16 Şubat 2023 Perşembe

V. Diakov - S. Kovalev - İlkçağ Tarihi 2 (Çeviren: Özdemir İnce)


Arka Kapak:

*
İlkçağ Tarihi, ilkel topluluk düzeni ile Ortaçağ arasında yer alan uzun bir tarih kesitini materyalist bir bakışla incelemektedir. Bu dönemin incelenmesi, insanın kökeni, dinin doğuşu, sanatların ve bilimlerin ortaya çıkışı, sınıfların ve devletin oluşumu gibi çok önemli sorunların aydınlatılmasını sağlar. İnsanlığın aştığı o güç yolu, atalarımızın doğa karşısında verdiği kahramanca savaşı inceler.
*
İki ciltlik eserin bu ikinci cildinde insanlık tarihinin karakteristik bir dönemini oluşturan Roma Uygarlığı inceleniyor. Antik Yunan uygarlığının yıkılmaya yüz tutmasından başlayarak öne çıkan Roma, katı, köleci özellikleriyle öne çıktı. Kıtalara yayılan bu imparatorluğu tüm yönleriyle mercek altına alan bu kitapta, cumhuriyetin doğuşu ve yıkılışı, monarşinin yükselişi, kitlesel köle ayaklanmaları, kültürel bunalım ve Hristiyanlığın doğuşu, onu yıkılışa götüren bunalım ve çelişkiler de irdeleniyor
*
M.Ö. III. YÜZYILDAN I. YÜZYILA KADAR ROMA CUMHURİYETİ'NİN VE İMPARATORLUĞUN TARİHİNİN KAYNAKLARI:
*
Engels: ''Roma cumhuriyetindeki mücadelelerle ilgili bütün eski kaynaklar arasında yalnızca Appianos, bize, gerçekte neyin, yani toprak mülkiyetinin, söz konusu olduğunu söylemektedir.''
*
Appianos'un ''..bu iç savaşların köklü maddi nedenini bulmaya çalıştığı''nı söyleyen Marx da bu görüşü doğrulamaktadır. (Sayfa: 20)
*
Ammianus Marcellinus

''Yaşadığı dönemde büyük bir kültür çöküşüne tanık olan Ammianus Marcellinus (330-400 dolayları) Roma'nın son büyük tarihçisi oldu. Grek kökenli (doğum yeri Antiokheia: Antakya) ve meslekten asker olan yazar, İmparator İulianus'un birçok seferine katıldı ve yaptığı sayısız yolculuklar sırasında birçok şeye tanık oldu. (..) Olayları değiştirmek kadar unutmanın da namussuzluk olduğu kanısında olduğu için, tarafsız ve doğrucu olmaya çalışır. ''Bilinçli olarak olayları görmezlikten gelen tarihçi, olmamış olayları uyduran tarihçiden daha az yanıltmaz.'' (XXIX, 1,5). Tarihin görevi, ona göre, olayları sıralamakla yetinmez, bunları büyük olayların çevresinde gruplandırması gerekir.'' (Sayfa: 21)
*
Tarih Yazıcılığı:
*
''Roma tarihinin incelenmesine Rönesans'tan itibaren başlandı. Oluşmakta olan burjuva sınıfının sözcüleri olan hümanistler, kendi sınıflarına özgü özellikleri aramak amacıyla, İlkçağ Roma devlet örgütü ve hukukunun incelenmesine büyük bir istekle giriştiler. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda, Avrupa'da mutlakiyetçi yönetimin yükselişiyle birlikte, bilginlerin dikkati özel olarak Roma İmparatorluğu'nun siyasi tarihine yöneldi. Roma İmparatorluk dönemini konu edinen ilk iki büyük yapıt bu evrede yazıldı: Fransız rahip Tillemont'un, 1690-1739 yılları arasında yayınlanan 6 ciltlik ''Kilisenin ilk 6 yüzyılında hüküm süren imparatorların ve kralların tarihi'', ve İngiliz Gibbon'nın 1776-1788 yılları arasında yayınlanan 7 ciltlik ''Roma İmparatorluğu'nun çöküşü ve düşüşü.'' Tasarılarının ilginçliğine karşın, bu yapıtlar, Tillemont ve Gibbon'ın küçük eleştirel bakış açısından yoksun safça bir güvenle yaklaştıkları eski metinlerin bir aktarmasından başka bir şey değildirler.'' (Sayfa: 24)
*
''Engels, Marx'ın bilim tarihindeki önemini çok iyi tanımlamaktadır: ''Darwin'in organik dünyanın evriminin yasasını bulması gibi, Marx da insanlık tarihinin evriminin yasasını buldu, yani son zamanlara kadar ideolojik alüvyonların altında saklanmış olan şu basit olguyu: İnsanlar, siyaset, bilim, sanat, din, vb, şeylerle ilgilenecek duruma gelmeden önce, en başta yemek, içmek, oturacak bir yer sağlamak ve giyinmek zorundadırlar.. Bunun sonucu olarak ve gene aynı olgu nedeniyle, bir ulusun ya da bir dönemin ekonomik evriminin her aşaması bir temel oluşturur ve bu insanların dinsel düşüncelerine varıncaya kadar, devletin kurumları, hukuk anlayışları ve sanat, bu temele göre gelişirler, ve bunların şimdiye kadar yapılmış olduğunun tam tersine, bu temele göre açıklanmaları gerekir.''..'' (Sayfa: 26)
*
ROMA KLANLAR DÜZENİNİN DAĞILMASI (M.Ö. VII-VI YÜZYILLAR)


''Orta İtalya'da, Khalkis kolonisi Cumae'nin etkisi çok erken başladı; önce Etrüksler ve onların aracılığıyla da Latinler, aslında Khalkis alfabesinin bir değişkesi olan alfabelerini Cumae'den aldılar (ilk Latin yazıları M.Ö. VI. yüzyılın ortalarına aittir). VI. yüzyılda, Roma kazılarında birçok Attika seramik parçalarının bulunmasına bakılırsa, Latium ve Roma üzerinde önemli bir Atina etkisi vardır. Grek üsluplu ilk Roma tapınağı (Demeter-Ceres tapınağı), Aventinus tepesine V. yüzyılın başında dikildi. Cumae sanatçıları, büyük bir olasılıkla aynı dönemde Capitolium'un ünlü dişi kurdunun dökümünü yaptılar. Helenik maddi ve manevi kültürü etkisi, hiç kuşkusuz, Roma'nın ekonomik ve toplumsal hayatının gelişmesini hızlandıran bir etkidir.'' (Sayfa: 44-45)
*
Decemviriler ve On İki Levha Yasası:
*
''Comitia centuriatalar, 452 yılında, yasaları yazmakla görevli ve diktatörce yetkilerle donanmış on üyelik (decemviriler) bir komisyon seçti. Bu komisyon iki yıl çalıştı. Komisyon 451 yılında yalnızca patriciuslardan oluşuyordu, ama 450 yılında, patrici sınıfının ünlü temsilcilerinden biri olan Appius Claudius'un başkanlığındaki komisyonda beş patrici ve beş pleb görev yapıyordu. Çalışmalarının sonunda, tunç levhalar üzerine yazılı bir yasa yayınlandı. Bu yasa özgün durumuyla bize kadar ulaşmadı, ancak daha sonraki dönem Roma hukukçularının yapıtlarında yer alan bazı madde alıntılarını biliyoruz. Bu yasanın birçok maddesi eskil (arkaik) bir nitelik göstermekte ve eski geleneksel hukukun önlemlerini sadakatle yansıtmaktadır. Örneğin, hukuk yargılama usulünde, yargılama taraflar arasında ancak arabulucu rolü oynuyordu. Davacının, davalıyı ''el koyarak'' (I. Levha, ı. Madde ve sonrası) zorla yargıç huzuruna getirme hakkı vardı. Davacının kendisi, tanıklarını göstermek zorundaydı. Ceza hukukunda kısas ilkesi egemendi: Birinin vücudunu sakatlayan kimsenin aynı şekilde sakatlanması gerekiyordu. Ölüm cezası sadece kundakçıya ya da geceleyin başkasının tarlasına zarar verene değil, aynı zamanda, ''hasadı büyüleyen''e, ''uğursuz büyüler okuyan''a da veriliyordu. Bazı cezalar dinsel lanetleme özelliği gösteriyordu, vb.
Ama bununla birlikte On İki Levha Yasası'nın bazı önlemleri ilerici eğilimlerden esinlenmişti, örneğin, amacı özel mülkiyeti savunmak olanlar, gens başkanlarının keyfi yönetimlerini zayıflatmayı ve borçlarla ilgili yürürlükteki eski yasaları yumuşatmayı hedef almıştır. Borcunu ödeyemeyeceğini bildiren borçluya otuz günlük süre tanınmıştır; hapse atılacak olursa, alacaklının ona açlık cezası vermeye hakkı yoktur; vurulacak lale ve prangaların ağırlığı yedi buçuk kiloyu geçmez. Borçlu, altmış günden fazla alıkonulmaz; isteyenlerin kurtulmalık ödeyerek kurtulabilmelerini sağlamak için Pazar günleri foruma götürülmek zorunluluğu vardır.
O zamanlar bile eskimiş durumda olan atadan kalma ''geleneksel hukuk''un önemli kalıntılarına karşın, yasanın ilerici yanının bulunduğunu kabul etmemiz gerekmektedir.'' (Sayfa: 60-61)
*
İTALYA'NIN FETHİ VE ROMA İTALYA KONFEDERASYONUNUN KURULUŞU:
*
''Köleliğin oluşması ve zengin pleblerin siyasal etkisi Roma'nın saldırgan bir politika izlemesine yol açtı. Roma, ordusunun kusursuz yapısı ve devletinin asker niteliği sayesinde, bir dizi güç savaştan zafer kazanarak çıktı ve bütün İtalya'nın en güçlü devleti durumuna geldi.'' (Sayfa: 66)
*
BATI AKDENİZ EGEMENLİĞİ İÇİN ROMA VE KARTACA ARASINDAKİ MÜCADELE:


