28 Eylül 2022 Çarşamba

Feride Çiçekoğlu - Uçurtmayı Vurmasınlar


Arka Kapak:

*
Burnun büyüdü mü İnci.? Hani Pinokyo’nunki gibi.. Sen anlatmıştın, Pinokyo diye bir kukla varmış. Yalan söyleyince burnu uzuyormuş. Yalan söylersen senin de burnun büyür demiştin bana. Sen de yalan söyledin. "Seni bırakıp gitmem. Gidersem seni de götürmeye çalışırım." Hatırlıyor musun, böyle söz vermiştin. Ama "Hoşça kal,” bile demeden gitmişsin. Ben uyurken.
*
İlk basımı 1986 yılında yapılan Uçurtmayı Vurmasınlar, çağdaş Türk edebiyatına damgasını vurmuş romanlardan biri. Yalnızca okurun sürekli ilgisi nedeniyle değil, yalınlığı, içtenliği ve evrenselliğiyle de..
Feride Çiçekoğlu’nun, 12 Eylül karanlığını hapishanedeki bir çocuğun gözünden anlattığı romanı Uçurtmayı Vurmasınlar, beyazperdeye uyarlanmış ve yoğun bir ilgi görmüştü.
*
ÖNSÖZ
*
1984 yılının bir Haziran öğle sonrası, demir kapı beni dışarı kapayıp Barış'ın çığlıkları içeride kaldığında, gün olup onun sesinin bunca çok insana ulaşacağı hiç aklıma gelmemişti. Barış'la ilgili anıları kâğıda dökmeyi düşünmediğimden değil, kâğıda dökülü sözün okuma alışkanlığı olan sınırlı kişiye bile çoğu kez iletilmediğini sezmemden.
Uçurtmayı Vurmasınlar'ın 1986 yılında yapılan ilk basımı bu sezgiyi doğruladı. Öykü, bir rastlantılar dizisi sonucu 1989'da film olmasaydı, Barış alçakgönüllü bir kitabın sayfaları arasından mırıl mırıl konuşmayı sürdürecekti; taa ki kitabın ilk ve tek basımı kimbilir kaç yıl içinde tükenene
dek.
Beyazperde Barış'ın mırıl mırıl sesini yükseltiverince Uçurtmayı Vurmasınlar için yeni bir basıl şansı doğdu. Ak kâğıt üzerindeki kara yazılar herkese kendi düşlerini üretmenin ipucunu verdiklerinden midir nedir, resimlenmiş düşlerden daha renkli olabiliyorlar. Bir çocuğun gözlerinden, duvarları kendi düşlerinde sorgulama olanağını daha fazla okura sunabilmek, filmin armağanı. Kitabın bu nedenle beyazperdeye gönül borcu var.
Şimdi Barış'ın düşsel mektuplarını yeniden okuduğumda, onları da yer yer yüksek sesli buluyorum. Barış kimi şeyleri daha yumuşak söylerdi gibi geliyor. Ama, çocuklaşabilme yönünde ne kadar yol aldığımızı görmek için geçmişteki sözleri tanık bırakmak daha doğru galiba. O yüzden, beş yıl önce nasıl aktarmışsam, Barış'ın düşlerini öylece bıraktım. Böylesi daha içten geldi.
İçtenlik önemli, çünkü Barış da öyleydi.
*
FERİDE ÇİÇEKOĞLU
Ocak, 1990 (Sayfa: 9-10)
*
SUNU
*
Barış'ı tanıdığım yerde ne çiçekler vardı, ''ne de başı bulutlarda bir çınar.'' O gevrek sesiyle simitçi bile giremezdi oraya. Taş avluya yalnızca kuşlar konardı bazen.
Kuş kanadına binip çayırlara gitmeyi öğretti Barış bana. Düşle gerçek, onun o yarım sözcüklerinde öylesine iç içe geçerdi ki, dünyanın çirkinlikleri bir bulut gibi kayıp giderdi yarım göğümüzden. Taş avluda düşsel uçurtmaları uçurmayı işte öylece öğrendim Barış'tan.
Adını ne Barış yılını düşünerek koymuşlar, ne de savaşlar çıkmasın diye. Babasının sevdiği bir müzikçinin adıymış, yalnızca o yüzden.
Adının anlamı dünyayı kucaklasa, taşta büyümezdi Barış. Ama bunu ne anası bilirdi, ne de anası gibiler. Bilseler ''çocuklar şeker de yiyebilsinler'' diye gökyüzüne hasret çeken bizler, çayırlara yalnızca kuş kanadında uçmak zorunda kalmazdık belki.
Neden orada olduklarını bilenler de, bilmeyenler de Barış'ı sevdiler. Birbirlerini sevdikleri gibi. Bambaşka nedenlerle çiçeklerden uzak kalsalar bile çiçekleri sevdikleri gibi.
Barış da onları sevdi, hem de nasıl.! Her birini ayrı ayrı sevdi. Oradan çıkıp da artık başının üzerinde yıldız görebilenleri bile unutmadı. Mektuplar yolladı onlara.
Hiçbir zaman yerine varmayan, bazen kâğıda dökülmeyen ve hep demir kapılara takılan mektuplar.
Barış'ın kimi düş, kimi gerçek mektupları, gerçek adresine ulaşsın diye yazıldı bu kitapçık.
Adını taşıyan yılda hâlâ taşta büyüyen Barış'a bir armağan, hep yanıtsız kalan mektuplarına bir yanıt olsun diye.
Uçurtmayı Vurmasınlar, çocuklar uçurtma da uçurabilsinler diye..
*
FERİDE ÇİÇEKOĞLU
Şubat, 1986 (Sayfa: 11-12)
*
14 Temmuz:
*
''..''Nişanlın neden kafeste.?'' diye sordum. Halkını sevdiği içinmiş.
''Sen niye buradasın.?'' diye sordum Nevin'e.
O da halkını sevdiği için buradaymış. Ben büyüyünce halkımı hiç sevmeyeceğim. Halkını sevenler hep kafese giriyor.'' (Sayfa: 23)
*
21 Temmuz:
*
'Düşünmek ciddi bir işmiş. Hatta Nuran'ı düşündüğü için atmışlar buraya. Öyle söyledi.
''Yanına yatıp senle birlikte düşüneyim mi.?'' diye sordum.
Güldü o zaman. Büyüyünce beni de içeri atarlarmış, çok düşünürsem. Sahiden atarlar mı İnci.?'' (Sayfa: 25)
*
3 Mart:
*
''Geçen hafta Nevin'le odun taşıyorduk yine. Sordum ona, ''Senin de yüreğin çarpıyor mu.?'' diye.
Çarpıyormuş. Herkesinki çarparmış. Ama kimininki aydınlık olurmuş, kimininki karanlık. Dışarıdan hangisinin karanlık, hangisinin aydınlık olduğu nasıl anlaşılır İnci.? Nevin'e sordum:
''Dünyanın en zor işidir onu birbirinden ayırmak,'' dedi.'' (Sayfa: 79)
*
30 Mart
*
Bugün ne oldu biliyor musun.? Annemle birlikte hastaneye gittim. Annem babamın kucağına vermişti de, babam bana köşeden simit almıştı ya hani. O zamandan beri ilk çıktım dışarıya.
Dışarısı ne kadar büyükmüş.! Dışarısının gökyüzü de kocaman. Annemi üç tane ağabey götürdü hastaneye. Tüfekleri var hepsinin. Annem kaçarsa annemi vururlarmış. Ama annem kaçmadı.
Ağabeylerden biri hastanenin bahçesinde dolaştırdı beni. Sonra ne gördüm bil bakalım.! Bir uçurtma.!
İlk kez senle birlikte görmüştüm geçen yıl. Ben ne olduğunu bilememiştim de sen demiştin uçurtma diye. Kocamandı senle gördüğümüz. Bizim göğümüzdeydi hem. Bu seferki o kadar büyük değildi. Ama maviydi onun gibi. Ağabeye dedim ki:
''Bak, uçurtma kaçmış.!''
''Hani bakayım.! Nereden kaçmış.?''
''Bizim göğümüzden kaçmış. Ama sakın onu vurma.!''
Ağabeyin gözleri doldu ben böyle deyince. Bana simit aldı. Babam gibi.
Ağabey uçurtmayı vurmadı. Belki annemi de vurmazdı. O uçurtma nasıl kaçmış İnci.? (Sayfa: 85)
*
10 Nisan:
*
''Kuşlar tutsak yaşayamazlarmış. Ya çocuklar İnci.? Onlar tutsak yaşayabilirler mi.?
Kuşumun adını Barış koydum. Minik Barış.!'' (Sayfa: 88)
*
1 Mayıs:


