10 Ekim 2021 Pazar

Senaryo: Tom Schulman - Ölü Ozanlar Derneği (Dead Poets Society) (N. H. Kleinbaum)


 Geleneklere olan bağlılığı ve katı disiplin kurallarıyla ünlü Welton Akademisi'nin öğrencilerinin okul ve yatakhane arasında geçen tekdüze hayatları yeni edebiyat öğretmenleri John Keating'in okullarına gelmesiyle bir anda değişir. İyi birer üniversiteye girmeleri için onları çok yoğun bir tempoda çalışmaya zorlayan öğretmenleri ve ebeveynlerinin aksine, bu ele avuca sığmaz adamın onlardan tek bir isteği vardır: Ânı yaşamaları ve hayatlarını olağanüstü kılmaları. Byron, Shelly, Keats ve Shakespeare ile edebiyatın büyülü dünyasına dalan gençler, Keating'in öğrencilik yıllarında üye olduğu gizli bir kulüp olan Ölü Ozanlar Derneği'ni de yeniden canlandırırlar. Ne var ki daha yeni kavuştukları özgürlüklerinin trajik sonuçları olabileceğinin çok geçmeden farkına varacaklardır. ''Acaba Ölü Ozanlar Derneği'nin bu nesil üyeleri hayallerini yıkmaya kararlı otoritelerin baskısından kurtulmayı başarabilecekler midir.?''

Geleneklere olan bağlılığı ve katı disiplin kurallarıyla ünlü Welton Akademisi'nin öğrencilerinin okul ve yatakhane arasında geçen tekdüze hayatları yeni edebiyat öğretmenleri John Keating'in okullarına gelmesiyle bir anda değişir. İyi birer üniversiteye girmeleri için onları çok yoğun bir tempoda çalışmaya zorlayan öğretmenleri ve ebeveynlerinin aksine, bu ele avuca sığmaz adamın onlardan tek bir isteği vardır: Ânı yaşamaları ve hayatlarını olağanüstü kılmaları. Byron, Shelly, Keats ve Shakespeare ile edebiyatın büyülü dünyasına dalan gençler, Keating'in öğrencilik yıllarında üye olduğu gizli bir kulüp olan Ölü Ozanlar Derneği'ni de yeniden canlandırırlar. Ne var ki daha yeni kavuştukları özgürlüklerinin trajik sonuçları olabileceğinin çok geçmeden farkına varacaklardır. ''Acaba Ölü Ozanlar Derneği'nin bu nesil üyeleri hayallerini yıkmaya kararlı otoritelerin baskısından kurtulmayı başarabilecekler midir.?''


''Topla gül goncalarını toplayabiliyorken,
Zaman akıp gidiyor:
Aynı çiçek sana bugün gülümserken,
Yarın solup gidiyor.''
Durdu. ''Topla gül goncalarını toplayabiliyorken,'' diye tekrarladı Keating. ''Bu fikrin Latincedeki karşılığı Carpe Diem'dir. Bunun ne anlama geldiğini bilen var mı.?''
''Carpe Diem,'' dedi Latince âlimi Meeks, ''Anı yaşa.''
''Çok güzel Bay..?''
''Meeks.''
''Anı yaşa,'' diye tekrarladı Keating. ''Şair neden bu dizeleri yazmış acaba.?''
''Acelesi olduğundan mı.?'' dedi öğrencilerden biri. Diğerleri gülüştüler.
''Hayır, hayır, hayır.! Solucan yemi olduğumuzdan, çocuklar.!'' diye bağırdı Keating. ''Hepimiz sınırlı sayıda ilkbahar, yaz ve sonbahar yaşayacağız da ondan.'' (Sayfa: 24)


''Bir gün, inanması zor olsa da, hepimiz nefes alıp vermez olacak, soğuyacak ve öleceğiz.!'' Dramatik bir şekilde sustu. ''Ayağa kalkın,'' dedi, ''ve altmış yetmiş yıl önce bu okula başlamış olan çocuklara bakın. Çekinmeyin, gidin bakın.''
Çocuklar ayağa kalkıp onur salonunun duvarlarını kaplayan sınıf resimlerine doğru gitti. Geçmişten onlara bakan genç adamların yüzlerine baktılar.
''Hiçbirinizden bir farkları yok, değil mi.? Gözleri umut dolu, tıpkı sizinkiler gibi. Harikulade şeyler yaşayacaklarına inanıyorlar, pek çoğunuz gibi. Peki, bu tebessümler nerede şimdi çocuklar.? Umuda ne oldu.?''
Çocuklar resimlere baktı; yüzlerinde ciddi ve düşünceli bir ifade vardı. Keating bir o fotoğrafı bir bu fotoğrafı göstererek odada fişek gibi dolaşıyordu.
''Çoğu hayatlarını biraz olsun kendi kapasitelerine uygun hâle getirmeden önce iş işten geçene kadar beklemedi mi.? Başarının o yüce tanrısallığını kovalarken gençlik hayallerini heba etmedi mi.? Bu adamların çoğu şimdi nergis gübresi.! Yine de biraz daha yaklaşırsanız fısıldadıklarını duyabilirsiniz çocuklar.! Hadi,'' dedi, ''eğilin. Hadisenize. Duydunuz mu.?'' Çocuklardan çıt çıkmıyordu, bazıları çekine çekine fotoğraflara doğru eğildi. ''Carpe Diem,'' diye fısıldadı Keating. ''Anı yaşayın. Hayatlarınızı olağanüstü kılın.'' (Sayfa: 24-25)