''Roma, ticaretinin gelişmesi nedeniyle, yalnızca yerel mübadelede geçen eski bronz parasını 268 yılında bıraktı ve Greklerde çoktandır kullanılan gümüş ölçüsünü getirdi. Para, Iuno Moneta (''Haberci'') tapınağının mahzenlerinde basılıyordu; bu nedenle ''para'' (''moneta'', ''monnaie'', ''money'') sözcüğü ''haberci'' tanrıçanın adından türemiştir. Üzerinde Roma tanrıçasının başı bulunan gümüş ''dinar'' [denarius] para birimi oldu. ''Dinar'' değer bakımından Grek ''drahmi''sine eşitti; dörtte birine ''sestertius'' deniliyordu; ''as'', dinar'ın onda biri değerinde mangır [içinde biraz gümüş bulunan bakır] oldu; bu nedenle üzerine ''X'' sayısı basıldı ve denarius (dinar) sözcüğü de ''On as'' anlamına geliyordu.'' (Sayfa: 71)
*
Kartaca:
*
''Yöneticilerinin insanlık dışı eylemlerini aklamak için, rahipler halkın ruhuna bilinçli olarak zulüm tohumları ekiyorlardı.'' (Sayfa: 73)
*
Köle kaynakları, köle sayısı, köle fiyatları:
*
''Romalı hukukçular, köleciliğin temel kaynaklarını şöyle tanımlıyorlardı: ''İnsan köle doğar ya da köleleşir.''..'' (Sayfa: 97)
*
''En önemli pazarlardan biri Delos adasında bulunuyordu; Strabon'a göre bu pazarda, bir günde 10 bine yakın köle satılıyordu. Roma'da bile, Capitolium'un eteklerindeki ''kutsal yol''un kıyısında, parekende alış-veriş yapılan, sürekli açık bir esir pazarı vardı. Ağır işlere uygun bir kölenin değeri ortalama 2.000 sestertius, eğitim görmüş köleninki 8.000, iyi bir aşçınınki 10.000 sestertius dolaylarındaydı.
II. yüzyılda, Roma ve İtalya'da bulunan köle sayısını kesin olarak tahmin etmek güç, ama büyük bir olasılıkla köle sayısı, özgür insan sayısından fazlaydı. Bu sayı zamanla giderek çoğaldı ve imparatorluk döneminde birçok zenginin 20.000 kölesi, Cicero'nun alaylı bir şekilde dediği gibi ''köle orduları, köle sürüleri'' vardı. Bu tür mülkiyet öylesine yaygındı ki, yüksek mevkide bulunan kölelerin de kendi köleleri vardı. Kölelik bütün üretimin temeli olmuştu.'' (Sayfa: 98-99)
*
LATİFUNDİALARIN ORTAYA ÇIKIŞI; TOPRAKSIZLAŞAN KÖYLÜ SINIFI:
*
İtalya'da köle el emeği ile işlenen büyük tarım malikânelerinin oluşması:
*
''Zenginleşmiş soylular ve bir ölçüde atlılar, parasal kaynaklarının ve köle el emeğinin artan bölümünü, köleler tarafından işlenen büyük kırsal mülkler ya da ''villalar'' (çiftlikler) almaya harcıyorlardı.'' (Sayfa: 102)
*
Roma ve İtalik köylü sınıfının topraksızlaşması; ''kent plebi''nin ortaya çıkışı:
*
''Roma proletaryası toplumun kesesinden yaşıyordu, oysa çağdaş toplum, proletaryanın kesesinden yaşamaktadır.''
*
Karl Marx (Sayfa: 107)
*
III. YÜZYILIN SONU VE II. YÜZYILIN BAŞINDA ROMA'DA KÜLTÜR DEVRİMİ
*
''İtalya'nın dört bir yanından insanlar Roma'ya akın ediyor, çok sayıda yabancı bu kente yerleşmeye geliyordu, bunlar arasında Grekler, Suriyeliler ve özellikle Yahudiler başı çekiyordu. Roma, bütün Akdeniz dünyasının merkezi durumuna geliyordu. Kentte büyük kamusal yapılar ve özel evler yapılıyor, sokaklara taş, pazarlara ve alanlara parke döşeniyordu. Tiber nehri üzerine yeni köprüler atılıyordu. Ama aynı zamanda ve aynı dış görünüşüyle, Roma, kendisinin yaratmış olduğu bu uçsuz bucaksız imparatorluğunun temelinde bulunan derin çelişkileri açık bir biçimde doğruluyordu. Plebin pis kulübelerinin yanı başına, müteahhitler üç dört katlı ucuz evler dikmeye başlamışlardı. Ağaç iskelet üzerine pişmiş tuğladan yapılan bu evler bazen yıkılıyor ve sık sık yanıyordu. Dar merdivenlerle birbirine bağlanan ve nohut kadar odalara bölünmüş ve her türlü konfordan yoksun katlarda yoksul aileler üst üste yaşıyorlardı. Avlulara ve sokaklara atılan çöpler, salgın hastalıklara yuvalık yapıyorlardı. Ama bu karanlık kümeslerin yanı başında, yeni zenginlerin, ''sütunlu iç avluları'', şimşirli ve sanatlıca budanmış porsuk ağaçlı bahçeleriyle, helenistik üsluba göre tasarlanmış konaklarını (özellikle Palatinus'ta saray anlamına gelen ''Palatium'' sözcüğü buradan gelmektedir) diktirdikleri mahalleler yükseliyordu. Burada, banyolu, mozaik döşemeli, duvarları değerli mermerle kaplı ya da freskle bezeli, mobilyaları yaldızlı ve fildişi işlemeli daireler vardı.'' (Sayfa: 108)
*
Marius: Demokratik askerî diktatörlük girişimi:
*
''Gainus Gracchus'un ölümünden sonra, benzersiz bir gericilik Roma'ya on yıl egemen oldu. Optimatlar (Optimates: Memur aristokrasisi üyeleri), kamu mülkünden gasp edilmiş toprakları üzerindeki haklarını sağlamlaştırmak ve her türlü yeniden paylaşım girişimlerini engellemek için zaferlerinden yararlandılar. 118 ve 111 tarihli Baebia ve Thoria yasaları uyarınca, zilyet altında bulunan ve tarım komisyonu tarafından dağıtılmış topraklar, bunları ellerinde bulunduranların özel mülkü olarak kabul edildi ve komisyon dağıtıldı. Bunun sonucu olarak, köylülerin kurbanı olduğu topraksızlaşma hareketi, Appianos'un belirttiği gibi bütün hızıyla sürdü: ''Zenginler, yoksulların elinden yeniden paylarını aldılar ya da çeşitli bahanelerle bunlara el koydular'' (İç Savaşlar, I, 27), bu da öfkelerini kamçıladı.
''Muzaffer soylu sınıf, en utanmaz, en hayasız yöntemlerle zenginleşmek için, yeniden kurulan iktidarından yararlanmakta acele etti: magistratusların (yüksek memurların) zimmetine para geçirmesi, devlet parasını çalması, parayla satılması hiçbir zaman böylesine küstahça sergilenmemişti. Haksız kazançlar, görülmemiş lükste bir yaşantının masraflarını karşılıyordu. Birçok insan, başkalarından geri kalmamak için kendi olanaklarının üzerinde yaşıyor ve bir kez borçlanınca da, yasal olmayan yollardan zenginleşme çareleri arıyordu.
Yönetici soylu sınıfın bu kokuşması Roma'nın dış siyasetine de yansımaya başladı.'' (Sayfa: 130)
*
Spartacus İsyanı:
*
''Yıkılışını hazırlayan bu koşullar içinde, Roma cumhuriyeti, bu kez bütün İtalya'ya yayılan ve Spartacus tarafından yönetilen yeni ve büyük bir köle ayaklanmasıyla sarsıldı. Lenin Devlet Üzerine adlı kitabında bu olayları şöyle değerlendirmektedir: ''Spartacus, bundan iki bin yıl önce, köle ayaklanmalarının en büyüklerinden birinin en önemli kahramanlarından biri oldu. Tamamen köleciliğe dayalı ve çok güçlü görünen Roma imparatorluğu birkaç yıl, Spartacus'un yönetiminde ve büyük bir ordu halinde silahlanıp toplanan büyük bir köle isyanı tarafından temellerinden sarsıldı.''..'' (Sayfa: 156)
