3 Ocak 2024 Çarşamba

Bedrettin Cömert - Giotto'nun Sanatı


ÖNSÖZ, 1977

*
Elinizdeki bu kitap, sevgili hocam Suut Kemal Yetkin'in kılavuzluğunda, Mayıs 1974'te Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümünde ikinci doktora tezi olarak hazırlanmış bir araştırmanın, kimi değişikliklerle genel niteliğe büründürülmüş biçimidir.
Aradan üç yıl geçti. Yine de çalışmamın yapısında önemli değişiklikler yapmadım. Üç yıl sonra eklenecek bir şey bulamadığım için mi.? Elbette hayır. Bugün, bırakın eklenebilecek yeni bilgi ve deneyleri, aynı şeyleri bile yeniden yazmaya kalksam, tümden değişik yazardım. Kaldı ki bu üç yıl içinde, sanat görüşümde, çok önemli ayrıntılarda hem gelişme hem olgunlaşma oldu. Boşa geçirilmeyen zaman, insana yeni gözler, yeni duyargalar takıyor. Ben de elbette, bugün aynı resim yapıtlarına yeniden yaklaştığımda, daha bilinçli bir duygulanmayla hazırlanıyorum; daha dikkatli değerlendirme ölçütleriyle, gördüklerimi ve duyumsadıklarımı içimin tarihine oturtuyorum.
Ne var ki, insanın ömrünü, tek bir çalışmayı, saplantılı bir tutkunlukla yetkinleştirmeye adaması da doğal değil. Bu sözlerimle yetkinleştirme çaba ve sürecini azımsadığım sanılmasın. Tam tersine. Düşünce adamının ulaşmayı özlediği yetkinlik, ayrıntı yetkinliği değil; hedefe her varışta (ya da varıldığı sanısına kapılışta), yeni susamışlıklar, yeni atılımlar getiren bir gelişme, bir olgunlaşma ve varsıllaşma çabasıdır. Bu yüzden kişinin her dönemi, hem kendi içinde, hem de tüm yaşamı boyunca yaptıklarıyla karşılaştırılmalı olarak değerlendirilmeli. Hem sonra, istediğince eleştirilmeye elverişli olsun, her çalışma bir yapıdır, örgensel bir bütündür. Tıpkı şiirde olduğu gibi. Belirli sözcüklerle oluşturduğunuz bir dizeyi, sözcüklerin eş anlamlarıyla bile yeniden kurmaya kalktığınızda, ortada ne şiir ne de dize kalır. Bilimsel bir çalışma da yapısını kendisi getirir. Oluşturulduktan sonra, aşağı yukarı o yapıda vardır. Onu başka bir yapıya zorlarsanız, içeriğini de değiştirir; giderek başka bir kimliğe bürünür.
Bu kitap, özde üç yıl öncesinin bir araştırmasının ürünü olmasına karşılık, şu düşünceleri dile getirmekten de kendimi alamadım:
Nerdeyse kemikleşmiş bir önyargıdır bizde. Batı sanatı üzerine pek çalışılmaz. Çalışanlara da öyle iyi gözle bakılmaz. Hele de Giotto, Leonardo, Michelangelo, Caravaggio vb. sanatçılar söz konusuysa yandınız demektir. Çünkü, yaygın ama yanlış bir kanıya göre bu devler üzerine zaten her şey söylenmiştir. Geriye söylenecek bir şey kalmadığına göre, ne gereği var bu büyükler üzerine eğilmenin.! Yapacağınız şey nasıl olsa özgün olmayacak. Ancak bir betimleme, bir aktarma, olacak.
Bu kanıya içtenlikle yanlış diyorum. Diyorum ki, batıyı ancak onu içinden tanıyarak, onu kendi yetişim özelliklerimize göre yeni yorum ölçütlerine vurarak gereğince anlayabiliriz. Batıyı anlamak, batının sanat ve düşüncesini edilgince ve batılının gözlükleriyle öğrenip kendimize yararlı kılmak değildir yalnızca. Batıyı anlamak, onu kendi ulusal kişiliğimize göre yorumlamayı, eleştirmeyi de getirir eşliğinde.
Hem niçin sanat yapıtları, yüzyıllar sonra, bırakın başka ulusları, aynı ulusun kuşaklarına bile değişik görünür.? Niçin her kuşak, sanat yapıtını, o âna dek görülmedik bir yönden yorumlayarak, kendi eleştiri anlayışını, kendi duyarlık ve düşünce çizgisini getirir.? Niçin sanat yapıtı dediğimiz şey, sonsuz sayıda ve çeşitlilikte yoruma karşın, tükenmez bir haz kaynağı olmakta direnir.? Öyleyse niçin bir Türk bilimadamının Giotto'ya, Dante'ye, Tolstoy'a, Eliot'a, Baudelaire'e ilişkin kendi sözü olmasın.? Bu büyükler üzerinde her şey söylendi diye (ki hiçbir zaman sanat yapıtı üzerine her şey söylenmiş olmayacaktır), o şeyleri söyleyenlerin gözlüğünü mi takacağız hep.? O zaman bilimden, bilimsel çalışmadan, özgür düşünceden, özgün duyarlıktan söz edilebilir mi.? O zaman öykünme alışkanlığına kendimizi elimizle tutsak etmiş olmaz mıyız.? Özgünlük, ne titiz öykünme, ne de yoktan var etmedir, özgünlük, insanın eyleminde kendisi oluşudur.
Eski sözcükle demek gerekirse, yalnızca ''kitabî'' bir çalışma değildir bu. Giotto'nun hemen tüm yapıtları, bu yapıtların bulundukları İtalyan kentleri olan Assisi, Padova ve Floransa'da doğrudan doğruya yapıtlarla karşı karşıya gelinerek yerinde incelenmiş, hatta çalışmanın kaburgası yapıtların karşısında yazılmıştır. Yerinde inceledik derken, yalnızca duyarlığımızla yetinip, duygularımızın o yapıtlar karşısındaki devinimini dile getirdik demek istemiyoruz. Duyarlığımız; taze izlenimlerini, diri tepkilerini köreltmeden, o âna dek geliştirdiğimiz bilgi ve eleştiri birikimiyle sürekli ama güdüsel olarak denetim altındaydı. Bilinçle duymaya çalıştık; bilgilerimizi duyarlığın eşliğinde hep diri ve işler tutmaya çaba gösterdik. Bu deneyimiz bize, yabancı din ve kültür geleneklerinin nasıl özümlenerek özgün bir dağarcık haline getirilebileceğini de gösterdi. Ne Aziz Francesco'ya, ne Meryem Ana'ya, ne de İsa'ya o kiliseleri her gün dolaşan birçok Hıristiyanın yaptığı gibi eleştirisiz bir hayranlıkla veya gözü kapalı bir yadsıyıcılıkla baktık. İlkin eylemlerinin anlamlarını kavramaya çalıştık; sonra onları ekonomik ve toplumsal insanın dışında insan olamaz ilkesiyle şu yeryüzüne indirgedik; daha sonra da bu kutsal kişilerin Giotto'nun sanatında nasıl yansıdıklarını, her şeyden önce ''biçim'', ''üslup'' merceğinden bakarak bulgulamaya çalıştık. Bu işi yaparken de, bu konuda sözü dinlenen Giotto uzmanlarına sürekli kulak verdik. Onların yargılarını ilgili sanat yapıtlarıyla karşılaştırarak doğrulama sınavına soktuk; aynı zamanda da kendi görüş açımızı ve yargımızı geliştirdik. Ama hiçbir zaman Anadolulu oluşumuzu unutmadık. Balıkçı, Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat ustaların uygarlık yorumlarını hep baş ilke yaptık ve şöyle dedik: Nasıl olur da bu Anadolu'nun, bunca yüzyıllık bir geçmişin tarihsel ve sanatsal bir ürünü olan bizler, batıyı kendi gözümüzle göremeyiz.?
İşte, elimizden geldiğince, Giotto'yu kendi gözümüzle, Anadolulu duyarlığımızla, Türkiye'nin toplum yapısının içimizdeki zorunlu yansımasıyla anlayıp anlatmaya çalıştık.
Giotto, batı resim tarihinin önemli bir dönüm noktasıdır. Gerek insanlık ve tarih görüşü, gerekse resimsel biçim ve üslup bakımından Ortaçağın ayaklarını yere bastıran ilk devrimcidir. Giotto, yalnızca resim tarihi açısından bilinmesi gereken ''müzelik'' bir tarih halkası değil, her çağın insanına yepyeni bildiriler sunup çok boyutlu ufuklar açan bir üslup ve insanlık serüvenidir. Bu sözlerimizin bir abartma olmadığını, gidip en ünlü sanat tarihçilerinin ağzından öğrenmeye gereklilik de yoktur. Asisi'de yukarı S. Francesco Kilisiesi'ndeki Aziz Francesco freskolarıyla; Padova'da Arena kiliseciğinin duvarlarını ölümsüz bir çağdaşlığa yücelten Anna, Meryem ve İsa öyküleriyle veya Floransa'da Santa Croce Kilisesi'nin iki küçük şapelini solgun bir duygulanım dünyası yapan yapıtlarla karşı karşıya gelmek ne denli yeni ve çağcıl bir ressamla tanışma mutluluğuna erdiğimizi kanıtlamaya yeter.
Kitabın sonunda bir Katalog bölümü bulacaksınız. Giotto'nun olduğu genellikle kabul edilen tüm resim yapıtlarının tam çizelgesini içeren bu Katalog, bir yapıt adları sıralaması değildir. Bu bölümün hazırlanmasında yalnızca yapıtın adı, bulunduğu yer, yapılış tarihi, boyutları, korunma durumuyla yetinilmemiş; her bir yapıtın ikonografik kaynağı araştırılmış, birinci elden açıklayıcı bilgiler verilmiş, bu bilgilerin doğruluk denetiminin sağlanması için kaynağın adı ve dize (ya da satır) sayısı konulmuş, yerinde yapılan gözlemler eklenmiş, böylece, yapıtın estetik yorumu için gerekli tüm veriler biraraya getirilmiştir. Bu nedenle, metinde çözümlemeye çalıştığımız her yapıt için ilkin Katalog'a bakılması yararlıdır, çünkü Katalog'da verilen bilgiler metinde yinelenmemiştir.
Bu Katalog çalışması bir konuyu daha dilimizde sağlam bir düzene sokmamıza olanak vermiştir. Musevi ve Hıristiyan geleneklerine ilişkin ikonografi terimleri, bizde her yazarca değişik biçimde kullanılmakta, hatta çoğu zaman yabancı terimin Frenk ağzıyla Türkçeleştirilmesi yeğ tutulmaktadır. Bu çalışmada, adı geçen terimlerin Türkçe karşılıkları, biçimsel bir çeviri yöntemiyle değil, kaynakların özüne uygun bir anlayışla Türkçeleştirilmiştir. Dolayısıyla Katalog bölümü, aynı zamanda bir terim sözlüğü görevini yerine getirmektedir.
Kutsal Kitaplara ilişkin terim ve anlatımda, dilimizdeki kaynaklardan yararlanılmış olmasına karşın, kullandığımız Türkçe ve anlatım, güzel dilimizin beğenisine göre düzenlenmiştir.
Kılavuzluğunu sonsuz bir bilimsel özgürlükle çakıştırmasını bilen hocam Suut Kemal Yetkin'in yüreklendirmeleri böyle bir çalışmanın doğmasında başlıca etken olmuştur.
Bu çalışmanın Hacettepe Üniversitesi yayını olarak basımına olanak sağlayan Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi Yayın Kurulunun sayın üyeleriyle Fakülte Yönetim Kuruluna teşekkür ederim.
*
BEDRETTİN CÖMERT
Hacettepe Üniversitesi
Beytepe, Mayıs 1977 (Sayfa: 11-14)