''Kuşum gelmedi ama bir uçurtma geldi göğümüze bugün. Kocamandı. Senle birlikte gördüğümüzden bile büyüktü. Hem de kıpkırmızıydı.!'' (Sayfa: 97)

27 Eylül 2022 Salı

Jack London - Bir Dilm Biftek (İngilizce Aslından Çeviren: Levent Cinemre)


Arka Kapak

*

Jack London’ın Bir Dilim Biftek (1909) ve Meksikalı (1911) yapıtları, yüzyıl dönümünün çalkantılı toplumsal yaşamından çarpıcı iki kesit sunuyor. Gençlik ile yaşlılık arasında işleyen kanunlar, Meksika Devrimi’nin katı iklimi, kuşku ile güven arasındaki belirsizleşmiş sınırlar, iki boksörün öyküsünde buluşuyor. Saniyeler içinde verilen kararlar, kitlelerin yanılgıları, amansız kapışmalar ve tutmayan planlar Jack London’ın ustalıklı kalemi sayesinde nadir görülen bir durulukla sentezleniyor. London, okurunu bir kez daha çetin insanlık durumumuzun dönemini aşan, evrensel bir fotoğrafıyla karşı karşıya bırakıyor.

*

*

Bir Dilim Biftek:

*

''Sandel Gençlikti, Gençliğin o cömert vazgeçişiyle kuvvetini boşa savuruyordu. Ringin generalliği, uzun ve sancılı dövüşlerden edinilmiş hikmetse Tom King'e aitti.'' (Sayfa: 16)
*
''Seyircinin, Bondi Plajı'nın köpüklü dalgalarının sesi gibi kükrediğini duyuyordu.'' (Sayfa: 26)
*

DİPNOT: Sidney'in doğusunda bulunan ve gerek şehir sakinlerince gerekse yerli ve yabancı turistlerce çok sevilen bir kilometre uzunluğuundaki plaj. Plajın güney kısmı büyük dalgalara açık olduğu için sörfçüler arasında çok popülerdir. İnsanların gösterdiği her türlü yaratıcı toplumsal etkiye açık bir kişi olan Jack London'ın bu plajdan bahsetmesi çok normal çünkü onun Avustralya'da olduğu tarihin bir süre öncesinde, 1907 yılında, plajda ilginç bir olay yaşanmıştı. Şehir meclisinin aldığı bir karara göre erkekler plaja ''edepli mayo'' ile gelecekler, yani kadınlar gibi bacaklarını dizlerine kadar, kollarını da dirseklerine kadar örten plaj kıyafeti giyeceklerdi. Ahali buna çok bozulmuştu. Belirlenen günde yüzlerce erkek fırfırlı eteklerle, dönemin kadın giysileriyle, hatta kimisi iyice abartıp anneannelerinin yatak bereleri ve gecelikleriyle plaja gelerek bu yasağa topluca tepki göstermişti. Üstelik kadınlar da bu protestoya destek vermişti. Saçmalığı anlaşılınca karar geri çekilmişti. Bu esprili protesto Jack London'ın çok hoşuna gitmiş olmalı ki plajın adını öyküsüne geçirmiş. (Sayfa: 69)
*
Meksikalı:
*
''Yolu cehennemden geçmişler, kimselere benzemez.'' (Sayfa: 33)
*
''Devrim bir kez başladı mı, sonrasında kendi ayaklarıyla yürürdü.'' (Sayfa: 36)

Kalidasa - Ritusamhara (Mevsimler Geçidi), Meghaduta (Haberci Bulut) (Sanskrit Aslından Tercüme Eden: Yalçın Kaya)


Kalidasa (MS 4. yüzyıl): (..) ''Kalidasa'ya ''Hint'in Shakespeare'i'' yakıştırması yapılmaktadır. Mary Summer bir röportajında, ''Britanya Sezarların boyunduruğu altında inler, Keltler kuytu ormanlarda barınırken; Hint medeniyetin tadını çıkarıyordu. Zira Shakespeare, henüz çok uzaklardaydı. Hindistan'da seçkin bir seyirci kalabalığı Kalidasa adıyla ün yapan bir dram yazarını çılgınca alkışlıyordu. Shakespeare ve Kalidasa, iki hayat değil, iki tezattır. Kalidasa, yağmur taşıyan bir bulutun rahmet sayıldığı yakıcı bir ülkede doğmuştur. Shakespeare ise güneşin aydınlatmakta bile hassas davrandığı sisli bir adada. Şakuntala'nın yazarı zeki ve uyuşuk bir toplumun çocuğu; Hamlet'in yazarı ise, Orta Çağ'ın barbarlığından henüz kurtulan bir milletin. Ancak ikisi de aşkı canlandırmak ve betimlemekte emsalsizlerdi.'' şeklindeki ifadeleri kullanmıştır.'' (Sayfa: 5)

*
Sanskrit Dili ve Alfabesi Üzerine:
*
Sanskrit dilinin yazıldığı alfabeye Devanagari adı verilmektedir. Devanagari kelimesi Sanskrit dilinde ''Deva: Tanrı ve Nagari: Şehir'' kelimelerinin birlikte kullanılmasıyla meydana getirilmiştir. Bu alfabenin ve Hindistan'da kullanılan diğer alfabelerin hemen hepsinin kökeni Brahmi yazı karakterine dayandırılmaktadır. Devanagari'nin ise Gupta dönemi yazı biçiminden üretildiğine dair hâkim bir görüş yaygındır. Klasik Sanskrit dilinin yazımında kullanılan Devanagari alfabesinde 49 ses bulunmaktadır.'' (Sayfa: 9)