*
İç savaş (49-45). Caesar'ın diktatörlüğü:
*
''Monarşik iktidarın kuruluşuna, doğal olarak, merkezileşme ve yönetimsel bürokrasi eğilimleri de eşlik ediyordu. Caesar (Sezar) açıkça söylüyordu: Cumhuriyet ''gerçekliği olmayan bir isimden başka bir şey değildir ve.. benim sözlerimi birer ''yasa'' sayıyorlar,''..'' (Sayfa: 186)
*
İkinci cumhuriyetçi hareketin başarısızlığı. İkinci triumviratus, kara listeler ve İtalya'da büyük toprak mülkiyetine saldırılar:
*
''Komployu yapanlar, orduda yüksek görevleri olan ve Caesar'ın yakın çevresinde yer alan, tanınmış cumhuriyetçi senatorlardı; ayrıca, hepsi Caesar'ın bağışladığı eski Pompieus'culardı. Suikastçıların başında, zengin Romalı aile Iunius Brutus'un iki üyesi bulunuyordu. (..) Toplam olarak altmış kişiydiler.
Ama hazırlayıcıları, Caesar'dan nefret eden büyükler ve soylu sınıflarında bulunuyordu. Bu nedenle, Caesar'ı öldürmek için yer olarak ''tiran''ı öldürmek ve cumhuriyeti yeniden kurmak niyetlerini onaylamasını bekledikleri senatoyu seçmişlerdi. Gerçekten de, katiller kendisini sardıkları zaman, Caesar'ı savunmak için hiçbir senato üyesi en küçük bir girişimde bulunmamıştı. Suikast başarıya ulaşınca, senatorların çoğunluğu suikastçileri destekledi ve Caesar'ın buyruklarının tümünün iptal edilmesini istediler.'' (Sayfa: 187)
*
Augustus'un içeride tutucu, dışarıda saldırgan politikası:
*
''İç politikasında yalnızca, köleci toplumun temellerini güçlendirmeyi, cumhuriyetin eski zamanlarını diriltmeyi amaçladığının altını çizmek arzusu, Octavianus'un bu geçmişin ve tarihin incelenmesini desteklemesinde yansıyordu. Bulgulanan tarihsel yapı ve belgeleri Titus Livius'a bizzat haber veriyordu. Vergilius, Aeneis'i için onur ve ödüllere boğuldu. Gözden düşen Ovidius Naso, Octavianus'un yanında saygınlık kazanmak için Fatsi'sine güveniyordu. M.Ö. 9 yılına doğru, Halikarnassoslu Dionysios'un Rhomaike Arkhaeologia'sı yayınlandı.'' (Sayfa: 200)
*
''Principatus, aynı şekilde, ''eski töreler''in yaşatılmasıyla da ilgileniyordu. Babanın, evin bütün insanları ve köleler üzerindeki eski ''hayat ve ölüm'' yetkisini yürürlüğe koyarak, yıkılmakta olan Roma ailesinin diriltilmesi için bir dizi yasa çıkartıldı. ''Iulia yasaları'' uyarınca, en az üç çocuğu olanlar yönetim mesleğinde ayrıcalıklı statüden yararlandılar; bekarların hakları sınırlıydı; davranışları kusurlu olan eşlerin (kadın) mallarına el konulabiliyor ve sürgüne gönderiliyordu (Augustus'un kızının ve torununun uğradığı ceza).'' (..)
"Augustus, eski Roma yaşamının bir başka dayanağı olan dinsel anlayışı da diriltmek istiyordu. Yapmacık bir sofuluk (pietas) yurttaşlık erdemlerinin yemeli olarak kabul edildi." (Sayfa: 201)
*
''Augustus, M.S. 14 yılında ölünce, bir senato kararnamesiyle tanrılar düzeyine çıkartıldı ve cesedi olağanüstü törenlerle kendisinin ölümünden önce yaptırdığı anıtkabirine konuldu; öldüğü aya (sextilis), onun anısına, ''augustus'' (ağustos) adı verildi. Ama kurduğu siyasal düzenin uzun süre yaşayıp yaşamayacağını tahmin etmek henüz olanaksızdı. Her ne olursa olsun, vasiyetnamesinde, Augustus kendisinden sonra geleceklere artık silaha sarılmamalarını ve barışçı bir dış politika izlemelerini salık veriyordu.'' (Sayfa: 203)
*
CUMHURİYETİN SONU VE AUGUSTUS'UN PRİNCİPATUS'LUĞU DÖNEMİNDE ROMA UYGARLIĞI:
*
''Bir Epikuros hayranı olan Lucretius, insanlığı, karanlık çağların kalıtı olan eski boş inançlardan, dinsel önyargılardan, rahiplerin saldığı ölüm korkusundan ve boğucu öte dünya düşüncesinden kurtardığı için yüceltir. Din, insanların kurban edilmesi gibi suçlara yol açar ve bu nedenle de Lucretius'un gözünde ''iğrenç''tir. (impia).'' (Sayfa: 208)
*
Nero (54-58) ve Iulius-Claudius hanedanının sonu. *
''60 yılından itibaren, sarayın zırva eğlencelerini karşılamak için, Suetonius'un çok haklı olarak ''savurganlık çılgınlığı diye tanımladığı, akıl almaz masraflar dönemi başladı. Saray uşakları şatafatlı giysiler giyiyorlar, sarayın katırlarının nalları altından yapılıyordu, ama hazineyi asıl çökerten görkemli inşaatlar ve özellikle ''Yaldızlı Ev''di. Revakları, parkları, gölleri, ahırlarıyla, Palatinus ile Esquilinus arasında Roma'nın merkez mahallelerini kapsayan uçsuz bucaksız saraya ''Yaldızlı Ev'' adı veriliyordu. Yapımı tamamlanınca sarayı gören Nero şöyle demişti: ''Nihayet insana layık bir yerde oturacağım.''
Böylesine bir savurganlık mali kaosa ve müzmin açığa yol açtı. Hatta birliklerin ücretlerinin, eski askerlerin primlerinin ödenmesini ertelemek zorunda kaldılar. Devlet kasasını doldurmak için paraya hile katıldı. Yarım kilo gümüşten 84 yerine 96 dinar basıldı. Ve özellikle, en saçma sapan, en akıl almaz bahanelerle ve hükümdarlara karşı suç işleme savlarıyla zenginlerin mallarına el koymak gibi geçici önlemlere başvurdular. Hükümdara önemli bir miras payı bırakmadan ölerek ''nankörlüklerini kanıtlayanlar''ın miraslarının tümüne el konuluyordu.'' (Sayfa: 225-226)
*
''Gözdelerinin ihmal ve beceriksizlikleri, 64 yılı yazında, Roma'nın benzersiz yıkımıyla sonuçlanan felaketlere yol açtı: Dokuz gün süren yangın kentin on dört mahallesinden dokuzunu aşağı yukarı tamamen kül etti. Yöneticilerin şaşkınlık ve güçsüzlüğünden yararlanan hırsızlar alevler içindeki evleri soyuyorlardı. Nero'na gelince, bir kulenin tepesinden korkunç felaketi hayranlıkla seyrediyor ve o zamanlar ortalıkta dolaşan söylentiye göre, Troia'nın düşüşü üzerine dizeler söylüyordu. Ama yangının açtığı uçsuz bucaksız araziyi ''yaldızlı ev''inin yapımı için hemen kapması nedeniyle, halk arasında, bu korkunç felaketin faili olarak kabul edildi ve kendisine ''kundakçı'' adı takıldı. Bunu gören yönetim büyük bir gürültüyle ''gerçek kundakçılar'' davasını açtı. Şüpheliler kitle halinde tutuklandılar ve korkunç işkencelerle öldürüldüler.'' (Sayfa: 227)