Giotto'nun Yaşam Öyküsü:
*
''Giotto'nun yaklaşık 1280-1290 yılları arasında, Cimabue'nin yanında çırak olarak çalıştığını hemen bütün sanat tarihçileri kabul ediyor. Bu konuda Vasari, biraz abartmalı olarak şöyle diyor:
''..Giotto on yaşlarındaydı. Henüz çocuk olmasına karşın, olağanüstü bir zekâsı bulunduğunu gösteriyordu. Bu özellik onu, hem babasının hem de başkalarının gözünde sevimli kılıyordu. Bondone, oğluna, otlatsın diye birkaç da koyun vermişti. Giotto, koyunları otlatırken, resme karşı olan doğal eğilimin itkisiyle, taşların üzerine veya yere, durmadan bir şeyler çiziyordu. Birgün Cimabue, bir iş için, Floransa'dan Vespignano'ya giderken, yolda Giotto'ya rastladı. Onu, düzgün bir taşın üstüne, bir kömür parçasıyla bir koyun resmi çizerken gördü. Bunun üzerine çocuğa, yanına çırak girmeyi isteyip istemediğini sordu. Giotto, Babası razı olduğu taktirde, bu öneriyi severek kabul edeceğini söyledi. Cimabue, çocuğun babası Bondone'ye durumu iletti. Bondone, Cimabue'nin Giotto'yu Floransa'ya çırak olarak götürmesine izin verdi..'' (Vasari, s. 299-300)
Divina Commedia'nın adı bilinmeyen açımlayıcısının yaklaşık 1395'te verdiği bir bilgiye göre, Giotto, önce bir süre çıraklık yapmış, ama aynı zamanda Cimabue'nin dükkânına devam etmekten de geri kalmamıştır. (Baccheschi, s. 83)
Bu durumda, Giotto'nun, Cimabue'nin yanında çalışmaya başlaması Vasari'nin anlattığı gibi öyle çarçabuk olmamış, oğlunun resme eğilimini gören babası Bondone, onu yün işlerinden alarak temelli Cimabue'nin yanına vermiştir.'' (Sayfa: 18)


GIOTTO ASSİSİ'DE:
*
Kutsal Kitap Öyküleri: Giotto'nun olduğu genellikle kabul edilen Kutsal Kitap öyküleri, girişten birinci ve ikinci bölmelerin sağında ve solunda bulunanlardır. Bu öyküler, Resim 4'teki sıralamaya göre şunlardır:
*
A. ESKİ AHİT ÖYKÜLERİ (sağda):
1. Yakup'un İlkoğulluk Hakkını Alışı
2. İshak'ın Esav'ı Geri Çevirişi
3. Yusuf'un Satılması
4. Benyamin'in Torbasında Kadehin Bulunması
5. Habil'in Öldürülüşü
*
B. YENİ AHİT ÖYKÜLERİ (solda):
7. İsa Golgota Yolunda
8. İsa'nın Vaftiz Edilişi
9. İsa Din Bilginleriyle
10. Ölü İsa'ya Ağıt
11. İsa'nın Dirilişi ve giriş duvarının içinde
12. Pentikost
13. İsa'nın Göğe Yükselişi (Sayfa: 27)

Resim 12: GİOTTO: Aziz Francesco'nun Yükselişi, Assisi,yukarı kilise. (Sayfa: 36)

San Francesco d' Assisi'nin yaşamı ve öğretisi:
*
''1182 yılında, İtalya'nın Umbria bölgesinin Asisi kentinde doğan Francesco'nun babası Pietro Bernardoni, o zamanın olanaklarına göre zengin sayılırdı. Hem manifatura dükkânı işletir, hem toptancılık yapar, bu amaçla da Fransa'nın büyük pazarlarına mal almaya giderdi. Bütün Bernardoni ailesi, dikkânda aile başkanına yardımcı olurdu.'' (Sayfa: 43)
*
24 Şubat 1209'da, Santa Maria Degli Angeli Kilisesi'nde, dinsel töreni dinliyordu. İncilin kimi sözlerinin etkisinde kaldı. Bu sözlerde yoksulluğun övgüsü yapılıyordu. Emekçi kimse, besinini, kendisi çalışıp kazanır, deniyordu. Artık yolunu bulmuştu Francesco. Mutlak yoksulluk anlayışına ulaşmıştı zaten. Birikmiş parayla değil, kendi emeğiyle günbegün yaşama ilkesini ise her gün uyguluyordu. Şimdi kesinlikle öğrendiği şu olmuştu: Sürdüğü bu yaşam türü, İsa'nın ilk gerçek izleyicileri için istediği bir yoldu.
Bugün adı Santa Chiara olan, San Giorgio meydanında vaaz vermeye başladı. Asisi'liler, Pietro Bernardoni'nin oğlunu dinlemeye gittiklerinde gördüler ki, bu vaiz, öyle alışılmış vaizlerden değildi. Zorla değil esinle, yüreğinden geldiği gibi, içi nasıl buyuruyorsa öyle konuşuyordu. Karışık, anlaşılmaz sözler etmiyordu; dediğini doğrudan doğruya, olduğu gibi diyordu. Açık ve etkili sözlerle en derin şeyleri anlatmasını biliyordu. Kısaca, dediği her şeyi ete kemiğe büründürüyordu. Bu konuşma, öylesine özgün ve yaratı ürünüydü ki, bittikten sonra yinelenmesi olanaksızdı, çünkü yalnızca esinle vardı.
İnsanlar günahlarından pişman olmalıydılar; yaptıkları kötülükleri onarmalıydılar; özellikle haksız yere aldıklarını geri vermeliydiler ve yaşantılarını değiştirmeliydiler. Bu değişiklik, kişinin bütün uğraşını bırakıp dünyadan çekilmesi anlamına gelmiyordu. Bu, ahlaksal bir değişiklikti, insanlar, her günkü yaşamlarında, Tanrı'nın buyruklarını yerine getirmekle sağlayabilirlerdi bunu. İnsanlar ayrıca bağışlayıcı olmalıydılar. Pişman olup dua etmenin amacı, Tanrı'yla barışmak, onun bağışını elde etmek değil miydi.? Ama Tanrı, ancak bağışlayan kimseyi bağışlayabilirdi. Böylece, karşılıklı bağışlama sonucu, kardeşlik barış doğacaktı.
Dedikleriyle yaptıkları tamı tamına uyan ve çakışan bu adamın yaşamını özleyenler oldu. Bernardo adında zengin bir Assisi'li her şeyini terkedip ona katıldı. Peşinden yasa adamı Pietro Cattani, onun peşinden de Egidio geldi.
Topluluk gittikçe büyüyordu. Rivotorto'daki küçük bir kulübeyi sığınak yapmışlardı; Santa Maria Kilisesi'ne ise duaya gidiyorlardı. Tarlada veya evlerde, nerede iş bulurlarsa orada çalışıyorlardı. Karşılığında yalnızca karınlarını doyuruyorlar ve cüzzamlılara hizmet ediyorlardı, iş bulamadıkları zaman, gerek kendileri, gerekse cüzzamlılar adına el açıyorlardı.
Topluluğa katılmalar arttıkça, Assisi'de homurdanmalar da başlamıştı. Kentin kilise adamları o ana dek ne düşmanlık ne de aşırı bir dostluk göstermişlerdi Francesco'ya. Dokunmuyorlardı ona; bu da yetiyordu Francesco'ya. Fakat piskopos, tatlı dille de olsa endişesini belirtmekten kaçınmadı. Francesco anladı ki, bu yaşam biçimini sürdürmek için kilise yetkililerinden izin gerekti. Papadan, İncilin gösterdiği yolda yaşamak için izin istemeye karar verdi. Bunun için de bu yaşamın başlıca ilkelerini kâğıda dökmek zorunda kaldı. Böylece topluluğun ilk yönetmeliği saptanmış oldu.
Az ve öz yazmıştı. İncilin gösterdiği gibi yaşamak istediklerinin ve şu üç sözü kendilerine ilke yaptıklarını söylüyordu: ''Yetkin olmak istersen, varını yoğunu yoksullara ver''; ''Yoktan bir şey alma''; ''Cebinde altın, gümüş ve para olmasın; ne heyben, ne birden fazla giysin, ne de bastonun bulunsun''. Para, ne iş karşılığı ne de yardım olarak kabul edilecekti. Ne tek tek, ne de toplu halde, hiçbir şeye sahip olunmayacaktı. Kaldıkları yer bile kendilerinin olmayacaktı. Manastır veya başka tür bir konuttan söz edilmiyordu. Değişik yerlerde ve başkasının evinde, o da yalnız hizmet etmek için yaşayacaklardı. Kimseye direnç göstermeyeceklerdi. Katolik inanç ve buyruğa göre yaşayacaklar, Papa İnnocenzo'ya ve onu izleyecek papalara saygı ve bağlılık göstereceklerdi.
1210 yılının baharında, hepsi birlikte, Roma'ya gitti. Papa III. Innecenzo, Francesco'yu dinledikten sonra, onu ve arkadaşlarını takdis etti; seçtikleri yaşam biçimini sürdürmeye, halka vaaz vermeye yetkili kıldı onları.
Topluluk gittikçe genişliyordu, İtalya dışındaki kimi Avrupa ülkelerine de yayılıyordu. Yayıldıkça da topluluğu yönetmek güçleşiyor ve birçok iç ve dış sorunlar çıkıyordu. İzleyicilerin sayısı arttıkça, kentlerde de eylem gösterme zorunluluğu ortaya çıkınca, yersiz yurtsuz yaşayış ilkelerini uygulamak güçleşiyordu. Sonra, içtenlikle inanmışların yanında, çeşitli çıkarları uğruna topluluğa katılan, her tabakadan insan vardı.
Asıl önemli olan, Assisi'li Yoksullar topluluğuyla kilise arasında doğan yeni ilişkilerdi. Kilise, topluluğun kesin bir sıkıdüzen içine sokulmasını, yani kısaca, Assisi'li Yoksullar'ın öteki dinsel akımlar gibi resmî bir tarikat haline gelmesini istiyordu. Bu ilişkileri düzenlemede, Francesco'ya, papalık temsilcisi kardinal Ugolino Conti aracılık etti. Ugolino'ya göre, Francesco'ya bir yandan yardım etmek ve onu savunmak, öte yandan da onu denetlemek ve ılımlılaştırmak gerekiyordu. Ülkülerine dokunmamak, ama onları pratik gereklere uydurmak gerekiyordu. Francesco'nun Kiliseye gerekliliğini ve ona sağlayabileceği yardımı iyi biliyordu Ugolino. Çünkü ancak Francesco aracılığıyla, Kilisenin halkla kopan bağları yeniden kurulabilirdi.
Kısacası, Francesco bir manastıra, belirli bir yere ve mülkiyete bağlı bir tarikat kurmaktan ne kadar sakındıysa, bunu başaramadı. Gerçek koşullar buna aykırıydı zaten. Toplumun dışında, kurulu düzenin gereklerine karşı olarak ne kadar yaşanabilirdi.? Sonunda kilise, Francesco öğretisinin tehlikesini; onu içine alarak, ona kendi pratik gereklerine göre düzen ve kurallar vererek önledi.
Francesco, topluluğun pratik yöneticiliğinden çekildi. Aynı yoksul ve özverili yaşamı sonuna dek, tutku ve tutarlılıkla sürdürdü ve daha sağlığında bir aziz gibi saygı ve ilgi gördü (San Bonaventura, 25-27, 32, 35-36, 42-44, 46, 50; Salvatorelli, s. 28-160; Antal, s. 98-99). (Sayfa: 46-49)

GÖRSEL: Resim 21: GIOTTO: Su Mucizesi, Assisi, Yukarı Kilise (Sayfa: 56)

San Francesco dizisinin en ünlü öykülerinden biri olan Su Mucizesi'nin bunca ün kazanmasında, haklı olarak, Vasari'nin 1568'de yazdıklarının büyük katkısı olmuştur.
Vasari, bu yapıt karşısında duyduklarını şöyle dile getiriyor:
*
''..öyküler arasında çok güzel bir tanesi var ki, onda, susamış biri, su içme isteğiyle yere eğilmiş ve bir kaynaktan öylesine büyük ve gerçek bir hazla su içiyor ki, dipdiri bir insan sanıyorsunuz...'' (Vasari, s. 305). (Sayfa: 56-57)
*
''Giotto ve S. Francesco geleneği: Giotto, geçmişten yalnızca resimsel biçimde gerçekleştirdiği yenilik nedeniyle ayrılmıyordu. Bütüncül yeni bir insan anlayışı, yeni bir tarih görüşü, onun bütün sanat davranışını niteleyen başlıca özelliklerdi. Bu tutumu, konuların değerlendirilişinde bile görmek olanaklıdır.'' (Sayfa: 65)


