.
Alm. Got, lat. deus, gr. theos, ing. god, isp. dios, itl. dio, fr. dieu, fars. hudâ, sanskr. devâh, süm. dıngıt (tr. tanrı sözcüğünün kökeni, bk. Tanrı), tr. tanrı.. (Sayfa: 26)
*
ALMAK:
*
''Al-el sözcükleri arasında sesi değiştiren, ikisini birbirinden ayrıymış gibi gösteren a/e bağlaşımıdır. Tr. de bu iki ses sürekli olarak dönüşür, ağız ayrılıklarına göre biçimlenir. Tengri-tingri-tingiri-tengiri-tanğrı-tanrı dizininde dönüşme e'den a'ya doğru.'' (Sayfa: 26)
*
''Türk dilinde, ağızların birbirinden çok uzak kalmaları yüzünden, ses değişmelerini kesinlikle belirleme olanağı yoktur, buna bir de Türklerin tarihleri boyunca başka ulusların yazılarını kullanmaları eklenirse durumun karışıklığı daha kolay anlaşılır.'' (Sayfa: 27)
*
AMASYA


es. an. Ameseia (bir kişi adın)dan Amasia/Amasya (ama- kökü eski Anadolu dillerinden olup geniş, genişlik, sevgi bildirir. Sümerce ama köküyle bağlantılıdır).
Amasya'nın hangi yılda kurulduğu kesinlikle bilinmiyorsa da çevresinde yapılan kazılardan çıkan buluntular bu yörenin İÖ 3000 yıllarına giden bir yerleşme yeri olduğunu göstermektedir. Septimus Severus'la ilgili bir paranın üzerinde ''Ermes ktıcac then polin/ilin kurucusu Hermes'' yazısından anlaşıldığına göre, il, tanrı Hermes adına kurulmuştur. (Sayfa: 29)
*
AND:


moğ. anda (kan kardeşi, amca, dayı) dan and.
Ar. yemin, fars. sevgend, lat. jurandum, alm. schwören, fr. serment.
Bu sözcükler, ayrıca, and içmek anlamını da içerir.
Andiçmek, Moğol töresi gereğidir. Moğol töresine göre, iki ayrı boydan olan kimse, birer damla kanını bir kaba damlatır, şerbetle karıştırır, karşılıklı içerler. Bu durumda ikisi de kankardeşi olur, buna andiçmek denir. Bu olay, bugün Anadolu'nun kimi yörelerinde uygulanır, bunu yapanlara 'kardaşlık' (bir anadan süt emmiş iki ayrı kişide olan durum gibi), kankardeşi denir.
*
Başunda kara başluk
Gel olalum kardaşluk
Tükendisa haşluğun
Vereyim sana haşluk
*
-Kar.- (Sayfa: 31)
*
ANKARA


gr. ankyra (çapa)dan Ankara.
Bu ilin kurucusu olarak Kral Midas gösterilir. (Sayfa: 32)
*
ANTAKYA


Antiokhos adından Antiokheia (Antiokhos ili) dan Antakya, Antakya ili, İÖ. 307 dolaylarında, İskender'in ölümünden sonra bu yöreye egemen olan bir komutanın buyruğu üzerine, şimdiki yerinden birkaç kilometre uzakta kurulmuştur.. (Sayfa: 33)
*
ANTALYA


Anadolu dillerinden, Bergama kralı II. Attalos (İ.Ö. 2. yüzyıl) adından. İli kuranın adına oranla Attaleia (Attalos ili), sonra halk ağzında Antalya biçimine girdi. İlin tarihi boyunca, Attos, Ataleia, Atalia, ar. da Antaliye, Türklerin eline geçtikten sonra Adalya bg. adı değişik biçimlerde söylenip yazılmıştır. (Sayfa: 33-34)
*
ARAB, ARAP
*
ak. aribu (göçebe, konar-göçer)den arebu/arab.
Araplar, başlangıçta, yerleşik düzende yaşamayı bilmez, çölde konar-göçer topluluklar oluşturarak barınırlardı. İslam dininin yayılışından sonra, kimi Arap toplulukları illerde, yerleşik düzende yaşamaya koyuldular. İlde yaşayanlara medenî (İbr. il anlamına gelen madina'dan medine) dendi, Medine adından dolayı, çölde yaşayanlara da badiye (çöl)den dolayı bedevî adı verildi.
Ak. aribu sözcüğünün tr. karşılığı yörük (dolaşan, yürüyen, konup göçen).. (Sayfa: 35)
*
ARUZ


şiir ölçüsü, acemi deve, yöre, Mekke-Medine yöreleri, bulut, dar yol, at (Ter. Kam.).
*
Aruz denen şiir ölçüsünü, İmam Halil adlı birisinin, deve yürüyüşündeki uyumu örnek alarak, düzenlediği kanısı yaygındır. Oysa bu kanı doğru değildir. Aruzun islamlıktan çok önce çölde yaşayan konar-göçer Arap ozanlarınca kullanıldığı biliniyor. Bu nedenle İmam Halil gibi kimsece bulunması olanağı yoktur. Aruz kavramının içerdiği şiir ölçüsü, İ.Ö. 1250'de yazıya geçirilip bir örneği elimizde bulunan Gilgameş Destanı'nda uygulanmıştır. Bu ölçüyü uygulayan ozanın adı da Sin Likke Unnini'dir. Adı geçen yapıtın ölçüsü ''recez bahri''den, aruzun bölümlerinden biridir. (Gilg. Des. S. 7, 1944, Landsberger). Ayrıca (TDD, sayı 310, ÖAA.).. (Sayfa: 41)
*
ASILMAK:
*
''Il-mak ekleriyle: basmak'tan bas-ıl-mak/basılmak, kırmak'tan kır-ıl-mak/kırılmak, sarmak'tan sar-ıl-mak/sarılmak.. Eylemin özneye yönlenmesinde ''ıl'' ortaekinin etkinliği. Eylemi yöneten öznede kendi kendine dönüş var, ancak neden öznenin dışındadır. Kişi kırılır'ken kırılma nedeni dışta kalıyor.'' (Sayfa: 42)
*
AŞIK II:


''tr. aşuk (aşmak'tan)tan aşık. Türk dilinde, genellikle, aşık kemiği biçiminde söylenir. Topuğun dışa taşan, kabarık kemiğine verilen ad. Bu adı almasının nedeni, kemiğin dışa doğru çıkık, aşkın olmasıdır.'' (Sayfa: 44)

ATEŞ:


fars. âteş (parlaklık, aydınlık. Doğrusu âtış'tır) ten ateş.
Anadolu Türkçesine, eski Zerdüşt inançlarının etkisiyle, ateşin kutsal sayılması, onunla ilgili adak yerlerinin, ocakların yapılması sonucu geçti. Eski Türklerde de od/ot (ateş) kutsaldı. Bugün Anadolu'da da ateş, ocak, kutsal sayılır, saygı görür.'' (Sayfa: 48)
*
AYESER
*
yun, Aya Sergios (Ermiş Sergios) adından Ayeser (Trabzon yöresinde Ağustos ayında düzenlenen bir dernek). Çalgılı-eğlenceli, içkili olarak düzenlenen bu dernek yörede yaşayan Hıristiyan azınlıklardan kalmıştır, günümüzde de eskisi gibi sürdürülür, ancak yörede Hıristiyan kalmadığından yalnız Müslümanlarca kutlanır. (Sayfa: 55)