Flavius'lar döneminde imparatorluk (69-96):


''Vespasianus yönetimi, Nero'nun har vurup harman savurması ve iç savaş yüzünden tamamen yıkılan devlet maliyesini yeniden düzenlemesi için etkin çalışmalar yaptı. Yaşam biçiminin basitliği ve gösterişsizliğiyle tutumluluk örneği vermek isteyen Vespasianus, saray yaltakçılarının hoşnutsuzluğuna ve alaylarına yol açıyordu. Aynı zamanda, hazinenin boş kasalarını doldurmayı amaçlayan yeni vergilerle de alay ediliyordu; bazı eski vergiler iki katına çıkartıldı, mezarlara, hela çukurlarına varıncaya kadar vergi konuldu. Son vergi önlemlerine kızan oğlu Titus'un burnuna bir avuç para tutarak, Vespasianus'un şöyle cevap verdiği söylenir: ''Paranın kokusu yok.'' Ama aynı zamanda, bütün imparatorlukta, yangınlardan ya da yer sarsıntısından zarar gören kentlere cömertçe yardımlar yapıldı. Roma'da halka iş sağlamak için Capitolium'da büyük onarım çalışmaları yapıldı ve kentin ortasında 85 bin seyircilik devasa Flaviuslar amfitiyatrosunun (Colosseum) yapımına başlandı.'' (Sayfa: 237)


''95 ve 96 yıllarında mücadele öylesine bir şiddet kazandı ki, Domitianus kendisini sıkıştırılmış bir yabanıl hayvan gibi hissetmeye başladı. Kendi sarayında bile güvenliği yoktu; arkasında ve çevresinde neler yapıldığını her an izleyebilmek için, içinde yaşadığı odalara aynadan duvarlar ve tavanlar yaptırdı. Fesat, en yakınlarını bile içine aldı ve Corbulo'nun kızı imparatoriçe Domitia Longina, iki imparatorluk muhafız birliği komutanı ve saray ileri gelenleriyle birlikte komploya katıldı. 96 yılı Eylül ayında, Domitianus yatak odasında öldürüldü.
''Senato sevince boğuldu. Tam kadro toplandı ve en acı, en ağır küfürlerle ölü hükümdarın anısını büyük bir keyifle parçaladı. Armalarını ve portrelerini indirerek ve yere çalarak parçalamak için merdivenler getirtti.'' (Suetonius, Domitianus, 23).'' (Sayfa: 240)
*
Hadrianus ve Antoninus Pius:


''Uzun ''Roma Barışı'' dönemi sona eriyordu; Roma İmparatorluğu'nun ''altın çağ''ı II. yüzyılın yarısının başında tamamlandı. Antoninus Pius'un 161 yılında ölmesi üzerine, Roma'nın aynı anda iki imparatoru oldu: Ölen imparatorun evlatlıkları olan Marcus Aurelius ve Lucius Verus. Hiç kuşkusuz iki hükümdar arasındaki anlaşmazlık tehlikesi, ilkçağ Stoacı düşüncesinin en büyük anıtlarından biri olan ''Kendine'' adlı bir kitabın yazarı olan ve daha ilkçağda ''tahttaki filozof'' olarak anılan Marcus Aurelius'un olağanüstü kişiliği sayesinde atlatıldı. Ortağının büyük yeteneksizliğine karşın, Marcus Aurelius Bu ikinciliğe sekiz yıl, yani Lucius Verus'un 169 yılındaki ölümüne kadar katlandı. Ama artık, iktidarın aynı anda egemen olan iki hükümdar arasında tehlikeli bir biçimde bölünmesi yinelenen bir olgu haline geldi.'' (Sayfa: 249)
*
M.S. II. YÜZYILDA TOPLUMSAL VE EKONOMİK İLİŞKİLER. BUNALIMIN ÖN BELİRTİLERİ
*
''..''Eski kölelik miadını doldurmuştu.. artık zahmetine değecek bir ilişki değildi..'' demektedir Engels.'' (Sayfa: 254)
*
''Aristotales zamanında, kendisinin de dediği gibi, ''köle mülkiyetin en mükemmel biçimi'' olmasına karşın, M.S. I ve II. yüzyıllarda, köle sahibi olmak mülkiyetin en tehlikeli, en güvenilmez biçimiydi. Giderek daha serkeşleşen köleler, efendilerine karşı gittikçe çoğalan bir kin gösteriyorlardı.'' (Sayfa: 255)
*
''Seneca, ''Kölelik doğal bir durum değildir, doğaya ve doğaya özgü özgürlüğe aykırıdır'' demektedir; ''köle de seninle aynı türdendir''; ''Köleler, bu insanlar.! Hayır, bunlar insandırlar, bizim varlık yoldaşımız, basit dostlarımızdır.'' Hadrianus ve Antoninus, efendilerin kölelerini öldürmelerini yasaklayan bir kararname yayınlamışlardı; karı-kocayı ayrı ayrı satmak da yasaklanmıştı; köleler vasiyet hakkını elde ettiler, vb. Bu insancıllığın (humanisma), hiç kuşkusuz, yaşam koşullarını iyileştirerek kölelerden mümkün olan en yüksek yararı sağlamaktan başka bir amacı yoktu.'' (Sayfa: 255-256)
*
Hıristiyanlığın ortaya çıkışı ve I. ve II. yüzyıldaki tarihi:
*
''Hıristiyanlık, başlangıçta, aşağı ve sömürülen toplumsal çevrelerde, ''çileli ve acı çeken'' halk, yoksullaşmış ve özgürlüğünü yitirmek üzere olan özgür insanlar, küçük zanaatkârlar, proletarya ve köleler arasında doğdu ve yayıldı.
Roma İmparatorluğu'nun köleleşmiş, ezilen ve yoksulluğa indirgenmiş halk kitleleri, başlangıçta, M.Ö. II. ve I. yüzyıllarda, açık mücadelede, ayaklanmada bir çıkış yolu aramışlardı. Ama ayaklanmalarının hepsinin başarısızlığa uğraması, Roma'nın gücüne direnmenin umutsuz olduğunu göstermişti. İşte bu nedenle, toplumun aşağı katmanlarında, dünyanın kötülüklerinden ve acılarından kurtaracak bir ''göksel kurtarıcı'' beklentisi doğdu ve geniş ölçüde yaygınlaştı.'' (Sayfa: 264-265)
*
''Vaftiz töreni ve kudas ayini, ''dinsel oyunlar''a dönüştürülen ve Kibele ile Adonis'e tapanların dinsel törenlerine benzediler; Mithraizm, İsa'nın mağarada doğuşu efsanesine kaynaklık etti. Stoacı öğretilerin ve özellikle, Engels'in ''Hıristiyanlığın vaftiz babası'' adını verdiği Seneca'nın öğretisinin halkın anlayacağı hale getirilmesi, alçakgönüllülük ve sabır ilkelerine dayalı bir Hıristiyan ahlak sisteminin yerleşmesini sağladı. Engels'e göre, ''Hıristiyanlığın babası'' olan İskenderiyeli yazar Yahudi Philon, Yahudilik ile Grek felsefesini bağdaştırmaya girişti; II. yüzyılda ortaya çıkan Hıristiyan öğretisinin, ''kelam''ın (logos), Tanrı ile insanlar arasındaki aracılar olan meleklerin, ''şeytan''ın, vb., eski kaynağı Yahudi Philon'dur.'' (Sayfa: 268)

Anaïs Nin - Albatrosun Çocukları, İçsel Kentler 2 (Çeviren: Püren Özgören)


Arka Kapak:

*
Anaïs Nin'den Albatrosun Çocukları, kökleri çocukluğun yaralarına kadar uzanan zaaflara, pusulasız kaybolmaktan korkacağınız içsel kentlere ve insanların sığındığı arzu adalarına dâir sarsıcı bir roman.
*
I. KISIM
*
MÜHÜRLÜ ODA
*
''Sayısız engel, çocukluğuna, yeniyetmeliğine acı yüklemişti..''
*
''Yoksulluktan ağırlaşmış, çıplak ayaklı, yayan çocukluğu..''
*
''Ne zaman ayak parmaklarını yere doğru gerse şöyle düşünürdü: Öksüzler yurdundan, fakirlikten, geçmişimden dans ederek, döne döne uzaklaştım.'' (Sayfa: 7)
*
''Dış dünyada, değiştirmeye gücünün yetmediği gizemli, dışsal felaketlere boyun eğmiş bir kadındı; iç dünyasında ise kimsenin uzanamayacağı kadar derinlere sayısız tünel kazmış, yok olmaktan kurtardığı hazinelerini oraya gömmüş ve orada, tanıdığı dünyanın tam da zıddını inşa etmiş bir kadın.'' (Sayfa: 8 )
*
''İçimde kırılmış bir şey var. Ben başkaları kadar kolay dans edemem, yaşayamam, sevemem. Birlikte dünyayı gezecek olsak muhakkak bir yerlerde bacağımı kırarım. Çünkü bu içsel kırık görünmediği gibi, başkaları için inandırıcı da değil.. Herkesin görebileceği, anlayabileceği bir yerimi kırmadan huzura ermeyeceğim.'' (Sayfa: 12)
*
''..hayvanlar yalnızlıklarını uluyarak kovar, çocuklarsa ana babalarını ve ışığı çağırabilirler. Oysa ben..'' (Sayfa: 13)
*
''..insan hiçliğe yuvarlanmadan hemen önce acı körelmeye başlamıştır ve beden otomatik olarak, aslında acıdan değil, onun anısından yakınmaktadır.'' (Sayfa: 14)
*
''Benliğinin bir parçası olgunlaşırken (örneğin sezgileri, kavrama ya da algı yetenekleri), bir başka parçası çocukken edindiği inancı sıkı sıkı korumuştu: Olaylar, erkekler ve otorite bir araya geldiğinde, insanın başa çıkamayacağı kadar güçlüydü ve insan kendi kalıplarının kurbanı olmaya yazgılıydı.'' (Sayfa: 18)
*
''Yüreğin Çin kırmızısı, vernikli odası; zihnin uçuk yeşil ya da felsefe kahverengisi salonu; bedenin deniz kabuğu pembesi odası, belleğin amberçiçeği kokulu, çok eski dolaplarla dolu tavan arası.''
(..)
''..içindeki çocuğun sesi.. Henüz gömülmemiştir ve uzun zaman önce tutturduğu nakaratı yinelemektedir: Sadece olağanüstüyü istiyorum.!
Sonra insan Djuna'nın alçak, yalın sesi: Aşkı istiyorum.!
Ve sanatçı Djuna'nın sesi: Olağanüstüyü yaratacağım.'' (Sayfa: 21)
*
''Çeyizini hazırlayan ebedi bir gelindi Djuna: Öteki kadınlar nasıl diker, işler, süslerse, o da içsel kentlerini süslüyor, donatıyor, boyuyor, döşüyordu; olağanüstü bir aşk için olağanüstü bir dekor hazırlıyordu.'' (Sayfa: 22)
*
''Yalnızdı; herkesin her sabah, her rüyadan sonra olduğu kadar yalnız.'' (..)
''o, söyleyecek anlamlı bir şeyi yoksa hiç ağzını açmazdı (tıpkı rüyalarda, kaçınılmaz olaylarla kaçınılmaz sözler arasındaki o suskunluk gibi. Rüyalarda tek bir boş, saçma sözcük sarf edilmez.!)'' (..)
''Kim gelip ''Bu benim rüyam, ilmeğin ucunu tut ve bütün yanıtları bul,'' der.?
Yoksa bütün rüyalar yalnız mı yaratılır.?'' (Sayfa: 24)
*
''Uykusuzluğun sıcak çarşaflarında yatarken, rüyanın aldattığı bir insan vardı.
Uykusuzluk, kulağı kirişte olanlar, önemli bir ziyaretçi bekleyenler içindi.'' (Sayfa: 25)
*
''..ne zaman böyle sarılıp sarmalanmış, korunmuş bir halde yürüyüşe çıksa, yürüyen iki kadın varmış gibi geliyordu ona hep: Biri, işgale karşı tuzaklar ve kapanlar kurmayı sürdüren; öteki, birinin giriş kapısını bulmasını ve onu yalnızlıktan kurtarmasını dileyen.'' (Sayfa: 26-27)
*
''Otları ezmedi; tek bir çakıl taşı onun ayaklarından yakınmadı, tek bir bitki boynunu bükmedi, kopmadı.
Danstan farksızdı; dans eşinin ruh haline uygun, duygulu bir menuet*; adımları öyle hafifti ki havada, boşlukta, sessizlikte usulcacık kayıyordu: Her bir ritmi yansılayan, yaprak yeşili gözleri, armoniye duyarlı bedeniyle, en küçük bir uyumsuzluktan, yanlış bir adımdan korkarak, partnerinin niyetini her an kollayarak. (..)
Talan etmeye, el koymaya, ezmeye gelmemişti.''
*
*Menuet: Üç tempolu, ağır ve eski bir dans, bu dansın müziği. (Sayfa: 27)
*
''..ışığını yitirenleri artık sevmiyordu. Bir türlü çözememişti: Duygu iplikleriyle, birlikte dokunmuş, bir yankı gibi birbirini yanıtlayan iki kişi, karanlıkta fosfor gibi ışıldayarak birleşmenin kimyasal kıvılcımlarını mı saçıyordu, yoksa biri ötekinin üzerine içsel rüyasının ışıldağını mı tutuyordu.?'' (Sayfa: 28)
*
''Genç oldukları ve hâlâ kendi arzularının etrafında körlemesine dolanıp durdukları için, birlikte yaptıkları dans, birinin ötekini tekeline aldığı bir dans türü değil, bir tür menuet idi: amacı el koymak, yakalamak, dokunmak, iki karaltı arasında azami boşluğun ve mesafenin akışına izin veren. Çarpışmalardan, birleşmelerden kaçınarak, uyum içinde devinmek. Birbirinin çevresinde dönmek, secde etmek, aynı saçmalıklara gülmek, kendileriyle dalga geçmek, duvarlara asla birleşmeyecek ikiz gölgeler düşürmek. Bu tehlikenin etrafında dans etmek: Bir olma tehlikesinin.! Dans boyunca eşinin kendi kulvarında kalmasına özen göstererek. Omuz omuza, yan yana salınmaya izin var ama kendini ötekine adamak, onun içinde eriyip gitmek yok. Bir evcilik oyunu; adım adım, birlikte aynı kitabı okuyarak, şehvetin hemen sınırında bir sakınma, kaçınma dansını sürdürmek; ışıl ışıl parlayan çemberin dışına çıkmayarak ama çemberi tutuşturacak olan nüveye asla değmeyerek.
Ustalıklı, hünerli bir ''sahiplememe'' dansı.'' (Sayfa: 29)
*
''Asla şöyle demedi: Acım var. Onun yerine, kollarını çaprazlayıp ağrıyan yerine bastırdı; isyankâr bir çocuğu yatıştırmaya, bu öfkeli sinir ucunu sallayıp tıpışlamaya çalışırcasına. Bir kez olsun, korkuyorum, demedi. Ama bir odaya hep parmak uçlarında gözleri pusuları tarayarak girdi.'' (..)
''Tarihsel kişilikler, edebi sevdalar sayesinde, birbirleriyle iletişim kurmanın en karmaşık, en muğlak yolunu bulmuşlardı da en küçük bir temas, parmak uçlarının değmesi bile bu düşsel dünyayı havaya uçurabilirdi sanki.'' (Sayfa: 30)
*
''Kendi aşklarına odaklanabilmek için önce tarihin ve edebiyatın bütün aşklarını yaşamak zorundaydılar sanki.'' (Sayfa: 31)
*
''..o günkü masumluğu ve cahilliğiyle şu büyük kehanette bulunması olanaksızdı: ..ondan kaçmakla arzusunu, tutkusunu ele veriyordu.'' (Sayfa: 33)
*
''..çocuğun doğallığı; söylediği, yaptığı hiçbir şeyin, karşısına dikilen olanaksız ölçütlere uymadığını, ulaşamadığını hissettiren ana babasının katılığı yüzünden her seferinde yenilmiş, başarısızlığa uğramıştı. Çinlilerin kız çocuklarının ayaklarını bağlamasından, doğal büyümeyi durdurmak için metrelerce bezle sıkı sıkı sarmasından daha korkunç bir baskı. Böyle zorba, zalim bir kumaş, çözülmeden, kesilmeden çok uzun süre kullanılırsa sonunda kişiyi mumyaya çevirirdi.'' (..)
*
''Cezalar bu kadar mı büyüktü.. Özünün yaşayan parçalarını, çok sevdiği bir hayvanı, iç dünyasını yansıtan bir günlüğü yok ettirecek kadar.?
''Kişiliğimizin, ebeveynimize gösteremeyeceğimiz ne çok yönü var.''..'' (Sayfa: 42)
*
''Hiçbir hüzün onun her gün bol keseden dağıttığı bu sevgi ziyafetine, bu delice karnavala direnemezdi; her sabaha ilk kahvesini yudumlamanın, yeni bir günün keyfiyle başlayan, karşısına çıkan ilk kişiye ânında yönelttiği sevgiyle süren, erkek, kadın, çocuk ya da hayvan, herhangi bir canlıdan gelen en küçük bir işaretle alevlenen bir tutku, bir yaşama sevinci. Şanssızlıklar, dertler, güçlüklerle toslaştığı zaman bile sarsılmayan, hiç azalmayan bir yaşama coşkusu.'' (Sayfa: 45)
*
''Dans ederek yaralarını sararlardı; coşku ve ateşte kusursuzca birleşerek birbirlerini sağaltırlardı.'' (Sayfa: 46)
*
''Hiçbir zaman sağlam bir ev, dayanıklı mobilyalar istememişti. Bütün bunlar birer tuzaktı. Onlara sonsuza kadar bağlanabilirdin. O, yerinden kolayca oynatabileceği, en küçük bir pişmanlık duymaksızın içeri ya da dışarı sürebileceği dekorları, sahne donanımlarını yeğlerdi. Az sonra dağılıp giderler, sen de herhangi bir şeyi yitirmiş olmazdın. Geride kalan, yaşamayı sürdüren tek şey canlılık, parlaklık olurdu.
Bir keresinde, koltukların artık yirmi yıl bile dayanmadığından yakınan bir kadına şöyle demişti: ''İyi ama bir koltuğu yirmi yıl boyunca sevemem ki.!''..'' (Sayfa: 49)
*
''O derin, mavi gözleriyle, hiç ağlamamış gözleriyle kadına baktı; kadının gözleriyse ıslak, parlak ve duruydu; bu gözler daha önce ağladıklarını unutmuştu.'' (Sayfa: 60)
*
''Kendini bildi bileli gizliliğe zorlanmıştı çünkü dışa vurduğu her şey kınamayla ve cezayla sonuçlanmıştı.
1001 Gece'yi gizlice okumuş, sigarayı gizlice içmiş, hayallerini gizlice kurmuştu.
Ana babası onu sadece, daha sonra suçlamak için sorgulamıştı.'' (Sayfa: 64)
*
''İnsanların çoğu sadece engeli görür ve zınk diye durur.'' (Sayfa: 66)
*
''Erkeklerin bütün kişisel güçlüklerden paçayı sıyırmak için başvurdukları o uzaklaşma, uzaktan bakma yeteneği.'' (Sayfa: 69)
*
''Beyaz atkı, ona dokunamayan sayısız şeyi simgeliyordu..'' (..)
''Eve bir kez daha, erkeklerin sıradanlığı aşmak için başvurdukları nesnelerden biriyle dönerdi: bir kitap, bir resim, bir müzik parçası; dünyaya bakışını değiştirecek, genişletip derinleştirecek bir şey.
Beyaz fular yalan söylemezdi.'' (Sayfa: 71)
*
''Annesi bir doğum günü pastası yapmış, üzerini yayılmaya, genişlemeye karşı uyarılarla, yeni arkadaşlara ilişkin öğütlerle süslemiş, kenarına da kremadan, şu, resmî bahçelerdeki çitleri andıran bir bant çekmişti; serüveni engellemek, alt etmek için gereken bütün töreleri, kuralları vurgulamak istercesine.
Babası satrancı sessizce oynuyordu; özenle hesaplanmış, ölçülüp biçilmiş hamleleri, yüreğin her türlü aykırı, dik başlı dansını, bedenin kaprislerini nasıl şiddetle kınadığını dile getirmekteydi: Özellikle de Paul'ün şu an, şurada olmasını sağlayan o temel dürtüyü; sofralarını paylaşan bu göz alıcı, ışıl ışıl delikanlıyı dünyaya getiren o birleşme eylemini.!
Ona yedirdikleri şey, uyarı pastasıydı: Bütün insanlardan kork; Toplum Rehberi'nde adı bulunmayan bütün erkek ve kadınların niyetlerinden kuşkulan.
Mumlar onun yaklaşan özgürlüğünü kutlamak için değil, şu gerçeği bir kez daha hatırlatmak, başına kakmak için yakılmıştı: Bir tek bu mumların aydınlattığı çember içinde, yalnızca anneyle babanın yörüngesinde tam anlamıyla güvende olabilirsin.!
Küçük bir çember. Bu çemberin dışı: Kötü.
Böylece annesinin eliyle yaptığı ve içine aşkı, genişlemeyi ve özgürlüğü köreltecek en güçlü büyüleri, iksirleri kattığı pastayı yedi.'' (Sayfa: 73)
*
''Gündoğumunu birlikte karşılamak, âşıklara tanınan tek düğün törenidir.''