3. BÖLÜM
*
GIOTTO PADOVA'DA:
*
''Giotto, San Francesco'nun yaşamını anlatırken, onu, herkes gibi insan olan bir insan gibi görmüştür. Oysa İsa'yı ne denli insan olarak görürse görsün, toplumun ona tanıdığı aşkın değeri görmezlikten gelemezdi, çünkü sanatçı, çağının koşullarından dışarı çıkamaz, özellikle Ortaçağda, toplumun bütün gösterilerinin dinsel inanç tarafından belirlendiği bir dönemde, böyle bir koşullanma kaçınılmaz olmaktan başka, doğaldır da. Hem sanatçı, yaşadığı dönemin özelliklerini, belirli bir toplum boyutu içinde, temel ilke ve yönelimleriyle yansıttığı sürece tüm insanlığın malı olabilir.
Aynı dönemin bir başka sanatçısını, Dante'yi ele alalım. Onun kadar koyu bir katolik az bulunur. Ama onun bütün inancı ve yargılarındaki sınırsız acımasızlık; o çağı niteleyen koşulların da adil bir düzenini gerçekleştirmek amacını güder. Dante'nin o belirli koşullar içinde, hatta o koşulların varlığını tartışmaksızın; adalet, haklılık, namusluluk vb. ilkeleri savunmuş olması, bütün kötülüklere ve eğriliklere, çağının somut durumları içinde bir iyilik ve doğruluk yolu göstermesi ve bu yolu göstererek, çağının gerçek yapısını yansıtması, onun ülkülerini soyutluktan kurtarmış ve onu bugüne bağlayabilmiştir.
Düşünce ve sanat hiçbir zaman sıçrayarak ilerlemez. Tarih nasıl bir süreçse, birbirini izleyen bir oluşumlar bütünü ise, düşünce ve sanat da bir öncenin sürekliliği ve bir sonraya bağlanışıdır. Ne var ki, bu süreklilik, bir incenin yinelenmesi değildir, ne de dönemler, çağlar sıfırdan başlayan zaman kesitleridir. Her çağ, bir önceki çağın sonucu olmaktan başka, bir sonraki çağın da tohumudur. Ancak bu yolla, şimdi'yi geçmiş'e bağlamak olanaklıdır. Evrensellik ancak bu koşulla kabul edilebilir.'' (Sayfa: 86-88)

GÖRSEL: Resim 43: GIOTTO: İnanç, Padova, Arena. (Sayfa: 91)

''Sağ elinde bir haç, sol elinde açık bir tomar tutan bu kadın figürünün, gotik heykellere ne denli benzediğini görmek kolaydır; ne ki burada bir heykelle değil, hacmi nedeniyle bir heykel izlenimi uyandıran bir resimle karşı karşıya bulunuyoruz. Kısaltımla gösterilmiş kollar, yüzün ve boynun oylumlanışı, giysinin akan kıvrımları bütün gerçekliğiyle önümüzde duruyor. Bin yıldır böylesi bir olay görülmemişti. Giotto, düz bir yüzeyde derinlik yanılsaması yaratma sanatını bulgulamıştı (Gombrich, s. 150).'' (Sayfa: 92)

11 Aralık 2023 Pazartesi

Melissa Broder - Balık (Çeviren: Nazlınur Karaağaçlı)


Arka Kapak:

*
Balık, hem bu dünyaya ait hem de değil. Broder, dünyevi olanda gerçeküstü olanı, dünya dışı olanda ise sıradan olanı buluyor ve gerçeklik konusundaki genel yargıları tahrip ediyor. Bu kitap, arzularının onları bir sonraki adımda nereye götüreceğini merak eden herkes için.
Balık, ödüllü şair, deneme yazarı ve köşe yazarı Melissa Broder’ın ilk romanıdır. Bu cesur romanda Broder, varoluşsal kırgınlığı ve yıkıcı aşkı yüksek dozda cinsel betimlemeyle birleştirerek büyük bir samimiyetle, okuyucuyu sarsacak derecede açıklıkla ve cesaretle aktarıyor. Roman, kaderimizde her zaman sahip olamayacaklarımızı arzulamaya mâhkum olup olmadığımız sorusu üzerine kafa yoran samimi düşüncelerle ve mitolojik kahramanların hikâyeye dahil olmasıyla eşsiz bir anlatıma dönüyor.
*
Tanrılar, lütfen mutlu olmam için bana yardım edin. Evrenin iradesine teslim olmama ve evrenle bütünleşmeme izin verin. Belli ki çok az şey biliyorum. Belli ki bildiğim şeyler beni yalnızca intihara sürüklüyor. Bu gezegende doğmayı ben istemedim. Var olmayı ben istemedim ama şu an buradayım, en azından yaşadığım hayattan haz duymama yardım edemez misiniz.?
*
Broder, okuyucuyu kıskıvrak yakalayarak hikâyenin içine çekiyor ve var oluşumuzun o kendine özgü, çelişkili, ikiyüzlü, parçalanmış yönlerini –içimizdeki çatlağı- ne kadar çok kucaklarsak o zaman gerçek bir yaşamla yüzleşeceğimizi ve gerçek bir deneyim yaşayacağımızı düşündürüyor. Romanın kahramanı Lucy, ya aşka ya da bağımlılığa derinlemesine düştükçe okuyucu, etrafındaki dünyanın hem parçalandığını hem de kendini yeniden inşa ettiğini görüyor. Lucy’nin kendisiyle savaştığını görmek bazen ürkütücüdür ama bunun nedeni aynı zamanda ısrarlı bir şekilde dürüst olmasıdır.
*
*
*
''..sanki bu gece veya hayatlarında hiç geç kalmayacaklarmış gibi ağır ağır uzayan zaman anlayışlarından nefret ediyordum.'' (Sayfa: 11)
*
''Belki de ayrılmalıyız.''
Bunu söyler söylemez boş bir tehdit olduğunu anlamıştım. Birden ortaya atıvermiştim. Böyle hissediyordum ama yalnızca minicik bir orandı bu. Belki %22. Bu %22 şu an çok büyük bir oran. Akşamın ağır havasını sonlandırmak istiyordum; kurtarılmak istiyordum. Sırf kırılan bir şeylerin hiçliğini, dünyada yaşamanın ağırlığını, başkalarına bağlı olma hissini, yol yardımı hizmetlerini beklerken konuşan bir çeneyle beklemeyi bölmek için drama yaratmak istedim. Belki de biraz canını yakmak istedim. Asıl, ''hayır'' demesini duymak istedim.
Ama demedi. Hiç hayır demedi. Bana baktı, iç çekti ve sakince, ''Belki de haklısın.'' dedi. (Sayfa: 16)
*
''..kendime dürüst olduğumu düşündüm; sadece hangi kendime, ondan emin değildim. İlgi ve alaka istediği için ortalığı karıştırmak isteyen kendime mi.? Bir bedenin içinde yaşamanın acısını çok sıkıcı bulduğu için ortalığı karıştırmak isteyen kendime mi.? %22'si götlük yapan kendime mi.?'' (Sayfa: 17)
*
''Hayat, acı çekmemek ve keyif almak içindir, diye söyleyen oldu mu hiç.? Ya acı çekmek asıl meseleyse.?'' (Sayfa: 49)
*
''Okyanusa baktım. Daha önce fark etmediğim veya görmek istemediğim bir şey görüyordum şu an. Tıpkı depresyon gibi öyle güçlü ve biçimsizdi ki bu vahşi ikileminden korkuyordum. Sikinde bile değildim. Ben farkına bile varmadan beni yerdi.
Şu an sanki her bir dalgayı ayrı ayrı görüyordum, birbiri ardına savruluyordu. Kalp atışlarımla ritmik bir şekilde hareket ediyorlarmış gibi hissettim. Parlayıp ayışığına çarpıyorlardı. Belki de okyanus her şeye rağmen beni neşelendirmeye çalışıyordu. Belki de aynı taraftaydık, aynı şeylerden oluşmuştuk: Çoğunlukla su ve gizem. Okyanus bir şeyleri yutardı -gemileri, insanları- ama tamamlanmak için harici bir şey aramıyordu. Derinlerinde kim bilir ne büyük ve tam bir dünya vardı. Kendi kendine yetiyordu. Ben de böyle olmalıydım. Okyanusun kudreti bana içimde neler olduğunu merak ettirdi.'' (Sayfa: 50)
*
''Sadece hayattan hiçbir şey beklememen gerekiyordu. Zeno, Seneca gibi antik Stoacı herifler de buna inanıyordu zaten. Artık benim de onayladığım hile şu: Geleceğe dair isteklerine ya da amaçlarına bağımlı kalmamalısın. Herhangi bir insana bağlanmamalı, ondan sana iyi bir şey gelmesini beklememelisin; böylece hayata âşık olur ve belki de eğlenirsin hatta başına güzel şeyler bile gelebilir. Güzel şeyler kimseden bir şey beklemediğin müddetçe gerçekleşir. Kimseden bir şey almadığın ya da bir başkasına kendinden bir parça vermediğin müddetçe. Ama eğer bu diğer kişiyle bir boşluk içerisinde tanıştıysan, güzel şeyler yaşanabilir. Önce sessizliğe âşık olmalısın.'' (Sayfa: 56-57)
*
''Saçma mı bilmiyorum. Sappho'yu bir açıdan etrafındaki hiçliğin içinden okuma çabası diyebiliriz. Metinlerinin yıkımı üzerinden.''
''Gerçekten kulağa ilginç geliyor. Hiçlik iyidir. Her boşluğu dolduracak kadar iyi.'' Gülümsedi. ''Ve yıkım, yıkım seksi olabilir.'' (Sayfa: 86)
*
Dipnot:
*
Kundalini: Doğu ezoterizminde insan bedeninin kuyruk sokumunda yer alan Muladhra Çakra'da bulunan gizemli bir enerjidir. Shakti ise dişil tanrısal enerji anlamına gelir.
*
Her yeri kaplayan, içimizde ve dışımızda bizi etkileyen ve devamlı hareket eden kozmik, metafiziksel enerjidir. (Sayfa: 90)
*
''Adam'la buluşmamızda giydiğim aynı siyah elbiseyi giymiştim. Aldığımda çok beğenmiştim ama artık yeni değildi ve çok da iyi hissettirmiyordu. Bir dakikadan daha fazla ona sahip olduğum için biraz 'ben'' bulaşmıştı. Ağzımda asidik bir tat vardı. Kirli kıyafet giyiyormuş gibi buruşuk hissettim.'' (Sayfa: 94)
*
''Sappho hep okyanusun kıyısında yaşamış, aşkı dalgaların arasından yükselen ışıltılı bir tanrıça olarak hayal etmişti. Bu benim yaşam tezim olabilirdi.'' (Sayfa: 199)
*
''Neden insanlar kimsenin görmeyeceği bir şeyle ayağını kişiselleştiriyorlardı.? Çorapların anlamsız olduğunu bilmiyor musunuz.? Sushiyle süslenmiş bir çift çoraptan daha Sisifos nasıl olabilirdin.? Mağazaları hayalet gibi bir bir dolaştım. İnsanlara baktım, hepsi önemsizdi: Kandırılmış ve birbiriyle değiştirilebilir. Önceden endişe duyduğum her şey şu an bir hiçti.'' (Sayfa: 220)
*
''Kimse Eros'u oklarından ayırmaya çalışmış mıydı.? Hiç kimse Sirenleri grup terapisine göndermeye ya da Sappho'yu akıl hastanesine yatırmaya çalışmış mıydı.? Homeros, Sirenlere kötü bir ün vermişti. Bir Sirene âşık olmak ölüm getirirdi, belki de en büyük aşk buydu: Duygular içinde ölmek. Bu en görkemli yok oluştu -en yüce amaçtı- ve Sirenler de kötü varlıklar değildi. Onlar, insanlara verebilecekleri en güzel hediyeyi veriyordu: Aşk ve şehvetten sarhoş olup ölmek. Ölmek için daha iyi bir yol var mı.?'' (Sayfa: 240)
*
''..''Bence başlaman gereken yer, kendine sorman gereken soru ''Aşk ne demek.?'' değil,'' dedi. ''Aradığım şey, gerçekten aşk mı.?''..'' (Sayfa: 266)

20 Kasım 2023 Pazartesi

Hermann Berger - Çingene Mitolojisi (Çeviren: Musa Yaşar Sağlam)

 