Can Yücel - Yazma (Mehmet Başaran)



ŞİİRİMİZİN CAN'I:
*
O gün, Gençlik Kitabevi'nde beraberdik ''badem ağacı''yla. İmza günü deniyor ya hani. Ortada bir masa. Günlerden Pazar. Gelen giden az, ama Can bi kalabalık bi kalabalık; elinde kızının eli varmış gibi değil de, 1 Mayıs'ta Taksim alanı gibi..
''Gorki, Tolstoy'la karşılaştıktan sonra: ''Tolstoy'un gözlerinden insana bin göz birden bakıyor'' demiş, Can'ın gözleri de öyle işte. Her zamanki gibi tuzlu biberli, alaylı, iğneli konuşmalarıyla hallaç pamuğu gibi atıyordu günü. İnsanları ''kurtarılacak duruma düşürenlerin'' ve de ''kurtarıcı'' geçinenlerin canlarına okuyordu.'' (Sayfa: VII)
*
''Okuyucuları ''uyur iken uyandıran'' ürünlerdir Can'ın şiirleri. Yaşamın nabzını tutan, ''günceli'' beyninin ocağından geçirip tarihselle buluşturarak şiire dönüştüren bir uğraştır onunki. Düşüncelere, duygulara çifte su veren zengin bir bilgi, bilinç ocağıydı beyni. Alayda, kalayda, lehimde usta bir ozandı. ''Akıllı şiir'' diyor da başka bir şey demiyordu. Yaşadığımız günlerin tuzlu biberli şiirlerini yazıyordu, biçimledikleri, sivrilttikleriyle dünyamızı kımıldatarak.. Şu dizeler, çarpıcı biçimde bugün de durumumuzu dile getirmiyor mu:
*
SHAKESPEARE ÜZRE
*
Türkiye'nin Manimarka'sında bişeyler kokuyor
Kimine göre tuz, kimine göre et,
Hamlet.!
Hamleeeet.!'' (Sayfa: IX-X)
*
KEYİF
*
Uyanacak olduktan kelli,
Gelen gece, gelen karanlık olsun;
Yeter ki erişsin uyku,
Varılacak sabah olsun.
*
Benden etsin siftahını,
Selâmım alsın güneş;
İşte gene çıktım, karşındayım
Çiçekli vişnem, aşılı vişnem.
*
Demek yetmemiş ömrümüz;
Yiyecek aşımız, görecek günümüz varmış;
Desene işimiz iş;
Değme gitsin keyfine.
*
Can Yücel
*
NOT: Orhan Burian'a gönderdiği şiir.
*
KÂFİR
*
Yosun yeşili bağlamış gözlerim,
Gayri topraktı görmez olmuş;
Süzülmüş de konuvermişim bir deniz üstüne,
Bir piç izmarite gönül vermişim.
*
Tanrıdan habersiz dünyaya gelişim;
İnsaneli değmemiş tuzlu derime;
Yazdı kışdı geceydi ömrüm suda,
Bir piç izmarite gönül vermişim.
*
Burian da sevmiş olmalı bu şiirleri ki, özenle saklamış. Seçkiye alamaması, geç gelmiş olmalarındandır sanırım. Şiir canlısı bir yazın ustasıydı o. Türk şiiri bir büyük yapıysa, kimi zaman bir şiir hatta bir dize bile kendince bir yer bulabilirdi o yapıda. O günlerin havası içinde bir şeyleri göze alan Nâzım'a en geniş yeri vermesi, pek çok kişinin Nâzım'ı onun seçkisiyle tanıması az şey miydi.?
Bir yıldız gibi göklerimizden kayıp giden güzel insan, beni geçmişimle, dostum Can Yücel'le yeniden buluşturan değerli öğretmenim, bir daha sevgiler, saygılar sana.. (Sayfa: XV)
*
Mehmet Başaran

26 Eylül 2022 Pazartesi

Orhan Veli Kanık - Bütün Öyküleri


 Arka Kapak:

*
Ne yazayım diye düşünmeye başladım. Acaba hikâye mi yazsam.? Hikâyede konunun pek o kadar mühim olmadığını söyleyenler de çıktı. Ama ne olursa olsun, bir vaka lazım. O vakanın bir başı bir sonu olması lazım. Üstelik vaka da, alışılmış bıkılmış vakalardan olmamalı. Küçük burjuvanın hayatını anlatan, onun zaaflarını, onun adiliklerini dünyanın en büyük kahramanlıkları, en asil heyecanları gibi gösteren hikâyelerden illallah dedik artık.
*
Orhan Veli’nin kısa bir hayata sığdırdığı eserleri ebedî bir gençliğin ve tükenmez yaşama sevincinin izlerini taşır. Şiir biçimine ve şiir üzerine düşünmeye getirdiği yenilikçi tavrı, yaşamı kıskıvrak yakalayan gözü ve şiirselliği Orhan Veli’nin düzyazısında da görmek mümkün.
*
Bütün Öyküleri, Orhan Veli’nin öykü türüne getirdiği renklerden oluşan, şairin geniş yelpazesinden izler taşıyan bir kitap.
*
Baharın Ettikleri:
*
''Küçük burjuvanın hayatını anlatan, onun zaaflarını, onun adiliklerini dünyanın en büyük kahramanlıkları, en asil heyecanları gibi gösteren hikâyelerden illallah dedik artık. Bütün ıstıraplar aşktan doğuyor. Oysa ki öte yandan milyonların, milyarların ıstırabı var. Ama ne yazık ki biz o insanı tanımıyoruz. Girmişiz küçük burjuvanın içine, yuvarlanıp gidiyoruz.'' (Sayfa: 21-22)
*
''Bir yazarın edebî hüviyetini sadece işçiliği tayin eder.'' (Sayfa: 23)
*
Seçilmiş Hikâyeler, Aralık 1948
*
Öğleden Sonra:
*
''..''Sevme'' sözü de geniş bir söz. İnsan bir yemeği seviyor, bir rengi seviyor, bir kadını seviyor. Hele kadını sevmenin türlü bin çeşidi var. Onu da, kendimizi de, sadece hayvan olarak gördüğümüz zaman, belki kötü gözle bakmış sayılabiliriz.'' (Sayfa: 31)
*
''Ah, biz küçük burjuvalar, ne sahte, ne yaldızdan ibaret insanlarız. Her şeyimiz yalan. En küçük yalanı, düpedüz yalan söylediğimiz zaman söyleriz. Ya söylemediklerimiz.? Korkunç.'' (Sayfa: 32)
*
Yaprak, 15 Nisan 1949
*
Şairane Bir Yazı, Denize Doğru:
*
''Hem, ne diye ukalalık ediyorum.? Biz bu dünyaya ecir gelmişiz, ecir gideceğiz. Ben de müteahhit olacak değilim ya.? Ne hakkım var: ''Ben neden beş lira kazanayım da o beş yüz lira kazansın,'' demeye. Ben işsizim, o müteahhit. Ben fakir bir aileden gelmişim, o zengin bir aileden. Ama benim okumuşluğum varmış da onun yokmuş; kimin umurunda.? O, işini biliyor, ben bilmiyorum. Madem ki biliyor, yaşamak da onun hakkı. Ben köylü cigarası içemem; o isterse, viski içer; ben kahveye gidemem, o bara gider; ben tramvaya binemem, o otomobile biner; hakkı değil mi.?'' (Sayfa: 41)
*
Yaşasın Aşk (William Saroyan):
*
''Aşk saçma bir şey. Hep öyle olmuştur zaten; daima da öyle olacaktır. Gerçi, tek var olan şey; ama saçma. Kuşlardan gayrı hiçbir mahluka göre değil; kuşlara göre. Çünkü kuşlar, yaşamak için, insanlar gibi birtakım aşağılık işlerle uğraşmaya mahkûm edilmemişler. Elbise giyen, dünyada oturan, çalışması, para kazanması gereken, havayla, suyla yaşayamayan mahluklar için aşk, fazla güzel bir şey. Konuşan hayvanlar için bu biraz fazla.''
*
DİPNOT: William Saroyan'ın ''Love, Here is My Hat'' (1938) öyküsünden Orhan Veli'nin ''serbest'' bir şekilde çevirdiği bu yapıt, Vatan gazetesinde yayımlanmıştı. (Sayfa: 47)
*
Vatan, 17 Kasım 1952