''Birlikte Cesar Franck'ın D minör senfonisini dinliyorlardı.
Ve aynı anda, böylesi müzik kavşaklarında hep olduğu gibi Djuna'nın çelişen, çatışan benlikleri birleşiyor, eriyip tek bir ruh haline dönüşüyor.
Senfoninin teması sevecenlik.'' (Sayfa: 74)
*
''Ölümcül bir darbe kadının hayat akışını kesmiş ama onu yerle bir edememişti. Yalnızca zaman duygusunu felç etmişti; o da oturup yitik aşkını bekleyecekti.'' (Sayfa: 76)
*
II. KISIM
*
KAFE
*
''Erkeklerin hayallerini karşılamaktan, onları doğrulamaktan daha zor bir şey yoktur. Bir kadın için erkeklerin rüyalarını gerçekleştirmekten daha kırılgan, daha çetin bir çaba olamaz.'' (Sayfa: 85)
*
''..insanın, göze alabildiği sıklıkta, başlangıç yapabileceğine inanıyordu. İçinde taşıdığı tek asit, hayatın onun duyarlılıklarının çevresinde oluşturduğu nasırları eritmek içindi.'' (..)
''Bir insan kendisine ve ona ihanet ettiği zaman, çektiği acıyı önemsemiyor, tam tersine küçümsüyordu - altı üstü doğum sancılarıymış gibi.'' (..)
''Bir araştırma yapılsa, ölenlerin çoğunun fiziksel felaketlerden çok, fırlatılıp atılan hayaller; bebek kürtajından çok hayal kürtajı; fiziksel hastalıklardan çok umutsuzluk mikrobu yüzünden öldüğü ortaya çıkardı.!'' (Sayfa: 105)
*
''Nesneler insan sıcaklığına gereksinir; tıpkı çiçek açmak için insanın insana gereksindiği gibi. Bir lamba, kişinin içsel aydınlanmasına bağlı olarak cılız ya da gümrah bir ışık saçar. Toz zerrecikleri yüzeylere, ev sahibinin meşrebine göre konarlar. Tozun bile ışıldadığı bazı odalar vardır. Umursamazlığın bile canlı, kıpır kıpır olduğu odalar vardır; tıpkı daha önemli bir şeylere koşturan birinin arkada bıraktığı dağınıklık gibi.'' (Sayfa: 109)

14 Ocak 2023 Cumartesi

Nâzım Hikmet Ran - İlk Şiirler

Sağlığında yayımlamadığı, Eski Biçimli İlk Şiirleri (1913-1920)


FERYÂD-I VATAN

*
Sisli bir sabahtı henüz
Etrafı bürümüştü bir duman
Uzaktan geldi bir ses, ah aman aman.!
Sen bu feryâd-ı vatanı dinle, işit
Dinle de vicdanına öyle hükmet
Vatanın parçalanmış bağrı
Bekliyor senden ümit.
*
20 Haziran 1329 [3 Temmuz 1913] (Sayfa: 9)
*
VATANA.!