"Çingene" adı altında toplanan bütün büyük etnik grupların LİSTESİ

*
(Sınıflandırma bizzat Çingeneler tarafından yapılmış ve uzmanlar tarafından da kabul edilmiştir)
*
"Çingene kanı" taşıdığını iddia eden üç ana grup bulunmak­tadır: Kaldera, Gitano ve Manuşlar.
*
1. Kaldera Çingeneleri. Yalnız kendilerinin gerçek Çingeneler olduğunu iddia ederler. Adlarından da anlaşıldığı üzere, çoğu kazancılıkla uğraşmaktadır. Rumence'de kazanın adı calderadır. Önce Balkan Yarımadası'ndan çıkmışlardır, sonra Orta Avru­pa'dan Fransa'ya geçip beş kola ayrılmışlardır:
*
a) Lovariler. Macaristan'da uzun süre yaşadıkla­rından dolayı, Fransa'da "Macar" adıyla çağrı­lırlar.
*
b) Boyhalar. Transilvanya'dan gelmişlerdir ve sa­vaştan önce, evcilleştirilmiş hayvanlarla gösteri yapan Çingenelerin çoğunluğunu oluşturmak­taydılar.
*
c) Luri ya da Luliler. Bugün de Firdevsi'nin anmış olduğu Hint kavminin adını taşırlar.
*
d) Çurariler. Diğer Kaldera Çingenelerinden ayrı olarak yaşarlar. Vaktiyle at alıp satan Çurariler, bugün kullanılmış araba alım satımı ile uğraş­maktadırlar.
*
e) Turko-Amerikalılar. Avrupa'ya gelmeden önce, Türkiye'den Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etmiş oldukları için kendilerine bu isim veril­mektedir.
*
2. Gitanolar. Kendilerine yalnızca İspanya, Portekiz, Kuzey Afrika ve Güney Fransa'da rastlamak mümkündür. Dış görünüşleri, lehçeleri ve gelenekleriyle Kalderalar'dan ayrılırlar. Kendi içlerinde İspanyol ya da Endülüslüler ve Katalonyalılar diye ayrılırlar.
*
3. Manuşlar. Orta Avrupa'daki Çingenelerdir. Muhte­melen İndus kıyılarından geldikleri için, kendilerine Sinti de denmektedir. Üç alt gruba ayrılırlar:
*
a) Valsikanlar ya da Fransız Sintileri. Pazarcılık yapar ve sirklerde çalışırlar.
*
b) Gaygikanlar ya da Alman, Alsaslı Sintiler. Bun­lar çoğu kez, Çingene olmayan, ancak aynı ge­lenek ve göreneklere göre yaşayan Avrupalı gö­çebelerle karıştırılmaktadırlar.
*
c) Piemontesiler ya da İtalyan Sintileri. Örneğin, İtalya'nın tanınmış ailelerinden Buglioneler bu gruba girmektedir.
*
Bu üç grubun dışında İngiltere, İrlanda ve İskoçya'da yaşayan Gypsieler, Kaldera, Manuş ve Tinkerler'e ben­zerler. Bunlar gezgin kazancılardır ve Çingene asıllı olup olmadıkları da kesin değildir.
*
Bütün bu ayrımlar elbette keyfidir. Bu gruplardan her biri, yalnız kendilerinin gerçek Çingene olduklarını id­dia eder ve diğer grupları kendilerinden aşağı görürler. Her grubun kendi lehçesi, kendi yasaları ve gelenekleri bulunmaktadır. Gruplar arası evliliklere çok ender rast­lanmaktadır. Ancak, Çingene kavimleri konusunda her bir grubun kendine özgü bir sınıflandırma tasarımına sahip olması çok daha önemlidir.
*
Kendi kavimlerinin mensupları dışındaki insanları nite­lendirmek için, genellikle onların meslekleri belirtilir. İşte böylece Ursariler, yani ayı oynatıcılarından söz edi­lir. Örnek olarak, Romanya'daki değişik Çingene grup­larının bir listesi verilmektedir. Bu isimler, oldukça fark­lı bir lonca oluşturan Laieşi ve Ursari Çingenelerince kullanılmaktadır:
*
Blidarler, ahşap mutfak araç ve gereçleri yapıp satar­lar.
*
Chivutseler, bunların karıları badanacıdır ve dolayısıyla oturdukları evlerin dış cephelerini her yıl yeniden boya­makla görevlidirler.
*
Ciobatorler, ayakkabı yapımı ve tamiriyle uğraşırlar.
*
Costorariler, kalaycıdırlar.
*
Ghilabariler, çalgıcıdırlar.
*
Lautariler, çalgıcı ve lüt yapımcısıdırlar.
*
Lingurariler, ahşap araç ve gereçler yapıp satarlar.
*
Meshteri Lacatuşiler, çilingirdirler.
*
Rudariler, ahşap araç ve gereçler yaparlar.
*
Salahoriler, duvarcıdırlar.
*
Vatraşiler, çiftçi ve bahçıvandırlar.
*
Zlatariler, ırmak kıyılarında altın ararlar.
*
Bu liste henüz tam değildir. Popp Serboianu, on dört ayrı "Rumen" Çingene grubundan söz etmektedir. An­cak bunlar da yine listenin tamamı değildir.
*
Jean-Paul Clebert, Das Volk der Zigeuner [Çingene Halkı], Viyana, 1964 (Sayfa: 5-8)
*
A. Çingenelerin Ad ve Vatanı
*
Daha başka birçok dilde benzer biçimlerde söylenen [Alman­ca] "Zigeuner' sözcüğü (Macarca Czigany, Rumence Ciganu, Fransızca Tsigane, İtalyanca Zingaro, Türkçe Çingene vs.) bugüne kadar kesin olarak açıklanamamıştır. Aynı sıklıkta kullanılan [Almanca] "Agypter' kavramı (İspanyolca gitanos, İngilizce gypsies, Yunanca gifti, Arnavutça Evgit vs.), Çinge­nelerin Avrupa'da ilk kez ortaya çıktıkları sıradaki kendi be­yanlarına dayanır. Çingeneler kendilerine Rom, dişil Romni, dillerine ise Romani derler. Bir cins isim olan bu sözcük "adam, insan" anlamına gelmekte olup, bugün hâlâ Hindistan'da rastlanan düşük bir kastın adı olan Sanskritçe. Domba sözcüğünden türetilmiştir (Hindu dilinde domb, dişil domni; Pencapça Dum, vs.). Ayrıca Manus ( < Skt. Manuşa "insan"), Sende, Sinde (belki de < Skt. Saindhava "eski Hint eyaleti olan Sindh'den gelme") ve Kala ("siyah") sözcükleri de kulla­nılmaktadır. Kuzey Almanya ve İskandinavya'da, Çingenele­re yer yer bugün de "Tatern" (Tatarlar) denmektedir.
*
Çingenelerin vatanı konusunda uzun bir süre yalnızca tuhaf tuhaf tahminler ortalarda dolaştıktan sonra, 18. yüzyılın so­nuna doğru, dillerinden hareketle onların vatanının Hindis­tan olduğu kesin bir biçimde tespit edilebilmiştir. Romani'nin temelinde, Hint-Ari dillerinin (Hindu dili, Racastanca) merkez grubu içinde yer alan -ve bugüne kadar hep iddia edildiği üzere Kuzeybatı Hindistan'da yerleşik olmayan- bir Orta Hindistan lehçesi yatmaktadır. Bu lehçenin gramer ya­pısı tümüyle Hint-Ari dillerine özgü özellikler, ses bilgisi ise M.Ö. 300 yılında kağıda dökülmüş olan Pali'de dahi artık rastlanmayan tuhaf eskilikler içermektedir. Böylesine eski bir tarihte göç ettikleri varsayımından daha çok, burada yerel eskiliklerin söz konusu olduğundan yola çıkmak gerekir. Ya­zılı dillerin geliştiği durumlarda da, bu eskilikler ücra bölge­lerde muhafaza edilmiştir. Günümüzde, Romani çok sayıda lehçe ve ağza ayrılmış bulunmaktadır.
*
Hintçe'nin konuşulduğu bölgeden ayrılış tarihi konusunda yalnızca belirsiz tahminlerde bulunulabilir. Firdevsi'nin "Şeh­name"sinde (yaklaşık olarak M.S. 1000), betimlemeye göre Çingenelere çok benzeyen göçer bir kavim olan Luriler'den söz edilmesi, terim olarak bir ante quem* olsa gerek. Buna göre Luriler, M.S. 420 yılında 12.000 kişiyle Hindistan'ı ter­ketmiş ve daha sonra başka yolculuklara çıkmışlardır. Çin­genelerin Avrupa'ya ve oradan da Yeni Dünya'ya yayılmala­rı 15. yüz yılın başlarında gerçekleşmiştir. Bu konudaki ilk belgeler 1416 yılına ait olup, yer Transilvanya'da Krons­tadt'dır. Takip eden yıllarda, pek çok Avrupa kentine ait kro­niklerde, kendilerine Hıristiyan hacı süsü veren ve Mısır'dan geldiklerini iddia eden Çingene gruplarının ziyaretinden bah­sedilmektedir. Bu dolaysız tarihi belgelerin öncesinde, Çin­genelerin göç yolları hakkında bize Romani'nin temel söz varlığı bazı bilgiler vermektedir. Bu dilde bulunan Yunanca sözcüklerin oranı oldukça çoktur; ayrıca Farsça ve Ermeni­ce'den de çok sayıda sözcük geçmiştir. Romani'ye benzer dil­leri olan Çingene kavimlerine, bugün Ermenistan ve Suri­ye'de hâlâ rastlanmaktadır. Bronz işçilik sanatını Avrupa'ya getirmiş olanların, metaller ve demircilik konusunda bilgili Çingeneler olduğu yolundaki aşırı cüretkar hipotezler -her ne kadar buna benzer tahminler yüz yıldan da daha önce (1843 yılında Bataillard tarafından) ortaya atılmış ve kısa bir süre önce (F. de Ville) tarafından yeniden ele alınmışsa da- sırf fi­lolojik ve kronolojik nedenlerden ötürü dikkate alınamaz.
*
Bugün, yeryüzündeki Çingenelerin sayısını tespit etmek ol­dukça güçtür; tahmini olarak bu sayı Avrupa için 500.000 ile 1 milyon arasındadır. Geçimlerini, her ülkede olduğu gibi dilencilik ve hırsızlığın dışında, demircilik, falcılık, müzik ve dans, at alım satımı, ayı oynatıcılığı, çerçilik vs. ile sağlamak­tadırlar. Bu arada, kavimlerin pek çoğu bu sayılan faaliyet alanlarından sadece birinde uzmanlaşmıştır. Avrupa'da or­taya çıkmalarından kısa bir süre sonra, değişik ülkelerde kıs­men acımasız takiplere maruz kalmışlar, daha sonra da ken­dilerini Nazi Almanyası'ndaki toplama kamplarında buluver­mişler. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki dönemde Çingenelerin karakteristik özellikleri gittikçe daha fazla yok olmuş­tur. Gelişen sanayileşme sonucu Çingenelerin geleneksel geçim kaynakları da sınırlanınca, misafir oldukları halkların kültürüne tümüyle asimile olmaları, zamanın akışı içinde kendiliğinden tamamlanacak gibi görünmektedir. Üstelik son zamanlarda bu asimilasyon süreci, Çingenelerin isteksizliğinden çok, yerleşik düzende yaşayanların geleneksel şüphecilikleri sonucu uzuyor izlenimi uyandırmaktadır. (Sayfa: 9-12)
*
B. Çingenelerin Mitolojisi:
*
DİPNOT: ..Daha 50 yıl önce, Balkanlarda yaşayan halklar, Çingenelerin bir yazı dilinin olmayışını, uğradıkları lânetin bir sonucu olarak görmekteydiler. Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesinde kullanılan çivileri imal ettikleri için, Tanrı, aslında bütün insanlara bahşedilen yazıyı bir tek Çingene halkından esirgemiştir. (Sayfa: 14)
*
''Eldeki söylenleri şöyle kabaca sınıflandıracak olursak, Hıristiyanlık öncesi döneme ait ve Hıristiyanlık dönemine ait söylenler olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Böylece, söylenler arasında kendiliğinden kronolojik bir ayrım da yapılmış olur. Hıristiyanlık öncesi döneme ait sözlü gelenekler, Hindu mitolojisini anımsatan az sayıda ve kısmen yalnız etimolojik öğe (Tanrı; İstavroz; Tufan; Köpek, Dağ Kültü), Aborigenlerin sözlü gelenekleriyle olan tek tük benzerlikler (Dünyanın Yaratılışı..) ve yaygın Hindu İnancında var olduğu tespit edilmiş bir gelenek olan ağaç evliliğini (Ağaç Kültü) içermektedir. Evrendoğum söyleninin tespit edilebilen öğeleri, Hint Aborigen Kavimlerinden olan Bhil ve onlara komşu olan Gondlara (Dünyanın Yaratılışı..) ait sözlü geleneklerle açık seçik bir biçimde benzerlik göstermektedir. Bu ise, Çingenelerin Hindistan'ın kuzeyinde Hindu-Racastanca dilinin konuşulduğu bölgeden çıktıkları yolundaki Turner'in dil çalışmaları sonucunda ortaya koyduğu varsayımla örtüşmektedir.'' (Sayfa: 15)
*
Ağaç Kültü:
*
''..Çingenelerin en eski mitolojik tasarımları arasında ''Tüm-Tohumlar-Ağacı'' (save sumbeskro kast) tasarımı yer almaktadır. Yeryüzündeki bütün bitkilerin kaynağı bu ağaçtır ve ona bakmak bile insanı gençleştirmektedir. Bir Yılan, ağacın köklerini ağzında tutmakta, daları ise göğe ulaşmaktadır. Ağacın tepesinde şimşekler çakmaktadır. Bu şimşekler, orada bulunan şifalı bitkileri çalıp, bunları Nivasilere götürür, onlar ise bu bitkileri Kadın Büyücüler'e verirler.'' (Sayfa: 27)
*
''Zanko'ya göre, Çingeneler çok eski devirlerde aya ve güneşe bir tanrıya tapınırcasına tapınmışlardır. Kalderaslar yeni ayı (hilal), uğur getirdiği düşüncesiyle bir tür dua ile karşılarlar.'' (Sayfa: 32)
*
Çingene Laneti, Lanet:
*
''Çingenelere göre, toplum dışı konumlarının nedeni, atalarının işlemiş olduğu bir suçtan dolayı lanetlenmiş olmalarıdır. En eskiye dayanan söyleni K. Berovici aktarmaktadır. Söylen, Çingenelerin kökenlerinin Hindistan'da olduğuna işaret etmektedir. -Sözde- aile içi bir cinsel ilişkiden dolayı, bir kavim, liderini ve taraftarlarını kovar. Büyük bir büyücü, bu kovulanları korkunç bir biçimde lanetler. Sonsuza dek yeryüzünde dolaşıp dursunlar, geceledikleri bir yerde ikinci bir kez konaklamasınlar, su içtikleri bir kaynaktan bir ikinci kez içmesinler, bir yıl içinde aynı nehirden iki defa geçmesinler. Ensesti gerçekleştiren çiftin adı Tschen ve Gan'dır.'' (Sayfa: 39)
*
''..Çingenelerin anaerkil yasaları, bir lanetin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. (..) [Büyücüler, bundan böyle biz Romanların baba adını değil, anne adını almamızı emrederler]. Ataerkil yasaları olan halkların içinde yaşadıklarından, kendilerinin sahip oldukları anaerkil yasaları dışarıya karşı mümkün olduğu ölçüde gizler, onu bir lanet olarak görürlerdi.'' (Sayfa: 40)
*
Fallus'a Tapınma:
*
''Sırbistan'daki Çingeneler, cinsel organların uğur getirdiğine inanırlar. Onlara göre cinsel organlara el atmak, kötüye gitmekte olan bir olayın olumlu yola girmesini sağlar.'' (Sayfa: 48)
*
Yıldızlar:
*
''..yıldızlar, ölümlü insanların gökyüzüne yansıtılan yaşam imgeleridir. Bunlar yeni bir insan dünyaya gelince gökyüzünde görünmeye başlar, ölünce de kayıp giderler.'' (Sayfa: 98)