Émile Zola - Nasıl Ölünür (Çeviri: Aysel Bora)

 

Arka Kapak:

*

Ölüm gerçek, ölüm döşeği tabu, cenaze ortak, yas bireysel.. Peki ölüm herkesi eşitler mi.?
*
Romanlarından tanıdığımız Émile Zola’dan, toplumsal ve ekonomik koşulların ölümü nasıl şekillendirdiğini gözler önüne seren çarpıcı beş öykü. Aristokrat, burjuva, esnaf, köylü ve işçi ailelerinin bu süreci nasıl yaşadıklarını, olanca sadeliğiyle ve toplumsal çerçeveden kopmadan sergileyen beş tablo.

*

II:
*
''Para ölümü zehirlerse, ölümden bir tek öfke çıkar. Tabutların üzerinde insanlar dövüşür.'' (Sayfa: 24)
*
V:
*

''Toprak onlara böyle şeyleri kanıksamayı öğretmişti; ihtiyarı alacağı için kızmayacak kadar yakınlardı toprağa.'' (Sayfa: 43)

14 Eylül 2022 Çarşamba

André Aciman - Bul Beni (Türkçesi: Berrak Göçer)


Arka Kapak:
*
''Gurur, korkuya taktığımız bir lakap sadece."
*
Bazı anlara, insanlara ve aşklara saplanıp kalmak mümkün mü.? Neden bazı hatıralar ölümsüzleşirken bazıları kolayca unutulur.? Arzu ve özlem zamanı, mekânı ve önyargıları aşabilir mi.?
*
Adınla Çağır Beni'yle tüm dünyada geniş bir okur kitlesine ulaşan André Aciman, devam niteliğindeki romanı Bul Beni ile aşkın ve bağlılığın doğasına dair eşsiz bir anlatı kuruyor; kederle, arzuyla, tesadüflerle, pişmanlıklarla ve mutluluklarla örülü insan hikâyelerini, birbiriyle bağıntılı hayatları ve deneyimleri keşfe çıkıyor.

Bul Beni, zamanın acımasızlığına, hem kaçırılmış hem de yakalanan fırsatlara, paralel hayatlara, aşkın dönüştürücü gücüne ve kusursuz esrikliğine, Elio'ya, Oliver'a, hepimize dair bir unutulmaz roman..

*
*
Tempo
*
''Mesele yeni birilerinin büyüsünün hep çok çabuk sönmesi. Sahip olamayacağımız insanları istiyoruz. Hayatımızda iz bırakanlar ya bir noktada yitirdiğimiz ya da varlığımızın farkında bile olmayan kişiler. Diğerleri olsa olsa yankı yapıyor.'' (Sayfa: 16)
*
''..''Zerre âşık olmadan kıskanmak - zor birisin,''
(..)
''Tanışalı daha bir saat olmadı. Ama yine de beni bütünüyle anlıyorsun. Ne güzel.''..'' (Sayfa: 19)
*
''En korkunç ihtimaller de bunlar değil mi: olabilecekken asla olmamış ve ümidimizi tamamen yitirsek de hâlâ bir gün olabilecek şeyler.'' (Sayfa: 24)
*
''..oğlumuz Amerika'ya gittikten sonra paylaştığımız o kadar az şey kalmıştı ki onun tüm çocukluğu kaçınılmaz ayrılığımızın bir provası gibi göründü gözüme. Çok az konuşuyorduk, o nadir anlarda da aynı dili konuşmuyorduk. Birbirimize karşı olağanüstü derecede sıcak ve naziktik ama aynı odadayken bile kendimizi korkunç yalnız hissediyorduk. Aynı yemek masasında oturuyorduk ama yemeği birlikte yemiyorduk, aynı yatakta yatıyorduk ama birlikte değil; aynı programları seyrediyor, aynı şehirlere seyahat ediyor, aynı yoga dersine gidiyor, aynı şakalara gülüyorduk ama hiçbir zaman birlikte değil; kalabalık sinemalarda yan yana oturuyorduk ama dirseklerimiz birbirine hiç değmiyordu. Öyle bir an geldi ki yolda öpüşen ya da sadece sarılan iki sevgili gördüğümde neden öpüştüklerini anlayamaz oldum. Birlikte yalnızdık - ta ki bir gün ikimizden biri turşu tabağını kırana dek.'' (..)
''Hem tek başıma kalmaya dayanamıyorum hem de yalnız kalmak için sabırsızlanıyorum.'' (Sayfa: 25)
*
''..''ama ben sana açıldım, sen de bana açıldın. Bence ikimiz de böyle rahatça dürüst olabileceğimiz fazla kişi tanımıyoruz. Bunu trende tanışıp trende bırakılan klişe bir âna dönüştürmeyelim, bir şemsiye ya da bir yerde unutulmuş bir çift eldiven gibi.''..'' (Sayfa: 31)
*
''Karşılıklı gülüştük.
En son ne zamandı.?'' (Sayfa: 32)
*
''..ya öyle özenilecek bir hayatım vardı ki dileyecek bir şeyim kalmamıştı, ya da hayatım öyle korkunç derecede neşesizdi ki, dilek tutmak artık uğraşmaya bile değmeyecek bir lüks sayılıyordu.'' (Sayfa: 34)
*
''..belki sadece öylesine bakıyordu, bu da hoşuma gitti.
Gerçekten en son ne zamandı.?'' (Sayfa: 38)
*
''..sanki birbirimizi ezelden beri tanıyormuşuz da yakınlığımız karşılıklı duyduğumuz saygıyı hiçbir şekilde azaltmıyormuş gibi..'' (Sayfa: 40)
*
''Aklıma Paris'te, Marais'deki evinden ayrılmayan kemancı geldi, oysa polisin bir gece kapısına dayanacağını biliyordu. Gerçekten de dayandılar. Onları kemanını yanına almasına izin vermeye ikna bile etti, izin verdiler. Ama sonra elinden aldıkları ilk şey o oldu. Onu öldürdüler ama gaz odasında değil. Onun yerine toplama kampında döverek öldürdüler.'' (Sayfa: 42)
*
''Eskilerden Fransız bir şairin dediği gibi, bazı insanlar damarlarına nikotin yaymak için sigara içer, bazı insanlarsa kendileriyle başkalarını arasında duman perdesi örtmek için. Hepimiz yaşamla aramıza mesafe koymak için perdeler kullanırız. Benimki kâğıt.'' (Sayfa: 43)
*
''Kimse hayatını iki paralel yolda yaşadığını iddia etmek istemez ama hepimiz birden fazla hayat yaşarız, biri diğerinin altına sıkışmıştır ya da hemen yanı başındadır. Bazı hayatlar sıralarını beklerler çünkü hiç yaşanmamışlardır, bazıları daha miadını dolduramadan yok olur, başkaları ise yeterince yaşanmadıkları için tekrar yaşanmayı bekler.'' (Sayfa: 45)
*
''Gölge benliklerimizi başkalarına devrediyoruz; öğrendiklerimizi, yaşadıklarımızı, bildiklerimizi biz göçtükten sonra yaşayacak olanlara emanet ediyoruz.'' (Sayfa: 47)
*
''Bu adamların sundukları şeyler bende zaten var. İstedikleri şeylerinse hiçbirini hak etmiyorlar ya da ben onlara veremiyorum.'' (Sayfa: 49)
*
''..paradoks asla yanıt değildir, sadece çatlamış bir gerçektir, ayakta duramayan bir anlam süprüntüsü.'' (Sayfa: 50)
*
''Bazı insanların kalbi kırıktır, incitildikleri için değil, hiçbir zaman onları incitecek kadar önemli birini bulamadıkları için.'' (..) ''Kalbinin kırık olduğunu fark etmeyebilirsin bile. Doğmadan önce ikizini yediği söylenen fetüsü getiriyor bu aklıma. Kayıp ikizden geriye hiçbir iz kalmayabilir ama o çocuk büyürken hayatı boyunca varolmayan kardeşinin yokluğunu çekecektir - sevginin yokluğunu.'' (Sayfa: 53)