Ey zavallı vatanım
Neden böyle ağlıyor
Neden midir, çünkü ona
Evlâtları bakmıyor
*
23 Şubat 1330 [8Mart 1915] (Sayfa: 13)
*
''BENCE SEN DE ŞİMDİ HERKES GİBİSİN''
*
Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor
Onlardan kalbime sevda geçmiyor
Ben yordum ruhumu biraz da sen yor
Çünkü bence şimdi herkes gibisin
*
Yolunu beklerken daha dün gece
Kaçıyorum bugün senden gizlice
Kalbime baktım da işte iyice
Anladım ki sen de herkes gibisin
*
Büsbütün unuttum seni eminim
Maziye karıştı şimdi yeminim
Kalbimde senin için yok bile kinim
Bence sen de şimdi herkes gibisin
*
334 [1918] - Yaz - Kadıköy (Sayfa: 21)
*
''KUTUPYILDIZI''
*
Yaşlı duaların sessiz mâkesi
Sönmeyen ümidin sönmez yıldızı
Şulenden akıyor teselli sesi
Yıldızlar güzeli gemici kızı
*
Her billurî mavi gece denizde
Bize sevgiliden selâm getiren
Selâmet yıldızı sen gemimizde
Bir peri kızısın âşıkın da ben
*
Issız denizlerde teselli veren
Sonsuz âlemlerin gümüş merkezi
Ümit gibi parla, parla sönmesin
Işığından mahrum etme sen bizi (Sayfa: 26)
*
İNTİZAR
*
-----Bir müteverrimenin başucunda
*
''Bu kadının ruhu çok muammalı
Gülüyor ağzından boşandıkça kan'' (Sayfa: 31)
*
RÜYA
*
Dün gece rüyamda gördüm ben sizi
İkimiz sahilde berabermişiz
Enginde soluyan yorgun denizi
Saran ufuklara ruh olmuşuz biz
*
Ak benekli siyah tülüyle gece
Alırken bir solgun günü koynuna
Gözlerin mahmurdu senin gizlice
Bir bûse kondurdum güzel boynuna
*
El ele gülerken her şen yıldıza
Saadet çok uzun sürecek sandım
Hayat dediğimiz o fettan kıza
Aldanmak isterken birden uyandım
*
Şimdi ne gece ne deniz ne siz
Görmüyorum artık o nurlu yeri
Elemle inleyen kalbimde yalnız
Biçâre şiirimin kafiyeleri (Sayfa: 32)
*
Yaprak
*
Soluyan rüzgârın nefeslerinden
Bir sağa bir sola kımıldanarak
Sallanan bir kuru dal üzerinden
Omzumun üstüne düştü bir yaprak
*
Sararmış bir kadit el gibiydi bu
Omzumdan kayarak ilk okşayışı
Akıttı ruhuma soğuk ve kuru
Ölüm düşüncesi denilen kışı.
*
Demek ebediyen yattıktan sonra
Son damlamı emen bir dal üstünden
Kim bilir belki de uyup rüzgâra
Oğlumun omzuna düşeceğim ben
*
O akşam yollarda gezip boş yere
Bu fikre zıt çıkan bin sebep saydım
Yine teselliler bulurdum ömre
Yaprak olduğuma emin olsaydım..
*
1336 [1920] - Kadıköy - Kış (Sayfa: 36)
*
''Şair''
*
-----''Yahya Kemal'e''
*
Her gün daha dalgın görürdüm onu
Bu ıssız beldenin sokaklarında
En acı gülüşün sezdim yolunu
İri gözlerinin nemli akında
*
Bir gün bakmıştım da gittiği yere
Kim bilir diye sordum ben geçenlere
Dediler bir şair küskündür şehre
Mersiye dolaşır dudaklarında
*
1335 [1919] - Peyk-i Şevket Torpido Kruvazörü (Sayfa: 42)
*
DENİZLER ARZUYA EN FENA PUSU
*
Baktım da denizin boşluklarına
Sardı her uzvumu acı bir korku
Belki çıkmam dedim ben de yarına
Kim bilir kaç gözü cezbetti bu su
*
Boşluğa karışmış bugün her biri
Kaç ruhu dinledi derinlikleri
Gidenler bir daha gelmiyor geri
Denizler arzuya en fena pusu
*
1335 [1919] - Sonbahar - Peyk-i Şevket
Torpido Kruvazörü (Sayfa: 42)
*
TAŞYÜREK OSMAN
*
Uzak aksi sadalar yer yer silâh sesleri
Dörtnal giden atların soluyan nefesleri..
*
Dağın yamacında köy çatırtılarla yandı..
Tepede bir atlının gölgesi aydınlandı
Palasının ucundan damlıyor zulmete kan
İşte bir baskın verdi yine Taşyürek Osman.
Heyecana susayan ne kanlı bir gönül bu..
Haraç kesmiş kendine Çorum'a giden yolu
Ne bir kuş uçuruyor, ne kervan geçiriyor
Karşı koyan köyleri kılıçtan geçiriyor.
Yine bir köyü yaktı gazabının rüzgârı
Yangının ışığında göründü atlıları
Hepsinin arkasında sürünen gölgeler var
Kız erkek çoluk çocuk bağlanmış gidiyorlar
İbret olsun diyerek öteki köylere de
Bunları öldürecek şimdi kanlı derede
Bir sarp uçurum vardır gidilirken Çorum'a
Boşluklara açılan bu yalçın uçuruma
Uzak karlı dağlardan her akşam kurt inince
Daha siyah görünür ufuklarında gece
Daha yorgun gibidir semâsında yıldızlar
Bu yorgun yıldızların göklerde ruhu sızlar
Uçurumdan boşluğa baş dönmeden bakılmaz
Eğer kenarlarına yaklaşılırsa biraz
Ölgün bir dua gibi derinden bir ses gelir
Taşların arasından sarı bir su yükselir
Kanlı dere diyorlar işte bu akan suya
Bu gece dere dalmış rüyalı bir uykuya
Taşlarda inleyerek sayıklıyor bu derdi
Onun iniltisine ufuklar cevap verdi
Gitgide yaklaşıyor zulmette bir uğultu
Atlılarıyla gelen Taşyürek Osman'dır bu.
............................................................
............................................................ (Sayfa: 60)
*
SAĞLIĞINDA YAYIMLADIĞI ESKİ BİÇİMLİ İLK ŞİİRLERİ (1919-1925)
*
İMAN
*
-----İlk Yıldız
*
Loşlukta ararken elini, elim:
''Kırk akşam üst üste bakarsan eğer
İlk çıkan yıldıza , dedi sevgilim,
Dolarmış gönlünde boş kalan bir yer.!''
*
Kırk akşam üst üste: ''Sevsin.!'' sözünü
İlk çıkan yıldızla getirdim yâda
Yine aratıyor her yarın dünü
İmanım kalmadı yıldızlara da.!
*
[Üçüncü Kitap, Mart 1336/1920] (Sayfa: 65)


Herkes Gibi
*
Gönlümle baş başa düşündüm demin;
Artık bir sihirsiz nefes gibisin.
Şimdi tâ içinde bomboş kalbimin
Akisleri sönen bir ses gibisin.
*
Mâziye karışıp sevda yeminim,
Bir anda unuttum seni, eminim,
Kalbimde kalbine yok bile kinim
Bence artık sen de herkes gibisin. (Sayfa: 69)
*
Gölgesi


-----Suat Derviş'e
*
Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını;
Bir kere eğemedim bu kadının başını.
Kaç kere sürükledi gururumu ölüme
Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme.
Cevapları o kadar heyecansız ki onun,
Kaç kere iman ettim, hiçliğine ruhunun.
Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi
Güzelliğin önünde, dolup çarpmadı kalbi.
Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal,
Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal,
Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor.
Bir çiçeğin önünde bir dakika durmuyor...
*
Dönüyoruz yine biz bir uzun gezintiden
Gönlümün elemini döküyorken ona ben,
O bana kendisini, gülerek, naklediyor:
''Bilseniz mavi boncuk nasıl yaraştı'' - diyor.
Ya bu kadın delidir, yahut ben çıldırmışım,
Ben ki, birçok kereler kırılmışım, kırmışım,
Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı;
Birden onun yüzüne haykırma ihtiyacı
İçimde alev alev tutuştu yangın gibi,
Bir dakika kendimin olamadım sahibi;
Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım, dedim,
Yola mağrur uzanan gölgesini çiğnedim.
*
[Yedinci Kitap, Kânun-ı evvel 1336/1920] (Sayfa: 102)
*