''Kim ne derse desin, sözcükler ve fikirler dünyayı değiştirecek güce sahiptir.'' (Sayfa: 35)


''İnsan ırkının bir üyesi olduğunuz için şiir okursunuz, insan ırkı da tutku doludur.! Tıp, hukuk, bankacılık -bunlar hayatı sürdürmek için gereklidir. Peki ya şiir, romantizm, aşk, güzellik.? Bunlar ise uğruna hayatta kaldığımız şeylerdir.!
''Whitman'dan alıntı yapıyorum:
*
''Ah ben.! Ah hayat.! Yinelenip duran soruların,
Uçsuz bucaksız vefasızlar silsilesinin,
Aptallarla dolu şehirlerin..
Ortasında ne faydası var, ah ben, ah hayat.?''
*
Cevap
*
Yaşıyorsun işte -Hayat var, hüviyet de öyle,
Zorlu oyun devam ediyor, belki sen de katılırsın bir dizeyle.'' (Sayfa: 36)


''..''Ölü Ozanlar, hayatın iliğini emmeye adanmış bir dernekti. Bu ifade Thoreau'ya ait ve her toplantıda söylenirdi,'' diye açıkladı. ''Ufak bir grup hâlinde eski mağarada toplanıp sırayla Shelley, Thoreau, Whitman ve kendi dizelerimizi okurduk -anın büyüsü hepimizi etkisi altına alırdı.''
*
''Yaşayanlar sadece çaylaktı. Tam üyelik için bir ömür boyu çıraklık yapmak gerekiyordu. Ben bile hâlâ mütevazı bir, yeni üyeyim.'' (Sayfa: 41)


''Ormana gittim, çünkü bilinçlü yaşamak istiyordum.''
*
''Yaşamdan olmayan her şeyi bozguna uğratmak.'' (Sayfa: 47)


''Bana aşkı mı öğreteceksin.? Sen önce kendin öğren:
Bu işin profesörüyüm ben.
Aşk tanrısı diye bir şey varsa harbiden
O da aşkı öğrenebilir benden.'' (Sayfa: 48)


''..''Kendimizi her şeye sürekli farklı şekillerde bakmaya zorlamamız gerektiğini kendime hatırlatmak için masamın üzerinde duruyorum. Dünya buradan çok farklı görünüyor. İnanmıyorsanız gelin de bakın. Hepiniz. Sırayla.''
*
''Eğer bir şeyden eminseniz,'' dedi, ''başka bir şekilde düşünmeye zorlayın kendinizi, yanlış ya da aptalca olduğunu bilseniz bile. Bir şey okurken yalnızca yazarın ne düşündüğüne kafa yormayın, durup, siz ne düşünüyorsunuz ona da kafa yorun.
Kendi sesinizi bulmaya uğraşmalısınız çocuklar ve harekete geçmek için ne kadar beklerseniz onu bulma şansınız o kadar azalır. Thoreau der ki, 'Çoğu insan hayatını sessiz bir çaresizlik içinde yaşar.'..'' (Sayfa: 52)


''Hayatta önemli şeylerle alakadar olun; aşk, güzellik, hakikat, adalet gibi.''
*
''..şiir olmak zorunda ve biz durup en basit yaşamsal eylemlerde dahi onu fark etmeliyiz, yoksa hayatın bize sunduğu şeylerin büyük bir kısmını boşa harcamış oluruz.'' (Sayfa: 62)


''Çocuklar, hepimizin içinde büyük bir kabul görme ihtiyacı vardır, ama özgün ve farklı olan şeylerinize de güvenmek zorundasınız; tuhaf ya da rağbet görmeyen şeyler olsalar da. Frost'un dediği gibi, 'Yollar ikiye ayrılmıştı ormanda ve ben -daha az katedilmiş olanı seçtim, / Bütün ayrımı yaratan da buydu.'..'' (Sayfa: 74)