''Aklıma aniden eski Yunanca fiil, όψίζω, opsizo geldi. Ona söylememek için kendimi tutmaya çalıştım ama sonunda dayanamadım. Opsizo'nun ziyafete geç kalmak, son içkiler bitmeden hemen önce varmak ya da bugün, boşa giden geçmiş yılların ağırlığıyla ziyafet çekmek anlamına geldiğini söyledim.
''Ne demek istiyorsun.?''
''Hiçbir şey.''
''Doğru.''..'' (Sayfa: 68)
*
"Bundan sonra hep şunu düşündüm: Işıkları söndüreceğiz, kapıları kilitleyeceğiz, panjurları indireceğiz ve bir daha asla umut etmemeyi öğreneceğiz. Bir ömür boyunca asla." (Sayfa: 74)
*
''..''O yıllarda en çok istediğin şey neydi.?''
''Beni içten dışa bilen biri, kısacası senin içinde ben olan biri.''..'' (Sayfa: 76)
*
''Goethe'den alıntı yaptım: ''Hayatımdaki her şey şu âna dek bir girizgâhtan ibaretti, bir gecikmeden ibaretti, bir meşgaleden ibaretti, bir vakit kaybından ibaretti, ta ki seninle tanışana kadar.''..'' (Sayfa: 77)
*
''..''Elbette bir sırrım var. Hepimizin vardır,'' dedim. ''Hepimiz ay gibiyiz, dünyaya yüzeyimizin sadece bir kısmını gösteriyoruz ama asla kürenin tamamını değil. Çoğumuz bütün yusyuvarlak benliğimizi anlayacak kimseyle tanışmıyoruz. Ben insanlara sadece idrak edebileceklerini düşündüğüm minik bir parçamı gösteriyorum. Ama her zaman kendime sakladığım karanlık bir yüzey var.''..'' (Sayfa: 78)
*
''Şu konuşman yok mu.. Buram buram sen kokuyorum.'' (Sayfa: 87)
*
''Öyle uzun zamandır yalnızdım ki, yalnız olmadığımı düşündüğüm zamanlarda bile, kan gibi gerçek bir şeyin tadı yokluğun tadından çok, çok daha iyiydi; yitip gitmiş kurak yılların, uzun yılların hiçliğinden.'' (Sayfa: 89)
*


''Onu bir de Napoli'deki Arkeoloji Müzesi'ne götürmek istiyorum. İki kardeş tarafından boğaya bağlanan Dirce heykelinin bir ustanın perspektifine ihtiyacı var.'' (Sayfa: 91)
*
''Ama onlarla olan dostluğumun ötesinde, bugün olduğum kişi olmamı başka herkesten çok sen sağladın. Seninle aramızda hiç sır olmadı, sen beni biliyorsun, ben seni iliyorum. Bu konuda kendimi yeryüzündeki an şanslı evlat olarak görüyorum. Sen bana sevmeyi öğrettin - kitapları sevmeyi, müziği, güzel fikirleri, insanları, zevki, hatta kendimi. Daha da güzeli sen bana sadece tek bir hayatımız olduğunu ve zamanın hep bize karşı olduğunu öğrettin. Gençliğime rağmen en azından bunu biliyorum. Sadece bazen dersi unutuyorum.'' (Sayfa: 102-103)
*
''Gurur, korkuya taktığımız bir lakap sadece.'' (Sayfa: 105)
*
Cadenza
*
''Kader, ileriye doğru, geriye doğru, çapraz, yanlamasına işliyor; amaçlarını bizim basit, önce ve sonra ayrımımıza nasıl uyarladığımızı zerre umursamıyor.'' (Sayfa: 121)
*
''..ona hiç yazmıyorsam bu umursamadığım için değil, bilakis bir parçam hâlâ umursadığı, her zaman da umursayacağı için; aynı şekilde ben de onun hâlâ umursadığını, hiç yazmama sebebinin de bu olduğunu biliyorum. Bunu bilmek de bana yetiyor.'' (Sayfa: 127)
*
"Son çoktan biliniyorsa harita ne işe yarar.?
Gemi durursa karanın görünmesi ne işe yarar.?
Kapı ardına kadar açıksa anahtar ne işe yarar.?" (Sayfa: 138)
*
''..ruhumu yıllar önce yitirdiğimi ama şimdi aslında hep içimde olduğunu anladığımı biliyor olmalıydı, sadece nerede arayacağımı ya da onsuz nasıl bulacağımı çözememiştim.'' (Sayfa: 141)
*
''Bu evde yaşadığım çocukluğu ya da gençliği düşmanımın başına dilemem. Hayat bir doktorun muayenehanesinde beklemek gibiydi, sıram hiç gelmezdi.'' (Sayfa: 151)