ONBEŞLER İÇİN:
*
''Karadeniz.. bunu duysun derinliklerin:
O ateşli göğüsleri delen hançerin
Kabzasını alacağız biz elimize.!''
*
Batum 1922
Nâzım Hikmet - Vâlâ Nurettin
[''28-29 Kânuûn-I sâni 1921'', Moskova, 1923, s. 22] (Sayfa: 120)
*
DESTAN
*
Aldı sazı ele Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası,
bakalım ne dedi:
*
Bizim fırkaya derler
Cumhuriyetçi Terakkiperver
Hem fırkacıyız, hem berber
İşçiyi çiftçiyi tıraş ederiz
Perdah olmazlarsa telâş ederiz.
*
Yaldızlı bir kazık kakalım
İşçinin açlıktan kokan nefesine
Mavi boncuk takalım
Köylünün püskülsüz fesine
Fakat hürmetle riayetle bakalım
Ecnebi sermayesine
İşçiyi çiftçiyi tıraş ederiz
Perdah olmazlarsa telâş ederiz.
*
Aldı sazı ele Halkçı Cumhuriyet Fırkası,
bakalım ne dedi:
*
Terakkiperver'lere kanmayın
Onlar dostunuzdur sanmayın
Parmağınızı siyasete banmayın
Palan olsa da sırtınıza sırma hırkamız
Samansız bırakmaz sizi Fırkamız.
*
Çıkar elbet bir gün Mesai Kanunu
Yüz sene, bin sene bekleyin bunu
İşte buna derler Ali Cengiz oyunu
Palan da olsa sırtınıza sırma hırkamız
Samansız bırakmaz sizi Fırkamız.
*
Aldı sazı ele amele ve köylü,
bakalım ne dedi:
*
Semerkant elinden yollasanız da
İçini ipekle çullasanız da
Ne kadar telleyip pullasanız da
Sırtıma vurulan palandır palan
İnanmam yalandır, yalandır, yalan.
*
[Orak-Çekiç, 21 Kânun-ı sâni 1925] (Sayfa: 121-122)
*
ONBEŞLERİN KİTÂBESİ
*
Kazıdık Onbeşler'in ismini,
kanlı kızıl bir mermere.!
Bir çelik aynadır gözlerimiz,
Onbeşler'in resmini
görmek isteyenlere..
*
1925, Türkiye [Aydınlık, Şubat 1925] (Sayfa: 122)
*
SAĞLIĞINDA YAYIMLAMADIĞI YENİ BİÇİMLİ İLK ŞİİRLERİ (1922-1927)
*
KÜFRETMEK İSTİYORUM
*
Beyaz getrleri, beyaz eldivenleriyle o
karşımızda
beyaz tırnaklı bir katır gibi dolaşırken
sen
sopa çekmek istiyorsun.
Ben
küfretmek istiyorum.
Kızını, kısrağını, karısını sıradan geçirerek
rugan iskarpinlerinin
deliklerine dek..
Küfretmek istiyorum
ona bir an sövmesem
çişi gelmiş çocuk gibi sıkışıyorum.
Neyleyeyim be.?
İçimden geliyor bu:
küfretmek istiyorum..
*
Moskova, 16 Teşrin-i Evvel [1922] (Sayfa: 162)
*
GÖZLERİM
*
Mavi şimşekleriyle elektrikleşen
mavi gözlerime
iki lastik çizme geçirdim.
Yolladım
onları Anadolu'ya.
Gittiler,
geldiler.
Geldiler fakat nasıl.?
Lastik çizmeler
dizlerine kadar batmış çamura.
Mavi gözlerim
iki isli lamba gibi kapkara olmuş.
Ben hemen
batırdım diş fırçamı
sıcak kanlı beynime
gözlerimi
fırçaladım.
Onlar
iki kırmızı fener gibi
parladılar.
Şimdi benim
mavi gözlerim
kanlı.
Şimdi işte
kızıl bir perde önünden nasıl kaçarsa bir boğa
beni gören her burjuva
öyle kaçıyor.
*
17 Teşrin-i Evvel [1922] (Sayfa: 163)
*
BİZ - HAYATIMIZ - YAPTIĞIMIZ İŞ
*
''Dinle
hayatımızı, 9 kelimede.
Sabah saat sekiz
grevdeyiz.
Saat on
Fertiği çekti patron.
Akşam beş,
barikatlarda düşmana ateş.
Gece dokuz,
kodeste Kapital okuyoruz.''
*
9 Kânun-ı sâni (Ocak) 1923 - Moskova - (Sayfa: 167)
*
BİZDE PANTOLONLA ETEKLİK
*
Aynı kuvvetle inkılabın malıdır
''Radek''in pantolonuyla ''Zetkin''in etekliği..
Bizde
bizim içimizde
etekli de pantolon gibi
Marksizmin sahibi..
Eteklik de kodeste yatmış,
yatabilir.
Mavzer atabilir.
Eteklik de inanmıştır pantolon kadar.
Yok kafamızda fazlamız eksiğimiz bizim.
Küçücük farkımız
yalnız
bacaklarımızın arasında..
*
14 Kânun-ı sâni (Ocak) 1923 - Moskova - (Sayfa: 168)
*
2000 SENESİNİN SANATKÂRLARINA


Ey 77 yıl sonra
Şarkın ''Futurist abidesi'' yükselen meydanlarda
Mısralarını
Mikrofonlarla haykıracak şair.!
Ey suratları düzgünsüz aktörlerine
Kollektivizmin
Temiz optimizmini oynatacak rejisör.!
Ey yirmi birinci asrın mühendis bestekârı,
Ben
Size
1923 senesinde yazdım bu şiiri.
Elbette siz
Sizden
77 yıl evvel gelen
Proleter şairlerinin
Nasıl işlediğini öğrenmek istersiniz.
O zamanlar
Sınıfları kaynatan kazanın
Supapı tutmuyordu artık
Manometrenin ibresi
Fır dönüyordu mihverinde.
Bizimkiler geri onlar ileri
Bizimkiler ileri onlar geri
Faşistler komünistleri kovalıyordu,
Komünistler faşistleri.
Monarşizm
Liberalizm
Komünizm..
Yüzlerle içindeyiz
Biz proleter şairleri.
Elimizde badana fırçaları önümüzde kovalar
Amele kahvelerine destan
Kızıl bayraklara şiar
Fabrika duvarlarına ilan yazıyorduk.
Size istismarsız
Burjuvasız, hükümdarsız
Bir cemiyet veren sınıfımızın
Sesi sıtma görmemiş çığırtkanlarıydık
Ve
Daima öyle
Kaldık.
*
1923 (Sayfa: 170-171)
*
SAĞLIĞINDA YAYIMLADIĞI YENİ BİÇİMLİ İLK ŞİİRLERİ (1922-1927)
*
28 KÂNUNİSANİ
*
- Ta ta taa ta ta Ta ta taa ta ta
Tarih
sınıf-ların
mücadelesidir.
*
- 1921
Kanunisani 28
- Karadeniz
- Burjuvazi
- Biz
- On beş kassap çengelinde sallanan
on beş kesik baş
- On beş arkadaş
- Yoldaş
bunların sen
isimlerini aklında tutma
fakat
28 kanunisaniyi unutma.!
*
- “Siyah gece
“Beyaz kar
“rüzgar
“Rüzgâr.”
*
- Trabzondan bir motor açılıyor
- Sa-hil-de ka-la-ba-lık.!
- Motoru taşlıyorlar
- Son perdeye başlıyorlar.!
- [............................
.................................
.................................
.................................]
- Uluyorlar
- Hav… hav… hak… tü
- Yoldaş unutma bunu
Burjuvazi
---ne zaman aldatsa bizi
---böyle haykırır:
- Hav…hav…hak…tü
- Gördün mü ikinci motörü.?
– İçinde kim var.?
– Arkalarından gidiyorlar.
- İkinci motör birinciye yetişti
- Bordoları bitişti
- Motörler sarsılıyor
- Dalgalar sallıyor
Sallıyor dalgalar.
- Hayır
iki motörde iki sınıf çarpışıyor.
- Biz.!
Onlar.!
- Biz silahsız.
Onlar kamalı.
*
– Tırnaklanmız.
– Kavga son nefese kadar.
– Kavga.
– Dişlerimiz ellerini kemiriyor.
- Kamanın ucu giriyor.
– Girdi…
– Yoldaşlar, ey.!
Artık lüzum yok fazla söze:
Bakın göz göze...
– Karadeniz
on beş kere açtı göğsünü,
on beş kere örtüldü.
Onbeşlerin hepsi
bir komünist gibi öldü.
*
Moskova, 1923 (Sayfa: 193-195)
*
YİNE BU BAHSE DAİR: İLİM


Hayat-harekettir.!
Hareket-tezat.!
Cemiyet tabiatın yapışmış gırtlağına
sınıflar, sınıflara çekmiş bıçak.!
İşte bak.!
bu bizim dışımızda dönen
bizim oynadığımız sinema şeridinin
beynimizin perdesinde ''ilim'' denen
çizgileşmiş resmi var.!
''İlim'' kavgadan doğar
kavga içindir ''ilim''.
*
[1924/Aydınlık, Teşrin-i evvel 1924] (Sayfa: 203)
*
SAKKO İLE VANZETTİ:
*
''Biz nasıl bilirsek hep bir ağızdan gülmesini,
biliriz öylece yaşamasını ölmesini
hepimiz - birimiz için,
birimiz - hepimiz için.!''
*
Moskova, 12 Ağustos 1927 (Sayfa: 214)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...