10 Kasım 2023 Cuma

Frantz Fanon - Yeryüzünün Lanetlileri (İngilizceden Çeviri: Şen Süer)


Arka Kapak
 

Frantz Fanon’un sömürgeciliğin sömürge halkları üzerindeki psikolojik sonuçlarını analiz etmeye çalıştığı en ünlü eseri olan Yeryüzünün Lanetlileri sömürgecilik-karşıtı mücadelenin ve Üçüncü Dünya’nın özgürlüğünün manifestosu olarak bilinmektedir. Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketlerinin ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Kara Panterler örgütünün esin kaynağı olmuştur.

*
Soylu ruhlarımız ırkçıdır.!
*
Bu gerillalar benimsenmek için şövalyece davranmalıdırlar; insan olduklarını kanıtlamanın en iyi yolu budur. Bazen sol onları ayıplar: ''Fazla ileri gidiyorsunuz, sizi daha fazla destekleyemeyiz.'' Yerliler onların desteğine hiç mi hiç aldırmazlar; bu desteği alıp bir taraflarına sokabilirler, değeri bu kadardır. Savaş başlar başlamaz bu sert gerçeği gördüler: Biz de herkes gibiyiz, hepimiz onlardan yararlandık, bir şey kanıtlamaları gerekmez, kimseye ayrıcalıklı muamele etmeyecekler. Görev tek, amaç tek: Her tür araçla sömürgeciliği sürüp atmak. En uyanıklarımız gerektiğinde bunu kabul etmeye hazırdırlar, ama bu güç denemesinden aşağı insanların, bir insanlık belgesi elde etmek için kullandıkları tamamen insanlıkdışı yöntemi görmezden gelemezler: Hemen verin şu belgeyi de barışçıl yollarla bunu hak etmeye çalışsınlar. Solu ruhlarımız ırkçıdır.!
*
''Fanon'u okuyun.. kendine gelen insanı göreceksiniz.''
*
Jean-Paul Sartre
*
2002 Tarihli Baskıya Önsöz, Alice Cherki:
*
''Adı yayımcılarının değil kendisinin seçtiği tek kitap olan bu eser, bir hekim olarak o dönemde tedavisi olmadığını bildiği bir hastalığa mahkûm biri tarafından kaleme alındı.,
Saate ve ölüme karşı gerçek bir yarışta Fanon son bir mesaj vermek ister. Kime.? Yoksullara, mülksüzlere. Ama bunlar, esasen, ''Ayağa kalkın yeryüzünün lanetlileri, ayağa kalkın açlığın forsaları'' diye marşlar söyleyen XIX. yüzyıl sonu, sanayileşmiş ülkelerinin proleterleri değillerdir. Fanon'un hitap ettiği yeryüzünün lanetlileri gerçekten toprak ve ekmek isteyen yoksul ülkelerin yoksulları, mülksüzleridir; oysa ki o dönemde genellikle ırkçı ve deniz-aşırı halklar konusunda açıkça cahil olan Batı dünyasının işçi sınıfı doğrudan doğruya kâr elde ettiği sömürgelerin kaderine nispeten ilgisizlik sergiliyordu.
Ne bir ekonomi kitabı, ne bir sosyoloji, hatta politika denemesi olan bu eser, sömürgeleştirilmiş ülkelerin durumu ve geleceği hakkında bir çağrı, hatta bir alarm çığlığıdır.'' (Sayfa: 5)
*
''Fanon'un analizi yalnızca halkların değil öznelerin de köleleştirilmesinin sonuçları üzerinde ve öncelikle bireyin kurtuluşu, ''varlığın sömürgesizleştirilmesi'' olan kurtuluş koşulları üzerinde ısrarla durmaktadır.'' (Sayfa: 5-6)
*
''Fanon'un dileği üzerine Sartre'ın bu kitaba yazdığı güzel önsöz, belli ki yıllar içerisinde metnin gövdesinden daha fazla okunmuştur. Yine de, belli bir biçimde, Fanon'un kaygılarını ve üslubunu saptırmaktadır. O, esasen Avrupalılara hitap ederek, o metin ile temsil ettiği metin arasına ilk uyumsuzluğu dahil etmektedir. Fanon ise bütün ötekilere hitap etmektedir ve ''öteki korkusu''nun aşılmış olacağı bir gelecekten söz etmektedir onlara.'' (Sayfa: 8 )
*
''Bu ekonomik küreselleşme ve öznenin dışlanması çağında, ideolojilerin çöküşü olarak adlandırılan şeyin ötesinde, genç Fanon'un yazdığı ve eylem halindeki tüm düşüncesine rehberlik eden cümle -''Ey bedenim, beni daima sorgulayan bir insan kıl.!''-, dilleri ve doğum yerleri neresi olursa olsun zamanımızın birçok gencinde yankı bulmaktadır.'' (Sayfa: 13)

1961 Tarihli Baskıya Önsöz, Jean-Paul Sartre:

GÖRSEL KAYNAĞI: 11ruepapillon.org/2021/12/13/une-...

''Kısa bir süre öncesine dek yeryüzünün nüfusu iki milyardı: beş yüz milyon insan ve bir buçuk milyar ''yerli''. Birinciler ''Söz''e sahipti, ötekilerse bu sözü ödünç almışlardı. Bu ikisi arasında aracı olarak hizmet veren satılmış kralcıklar, derebeyleri ve tepeden tırnağa sahte bir burjuvazi vardı. Sömürgelerde gerçek çırılçıplak ortadaydı, ama ''metropoller'' bu gerçeğin giyinik olmasını yeğliyordu: Yerlilere kendilerini sevdirmek zorundaydılar. Bir tür anne gibi. Avrupalı seçkinler yerlilerden seçkin bir tabaka yaratmaya kalkıştı. Gençler arasından ayıklayıp seçiyorlardı; alınlarına kızgın demirle Batı kültürünün ilkelerini dağlıyorlardı; ağızlarını seslerle, tumturaklı, parlak, içi boş sözcüklerle tıkadılar. Metropolde kısa bir süre kaldıktan sonra, gözleri boyanmış bir halde ülkelerine yolluyorlardı. Bu iki ayaklı yalanların kardeşlerine söyleyecek hiçbir şeyi kalmamıştı; yalnızca yankı yapıyorlardı. Bizler Paris'ten, Londra'dan, Amsterdam'dan ''Parthenon.! Kardeşlik.!'' diye bağırdıkça, Afrika ya da Asya'nın herhangi bir yerinde dudaklar ''..thenon.! ..deşlik'' demek için aralanıyordu. Altın çağdı bu.'' (Sayfa: 15-16)
*
''Bazı yerlerde metropol, birkaç feodali maaşa bağlamakla idare ederken başka yerlerde böl ve yönet sistemi içinde sömürgeleştirilmiş kullardan bir burjuvazi yaratmıştı; bazı yerlerde ise bir taşla iki kuş vurmuştu: sömürge hem yerleşim yeriydi hem de sömürü yeri.'' (Sayfa: 19)
*
''Geçen yüzyılda burjuvazi, işçileri kaba açgözlülükleriyle çığrından çıkmış gözü doymaz yığınlar olarak gördü, ama bu kaba saba adamları insan ırkına dahil etmeyi ihmal etmedi. İnsan ve özgür olmasalar işgüçlerini nasıl satabilirlerdi ki.? Fransa'da ve İngiltere'de hümanizma evrensel olduğu iddiasındadır.'' (Sayfa: 23)
*
''..''Psikoloji hizmetleri'' yeni ortaya çıkmadı.! Keza, beyin yıkama da.! Gene de bütün bu çabalara karşın amaçlarına hiçbir yerde ulaşamadılar: Ne siyahların ellerini kestikleri Kongo'da, ne de daha yakınlarda itiraz edenlerin dudaklarını yarıp kilit taktıkları Angola'da. Bir insanı hayvana çevirmenin mümkün olmadığını iddia edecek değilim; onu hatırı sayılır ölçüde zayıf düşürmeden bunu yapamayacaklarını söylüyorum: Dayak hiçbir zaman yeterli olmaz, açlığı daha da artırarak baskı kurmak gerekir. Kölelik koşullarında bu durum can sıkıcıdır: Türümüzün bir üyesini ehlileştirdiğiniz zaman onun üretkenliğini azaltırsınız, ne kadar az verirseniz verin, bu kümes insanı değerinden fazlaya mal olur. Bu yüzden sömürgeciler yolun yarısına geldiklerinde ehlileştirmekten vazgeçmek zorunda kalırlar. Sonuç: ne insan, ne hayvan, yerli. Dayak yemiş, kötü beslenmiş, hasta, korku içinde ama yalnızca bir noktaya kadar; ister sarı olsun, ister siyah ya da beyaz, karakter özelliği hep aynıdır: o bir tembel, içten pazarlıklı ve hırsızdır, neyle yaşadığı belli değildir ve yalnızca şiddetin dilinden anlar.'' (Sayfa: 24)
*
''Yerlilik, sömürgecinin sömürge insanında kendi rızasıyla yarattığı ve beslediği bir nevrozdur.'' (Sayfa: 28)
*
Bu gerillalar benimsenmek için şövalyece davranmalıdırlar; insan olduklarını kanıtlamanın en iyi yolu budur. Bazen sol onları ayıplar: ''Fazla ileri gidiyorsunuz, sizi daha fazla destekleyemeyiz.'' Yerliler onların desteğine hiç mi hiç aldırmazlar; bu desteği alıp bir taraflarına sokabilirler, değeri bu kadardır. Savaş başlar başlamaz bu sert gerçeği gördüler: Biz de herkes gibiyiz, hepimiz onlardan yararlandık, bir şey kanıtlamaları gerekmez, kimseye ayrıcalıklı muamele etmeyecekler. Görev tek, amaç tek: Her tür araçla sömürgeciliği sürüp atmak. En uyanıklarımız gerektiğinde bunu kabul etmeye hazırdırlar, ama bu güç denemesinden aşağı insanların, bir insanlık belgesi elde etmek için kullandıkları tamamen insanlıkdışı yöntemi görmezden gelemezler: Hemen verin şu belgeyi de barışçıl yollarla bunu hak etmeye çalışsınlar. Soylu ruhlarımız ırkçıdır.! (Sayfa: 29-30)
*
''Öncelikle şu beklenmedik manzarayla bir yüzleşelim: Hümanizmamızın striptizi. İşte çırılçıplak, güzel değil: Yalancı bir ideolojiden başka bir şey değil, yağmanın incelikli aklanması, yapmacık tavırları ve sevgisi, saldırgan eylemlerimize kefil oluyor. Şiddet karşıtlarının görüntüsü hoştur: ne kurban ne işkenceci.! Gelin bakalım şimdi.! Oy verdiğiniz hükümet ve kardeşlerinizin hizmet ettiği ordu hiç duraksamadan ve vicdan azabı duymadan ''soykırım'' işlerken siz kurban değilsiniz, o zaman kesinlikle işkencecisiniz. Kurban olmayı seçerseniz, bir iki günü cezaevinde geçirmeyi göze alırsanız, o zaman da kolay yolu seçmeye çalışıyorsunuz demektir. Ama sıyıramazsınız; çıkış yok. Şunu kafanıza sokun: Şiddet daha dün başlamış bir şey olsaydı, baskı ve sömürü yeryüzünde hiç var olmamış olsaydı, belki de sergilediğiniz şiddetsizlik çatışmayı yatıştırabilirdi. Ama tüm rejim, hatta sizin şiddet karşıtı görüşleriniz bile bin yıllık bir ezme ilişkisiyle yönetiliyorsa, pasifliğiniz sizi ezenlerin safına koymaktan başka bir amaca hizmet etmez.'' (Sayfa: 33-34)
*
Jean-Paul Sartre, Eylül 1961