''Bana gölü göstereceğini söyledi. ''Bana Corot'yu hatırlatıyor. Burada hava hep akşamüstü gibi, hiç güneş yok. Corot'nun resimlerinde kayıkçının başlığında hep bir damla kırmızı olur -kasım günlerinde, üstünde hiç kar görülmeyen kasvetli tarlalarda bir neşe dalı. Bu bana annemi hatırlatıyor; gözyaşlarına boğulmasına hep ramak kalırdı ama bir kere bile hıçkırmazdı. Buranın doğası beni mutlu ediyor, belki benden daha kasvetli olduğunu hissettiğim için.''..'' (Sayfa: 156)
*
''..genç halim hayatta o kadar çok şeyi yüzüne gözüne bulaştırarak, acelece geçiştirerek yaşadı ki. İnsanın yaşı ilerlemiş hali daha tutumlu, daha temkinli, dolayısıyla bir daha asla bulamayacağından korktuğu şeylere atılma konusunda daha çekimser -ya da daha atılgan- oluyor.'' (Sayfa: 162)
*
''..''Kader diye bir şey varsa şayet,'' dedi, ''döngüleriyle bizimle oyun oynuyor, oysa bunlar belki de döngü bile değiller, hâlâ çözümlenmeye çalışılan daralmış bir anlama işaret ediyorlar. (..) ..hayatlarımızın aslında bir kazı çalışması olduğunu hatırlatıyor, hep düşündüğümüzden daha derin katmanları ortaya çıkan bir kazı. Ya da belki hiçbir şey değildir, sadece bir hiçtir.''..'' (Sayfa: 163)
*
''Elimde olsaydı sesini öperdim.'' (Sayfa: 167)
*
''..hayatın insana aslında ne kadar az şey sunduğunu günbegün daha iyi gördüğünde, belki o zaman küçük tesadüfler dikkatini çekmeye başlar, mucizeye dönüşen, hayatlarımızı baştan yazan, her şeyin üstüne göz alıcı bir ışık yayan tesadüfler; bu ışık büyük resme bakıldığında kolaylıkla anlamsız gelebiliyor insana. Oysa bu anlamsız değil.'' (Sayfa: 175)
*
''..sevdiğimiz için tanıdığımızı sandığımız insanların, görmediğimiz daha ne kadar farklı katmanları var.?'' (Sayfa: 179)
*
''..hayat aslında nihayetinde hiç de özgün değil. Esrarengiz bir şekilde bizlere hatırlatıyor ki Tanrı olmasa bile kaderin kartları dağıtışında, geri dönülüp bakıldığında fark edilen muazzam bir ahenk var. Bize elli iki kart dağıtmıyor, diyelim ki dört-beş tane dağıtıyor ve bunlar babalarımızın, dedelerimizin, büyük dedelerimizin oynadığı kartların aynıları. Epey aşınmış ve katlanmış görünüyorlar. Diziliş seçenekleri sınırlı: Kartlar bir noktada tekrar etmeye başlayacak, nadiren aynı sırada ama her zaman esrarengiz bir şekilde tanıdık gelen bir döngüde. Bazen son kart hayatı biten kişi tarafından oynanmıyor bile. Kader bizim hayatın sonu saydığımız şeye her zaman saygı duymuyor. Son kartını senden sonra gelene veriyor. Bence bu yüzden tüm hayatlar yarım kalmaya mahkûm. Hepimizin kabul etmesi gereken acı verici gerçek bu. Sona varıyoruz ama hayatımız bitmemiş oluyor, hem de hiç.! Daha yeni başladığımız projeler, çözülmemiş ve ortalığa dağılmış konular oluyor. Yaşamak, kursağında pişmanlıklarla ölmek anlamına geliyor. Fransız şairin (Aragon) dediği gibi, yaşamayı öğrendiğimizde çok geç kalmış oluyoruz. Yine de başkalarının hayatlarını tamamlayacak, onların açık bıraktığı hesap defterini kapatıp son kartlarını onlar adına oynayacak bir noktada durduğumuzu bilmek insana az da olsa neşe katıyor. Hayatını tamamlama, bitirme görevinin hep başka birine kalacağını bilmekten daha tatmin edici bir şey olabilir mi.? Sevdiğimiz ve bizi yeterince seven birine.'' (Sayfa: 186-187)
*
Capriccio
*
''Yoksa müzik sadece hayat denen şeyin bir öncüsü müydü; kıvrımlarına müzikle sihir sızdığı için somutlaşan, daha gerçek -ya da daha az gerçek- görünen hayatın.? (..) Müzik hayatını değiştirmezse sevgili dostum, en azından tamamıyla sana ait bir şeyleri hatırlatabilir sana; belki gözden yitirdiğin ama aslında hiçbir zaman yitmeyen, doğru notalarla çağrıldığında hâlâ yanıt veren bir şeyleri, tıpkı bir parmağın doğru dokunuşu ve notalar arasındaki doğru es sayesinde uzun uykusundan nazikçe uyandırılmış bir ruh gibi.'' (Sayfa: 204)
*
''Müzik bana hayatımın olması gereken ama olmayan halini hatırlatıyor. Ama beni değiştirmiyor.
Belki de diyor dâhi, müzik bizi o kadar çok değiştirmiyor, büyük sanat eserleri de öyle. Onun yerine bize tüm iddialarımıza ya da inkârlarımıza rağmen kim olduğumuzu hatırlatıyor, olduğumuzu ve öyle kalacağımızı her zaman bildiğimiz kişiyi. Bize, gömüp gizlediğimiz, sonra da kaybettiğimiz mihenk taşlarını hatırlatıyor; yalanlarımıza rağmen, geçen yıllara rağmen önemini koruyan insanları ve şeyleri. Müzik sadece pişmanlıklarımızın sesinin kadansa dönüştürülmüş hali, insana zevk ve ümit yanılsaması veren bir kadansa. Dünyada çok kısa bir süre kalacağımızı, hayatlarımızı yaşamayı ihmal ettiğimizi, atladığımızı ya da daha da kötüsü, yaşamayı başaramadığımızı hatırlatıyor bize. Müzik yaşanmamış hayattır. Sen yanlış hayatı yaşadın dostum, yaşaman için verileni de neredeyse bozdun.'' (Sayfa: 209-210)
*
''Her şey bir perdeydi, hayatın kendisi dikkat dağıtıcı bir araçtı.
Şimdi önemli olan tek şey yaşanmayandı.'' (Sayfa: 213)
*
Da Capo
*
''..yaşanmamış hayatın bedeli her daim zaman.'' (Sayfa: 225)
*
''..birbirimizi hiç aramamamızın sebebi aslında hiçbir zaman tam ayrılmamış olmamızdı..'' (Sayfa: 230)