AYIRAN


tr. ayırmak (bk.) tan ay-ı-ran/ayıran (özellikle fizikte ışınların yalın öğelerine ayrılmasını sağlayan araç.) Bu sözcük yoğurtla yağın birbirinden ayrılması sonucu oluşan ayran (bk.) dediğimiz sözcükle özdeştir. Biricik ayrım ayran'ın içecek nesne olmasındadır. Nitekim ayran sözcüğünün doğrusu da ayıran'dır, 'ı' sesi düşmüştür.
Ayırıcı, ayırım, ayırma (hepsi de ayırmak'tan).. (Sayfa: 56-57)
*
AYNEN
*
ar, ayn (göz, kaynak, tıpkı)dan ayn-en/aynen olduğu gibi, gözle görüldüğü gibi, kaynakta olduğu gibi).
Ar.da en, an ekleri özdeşlik, ilgi, görelik bildirir (sözgelişi: şifahen/sözlü olarak, tahriren/yazılı olarak, ahiren/sonradan, gıyaben/arkasından, o yokken).. (Sayfa: 57)

BAKLAVA


ar. bakl/bakla (bk.) dan bakla-vi/baklavi/baklava (kök anlamı: bakla biçiminde kesilip pişirilen Anlam genişlemesiyle bilinen hamur tatlısı.).
Türkçede baklağı, baklağı, baklavı gibi söylenişlerine aldanılarak tr. sanılmıştır, oysa Türk dilinde bakl/bakla sözcükleri yemeklik yeşil bitki anlamına gelen ar. bakl'dan alınmıştır.
Baklavacı, baklavacılık, baklavalık.. (Sayfa: 68)
*
BANKINOT/BANKANOT
*
ing. bank-note (banka belgesi, bankanın verdiği geçerli belge) tan bankınot/bankanot (Anadolu Türkçesinde kâğıt para karşılığı söylenir). (Sayfa: 72)
*
BANYO
*
itl. bagno (yıkanma) dan, banyo. Okunuş biçimi değişmedi. Fr. bain yıkanma, baigner (yıkanmak), alm. Bad (en), tr. yunma, yıkanma, çımma. (Sayfa: 72)
*
BARAK
*
tr. bar (büyük, iri) dan bar-a-k/barak (anlam genişlemesiyle: çok tüylü, büyük tüylü köpek.).
Anadolu Türkçesinde barak/tüylü, kıllı, çuha, kebe. Tüylü av köpeği, ağaçlara dolanan büyük asma (TS).
Barak/bağlarda yaşayan bir bitki asalağı, böcek, tırtıl. Çiçek bozuğu, çopur. Katışık (SDD).
Barak Baba (öl. 1308) Anadolu'da yaşamış, şaşırtıcı giyimi, davranışlarıyla ilgi toplayan bir eren. Bu adı alması, çok köpek beslemesinden olsa gerek (saçını, sakalını, bıyığını, kaşlarını kazıdığından ''tüylü'' anlamına gelemez).. (Sayfa: 73)

BARTIN


gr. bartanos (kızoğlan kız) tan Bartın.
İlkçağda, Bartın ilçesinin kurulduğu yerde, tanrıça Diana'ya adanmış bir tapınak vardı. Tanrıçanın niteliklerinden biri olan ''kız'' sözcüğünün gr. karşılığı olan bartenos'tan dolayı, ilçeye, sonraları Bartın dendi. (Sayfa: 74)

BEKTAŞILIK


tr. bektaş (bk.) tan bektaş-ı-lık/bektaşılık (bektaş sözcüğüne getirilen ''î'' sesi ar. fars. kökenlidir: bektaş-î/bektaşî/Hacı Bektaş Veli'nin yolunda giden, onunla ilgili olan demektir.)
Bu sözcüğün doğrusu Bektaşlık'tır. (Sayfa: 83)

BODRUM


gr. upodrome (temel, alt geçit) bodrum (evin altı, alttaki kat, evin temelindeki kat).
Anadolu Türkçesinde, Anadolu'da konuşulan rum. dan halk ağzıyla geçti.
Hipodromos (sığınan, liman), hüpo (hipo) alt, upodrome (konuşurken 'h' sesi eklenerek, hupodrome/hipodrome), 'u' (i okunur) sesinin düşmesiyle (u)-podrome-podrom-podrum/bodrum.. (SYB).
Alm. Keller, fr. sous-sol, cave, isp. subsuelo, ing. subterranean cave, fars. zîhr-i zemin, ar. taht-al-ard.. (Sayfa: 94)

BORAN


moğ, boran (fırtına, GD) dan boran (birden boşalan yağmur, fırtına). Dilimizde erkek adı olarak da söylenir. (Deli Boran adıyla anılan bir halk ozanı vardır). Boran (sis, karışıklık, yaban güvercini, sebze fideleri yetiştirme yastığı, SDD). (Sayfa: 96)

BURSA


es. an., Bitinya kralı Prusias adında Prusia-Prusa/Bursa. Tarih kaynaklarına göre, ili Bitinya kralı Prusias kurmuş, ona kendi adını vermiş (İ.Ö. 550). İlkçağda ilin adı Prusa olarak biliniyor, Ortaçağda, özellikle Osmanlı döneminde Bursa diye anılırdı. Prusias, Prusa sözcükleri eski Anadolu dillerinden olup Grek-Latin dillerine sonradan geçmiştir. (Sayfa: 108)

CACIK


erm, cacıg (ML.) dan cacık.
Sanskr, dâdika, dadi (yoğurt, BK.) ile bağlantılı. Anadolu halk ağzında cacıh, cacığ biçiminde söylendiğine göre, erm. konuşan yurttaşlar aracılığıyla tr'ye girdi. (Sayfa: 114)

ÇARK


sanskr. câkra'dan fars. carlı (tekerlek) - çark..
Fars. ya sanskr. den geçti. Hint-Avrupa dillerinde eşkökenli bir sözcüktür.
Gr. krikhos (tekerlek, çark), lat. circa, circus (çevre)..
Çarkçı, çarkçıbaşı, çarkçılık, çarkıfelek (yazgı, gerçek anlamı: gökyüzü, tekerleği, Türk dilinde bir bitkinin adı, fırıldakçiçeği dedikleri).. (Sayfa: 131)