1. Şiddet Üzerine:
*
''Sömürgesizleştirmenin alışılmadık önemi, daha ilk günden, sömürülenin asgari talebiyle başlamasıdır. Gerçekten de, başarının kanıtı, tepeden tırnağa değişen bir toplumsal dokuda yatar.'' (Sayfa: 41)
*
''Sömürgesizleştirmeyi kesin olarak tanımlamak istersek, şu, gayet iyi bilinen cümle, bunu ifade etmektedir: ''Sonuncular birinci olacaktır.'' Sömürgesizleştirme bu cümlenin doğrulanmasıdır. Bu yüzden tanım düzeyinde her tür sömürgesizleştirme başarıdır.'' (Sayfa: 43)
*
''Sömürge halkının şehri aç bir şehirdir; ekmeğin, etin, ayakkabının, kömürün, ışığın açlığının çekildiği bir yer. Sömürge halkının şehri; büzülmüş, diz çökmüş bir şehirdir, pisliğe gömülüdür. Pis zencilerin ve Arapların bölgesidir. Sömürge tebaa sömürgecinin bölgesine imrenerek, şehvetle bakar. Sahip olma düşleri kurar. Sahip olmanın her türü: sömürgecinin asasında oturmak, sömürgecinin yatağında yatmak; mümkünse de karısıyla. Sömürge halkı kıskançtır. Sömürgeci de bunun farkındadır ve onların kaçamak bakışlarını yakaladıkça, sürekli tetikte durarak, acı acı söylenir: ''Yerimizi almak istiyorlar.'' Doğrudur da. Hiç değilse günde bir kez kendini sömürgecinin yerinde hayal etmemiş tek bir yerli yoktur.'' (Sayfa: 45-46)
*
''..sömürgesizleştirme döneminde bazı sömürge aydınları sömürgeci ülkenin burjuvazisiyle diyaloğa girmiştir.'' (Sayfa: 50)
*
''Bütün insanların eşit olduğunu söyleyen ünlü ilke, sömürgelerde ancak sömürge tebaası sömürgeciye eşit olduğunu gösterdiğinde yerini bulur. Bir adım sonrasında, sömürge halkı sömürgeciden daha üstün olmak için savaşmaya hazırdır. Aslında sömürgecinin yerine geçmeyi çoktan kafasına koymuştur.'' (Sayfa: 51)
*
''Sömürgeci tarih yapar ve yaptığını da bilir. Sürekli metropolün tarihine değindiği için, kendisinin bu metropolün bir uzantısı olduğunu açıkça gösterir. Dolayısıyla yazdığı tarih yalnızca yağmaladığı ülkenin tarihi değil, bütün yağmaları, tecavüzleri ve açlıktan öldürmeleriyle kendi ulusunun da tarihidir. Sömürge halkının mahkûm edildiği hareketsizliğin sorgulanması için, sömürge halkın kendi ulus tarihinin, sömürgesizleştirme tarihinin var olabilmesi amacıyla sömürgecilik tarihine, yağmalama tarihine son vermeye karar vermesi gerekir.'' (Sayfa: 57)
*
''Sömürgeci ya da polis sömürge halkını gece gündüz dövebilir, aşağılayabilir, diz çöktürebilirken, sömürge halkının başka bir sömürge halkının en ufak bir düşmanca ya da saldırgan bakışında bıçağına uzanması da az görülen bir şey değildir.'' (Sayfa: 59-60)


''Sömürge halkı din sayesinde de sömürgeciyi dikkate almamayı başarır. Kadercilik ezenin tüm sorumluluğunu ortadan kaldırır, kötülüklerin, sefaletlerin ve yazgının nedeni Tanrı'ya bağlanabilir. Birey bu şekilde Tanrı'nın buyurduğu yıkımı kabul eder, sömürgecinin ve yazgının önünde eğilir ve içsel yapısının bir anlamda yeniden yapılanmasıyla taş gibi sakinleşir.'' (Sayfa: 60)
*
''Yıllar boyu süren gerçekdışılıktan sonra, en şaşırtıcı hayallerle uğraştıktan sonra, sömürge halkı elinde silahla varlığını tehdit eden gücün -sömürgeciliğin- karşısına en nihayet dikilir. Ateş ve barut arasında büyüyen sömürge halkının gençleri, zombi atalarla, iki başlı atlarla, dirilen ölülerle ve esnerken bedene giren cinlerle alay etmekte tereddüt etmez. Sömürge halkı gerçekliği keşfeder ve bunu praksisin hareketi içinde, şiddet uygulaması ve kurtuluş projesi içinde dönüştürür.'' (Sayfa: 63)


''Milliyetçi siyasi partiler hiçbir zaman sömürgecinin karşısına dikilme ihtiyacı üzerinde durmazlar, çünkü amaçları hiç de sistemin radikal bir şekilde devrilmesi değildir. Pasifist, yasalcı ve aslında düzenin, bu yeni düzenin yandaşı olan bu siyasi gruplar, kendileri için temel önemdeki bir şeyi sömürgeci burjuvaziden nobranca isterler: ''Bize daha fazla iktidar verin.!''..'' (Sayfa: 64-65)
*
''..uzlaşma kavramı sömürgesizleştirme olgusunda çok önemlidir, çünkü hiç de basit bir mesele değildir. Uzlaşma hem sömürge sistemini hem de yeni palazlanmakta olan milli burjuvaziyi kapsar. Sömürge sisteminin yandaşları, kitlelerin her şeyi yok edebileceklerini anlar. Havaya uçurulmuş köprüler, talan edilmiş çiftlikler, baskınlar ve savaş, ekonomiye ciddi şekilde sekte vurabilir: Uzlaşma, milli burjuvazinin de gündemindedir; böyle bir kasırganın olası sonuçlarını öngöremediğinden ve aslında bu kargaşanın onları silip süpüreceğinden korktuğundan sömürgecileri yatıştırmaya koşar: ''Hâlâ katliamı durdurma olanağımız var, kitleler hâlâ bize güveniyor, her şeyi tehlikeye atmak istemiyorsanız acele edin.''..'' (Sayfa: 67)
*
''Kölelik modelindeki kör tahakküm, metropol için ekonomik açıdan kârlı değildir. Metropol bujuvazisi içindeki tekelci grup, politikası yalnızca silah gücüne dayanan bir hükümeti desteklemez. Metropoldeki finansörlerle sanayicilerin, hükümetlerinden beklentisi, sömürge halkları yok etmesi değil, ekonomik anlaşmalarla kendi ''meşru çıkarları''nı korumasıdır.
Dolayısıyla kapitalizm ile sömürge topraklarında alevlenen şiddet yanlısı güçler arasında nesnel bir suç ortaklığı vardır. Ayrıca sömürge, halkı ezene karşı tek başına değildir. Kuşku yok ki ilerici ülke ve halkların siyasal ve diplomatik desteği de arkasındadır. Ama en önemlisi finans gruplarının aralarındaki acımasız savaş ve rekabettir. (Sayfa: 70)


''Bugün isyancı bir sultanı bastırma savaşı sürdürülmüyor artık. Olaylar daha incelikli, daha az kanlı hale geldi; Castro rejimini devirmek için sessiz planlar yapılıyor. Gine'nin boğazı sıkılıyor, Musaddık tasfiye edildi. Şiddetten korkan ulusal liderler, sömürgeciliğin ''hepimizi keseceği''nden korkuyorsa çok yanılıyor. Ordu elbette fetih günlerine uzanan kurşun askerlerle oynamaya devam ediyor, ama mali çıkarlar çok geçmeden onların ayaklarını yere bastırır.'' (Sayfa: 71)
*
''..ılımlı milliyetçi siyasi partilerden, iddialarını açık seçik dile getirmeleri ve her iki tarafın çıkarlarına saygı duyarak sömürgeci ortakla birlikte sakince ve soğukkanlılıkla bir çözüm bulmaya çalışmaları istenir. Çoğunlukla sendikacılığın karikatürü olan bu milliyetçi reformist hareketin bir şeyler yapmaya karar verdiğinde aşırı barışçıl yöntemler kullanacağı görülür: şehirlerdeki birkaç fabrikada işi durdurmak, bir lidere sevgi gösterisinde bulunmak için kitlesel mitingler düzenlemek, otobüsleri ya da ithal mallarını boykot etmek. Bütün bu yöntemler sömürgeci yetkililer üzerinde baskı kurmakla kalmaz, insanların boşalmalarını da sağlar. Bu kış uykusu terapisi, halkın hipnozu, bazen başarılı olur.'' (Sayfa: 71)
*
''..Afrikalı bir liderin bir grup genç aydına dediği gibi: ''Kitlelerle konuşmadan önce iyice düşünün, kolayca coşkuya kapılırlar.'' Demek ki sömürgelerin tozunu attıran tarihin bir hilesi var.'' (Sayfa: 73)


''Sharpeville katliamı kamuoyunu aylarca sarstı. Basında, radyolarda ve özel konuşmalarda Sharpeville bir simge haline geldi. İnsanların Güney Afrika'daki apartheid sorununa eğilmesi Sharpeville sayesinde oldu. Az gelişmiş bölgelerdeki önemsiz olaylara büyük güçlerin gösterdiği ani ilgiyi yalnızca demogojinin açıklayacağına inanmak için bir neden yok. Üçüncü Dünya'daki her köylü isyanı, her ayaklanma soğuk savaşın çevresine sokulur. Salisbury'de iki kişi dövülür ve hemen tüm blok eyleme geçer, bu iki adamdan söz eder ve Rodezya sorununu gündeme getirmek için bu olaydan yararlanır -bu olayı Afrika'nın geri kalanıyla ve tüm sömürge halklarla ilişkilendirir. Ama öteki blok da kendi sisteminin yerel kusurlarını, sürdürülen kampanyanın etki alanına bakarak görür. Sömürge halklar hiçbir tarafın bölgesel çatışmalardan uzak kalmak istemediğini kavrar. Artık ufuklarını belirli bir bölgeyle sınırlayamazlar, çünkü bu evrensel gerilim atmosferine onlar da kapılmıştır.
Her üç ayda bir 6. ya da 7. Amerikan filosunun bir kıyıya yöneldiğini duyduğumuzda, Kruşçev füzelerle Castro'nun yardımına gelme tehtidinde bulunduğunda, Kennedy Laos sorunu için şiddet içeren bir çözüme başvurduğunda, sömürge halkları ya da yeni bağımsız olmuş halklar ister istemez delice bir yürüyüşe zorlandıkları izlenimini edinirler.'' (Sayfa: 79-80)
*
''Tarafsızlık konusunda söylenecek çok şey var. Bazıları tarafsızlığı, sağdan soldan aldıkları sadakalardan ibaret bir tür iğrenç merkantilizme benzetir. Ama tarafsızlık, soğuk savaşın yarattığı bu durum, azgelişmiş ülkelerin her iki taraftan da ekonomik yardım almasına olanak sağlasa da, bu, tarafların azgelişmiş bölgelere gerektiği kadar yardımda bulunduğu anlamına gelmez. Askeri araştırmalara ayrılan astronomik rakamlar, nükleer savaş teknisyenlerine dönüşmüş bu mühendisler, on beş yıl içinde azgelişmiş ülkelerin yaşam standartlarını yüzde altmış oranında yükseltebilirdi. Dolayısıyla, azgelişmiş ülkelerin bu soğuk savaşın şiddetlenmesinde ve uzatılmasında gerçek çıkarı olmadığı açıktır. Ama kimse onların görüşünü almaz. Bu yüzden mümkün oldukça kendilerini uzak tutarlar. Ama gerçekten uzak tutabilirler mi.? Örneğin şu anda Fransa Afrika'da atom bombası denemeleri yapıyor. Kararlar, toplantılar ve gürültülü patırtılı diplomatik kopuşlar bir yana bırakılırsa, Afrika halklarının Fransa'nın bu alandaki tavrını fazla etkileyebildiğini söyleyemeyiz.''
*
Merkantilizm 16. yüzyılda Batı Avrupa'da başlamış ekonomik bir teoridir. Türkçeye yaklaşık olarak "Ticaretçilik" olarak çevrilmesi mümkündür. Merkantilizm güçlü bir ekonomi için ihracatı en üst düzeye çıkarmak ve ithalatı en aza indirmek üzere tasarlanmış bir ekonomik politikadır.