7 Eylül 2022 Çarşamba

Kalidasa - Şakuntala (Türkçesi: Korhan Kaya)


Arka Kapak:
*
Kalidasa Hindistan'ın Shakespeare'idir. Aslında Shakespeare İngiltere'nin Kalidasa'sıdır demek daha doğru olur. MÖ 4. yüzyılda yaşadığı düşünülen bu büyük şair ve yazarın birçok güzel eserinin arasında Şakuntala'nın yeri bambaşkadır. Bu Hint dramında aşk, bütün boyutlarıyla son derece incelikli bir anlatımla betimlenmektedir. Öyle ki, çağlar boyunca bu eseri okuyan birçok büyük şair ve yazar hayranlıklarını gizleyememiştir. Bunlardan biri olan Goethe, Şakuntala için şunları söylemiştir:

*
"İlkbaharın çiçeklerini mi,
Yoksa sonbaharın meyvelerini mi istersin.?
Dinlenmek, haz almak veya sarhoş olmak mı istersin.?
Bir kelimeyle yeri ve göğü kavramak mı istersin.?
Şakuntala derim..''
*
ÖNSÖZ:


''..Hindistan'da ısrarla gelişen ve Buddhizm'de taçlanan bir kavram vardır ki o da ''Merhamet'' kavramıdır.
Bir klasik dönem eseri olan Şakuntala, tahminen MÖ 4. yüzyılda yaşamış olan büyük Sanskrit üstadı, büyük şair ve yazar Kalidasa'nın başyapıtırdır. Merhamet kavramının aşk ile örüldüğü, şiddetin ve kaba gücün doğal yaşamın zarifliği karşısında nasıl dize geldiğinin anlatıldığı bu eserde, Hind'i, gerçek aşkı, saflığı, doğayı, arkadaş bağlılığını, merhameti, insan duygularının en incesini bulmak mümkündür. Bu küçük hacimli eserde büyük değerler vardır. Edebiyatla ilgilenmeyen bir kimse bile bunda bir şeyler bulabilir. Örneğin beyin gücüne ilgi duyanlar ya da havada uçan araçlarla ilgilenenler.'' (Sayfa: 7-8)


''Aşk'ın ''aşk'' olabilmesi için istenilen, kukla gibi iki cinsin kalıbını ortaya koyması değil, kişilerin niteliği olmalıdır.'' (Sayfa: 8 )
*
Prof. Dr. Korhan Kaya, Ankara, Mart 2005
*
Kalidasa ve Şakuntala Üzerine:
*
''..kısa yaşamı ve adının nereden geldiği şu şekilde anlatılır:


Kalidasa bir Brahman ailesinde doğmuş ama altı ay sonra öksüz kalmıştı. Bir manda çobanı onu evlatlık edinmişti. Hiçbir eğitim görmeden büyümüş ve kendi de bir manda çobanı olmuştu. Çok yakışıklı bir delikanlı idi. Bu sırada Benares'de çok güzel bir prenses yaşıyordu. Ona birçok talipliler çıkıyor fakat biraz şımarık olan kız bunları birbiri ardından reddediyordu. Talipliler arasında bulunan kralın vezirini de reddetmişti.
Vezir prensesten öç almak için bir plan hazırladı. Kalidasa'ya bilginlerin giydiği elbiselerden giydirerek onu iyice süsledi, yanına bir alay çömez kattı, prensesin sorduklarına hiç cevap vermemesini tembih etti ve çobanı bu haliyle prensesin karşısına bir talipli olarak çıkardı. Prenses bu yakışıklı delikanlıyı daha ilk görüşte sevdi, ona bazı sorular sordu, hiç cevap alamadı ama bunu gencin bilgisinin derinliğine verdi. Hemen evlendiler. Törenin sonunda Kalidasa bir boğa(*) hayali gördü. Çok geçmeden prenses kocasının gerçek durumunu öğrendi. Küplere bindi. Damadın yalvarmaları üzerine biraz yatıştı, ona tanrıça Kali'ye dua ederek, ondan bilgi ve ilham vermesi için yalvarmasını istedi. Damat bunu yaptı ve duası kabul edildi. Manda çobanı mucize kabilinden bir şair oldu. Bu olaydan sonra damat, Kali'nin kölesi anlamında Kalidasa adını aldı.''
*
(*) Boğa tanrı Şiva'nın binek hayvanıdır. Şiva hikmet tanrısı ve şairlerin üstadı olarak bilinir. (Sayfa: 15-16)
*
''Onun devrinde dram ve şiir sanatı çok ince ve ayrıntılı kayıt ve ölçülere bağlıydı. O, hem bilgi hem de duyuş yönünden kuvvetliydi. Edebi sanatları, felsefeyi, astronomiyi, hukuk ve coğrafya ile aşk sanatını (Kamasutra) iyi bilirdi.'' (Sayfa: 16)
*
''1789'da bu dramın İngilizce tercümesi basılmıştır. 1791'de ise Almancaya tercüme edildi ve derhal Goethe'ye gönderildi. O, bunu Almancaya uyarlayıp benzerini yapmayı düşündü, fakat bu düşüncesinden vazgeçti, öünkü bu 'derin' eser üzerinde biraz olsun işlemek ona zor geldi. Bununla birlikte, Faust'un girişi Şakuntala'nın girişinden ilham alınarak meydana getirilmiştir. İngilizce çevirileri ise pek çok kez İngiliz tiyatrolarında temsil edilmiştir.'' (Walter Ruben)
*
Kalidasa'nın Metinde Yaptığı Değişiklikler:


''Kalidasa'nın dramı, Sütradhara denilen Sahne Müdürü'nün ön konuşmasıyla açılır. Bu, Walter Ruben'e göre, Karagöz-Hacivat kukla oyunundaki şakacı ve yaşamı umursamaz tavrın başlangıç noktasıdır. Hint dramlarının mutlulukla bitmesi de bu tezi desteklemektedir. Yine Ruben'e göre Hint dramı, dinsel amaçlı danslardan doğmuştur.'' (Sayfa: 27)

Abhicnana Şakuntala:
*
Dua
*
''O ki Yaratıcı'nın ilk yarattığıdır; o ki uygun kutsal törenlere sunu taşıyandır; o ki sunuyu sunandır; şu iki zamanı (Ay ve Güneş) yapandır; o ki yeri ve göğü kaplayandır; işitilebilen nitelikler onundur; tüm tohumların kaynağıdır; onun sayesinde tüm canlılar soluk alırlar; bu sekiz görünür biçimiyle Tanrı hepimizi korusun.!''
*
Birinci Perde:


"Silahınız, sıkıntılara çare olsun diye yaratılmıştır, masumları öldürmek için değil." (Sayfa: 35)


"Aydaki benek, tüm karanlığına rağmen, onun büyüsünü artırır." (Sayfa: 38)