ÇARMIH


fars, çâr (çehâar/dört) ile mıh (çivi) dan çâr-mıh/çarmıh (gerçek anlamı: dört çivi, anlam genişlemesiyle: dört çiviyi çakmak, dört çivi ile dört yerinden çakmak). İsa, çarmıha gerildiğinde iki eli, iki ayağı olmak üzere, dört yerinden ağaca (tahtaya) çakılmıştı.
Lat. crux, alm. Holzkreuz, fr. croix.. (Sayfa: 131-132)
*
ÇAVDAR


moğ. Çavdar (bir oymak beyinin adı, ona bağlı topluluk)dan çavdar (bilinen başaklı, ekmek yapımında kullanılan bitki, tahıl), fars. çovdar (çavdar) sözcüğü de moğ. dır.
Çavdar, 13. yüzyılda Anadolu'da yaşayan bir Moğol topluluğunun önderinin adıdır, ''Kereit aşireti beyi Alınak Noyan'ın oğlu, Ankara-Eskişehir arasında yaşayan bir topluluğa Çavdar Tatarları denirdi. Bugün Çavdarlı ilçesinin adı da bu beyden gelir''.. Mısır denen ekinin Anadolu'ya Mısır ülkesi yoluyla gelişi, bu bitkinin ''mısır'' diye anılmasına olanak sağlamıştır, işte Çavdar da öyledir. Sözgelişi bir başlık olan fes Fas ülkesinden, portakal Portekiz'den, kolonya Köln ilinin eski adı olan Kolonia'dan, kalas Romanya'da Galatz ilinin adından gelmiştir.
Çavdarmahmuzu.. (Sayfa: 134)

ÇETEK


tr. çekmek (bk.) ten çet-ek/çetek (keskin, sivri bir araçla taş, ağaç gibi nesneler üzerine açılan kertik, sayı belirtme çizgisi). (Sayfa: 141)
*
ÇETELE
*
rum. tstula (kertik) dan çetula/çetila/çetele.
Anadolu Türkçesinde, Anadolu'da konuşulan, rum. dan halk ağzıyla geçti.
Halk ağzında çetele, küçük çapaya denir, çetelemek ise çapalamak anlamındadır. (Sayfa: 142)

ÇİNGENE


fars. çengiyân (çeng çalanlar)dan çengâne-çingâne-çingene.
Hindistandan çıkıp başka ülkelere dağıldığı söylenen, genellikle çalgı çalıp oynayarak geçimini sağlayan topluluk. Çeng (çalgı) çalmaları nedeniyle kendilerine çalgıcılar anlamında çengiyan denilmiş, sonra ağız ayrılıkları yüzünden çingân, çingene biçimine girmiş.
Alm. zigeuner (in), fr. tsigane, gitane, isp. gitano, ar. kıbtî, itl. zingaro.. (Sayfa: 146)
*
ÇOCUK:
*
''es. tr. çocuk (domuz yavrusu, her şeyin küçüğü, Kâş.)dan çocuk (günümüzde yalnızca insan için söylenir).
Çocukun başlangıçta böyle anlaşılması günümüz Türkçesine göre biraz terstir. Günümüzde kargışlanan, yerilen, kötülenen domuz Orta Asya Türklerinde (müslüman olmadan önce) bu olumsuz nitelikleri taşımıyordu, nitekim çoktanrıcı Türklerde ''tunguz yılı/domuz yılı'' diye bir yıl adı da vardı (Özellikle on iki hayvanlı Türk Takvimi'nde). Anadolu'da Denizli ilinin adı da Tunguzlu-Tonguzlu/Denizli değişmesi sonucudur ''domuzu çok olan yer'' demektir. Çocuk sözcüğünün kökeni tartışmalıdır. (...)'' (Sayfa: 149)

DAMIZLIK


süm. dumuzi, ibr. tammuz (bey, efendi)dan tamuz-luk/damızlık..
Dumuzi, Tammuz ilkçağ Anadolu-Suriye inançlarında bolluk, döl tanrısının, Adonis'in başka bir adıdır. Yazbaşı sıcakları başlayınca ortaya çıkar, inekleri döller, bitkileri yeşertir, çiçekleri açtırır, yeryüzüne bolluk, verimlilik, kıvanç, sevinç getirir. Bu nedenle, yazbaşlarında, insanlar köyün en güçlü, en gösterişli boğasını süsler, donatır, ondan döl alırlardı. Bu boğa Dumuzi, Tammuz, Adonis adlarıyla anılan tanrının simgesi sayılırdı. İşte damızlık sözcüğü bu dumuzi, tammuz sözcüklerinden kaynaklanır, sona gelen tr. lık ekiyle dumuz/tammuz sözcüğü, halk ağzında damız-lık/damızlık biçimine girdi. Bu döl alma geleneği, bugün de, Anadolu'da yaygındır, sürdürülmektedir. Türk dilinde geçen Temmuz ayı da bu dumuzi, tammuz sözcüğünden kaynaklanır.. (Sayfa: 163-164)
*
DANİSKA
*
alm. Danzig ilinin adından halk ağzıyla daniska..
Eskiden, Almanya'dan Danzig yoluyla gelen alışveriş nesnelerinin üzerine Danzig damgası vurulurdu. Oldukça iyi, sağlam olan, halk arasında çok tutulan bu alışveriş ürünlerine, damgalarından dolayı daniska (en iyisi, en sağlamı, en güzeli) denir oldu. Böylece bir nesnenin en iyisi, daniskası, Danzig'ten gelen, onun damgasını taşıyan diye nitelendi. Köln ilinin eski adı da Kolonya (okunuşu böyledir) dan güzel kokuya kolonya denmesi gibi.. (Sayfa: 166-167)
*
DARISI
*
es. tr. tarığ (bk. Darı)dan darı/darısı (benzeri, özdeşi)..
Darısı sözcüğünün anlam kökeni: eski bir gelenek gereği, düğünde gelinlerin başına, verimlilik imi olan darı serpilirdi. Bu olay gelinin çok çocuk doğurması, dölünü sürdürmesi anlamını içerirdi. Varlıklı yörelerde darı yerine altın, para kullanılırdı (gelinin başına serpilirdi). Bu olgu sonradan ''senin de evlenmeni, gelin olmanı dileriz'' anlamında söylenen dileğin oluşumuna olanak sağladı. Dilimizde ''darısı başına'' deyiminin anlamı da, kökeni de bu olaydır. (Sayfa: 169)

DENİZLİ


tr. tonğuz (domuz)dan tonğuzlu-tonuzlu-tunuzlu-tenizli/denizli.
İbn. Battuta Seyahatnamesi'nde Denizli ilinin adı Tongozlu, Tonuzlu, Tunguzluk biçimlerinde geçer. Bu durum, eskiden Denizli yöresinde çok yabandomuzu bulunmasından dolayı olsa gerek. (Sayfa: 177)


EDİRNE


lat. Hadrianus adından.
Roma kralı Hadrianus'un kurduğu (İ.S. 132) bir il olduğundan, kurucusunun adıyla anılır. Halk dilinde bozulup Edrine, Edirne biçimine girdi. İlk adı Hadrianapolis (Hadrianus ili) idi. Sonra Hadriana/Hedrine/Edrine/Edirne oluverdi. (Sayfa: 217-218)

EDREMİT


eski Anadolu dillerinde adramytteion'dan.
Sondaki ion eki Anadolu dillerinde yer adı bildirir. Grekçeye biraz değişerek adramytteos, lat. ye adramyteum olarak geçti. İlçenin adı, ilk kurucusunun adıyla bağlantılıdır. Ancak onun kim olduğu da kesinlikle bilinmiyor, yakıştırmacası Adramytios (ya da adramyteos) biçimindedir. (Sayfa: 218)