''Üçüncü Dünya çoğu zaman dramdan mutluluk duyduğu ve haftalık kriz dozlarına ihtiyaç olduğu izlenimini verir. Fazla yüksek sesle konuşan bu boş ülkelerin liderleri çok rahatsız edicidirler. Çenelerini kapatmalarını söyleme isteği duyarsınız. Ama tam tersine pohpohlanırlar. Çiçek buketleriyle karşılanır, oraya buraya davet edilirler.'' (Sayfa: 85-86)
*
''Yalnızca şiddet dilinden anladıkları sürekli kafasına kakılan aynı insanlar, artık kendilerini zor yoluyla ifade etmeye karar vermiştir. Aslında özgürlüğe giden yolu ona her zaman sömürgeci göstermiştir. Sömürge halkın seçtiği argümanı ona belirten de sömürgecidir ve şimdi kaderin ironik bir cilvesiyle, sömürge halkı sömürgecinin şiddetten başka bir şey anlamadığını söylemektedir.'' (Sayfa: 87-88)
*
Uluslararası Koşullarda Şiddet Üzerine:
*
''..azgelişmiş ülkenin siyasi lideri önlerindeki uzun yolu düşündükçe ürker: Halka hitap eder: ''Kollarımızı sıvayıp işe koyulalım.'' Bir tür yaratıcı çılgınlık büyüsüne kapılmış halk da muazzam orantısızlıktaki çabaya kendini atar.'' (..)
''Avrupalı uluslar ulusal birliğe, ulusal burjuvazi zenginliğin büyük kısmını ellerinde toplamışken ulaştı. Dükkân sahipleri, tacirler, memurlar ve bankacılar finansı, ticareti ve bilimi ulusal çerçevede tekeline aldı. Burjuvazi en dinamik ve refah içindeki sınıfı temsil ediyordu. İktidara gelmesi sanayileşme, kitle iletişim araçlarının geliştirilmesi ve bir süre sonra da denizaşırı pazarlar arama gibi olmazsa olmaz nitelikte operasyonlar başlatmasına olanak sağladı.'' (Sayfa: 99)
*
''Bir sömürgenin bağımsızlık talebinden rahatsız olan sömürgeci bir ülke, milliyetçi liderlere, ''Bağımsızlık istiyorsunuz demek, alın öyleyse ve ortaçağa geri dönün,'' dediğinde, bağımsızlığına yeni kavuşmuş halk bu meydan okumayı başını sallayarak onaylar ve kabul eder. Gerçekten de sömürgeci sermayesini ve teknisyenlerini geri çeker ve genç ulusu ekonomik baskı aygıtıyla kuşatır. İlahlaştırılmış bağımsızlık ideali lanetine dönüşür. Sömürgeci yetkililerin devasa zor güçleri genç ulusu ekonomik durgunluğa mahkûm eder. (..) Milliyetçi liderlere halklarına dönüp dev bir çaba içine girmelerini istemekten başka seçenek kalmamıştır. Bu açlık çeken insanlardan kemer sıkma rejimine katlanmaları istenir, güçsüz kaslarıyla çok orantısız bir çalışma istenir.'' (Sayfa: 100-101)


DİPNOT: ... Castro Küba'da iktidara geldi ve iktidarı halka verdi. Bu sapkınlığı Yankeeler ulusal bir musibet olarak gördüler. ABD şimdi karşı-devrimci tugaylar kuruyor, geçici hükümetler yaratıyor, şeker kamışı ürününü yakıyor ve sonunda Küba halkını acımasızca yok etmeye de karar verdi. Ama bu pek kolay olmayacak. Küba halkı acı çekecek, ama sonunda zafere ulaşacak... (Sayfa: 101)
*
''..Üçüncü dünyanın genç uluslarının kapitalist ülkelere yaltaklanmasının yanlış olduğu açıktır. Biz kendi haklılığımız ve tavrımızın adaletiyle güçlüyüz. Ne var ki, kapitalist ülkelere, çağımızın temel sorununun sosyalist rejimle aralarındaki savaş olmadığını anlatmak ve açıklamak da bizim görevimizdir. Bizi hiçbir yere götürmeyen bu soğuk savaşa son verilmelidir, nükleer silahlanma yarışı durdurulmalı ve az gelişmiş bölgelere cömert yatırımlar ve teknik yardımlar verilmelidir. Dünyanın kaderi bu soruya verilen yanıta bağlıdır.'' (Sayfa: 108)
*
Kendiliğindenliğin Büyüklüğü ve Zaafı:
*
''Sömürge topraklardaki halk arasında proletaryanın, sömürge rejiminin en çok pohpohladığı çekirdek olduğunu defalarca belirttik. Embriyon halindeki şehir proletaryası nispeten ayrıcalıklıdır. Kapitalist ülkelerde işçi sınıfının kaybedecek hiçbir şeyi yoktur ve muhtemelen de kazanacak çok şeyi vardır.'' (Sayfa: 112)
*
''Burjuva ve işçi sınıfı devrimleri tarihi, köylülerin büyük kısmının çoğu zaman devrime engel oluşturduğunu göstermiştir. Sanayileşmiş ülkelerde köylülük genel olarak en az siyasal bilinçli, en az örgütlü ve aynı zamanda en anarşik unsurdur. Nesnel olarak gerici davranışı tanımlayan bir dizi özellik gösterirler: bireycilik, disiplin yokluğu, parayı sevme, öfke nöbetleri ve derin bir depresyon.'' (Sayfa: 114)


''Sömürgecilik, manipülasyonları için lümpen proletaryadan da yararlanacaktır. Aslında her ulusal kurtuluş hareketi bu lümpen proletaryaya azami dikkat etmelidir. Lümpen proletarya ayaklanma çağrısına her zaman yanıt verecektir; ama ayaklanma onu görmezden gelme lüksüne sahip olduğunu düşünürse, bu açlık çeken alt sınıf silahlı mücadeleye atılır ve çatışmada yerini alır, ama bu kez ezenlerin safındadır. Siyahları birbirine düşürme fırsatını asla kaçırmayan ezen de, lümpen proletaryanın karakteristik kusurları olan siyasal bilinç eksikliğini ve cahilliğini kullanmaya çok isteklidir. Ayaklanma bu hazır insan rezervini örgütlemediği taktirde lümpenler paralı askerler olarak sömürgeci birliklere katılırlar.'' (Sayfa: 137-138)
*
''Sömürge insanı, içinde bulunduğu konumdan hemen bağımsız bir ulusun egemen yurttaşı olma konumuna geçeceğini hayal ettiği sürece, dolaysız fiziksel gücünün yarattığı mucizelere inanmayı sürdürdüğü sürece, bilgi konusunda hiçbir gerçek ilerleme kaydetmedi. Bilinci ilkel düzeyde kaldı.'' (Sayfa: 139)
*
''Halk ve her militan, bazı ödünlerin aslında kölelik zinciri olduğunu belirten tarihsel yasanın farkında olmak zorundadır.'' (Sayfa: 143)
*
''Ulusal burjuvazi, dekadan özellikleriyle, egzotizme, safariye ve kumara âşık turistlermiş gibi gelen Batı burjuvazilerinden büyük yardım göreceklerdir. Ulusal burjuvazi, Batı burjuvazisini eğlendirmek için tatil beldeleri ve oyun alanları kurar. Bu faaliyetlere turizm adı verilir ve tam da bu amaçla ulusal bir sanayii haline gelir. (..) Düşünce yoksulu olduğu için, kendisi için yaşadığı ve halktan koptuğu için, ulus temelindeki konuları bir bütün olarak değerlendirmedeki kalıtsal yeteneksizliğiyle takati kesildiği için, ulusal burjuvazi Batı şirketlerinin yöneticisi rolünü üstlenir ve ülkesini Avrupa için bir randevuevine dönüştürür.''


''Sömürgecilik hemen hemen hiçbir zaman bir ülkenin tümünü sömürmez. Doğal kaynakları çıkarmak ve metropole ihraç etmekle, böylece belirli bir sektör görece zenginleşirken sömürgenin geri kalanını azgelişmiş ve yoksul bırakmakla, daha doğrusu bu yoksulluğa gömmekle yetinir.'' (Sayfa: 159)
*
''Sömürgecilik bütün bu tahrikleri utanmadan kullanır ve daha dün sömürgecilere karşı tavır alan Afrikalıları birbirine düşürmüş olmaktan çok mutlu olur. Yeni bir Aziz Barthelomeus katliamı nosyonu bazı insanların kafasında oluşur ve sömürgecilik, Afrika birliği üzerine muhteşem nutukları duyduğu zaman alayla güler. Dün aynı ulus içindeki insanları böler ve sömürgeciliğin ve araçlarının besleyip teşvik ettiği tinsel toplulukları birbirine düşürür.'' (Sayfa: 160)


''Ekonomik bakımdan güçsüz olan, sınıf tahakkümü ilkesine dayanan, tutarlı toplumsal ilişkiler kuramayan burjuvazi, en kolay gibi görünen çözümü seçer: tek parti sistemi..'' (..) ''Devlet güven vereceğine, yurttaşlarının korkularını gidereceğine ve gücüyle onları kucaklayacağına, tam tersine, kendisini müthiş bir şekilde dayatır, otoritesini gösterir, taciz eder, yurttaşlarına sürekli tehlike altında olduğunu açıkça belirtir. Tek parti, burjuva diktatörlüğün modern biçimidir: maskesiz, boyasız, vicdansız, her açıdan kinik.
''Böyle bir diktatörlük fazla uzun ömürlü olamaz aslında. Kendi çelişkisini kusmaktan asla vazgeçmez. Burjuvazinin hem tahakkümünü garantiye alacak, hem de ülkenin geri kalanına kırıntı da olsa bir şeyler verebilecek ekonomik araçları olmadığından -olabildiğince çabuk ama en kaba tarzda cebini doldurmakla fazlasıyla meşgul olduğunda- ülke ekonomik durgunluğa gitgide daha çok batar. Bu durgunluğu gizlemek, kendine güven telkin etmek, övünebileceği bir şey bulabilmek için de başkentte dev binalar dikmekten ve söze prestijli projelere harcamalar yapmaktan başka seçeneği yoktur.'' (Sayfa: 164)
*
''Kendilerinden önceki kuşakların temkinli siyasal mücadelesine cesur, militan tarzlarını getirmiş olan böyle birçok Afrikalı yurtsever örneği vardır. Bu yurtseverler ülkenin iç kısmından geldiler. Sömürgeciyi şaşkına çevirdiler ve başkentteki ulusal kapitalistleri utandırarak kökenlerine yüksek sesle ve açıkça sahip çıktılar ve siyah kitleler adına konuştular. Irklarını öven, geçmişlerinden -yamyamlık ve soysuzluklarından- utanmayan bu insanlar, bugün ne yazık ki iç kesime sırtlarını dönen ve halkın görevinin her zaman ve sonsuza dek boyun eğmek olduğunu söyleyen bir ekibin başındadırlar.'' (Sayfa: 167)
*
''Bağımsızlık mücadelesi sırasında bugünkü liderin başında olduğu bir parti vardı. Ama o dönemden sonra bu parti ne yazık ki dağıldı. Geriye yalnızca bir çatı, bir ad, bir amblem ve bir slogan olarak parti kaldı. Kitlelerin gerçek ihtiyaçlarına dayalı bir ideolojinin gerçek dolaşımını sağlamak üzere tasarlanmış organik parti, bireysel çıkarlar sendikasına dönüşmüştür. Bağımsızlığın ilan edilmesinden sonra parti artık halkın taleplerini formüle etmesine, ihtiyaçlarını daha iyi saptamasına ve iktidarını daha iyi kurmasına yardım etmez. Bugün partinin misyonu, tepeden verilen emirlerin halka iletilmesidir. Bu partide demokrasinin temeli ve güvencesi olan aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya üretken değiş tokuş artık mevcut değildir.'' (Sayfa: 168-169)
*
''Kurtuluş mücadelesi sırasında tüm ulusun odak noktası olmuş bu parti erimektedir. Bağımsızlık arifesinde partiye akın akın gelen aydınların şimdiki tutumu, o dönemdeki bağlılıklarının bağımsızlık pastasından pay almaktan öte bir amaç taşımadığını kanıtlar. Parti, özel çıkarların bir aracı haline gelir.'' (Sayfa: 170)
*
''Yalnızca Avrupa'ya odaklanmış olan burjuvazi, durumdan en iyi bir şekilde yararlanmaya kararlı bir şekilde devam eder. Halkın sömürülmesinden elde ettiği muazzam kârlar yabancı ülkelere gönderilir.'' (Sayfa: 172)
*
''Yaygın sefalete karşın para içinde yüzen bütün yaldızlı rantiye grubu, er ya da geç yabancı uzmanlar tarafından kurnazca manipüle edilen ordunun elinde oyuncak olacaktır. Dolayısıyla eski metropol hem beslediği burjuvazi aracılığıyla hem de uzmanlarının halkı put gibi hareketsiz kılmak ve terörize etmek için eğittiği ve denetlediği ordu aracılığıyla ülkeyi dolaylı olarak yönetir.'' (Sayfa: 173)
*
''Tarihin kendisini oraya getirdiğine inanan ve bağımsızlık sonrasında kendisini vazgeçilmez olarak gören bu diktatörlük, aslında, burjuva kastın azgelişmiş ülkeyi önce halkın desteğiyle ama hemen sonrasında onlara karşı yönetme kararını simgeler.'' (Sayfa: 179)
*
''Genellikle ilerici olan ve halkın kamu yönetimine daha fazla katılımı için çaba sarfeden, kibirli ve merkantil burjuvazinin dize getirildiğini görmek isteyen bütün muhalefet partileri coplanır, cezaevlerine konularak susturulur, sonra da yeraltına geçmeye mecbur bırakılır.'' (Sayfa: 180)