"..sorunlar şüpheyle kaplandığında, iyi insanın en iyi rehberi, kalbinin kışkırtmalarıdır." (Sayfa: 39)


"..bedenim öne doğru ilerliyor, fakat kalbim, tıpkı rüzgâra karşı taşınan ipek bir bayrak gibi geri dönüyor." (Sayfa: 46)


İkinci Perde:
*
''Aklı çelinmiş âşık işte böyledir, sevgilisinin duygularını kendisininmiş gibi düşünür.'' (Sayfa: 48)
*
''..çileciler, mistik yaşayan seçkin kimselerdir; içlerinde güneş kristallerine benzeyen, dokunulması hoş bir ateş saklarlar ve yabancı bir parıltı gördüklerinde onu dışarı çıkartırlar.'' (Sayfa: 51)


''Aşkın yolu alçakgönüllülükle kontrol edildiği için, ne açıkça gösterilebilir, ne de bütünüyle saklanabilir.'' (Sayfa: 52)
*
Üçüncü Perde:
*
''..taşınabilir olması için kederin, birbirini seven dostlar tarafından paylaşılması gerekir.''
*
''Sevgili dostum, şansın var ki sevgin sana layık bir kişiye karşı.'' (Sayfa: 61)
*
''Arayan servete kavuşur ya da kavuşmaz; peki, ya servet arayanı bulursa arayan ne yapsın.?'' (Sayfa: 62)
*
ŞAKUNTALA: Sizin duygularınızı bilmiyorum; fakat ey zalim insan, benim her tarafım gece gündüz sizin aşkınızla yanıyor.
KRAL: Ey narin kız, aşk asıl sürekli bitip tükenen beni yakıyor; zira gün, lotusu, ayın soldurduğu kadar soldurmaz. (Sayfa: 63)
*
KRAL: ..krallığımdaki pek çok bilge kişinin kızı Gandharva usulüyle evlenmiştir ve babaları da bunu onaylamıştır.
*
DİPNOT: Hiçbir tanık olmaksızın, kadın ve erkeğin sevişerek gerçekleştirdikleri evlilik biçimi. (Sayfa: 65)


''..Ey kalbim, isteğine ulaşmak üzereydin, ama sen cesaret gösteremedin; o halde şimdi neden pişmanlıkla doluyor ve ayrılık acısına kapılıyorsun.?'' (Sayfa: 66-67)
*
''Ey dişi Çakravaka kuşu, eşine elveda de, zira gece yaklaşıyor.''
*
DİPNOT: Bu kuşların, gün bitince ayrı düştükleri ve gece boyunca yas tuttukları rivayet edilir. (Sayfa: 66)
*
Dördüncü Perde:
*
''İşte gün ağarıyor.! Çünkü bir tarafta şifalı bitkilerin efendisi batı dağının doruğundan batarken, diğer taraftan Aruna tarafından müjdelenen güneş görünür hale geliyor. Gökyüzünün bu doğan ve batan ikiz ışığını izleyen insanlar, adeta yaşamlarındaki doğuş ve batışları da izler gibiler. Yine demek gerekir ki, ay saklandığı zaman gece lotusu göze daha fazla zevk vermez olur, onun güzelliği artık sadece hafızalardadır. Sevdiğinden ayrı düşmüş narin bir kızın kederi de her türlü ölçünün dışında büyüklükte taşınabilir bir yüktür.''
*
DİPNOT: Aruna: Güneşin arabacısı olarak kişileştirilmiş olan şafak vakti. (Sayfa: 72)
*
''(Gökyüzünden bir ses duyulur)
Yeşil lotustan yataklarla kaplı, hoş göllerle aralanmış, güneş ışınlarının ağaç gölgeleriyle etkisizleştirilmiş olduğu, tozu lotus poleni gibi yumuşatılmış, yumuşak ve hoş esen meltemiyle insanı mutlu eden yolun açık olsun.!
(Herkes hayretle dinler.
GAUTAMİ: Yavrum, sana akrabaların kadar yakın olan kutsal ormanın tanrıları gitmene izin veriyorlar. Onlara saygını göster.'' (Sayfa: 78)


''..Umut, ayrılığın acısını taşınabilir kılar.'' (Sayfa: 80)
*
''Tıpkı Malaya dağının yamacından sökülüp atılmış taze bir sandal ağacı gibi, babamın kucağından ayrılıp bilmediğim topraklarda nasıl yaşayacağım.?'' (Sayfa: 81)


''Büyük sevgi, büyük endişeler yaratır.'' (Sayfa: 82)
*
Beşinci Perde:
*
''Ey arı, sen ki taze bal için ne kadar istekliydin,
Bunun için önce geldin ve mango çiçeğini öptün,
Sonra da lotus içinde yaşamanın doygunluğuyla
Onu unuttun..'' (Sayfa: 85)


''Arzulanan şey elde edildiği zaman sadece tutkulu bir istek yok edilir; oysaki elde edilmiş olanı elinde tutmak çok daha acı vericidir.'' (Sayfa: 87)


''..ağaçlar meyvelerinin bolluğundan yere doğru eğilirler; bulutlar yağmurla dolu olduklarında yere yaklaşırlar; iyi insanlar zenginlikle mutlu olmazlar. İyi insanların doğası böyledir.'' (Sayfa: 89)


''Dişilerin kurnazlığı insan ırkının dışında bile gözlenebilir ve bu, akıllı olanlarda daha fazladır. Pek iyi bilinir ki dişi guguk kuşları, gökte uçar hale gelmeden önce yavrularının başka kuşların yuvalarında yetişmesini sağlarlar.'' (Sayfa: 93-94)
*
''Birbirinin kalbini tanımayanların aşkı böyle nefrete dönüşür.'' (Sayfa: 94)
*
Altıncı Perde:
*
''Ey mango filizi, seni, yayını doğrultmuş olan aşk tanrısı Kama'ya sunuyorum. Bunu, sevgililerinden ayrı düşmüş kızlar için görkemli bir ok haline getirsin.'' (Sayfa: 103)


''Bela zayıf noktaya doğru gelir.'' (Sayfa: 106)
*
''..ateşin yakıtı karıştırılırsa alevler coşar; yılanı kızdırırsan başını şişirir; bunun gibi, kışkırtıldığı zaman bir insan da gerçek gücüne geri döner.'' (Sayfa: 118)
*
Yedinci Perde:
*
''Daha önceden değeri bilinmeyen mutluluklar kuşkusuz acıya dönüşür.'' (Sayfa: 123)


''Ne mutlu o kişilere ki, anlamsız gülümsemeleri sırasında tomurcuk gibi belli belirsiz gözüken dişleriyle, tatlı peltek konuşmalarıyla, sevgiyle kucağa gelmek isteyen çocuklarının tozuyla üstleri başları kirlenir.'' (Sayfa: 124-125)
*
''Dünyayı korumak için önceleri her türlü duyu zevkleriyle dolu saraylarda oturanlar, sonradan ağaçların diplerini ev edinip oralarda çile doldururlar.'' (Sayfa: 125)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...