EKONOMİ


gr. oikia (ev) ile nomos (kural, yasa, düzen) tan oikonomia/économie/ekonomi (kök anlamı: ev yönetimi, evi geçindirme, ev düzeni. Anlam genişlemesiyle çağdaş bir bilim dalının adı, üretim-tüketim ilişkilerinden kaynaklanan bilimsel uğraş alanı..) Ekonomik (fr. économique) ekonomiye değgin, ekonomiyle ilgili.. Türkçeye yazın-bilimsel araştırmalar yoluyla girdi, güncel dile karıştı, ancak kullananların çoğu anlamını bilmez. (Sayfa: 224)

EMİNÖNÜ


ar. emin (belediye başkanı) ile tr. önü'den Emin-önü/Eminönü.
Eskiden belediye başkanı anlamına gelen şehremini, burada, özel bir yerde görev yapardı, konağı buradaydı. Sabahları kayıkla gelir, Yenicami'in karşısında bulunan görev yerine, konağına giderdi. Bu yüzden buraya emin adından dolayı Eminönü dendi.
Gerçekte emin sözcüğü kendisine güvenilen, güvenli, iş verilen (emanet bırakılan) demektir. İl işlerinin kendisine verilmesi, güvenilmesi nedeniyle belediye başkanına şehr-emini, görevine şehr-emaneti (gerçek anlamı: İl güvenliği) dendi. (Sayfa: 231)

ENGİNAR


lat. cinara, gr. kinara (enginar)dan enginar..
Anadolu Türkçesine rum. aginara'dan geçti. Halk ağzında anagenar denir.
*
Ormanda anagenar
Yedi oni geyikler
Hayde varu kaçalum
Sora uyar büyükler
*
-Kar.-
*
Fars. enginar, ing. artichocke, fr. artichaut, alm. Artischocke, isp. alcachofa..
Tr. ile fars. daki özdeşlik yüzünden tr. ye fars. dan geçtiği sanılmış. (Sayfa: 235)

ENİNDE SONUNDA


tr. Önünde sonunda'dan bozma. Ö/e/i , seslileri arasındaki dönüşme sonucu önünde ''eninde'' oldu, yazıya geçince de hızla yayıldı. Bu dönüşmede ses benzerliğinin etkisi vardır, önünde, eninde. Nitekim ölünün gûru (ölünün mezarı) dönüşerek elinin körü oldu. (bk. Elininkörü). (Sayfa: 236)

EREĞLİ


yun. Herakleia'dan herekli-heregli-eregli/ereğli..
Tanrı Herakles ile de bağlantılı bir addır. Anadolu'da Karadeniz kıyısında, Konya'da, bu adla anılan iki ilçe vardır, ikisi de ilkçağda kurulmuştur. H ile e seslerinin dönüşümü yaygındır Türkçede. Hadrianus'tan Edirne'ye dönüşmede görüldüğü gibi. (bk. Edirne). (Sayfa: 237)

EVET


peh. avad (evet)tan evet.
Bir işi, bir eylemi onaylama, uygun bulma anlamına gelen avad Asya Türkçesine uvat, ovat (çağ.) biçiminde girdi. Eski fars. da avatha, cs. tr. emet, yemet, fars. belî, alm ja, ar. illâ.. (Sayfa: 250)

EYLÜL


sür. aylul (eylül)dan eylül (üzüm ayı).
Eylül adının adı süm. , ak., sür., ibr., ar. gibi genellikle Mezopotamya yöresinde yaşayan ulusların hepsinde ortak kökenlidir. Bunun İlul, alul, ailul bg. değişik söylenişleri vardır. Türkçede üzümayı, ar. eylûl denir.
Hint-Avrupa dillerinde ''eylül'' adının karşılığı ''yedi'' sayısıdır.
Sanskr. sapta, gr. hepta, lat. septem, got. sibun (bu sözcüklerin hepsi yedi sayısının karşılığıdır. Eylül yedinci ay olduğundan (Roma ölçeğine göre), Batı dillerinde yediyle başlar.) Alm. September, fr. septembre, ing. september, lat. september, itl. settembre, isp. setiembre.. (Sayfa: 253)

FASULYA


rum. phasoulia (fasulya)dan fasulya..
Kökeni Anadolu dilleri olan fasulya sözcüğünün gr. söylenişi phaselion, phasilios biçimindedir. Ancak tr. ye Anadolu'da konuşulan rum. dan geçti.
Ar. lûbiya, fars lûbiya, alm. bohne, fr. haricot, ing. haricot bean, isp. habichuela, lat. phaseolus.. (Sayfa: 258)

FES


ar. Fas (Fas ülkesinden)tan fes..
Osmanlı toplumuna, II. Mahmud döneminde giren fes, Kuzey Afrika'nın Fas ülkesinde yapıldığından, oranın adıyla anılır oldu. Tanzimat döneminden önce, Osmanlı toplumunda fes bilinmezdi, kimi Rumlar, Yunanistan'da fes giyerlerdi. Sonradan nedense, bir müslüman başlığı sanılıp tutkuyla benimsendi. (Sayfa: 261)

FINDIK


es. an. Pontus (deniz ülkesi)tan fındık.. (SYB).
İlkçağda, Karadeniz kıyılarına gelip yerleşen, alışverişle uğraşan Grekler, fındık'ı karüa pontika (Pontus cevizi) adıyla Batı'ya götürüp satarlardı. Fındık da böylece Pontus'tan gelen anlamında pontika/pontik adını aldı. Arap yazılarında p sesi f ile karşılandığından, pontik/fontik-fundik-funduk-fındık biçimine girdi.
Alm. Haselnuss, fr. noisette, isp. avellana, itl. hazelnut, fars. fonduk, ar. bunduk, lat. nux.
Fındıkçı, fındıkçılık, fındıkfaresi, fındıksıçanı, fındıkkıran, fındıklık.. (Sayfa: 262)

FOL


rum. pholia (yuva)dan fol (tavuğun yumurtladığı yer, kuş yuvası)..
Türkçeye Anadolu'da konuşulan rum. dan geçti, tr. yuva (bk.)..
*
FOLLUK
*
gr. pholea, pholia (yuva)dan fol/fol-luk/folluk..
Gr. ph (f) - lia (liya) - pholiya - foliya/folya - fol (Anadolu rum. sında pholis/folis-fol)..
Tr. ye, Anadolu'da konuşulan rum. dan geçti, daha çok uçucu yaratıkların yuvası için söylenir. Kuş folu, tavuk folu bg.
Gr. pholeio/yuva yapmak, pholos/yuvaya konan yumurta (yumurtlamayı sağlamak için), pholea (kuş yuvası).. (Sayfa: 266)