''Bu hükümet başkanları Afrika'nın gerçek hainleridir, çünkü kıtalarını bütün düşmanların en tehlikelisine satmışlardır: aptallığa.'' (Sayfa: 181)
*
''Teknik dile başvurmak, kitlelere bilgisiz muamelesi yapmaya kararlısınız demektir. Böyle bir dil, eğitmenin halkı aldatma ve onları olan bitenin dışında tutma isteğini pek gizleyemez. Dilin kafa karışıklığı yaratma çabası, ardında daha büyük bir mülksüzleştirme girişiminin gizlendiği bir maskedir. Niyet halkın malı kadar egemenliğini de elinden almaktır.'' (Sayfa: 186)


''Halk ne kadar çok anlarsa o kadar uyanık olur, aslında her şeyin onlara bağlı olduğunu, kurtuluşlarının kendi dayanışmalarında, çıkarlarını öğrenmelerinde ve düşmanlarını tanımada yattığını o kadar iyi kavrar. Halk, zenginliğin çalışmanın ürünü değil, örgütlü, korunmalı soygunun meyveleri olduğunu anlar. Zenginler artık saygıdeğer insanlar değil, etobur hayvanlar, halkın kanını emen çakal ve akbabalardır. Siyasi komiserler artık kimsenin bir başkası için çalışmayacağına karar verdi. Toprak işleyenindir. Bu ilke, bir bilgilendirme kampanyasıyla Cezayir devriminin temel yasası haline geldi. Tarım işçileri çalıştıran köylüler, eski çalışanlarına topraktan pay vermeye zorunlu tutuldu.'' (Sayfa: 188)
*
''..kurtuluş savaşından önce binlerce ton portakal her yıl yurt dışına ihraç edilirken neden bazı bölgeler portakalı hiç tanımamıştı; Avrupalılar milyonlarcasını yerken neden birçok Cezayirli üzüm nedir ilmiyordu.? Bugün halk neyin kendisine ait olduğu konusunda net bir fikre sahiptir. Cezayir halkı bugün toprağın ve ülkesinin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin sahibi olduğunu ilmektedir. (..)
Konuyu aydınlatmak için Cezayir örneğini vermemizin nedeni, kendi halkımızı övmek değil, mücadelelerinin bilinçlenmede önemli bir rol oynadığını göstermektir. Diğer halkların da aynı sonuca farklı yöntemlerle vardıkları açıktır.'' (Sayfa: 189)
*
''..açıklamaların aldığı zaman, işçiyi insanlaştırmakla ''kaybedilen'' zaman, uygulamada yakalanacaktır.'' (..) ''..zaman duygusu artık o ânın veya da, bir sonraki hasadın değil, dünyanın zaman duygusu olmalıdır.'' (Sayfa: 190)
*
''Kitleleri politize etmek, siyasal bir konuşma yapmak anlamına gelmez, gelemez. Kitlelere her şeyin onlara bağlı olduğunu, gerilemenin onların hatası olacağını ve ileriye gitmemizden de onların sorumlu olacağını, her şeyin sorumluluğunu üstlenen evren yaratıcısı, örnek bir insan olmadığını ama yaratıcının halk olduğunu ve mucizenin yalnızca ve yalnızca kendi ellerinde olduğunu zihinlerine kazımak demektir.'' (Sayfa: 193-194)
*
''Kimsenin gerçek üzerinde tekeli yoktur, ne liderin, ne militanın. Yerel olaylarda gerçeği aramak topluluğun sorumluluğundadır. (..) ..alınan bir kararın başarısı tüm halkın koordineli, bilinçli çabasına bağlıdır.'' (Sayfa: 195)
*
''Başkan Sekou Toure'nin İkinci Afrikalı Yazarlar Kongresi'nde yaptığı güzel konuşmada bize hatırlattığı gibi: ''Düşünce alanında insan dünyanın beyni olduğunu iddia edebilir, ama her eylemin ruhsal ve fiziksel varlığı etkilediği gerçek yaşamda dünya hâlâ insanlığın beynidir, çünkü güçlerin toplamının ve düşünce unsurlarının birliğinin, dinamik gelişme ve ilerleme güçlerinin yoğunlaştığı yer, enerjilerin birleştiği ve insanın zihinsel değerler toplamının sonunda kaydedildiği yer burasıdır.''..'' (..) ''Bir köprünün yapımı üstünde çalışanların bilincini artırmıyorsa, o halde bu köprüyü yapmayın, bırakın yurttaşlar nehri yüzerek geçmeye ya da kayığa binmeye devam etsin. Köprü deus ex machina [makineyle getirilen tanrı] ile toplumsal manzaraya tepeden indirilmemeli, tam tersine yurttaşların kas ve beyinlerinin ürünü olmalıdır.'' (Sayfa: 196)
*
''Bir ordu hiçbir zaman bir savaş okulu değildir, bir yurttaşlık ve politika okuludur. Yetişkin bir ulusun askeri, paralı asker değil, ulusu silahla savunan bir yurttaştır. Bu nedenle askerin, ne kadar örnek bir insan olursa olsun komutanın değil, ülkesinin hizmetinde olduğunu bilmesi çok önemlidir.'' (Sayfa: 197)


''Ulusal hükümet ulusal olmak istiyorsa, halk tarafından ve halk için, mülksüzler için ve mülksüzler tarafından yönetilmelidir. Ne kadar değerli olursa olsun hiçbir lider halk iradesinin yerine geçemez.'' (Sayfa: 200)
*
Ulusal Kültür Üzerine:


''Afrika devriminin bir parçası olmak için devrimci bir şarkı yazmak yeterli değildir, bu devrimi gerçekleştirmek için halkla birleşmek gerekir. Halkla birleşince şarkılar kendiliğinden gelecektir.''
*
Sékou Touré (Sayfa: 201)


''Sömürgecilik, halkı ağına düşürmekle ya da sömürge halkın beyninden her tür biçim ve özü boşaltmakla tatmin olmaz. Bir tür sapkın mantıkla, sömürge halkın geçmişine yönelir, bu geçmişi bozar, biçimsizleştirir ve yok eder. Sömürgecilik öncesi tarihin değersizleştirilmesi girişimi, bugün diyalektik bir önem taşır.'' (Sayfa: 205)
*
Ulusal Kültürün ve Kurtuluş Savaşının Ortak Temelleri:
*
''Bir sömürgede hayal gücünün ve şarkılarla halk masallarının yaratıcılığının ortaya çıkışına çok dikkat etmek gerekir. Hikâyeci deneme yanılmayla halkın beklentilerine karşılık verir ve yeni modeller aramaya koyulur; bu modeller ona aitmiş gibi görünse de aslında dinleyicilerin desteğiyle ortaya çıkar. Komedi ve farslar yok olur ya da çekiciliğini kaybeder. Tiyatro ise artık yalnızca aydının huzursuz ve acı çeken bilincine ait değildir. Umutsuzluk ve ayaklanma karakterini yitiren tiyatro halkın günlük işi olur, hazır ya da hazırlanmakta olan bir eylemin parçası olur.'' (Sayfa: 234-235)
*
''Ulusal kurtuluş, diğer uluslardan uzaklaştırmak bir yana, ulusu tarih sahnesine çıkarır. Uluslararası bilinç, ulusal bilincin tam içinde büyür ve gelişir. Bu iki yanlı gelişme aslında bütün kültürlerin benzersiz odak noktasıdır.''
*
İkinci Siyah Sanatçı ve Yazarlar Kongresi'nde verilen tebliğ (Roma, 1959) (Sayfa: 240-241)
*
Sömürge Savaşı ve Zihinsel Bozukluklar:
*
''Hükümettekiler Cezayir'de savaş olmadığını ve polisin düzeni sağlaması gerektiğini söylüyorlar. Ama aslında Cezayir'de savaş var ve bunu fark ettikleri zaman iş işten geçmiş olacak. Beni en çok rahatsız eden şey işkence. Nasıl olduğunu bilmiyorsunuz değil mi.? Bazen tam on saat boyunca işkence ediyorum..'' (Sayfa: 261)
*
''..benden vicdan azabı duymadan, davranış bozuklukları ortaya çıkmadan ve tam bir gönül rahatlığıyla Cezayirli yurtseverlere işkence yapmaya devam etmek için ona yardımcı olmamı açık bir dille istedi.''
*
DİPNOT: Bu vaka hiçbir şeyi dokunmadan bırakmayan tutarlı bir sistemin varlığını ortaya çıkardı. Kuşları seven ve sakince senfoni ya da sonat dinlemekten hoşlanan bir işkenceci, sürecin yalnızca bir aşamasıdır. Bir sonraki aşama, radikal ve mutlak bir sadizmden başka bir şey değildir.'' (Sayfa: 262)
*
Kuzey Afrikalıların Suç İşleme Güdüsünden Ulusal Kurtuluş Savaşına:
*
''..sömürgecilik, sömürgeleştirdiği insanı kişiliksizleştirmekle kalmaz, toplumun tüm yapısı da kolektif bir düzeyde kişiliksizleştirilir. Böylece sömürgeleşmiş halk, varlığını sömürgecinin varlığına borçlu olan bir bireyler topluluğuna indirgenir.'' (Sayfa: 287)
*
''Sömürgeciliğin Cezayir halkında yarattığı karakteristiklerinden biri de şaşırtıcı suç oranıdır. 1954'ten önce yargıç, polis, avukat, gazeteci ve adli tıp doktorları, Cezayir'de suç eğiliminin bir sorun olduğuna oybirliğiyle karar verdiler. Cezayirlinin suçlu olarak doğduğu iddia ediliyordu. Bir kuram geliştirildi ve bu kuramı destekleyecek bilimsel kanıtlar bulundu. Bu kuram yirmi yıldan fazla üniversitelerde okutuldu. Cezayirli tıp öğrencileri bu eğitimi aldılar ve seçkinler farkında olmadan ve yavaş yavaş sömürgeciliğe teslim olduktan sonra Cezayir halkının doğuştan kusurları olduğunu düşünmeye başladı: doğuştan tembel, doğuştan yalancı, doğuştan hırsız ve doğuştan suçlu.'' (Sayfa: 289)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...