GALATA


cenev. caladdo (iniş, bayır, yokuş)dan itl. galata (iniş, bayır) - Galata..
İtl. galata (rıhtım)..
Ortaçağ'da, İstanbul'un Galata adıyla anılan yöresinde, Cenevizliler alışveriş yeri kurmuş, bir de kale yapmışlardı, yörenin dik, bayır olması nedeniyle caladdo (bayır)dan türeme Galata sözüyle anılır.
*
İstanbul'un ortasında Galata
Canım ister marul ile salata
Al kayıkçı götür beni Balat'a.
*
-Hlt.- (Sayfa: 268)

GREV


fr. Gréve (bir alanın adı)den grev (işbırakımı)..
Fransa'da Paris'te işsizlerin Place de Gréve adlı alanda toplanmaları sonucu, işbırakımı karşılığı grev sözcüğü doğmuştur.. Bu sözcük Türkçeye, 19. yüzyıl ortalarından sonra, işçilerin bilinçlenmeye başladıkları yıllarda geçmiş, işçi örgütlerinin kuruluşuyla yaygınlaşmıştır. (Sayfa: 298)
*
HALA
*
ar. hâle (annenin kızkardeşi)den hala (anlam değişmesiyle babanın kızkardeşi). (Sayfa: 311)
*
HAMAK


isp. hamaca (kökeni Karaip dilinde hamacu/salıncak)dan hamak (gemicilerin, iki yandan iplerle tavana bağlı yatağı)..
Türkçeye gemicilikle geçti, halk ağzında salıncak (salınmaktan) denir.
*
Hamakta sallıyorum ey güzel çocuk seni ben
*
- Hamamizade İhsan - (Sayfa: 312)
*
HAZİRAN


sür. hazaran/hazuran (sıcak, hazıran)dan haziran (yılın altıncı ayı, sıcakların yükselmeye başladığı ay, ekinlerin olgunlaşma dönemine girdiği ay).. (Sayfa: 321)

IRA


es. tr. ır (utanma)dan ır-a/ıra (utanma, bir durum karşısında kendini belli etme). Bunun başka bir karşılığı da yaratılış'tır. Kâş. da ir, ır kökleri özdeştir, utanma anlamındadır. İr bolmak, ırra (utanma), ır bulmak (utanmak, hepsi için bk. Kâş.) Çince ir diye bir sözcük varsa da Türkçe ıra anlamını içermiyor, bir boyun (obanın) adı olarak geçiyor (Uyg.). Bk. Karakter.
Asya Türkçesinde ıra anlamını içeren, kılık, kılk sözcüğü vardır (kişinin doğası, ar. tabiat'ın karşılığıdır.)
*
Yarık tüzse budnı begi kılk tüzer
Kılık tüzse begler tüzün il süzer
*
(Ulus tutumunu düzeltirse bey de ırasını düzeltir
Beyler ıralarını düzeltirlerse ulus da ülkeyi düzeltir.) (Sayfa: 332)
*
İNCİL


gr. aggelos (ulak, haberci)dan evaggelion (iyi bildiri, iyi bilgi, iyi haber), lat. angelus (iyi bilgi veren, melek), evangelium (iyi bilgi getiren melek, iyi haber ulaştıran melek), ar. incil, tr. incil.
Ar. da angelus sözcüğü İncil'e dönüşmüştür, angelus-incil, genus/genos'un cins olması gibi.
Aggelos-angelus-incil-incil. (Sayfa: 348)
*
İSLÂM


ibr. salem/salm (kurtuluş, sağlığa kavuşma, sağlamlık, güven, güvence bg.) den islâm/islam..
Türkçeye, islam inançlarıyla birlikte geçti, Arap dilinde kurtuluş, mutluluğa ulaşma, güvene kavuşma bg. yoruma dayalı anlamlarda söylenir. (Sayfa: 352)
*
İT


''es. tr. ıt (köpek)tan it (köpek). Bu sözcük yalnızca Kâş. da ıt olarak geçiyor, öteki yazılı kaynaklarda it biçimindedir. Bu başkalık, ağız ayrılığından da doğabilir. Eski Türklerde İt Yılı denen bir dönem de vardır (Oniki Hayvanlı Takvimde), bu da itin kutsallığını gösterir. Kâş. ıt sözcüğünün yanında ıtlamak (köpekletmek, sövmek), ıtlıg (itli, köpekli), ıtlıg yılı (Türklerin oniki yıllarından biri) örneklerini de veriyor.'' (Sayfa: 355)
*
KADIN


soğ. hvaten (kraliçe) den hatun-katun-kadın.
Anadolu Türkçesinde, yalnız, kişinin dişisi anlamında söylenir.
Fars. zen, alm. Frau, lat. femina, ar. mer'e (çoğ. nisa), fr. femme, rum. güne (gyme)... (Sayfa: 360)
*
KALAMIŞ


lat. calamus (kamış, saz)dan kalamış (sazlık, kamışlık).
İstanbul'un Anadolu yakasında bulunan bir yöresinin adı, eskiden sazlık olması yüzünden bu adı almıştır.
Gr. Khalamos (saz, kamış). (Sayfa: 363)
*
KASTAMONU


lat. kastra komneni (Komnenos kalesi)den kastamonu.
Bizans yöneticilerinden Komnenos soyu adına yaptırılan bir kale iken sonradan, kale yanında kurulan ilin adı oldu.
Lat. castrum (kale)dan kastra.. (Sayfa: 382)
*
KIBLE


hit. Kupapa (Ana Tanrıça) adından Cybele-Kybele-kıble.
İlkçağda, Anadolu'da Ankara yakınlarında Pessinus'ta bulunan Kupapa/Kybele tapınağı vardı, Ana Tanrıçayı yansıtan bir karataşın bulunduğu tapınak bütün inançların odağı sayılır. Anadolu'nun neresinde bulunulursa bulunulsun yüzler ona dönülürdü. Gökten indiğine inanılan bu karataş, daha sonraları, yeşile yakın bir nitelikte simgelendi. Tek tanrıcı döneme geçilirken bu inanç boya değiştirerek varlığını sürdürdü. Kupapa, Cybele, Kybele, Kabala, kabl, kıbl, kıble dönüşümüyle islam dininin odağı oluverdi. Kıble sözcüğünün ar. el-kabl (önce olan) den türediğini ileri sürenler varsa da doğru değildir. Arap dilinde el-kabl sözcüğünün açık bir kökeni yoktur. Ayrıca islam öncesinde kıble'ye dönüşebilecek bir inanç varlığı da bilinmiyor Arap dininde, dilinde.
Gr. Kybele, lat. Cybele, frg. Kubile, lid. Kybele sözcüklerinin kyb (kib) kökü değişmiyor. Günümüzde, kadın adı olarak söylenen, Sibel de Kupapa-Kybele-Cybele sözcüğünden türemiştir. (Sayfa: 403)


KIRTASİYE


rum. khardes (kâğıt) ten kardes-kırtas-kırtasiye biçiminde ar. ya daha sonra tr. ye geçti.
Kırtasiye-Kırtasiyecilik Anadolu Türkçesine 19. yüzyıl dolaylarında, kamu görevi yapan kurumlarla ilgili olarak girdi. (Sayfa: 409)
*
KİREÇ


Farsça'da kireç anlamına gelen kerç, gerç, gereç sözcüklerinin kökü de lat. creta (Girit Adası)dır. İlkçağda, tebeşir, kireç denen yapı, sıva gereci, Latin egemenliğiyle birlikte, Girit Adası'ndan çıkarılan, kireç yapımında kullanılan taş dolayısıyla Doğu'ya yayıldı. Sonraları, adanın adıyla gerecin adı birleşerek Greta-kireç bağlantısı oluştu.
Kireç denen yapı gerecini Farslar bilmezlerdi. Anadolu'dan öğrendiler. İlkçağda, belli bir süre için, alçı, tebeşir, lüle çamuru, çömlekçi çamuru Girit adasından çıkarılırdı (özellikle Roma döneminde buna ayrı bir özen gösterilirdi), yoksa toprak kap yapma işi Anadolu'da İ.Ö. 8000 yıllarına doğru gider.
Alm. Kalk (kalkerle ilgili), fr. chaux, ing. lime, isp. cal, itl. calce, fars. âhek.. (Sayfa: 417-418)

LADES


fars. yaddaşten (bellekte tutmak, unutmamak)tan yaddaşt (unutma, belleğinde tut) yades/lâdes (halk ağzında unutanın unutmayana vermesi kuralına dayanan bir oyun).
Yaddaşt/yadaş/yades/lâdes (halk ağzında yâdes, denirdi, y/l seslerinde dönüşme nedeniyle lâdes olmuştur. Kuşlarda göğüs kemiğinin üstünde iki kanat arasında bulunan V biçimli kemiğe lâdes kemiği denir. Çok eskiden bu kemikle lâdes tutuşulur, geleceği öğrenmek amacıyla fal bakılır, büyü bile yapılırdı. Kemiğin adı bu olaydan kalmadır. (Sayfa: 463)

LÂDİK


eski Anadolu dillerinde Ladikia'dan Lâdik.
Gr. Lat. Laodikieia, Anadolu'da bir ilçe adı. (Sayfa: 463)
*
LİSE


gr. lykeion (Atina'da bir yer adı, orada bilge Aristotales'in kurduğu felsefe okulu)dan lat. lyceum, fr. lycee, tr. lise. (Sayfa: 466)

MALATYA


hit. Meliddu, Melidda. İ.Ö. 13. yüzyıl belgelerinde Maladiya, Asur, Urartu yazılarında Milidya, Melid, Melidi, Meliddu.
Grek-Latin dillerinde Malateria, Malatea, Malatia, Roma çağında Melitene, islamlıktan sonraki dönemlerde Malatya.
Söz kökünün Hititçe olduğu, çağların geçişiyle, birtakım değişmelere uğradığı mel-mil kökünün kalışından belli. Malatya adının böyle değişik durumlar göstermesi, biraz da ilin sık sık el değiştirmesinden, başka diller konuşan ulusların egemenliği altında kalışından dolayıdır. Hit. de melit/melid bal anlamına geldiğine, bu il yöresinde eskiden beri bal üretildiğine göre, ilin adıyla bal arasında bir bağlantı olsa gerek. (Sayfa: 472)

MALİHÜLYA


gr. melankholia'dan malihülya (düşe kapılma).
Gr. melan (kara), kholia (safra), melankholiya (kara safra). Tr. kara sevda..
Sözcüğün Türkçeye geçişi ar. yoluyladır.
Kholia/ar. huliya/hülya,melan/ar. malan/male/mal.. melankholia/mâl-i hülya.. Fr. melancolie, alm. schwermut, Trübsinn, melancholie, fars. malihiliya, melânkoli, isp. melancolia, ing. melancholy. (SYB) (Sayfa: 472)

MARDİN


sür. merdi (kale)den mardin (kaleler).
Süryanilerin bu bölgeye egemen oldukları dönemlerde, ilin yöresi kalelerle çevrilmişti. Bundan dolayı ilin adı kaleler anlamına gelen mardin olarak kaldı. (Sayfa: 475)

MAYDANOZ


gr. makedonesis (Makedonya otu)ten maydanos/maydanoz.
Os. Midenüvâz (mideyi okşayan, mideye açıklık getiren, yarayan) sözcüğü makedoneises'in bozulmuşu olmasına karşılık fars. nüvâz (okşayan), ar. mide ile bağlantılı sanılmış.
Fars. câferi, alm. Petersilie, fr. persil, isp. perejil, lat. petroselinum, ing. parsley. (Sayfa: 477-478)

MERSİN


gr. myrsine (Akdeniz dilleri)den mersin.
Boyuna yeşil kalan bir Akdeniz yöresi ağacı. Batı'ya Akdeniz yöresinden, gr. yoluyla yayılmıştır. Mersin ilinin adı da bu myrsine sözcüğünden gelir. (Sayfa: 482)

MÜZİK


gr. mousa (musa)den fr. musique/müzik..
Kök anlamı: mousa (musa) denen kır tanrılarının yaptıklarıyla ilgili olan. Kırlara esenlik, mutluluk yayan mousa (lat. musa) ile bağlantılı, ona değgin.. İlkçağ söylencelerine göre musa adıyla anılan topluluk kırlarda, ağaçlıklarda çalgılar çalar, türküler çığırır, ortalığı mutlu, esen kılarlardı..
Ar. musıkî sözcüğü de müzik ile eşkökenlidir.. (Sayfa: 489)

NAKİT
ar. nakd (para, akça)tan nakıt (akça).. Aydınlar arasında bile ''nakit para'' denir ki yanlıştır. (Sayfa: 490)
*
OROSPU


fars. rûspi (orospu)den, orospu.
Fars. rû, rûy (yüz), sepîd (ak. ar. beyaz), rûsepîd (yüzü ak, toplum içinde suçsuz, alnı açık dolaşan kadın, rûysepîd/rûsepîd/rûspîd/rûspî, tr. de orospu..
Sözcüğün başına o,u seslerinin gelmesi tr. de olağan: robe, roba/uruba, oruba bg. (Sayfa: 514)
*
ORTAOYUNU


itl. arte (beceri, sanat) ile tr. oyun'dan arte oyunu/orta oyunu.
1834'te İstanbul'a oyun göstermeye gelen İtalyan Commedia Dell'Arte adlı oyuncu topluluğunun adından bozma. Bu orta oyunu kavramının Yeniçeri Ortası denen kuruluşla, bir benzerlikten öte, bağlantısı yoktur. Arte (beceri, yaratı, ar. sanat) anlamındadır. Commedia Dell'Arte (güldürü sanatı..) anlamını içerir. (Sayfa: 515)

ÖDEMİŞ


tr. Otamış adlı bir Türk boyundan, o boyun yerleştiği, yaşadığı yöre. Otamış/ötemiş-ödemiş. (Sayfa: 523)

PAVURYA


yun. pagros (paguros)tan pavurya (iri yengeç).
Anadolu Türkçesine, Anadolu'da konuşulan rum. dan geçti, genellikle deniz kıyılarında yaşayanlarca bilinir. (Sayfa: 551)

PİÇ


fars. bece (yavru çocuk) den beç/piç (babası belli olmayan çocuk, anlam değişmesiyle).
Fars. beççe (yavru çocuk) biçiminde de söylenir, ancak anlamı tr. deki gibi yerici, kötüleyici değildir. (Sayfa: 556)

RUM


GÖRSEL KAYNAĞI: https://www.arkeolojikhaber.com/haber-roma.../...

lat. Roma (Roma ilinin adı)dan ar. Rûm, daha sonra tr. Rum.
Anadolu Türkçesine ar. söylenişiyle geçti. Ortaçağda, Araplar Roma sözcüğünü Rum biçiminde söylerlerdi. Roma İmparatorluğu'na bağlı olan Anadolu'ya da Diyâr-ı Rum (Roma ülkesi) denirdi. Aradan geçen uzun sürenin etkisiyle, yanlış olarak, Anadolu'da gr. konuşanlara Rum dendi. Erzurum adı da Arz-ı Rum (Roma ülkesi)dan gelir. Bugün Anadolu'da ''Rum'' adı verilen insanların Roma ile en ufak bir ilgisi yoktur, onlar gr. konuşan, eski Anadolu yerlileridir. Hristiyan dinini Grek diliyle öğrenmeleri, benimsemeleri sonucu, bir tarih yanlışı olarak, kendilerine ''Rum'' dendi. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi, Eşrefoğlu Rûmi, Firdevsi-i Rûmi gibi adlara eklenen Rum sözcüğü Anadolu anlamındadır.
*
Başka örnekde olur kalâ-yi zerbeft-i Acem
Rûm'da çıkmaz anun gibi mutalla-yi sühan
*
-Vehbi-
*
dizelerinde Rum sözcüğünü, Osmanlı ozanı, Arapçanın Farsçanın etkisiyle Anadolu karşılığı söyledi. (Sayfa: 567)

SELÂM


ibr. salem'den ar. selâm (esenlik, esenleme, mutluluğa kavuşma, yıkımdan, kötülükten kurtulma)..
Anadolu Türkçesine islam inançlarıyla Kur'an'dan geçti.
Selâmlamak, selâmlanmak, selâmlaşmak, selâmlık..
*
SELÂMET
*
ibr. ar. selâm (bk.)dan selâmet (esenlik, mutluluk, kurtuluş)..
Selâmetlemek, selâmetlenmek.. (Sayfa: 591)
*
SEMAVER
*
rus. samovar (ortası kömür ocaklı su kaynatma kabı)dan semâver.
Fars. semâver (rus.dan), alm. Samowar, fr. samovar, isp. samovar. (Sayf: 591)
*
SINIR


yun. sinoron (komşu, yanyana oturan, yakın duran)dan sinor, sınır.
Anadolu Türkçesine, Anadolu'da konuşulan rum. dan ses değişikliğine uğrayarak geçti. Halk ağzında sinor da denir.
Alm. Grenze, fr. limite, fars. merz, ar. hadd, isp. limite, lat. fines, itl. limite..
Sınır'dan: Sınırdaş, sınırlamak, sınırlandırmak, sınırlanmak, sınırlı.. (Sayfa: 587)
*
SİLİNDİR
*
yun. kilindros'tan alm. Zylinder-silindir..
Anadolu Türkçesine, Dil Devrimi'yle geçti.
Os. üstüvâne, fars. merdâne, fr. eylindre, lat. eylindrus.. (Sayfa: 600)

SİMİT
rum. semidalites (ince undan, irmikten yapılan)ten simit. Anadolu Türkçesine, Anadolu'da konuşulan rum. dan geçti. Ar. semîd (irmik) sözcüğü ile olan benzerlikten dolayı simit'in ar. kökenli olduğu sanılırsa da Araplarda simit yapma geleneği yoktur. (Sayfa: 601) *
SİMSAR * lat. censorius (alışveriş işlerine bakan, aracılık eden)dan ar. simsâr (aracı, ortacı), os. simsâr sözcüğünün yapısı Arap diline uygun değildir, arapçalaşmıştır. Ar. dellâl, itl. sensale, fr. courtier, alm. Vermittler, isp. comisionista. (Sayfa: 601)
*
ŞAYAK


rum. sagiaki (yünden dokunmuş kalın giysilik)den şayak..
Anadolu Türkçesine, Anadolu'da konuşulan, rum. dan halk söyleyişiyle geçti. Gr. sagion, sagon (Eski Roma erlerinin giydikleri, dize değin inen, kalın giysi. Galler'de de böyle giyerlerdi).
Sözcüğün kökenin lat. sagum'dur. Bask dilinde saia, fr. sai, sayon.. (Sayfa: 624)

TARABYA


gr. therapeia (bakım)dan terapia/tarabya..
Gr. therapeio (sağıltmak, sayrılığı, sıkıntıyı, acıyı gidermek, os. tedavi etmek)dan therapeia (sağıltım, bakım).
Tarabya, bulunduğu sağlığa, sağlık korumaya elverişli, doğal konumu nedeniyle bu adı aldı. (Sayfa: 641)

TÜL


fr. Tulle (ilinin adından, bu ilde dokunan ince bir dokuma)den tül..
Uyg. tül (düş, ar. rüyâ) ile bağlantısı görülmedi.
*
TÜLBENT
*
fr. tül-le (bk.) ile fars. bend (bağ)ten tül-bend/tülbent..
Kök anlamı: tül-örtü, tülden yapılan örtü. Anadolu Türkçesinde görülüp başka sözlüklerde (os. ar. fars.) yer almaz. (Sayfa: 675)


UNKAPANI


tr. un ile fars. kapan (kantar)dan un-kapanı/unkapanı..
Eskiden İstanbul'da, ile gelen unların toplanıp tartılarak fırıncılara dağıtıldığı yer. Yağkapanı, odunkapanı bg. (Sayfa: 688)
*
USKUMRU


rum. skhombros (uskumru)tan uskumru..
Skhombros-skomros-skomro-skumri-skumru/uskumru..
Anadolu Türkçesine kıyı illerinden Anadolu'da konuşulan rum.dan geçti, kırsal bölgelerde, iç yerleşme yerlerinde pek bilinmez.
Alm. Makrele, fr. maquereau, isp. caballa, ing. mackerel, lat. scomber.. Asya dillerinde bu balık pek bilinmiyor.. (Sayfa: 689-690)

ÜZGÜ


tr. üzmek (bk.)ten üz-gü/üzgü (üzüntü veren, acı çektiren, üzen, ar. cefa, eziyet. Baskıç, merdiven, SDD). (Sayfa: 705)

VOLİ


rum. bole (balıkağını denize atma)den voli..
Bole-boli/voli..
Balıkçılar arasında, ağı denize salışta söylenen söz, bole. Ağ çekilirken tutulan balık bole (bir atışta avlanan balık) diye nitelenir. Voliyi vurmak (ilk ağ atışıyla balık avlamak)..
*
Araklinun gıyina
Voli vururum voli
Olmadi göremedum
Gaybana İstamboli
*
-Kar.-
*
V sesinin b'ye dönüşmesi: basileus/vasileus (kral), balios/varyos (varyoz denen ağır çekiç, balyoz), barmak/varmak, birgü/virgü-vergi bg.. (Sayfa: 711)
*
YAFA


ibr. Yafa (bir il adı)dan bir portakal türü.
Yafa ilinden çıkıp yayılması nedeniyle bu adı aldı. Tr. de, çokluk, yafa portakalı biçiminde söylenir. (Sayfa: 715)
*
YAKAMOZ


gr. giakkamos (parlaklık)tan yakamos (denizde ışıma, parlaklık), gia (ok. ya), kkamoz/k sesinin düşmesiyle ya (gia) kamoz/yakamoz..
Halk dilinde, deniz kıyılarında, buna yahamos, yağamoz, yağmoz da denir. (Sayfa: 718)

YALI


gr. gialos/aigialos (kıyı)dan söyleyiş biçimiyle yialos-yiali-yalı (kıyı, kıyıda yapılan ev, konak).
Anadolu Türkçesine, Anadolu'da konuşulan Rumca yoluyla geçti. Gr. gialos, Anadolu rum. da aigialos.
*
Gidelum yali yali
Duşdi kıratun nali
Bolaşdi ayağuma
Gaybana gomar dali
*
-Kar.-
*
türküsünde yali/yalı biçimi, rum. söyleyişin ağız değişikliğine uyması sonucudur.
*
Yali boyi iz gider
Bi gınali gız gider
Gız yoluni şaşurdi
Bolaki bize gider
*
-Kar.-
*
bolaki/olaki/b sesinde düşme. Gia (ya) için giakkamos (yakamoz) örneği (Bk. Yakamoz). (Sayfa: 721)
*
YÜZBAŞI


tr. yüz (sayı) ile baş'tan yüzbaşı/yüzbaşı..
Eski ordu kuruluşlarında yüz kişilik birliğin başında bulunan görevliye verilen ad. Onbaşı (on kişilik birliğin başı), binbaşı (bin kişilik birliğin başı.. (Sayfa: 774)
*
ZENNE
*
fars. zen (kadın)den zenne (kadına yaraşan, kadınca), ince.
Ortaoyunu'nda kadın kılığına bürünerek ortaya çıkan, oyun gösteren kimse.
*
ZERDALİ
*
fars. zerdâlü (sarı erik)dan zerdali. Fars. zerd (sarı), âlü (erik), zerdâlû (sarı erik).

ZERDE


fars. zerd (sarı)den zerde (havuç, yumurta sarısı, safran, pirinç karışımı pilâv), sarımsı olmasından bu adı aldı, tr. ye değişmeden geçti.
*
Pişirdim pilâv zerde
Başımız girdi derde
*
bir de halk dilinde söylenişi vardır.
*
ZERDEÇAL
*
fars. zerd (sarı) ile çûb (çalı, çöp)dan zerdeçûb-zerdeçâb-zerdeçâv-zerdeçal (hint safranı). (Sayfa: 779)

ZINDIK
fars. Zend (Zerdüşt dininden olan) ile ilgili olan: zendîkten ar. ya, sonra tr. ye zındık (dinsiz, inançsız) olarak geçti. Dinsiz anlamı islam inançlarına göredir, fars. da o anlamda değildir. (Sayfa: 779-780)


AMİN
*
tr. ar. âmin'den, Türkçeye İslam inançlarıyla geçmiştir. Kökeni kopt dilinde Güneş tanrısı Amon'dur, Arapçaya İbrani dilinde umin'den geçmiştir. Eski Mısır'da işlere Amon'un adını anmakla başlanırdı. (Sayfa: 786)
*
BAYAN
*
tr. Bayan sözcüğü, bir erkek adı olarak, Türk tarihinde geçiyor. Özellikle Avar Türklerinde, Bayan denen birkaç imparatorun yaşadığı, Bizanslılarla savaştığı biliniyor. Bay sözcüğünün karşıtı, kadın adı olarak Türk devriminden sonra kullanılmaya başlamış, hızla yayılmış, kırsal kesimlerde kızlara ad olarak verilmiştir. Sözcüğün kökü ''bay'' Türkçedir, ''an''ın bir ek olduğu belli. Kuzey Türk ağızlarında ''bayan'' sözcüğünün bulunduğu söyleniyor, ancak biz kesin bir belge bulamadık. Türk Dil Devrimine karşı çıkan gericilerin, ''bayan'' sözcüğünün ''uydurma'' olduğunu söylemeleri yalancılıktır, tarihte bunun açık örnekleri görünüyor. (Sayfa: 802)


AVAR KAĞANLIĞI
*
Yöneticileri
*
Kandik (y. 552 - 562)
I. Bayan (562-602)
II. Bayan (602-617)
Onogunduri (617-630)
Surakat (729-730)
Yugurus (791-795)
I. Tudun (795-803)
Zodhan (803 - 805)
Thedorus (805 - ?)
Abraham (? - ?)
Tudun II (? - 835)
*
KAYNAK: tr.wikipedia.org/wiki/Avar_Ka%C4...
*
DÜZÜŞMEK
*
tr. düzmek (bk.) ten düzüş-mek/düzüşmek (karşılıklı olarak düzlemekte, düzeltmekte birbirine yardım etmek, düzene sokmak eylemine katılmak, düzenlemeyi, düz duruma getirmeyi sağlamak, düzenli kılmak.
Bu özlü sözcük, ne yazık ki argo denen ağızda özünden yoksun kılınmış, yakışıksız bir anlamla kirletilmiştir. Bu sözcük Kaş. da: tüzüşmek/düzlemekte yardım ve yarış etmek diye geçiyor. (Sayfa: 829)
*
YUNAN
*
İlkçağ Anadolu dillerinden, İon sözcüğünün Arapça söylenişidir. Arap dilinde ''ion'' sözcüğü ''i-o'' ile söylenemez, başına ''y'' sesi getirilir, böylece y/ion/yunan biçimine girer. Bu sözcük sonradan, İslam ülkelerinde tüm Yunan ulusuna verilen bir ad olmuştur. İlkçağda bizim ''Yunan'' dediğimiz topluluk kendisine ''kardeş'' anlamında Hellen/Ellen diyordu. Batı dillerine geçen ''grek-grec'' sözcüğü Latince ''komşu'', ''sınırdaş'' anlamına gelen ''graccus''tan alınmıştır. Yine Arapça ''Yunanlar'' anlamında ''Yunanyan'' çoğulu kullanılmıştır. Yunanca, Yunanlı
*
YUNANİSTAN
*
Ar. Yunan (bk.) ile Fars. istan (stan/elkü) dan Yunan-istan (Yunan ülkesi), Yunan yurdu. (Sayfa: 865)

Sohrâb Sepehrî (سهراب سپهری) (Sohrâb-i Sipihrî) - Sekiz Kitap, Bütün Şiirleri (Farsçadan Çeviren: Mehmet Kanar)

Rengin Ölümü (1951)   GECENİN KATRANINDA * Nicedir bu yalnızlıkta Suskunluğun rengi dudakta. * Bir ses çağırıyor beni uzaktan Ama ayaklarım ...