''Gerçekten seven gönüller arasına engel giremez bence;
Değişen her duruma uyup da kendi de değişen aşka,
Aşk demem ben asla; ya da, ötekini yüz çevirir görünce,
Kendisi de hemen yüz çevirmeye kalkışan aşka.!''
*
Shakespeare, Soneler (Sayfa: 87)


''Ben hep eğitimin kendi adımıza düşünmeyi öğrenmek olduğunu düşünmüşümdür.'' (Sayfa: 91)


''Ben olsam çocukların fazlasıyla konformist olmasından endişe etmezdim, John,'' dedi.
''Nedenmiş o.?''
''Kendin de bu kutsal salonlarda okudun, öyle değil mi.?''
''Evet.''
''Eh, müzmin bir ateist yetiştirmek istiyorsan,'' dedi McAllister, ''ona katı bir din eğitimi var. Her zaman işe yarar.'' (Sayfa: 92)


''..''Beyler,'' dedi Keating, ''bugün üniversiteden en iyi şekilde faydalanmak için gerekli olan bir beceriden söz edeceğiz -okumadığınız kitapları analiz etme becerisinden.'' Susup etrafına baktı. Çocuklar gülüyordu.
''Üniversite muhtemelen şiir sevginizi yok edecek. Saatler süren sıkıcı analizler, tahliller ve eleştiriler sağ olsun. Üniversite ayrıca sizi edebiyatın her çeşidi ile karşı karşıya getirecek: Bunların çoğu bir solukta okumanız gereken büyüleyici çalışmalar, bir kısmı da veba gibi uzak durmanız gereken ıvır zıvırdır.'' (Sayfa: 93)


6 Ekim 2021 Çarşamba

Evangelia Balta - Nüfus Mübadelesi

 

Önsöz

*

İLBER ORTAYLI

*

Yakın tarihte nüfus mübadeleleri olmuştur. Bunlar genellikle, ana unsurdan sayılan bir kavmin sınırlarını aniden değiştiren savaş ve ardından gelen sözde bir barışla komşu ülkede kalması neticesinde ortaya çıkar. Bazı halde, bu barışla birbirinden ayrılan topluluklar karşılıklı olarak iki devlet arasında değiştirilir. Bu zorunlu göçün en sorumsuzca düzenlenen, adeta insanları göçe zorlayan ve katliamlarla biten en müthiş örneği Hint alt kıtasının parçalanması sırasında Hindistan’la Pakistan arasındaki mübadele olmuştur. Dünyanın şu anda, bu gibi haksız nüfus mübadelelerine gebe olduğu mıntıkalar bulunuyor ve bunlar bizden çok uzakta değil. Yirminci yüzyılda İtalya’daki Tirollu azınlık için gerçekleşmeyen böyle bir mübadele, diğer yandan Beserabya’dan Almanya’ya sevk edilen bir Alman nüfus söz konusuydu.

Üzerinde en çok tartışılan ve o nispette de hakkında bilinmeden konuşulan mübadele ise Türk-Yunan mübadelesidir. 1923 Türk-Yunan Zorunlu Mübadelesi, Yunan ana kıtasındaki Türklerle İstanbul, İmroz ve Bozcaada'da Rum Ortodoks nüfusu hariç Anadolu’daki Rum Ortodoks nüfusu mübadelesidir. Anadolu’daki nüfus içinde Türkçe konuşan ve Yunanca bilmeyen Karamanlı dediğimiz nüfus da vardı. Küçük Asya Felaketi denilen yenilgiden sonra Yunanistan’ın isteği üzerine büyük devletlerin zorlaması ve Türkiye’nin de kabulü ile nüfus mübadelesini yürürlüğe konmasıyla ortaya çıkan süreci incelemek üzere sevgili meslektaşımız Evangelia Balta’nın 2003 ile 2013 yılları arasında kaleme aldığı altı monografik çalışma, yani uzun makalenin bir araya getirilmesiyle önümüze bu kitap çıkmıştır.

Evangelia Balta, gerek aile yapısına ve etnografik kültüre gerekse iktisadi ve siyasi oluşumuyla bu konuyu incelemeye en yetkili kalemdir. Türkçe ve Osmanlıcasının Yunancası kadar kullanıldığı bu çalışmalarda Karamanlı kültürü neşriyatı 1920’lerde Yunanistan ve Türkiye’de, fakat bilhassa Yunanistan’da mübadil nüfusun karşılaştığı yerleşme ve uyum problemlerini ele almıştır.

Burada mübadillere ait Yunan tarihyazımının incelenmesi, mesela Makedonya bölgesine gelen Anadolulu Hıristiyanlara Makedonya’dan Anadolu’ya gönderilen Müslümanlar üzerine yapılan çalışmalar mukayeseli olarak ele alınmaktadır.

Profesör Balta haklı olarak, Türkiye’deki mülteciler üzerindeki çalışmaların daha çok Girit mübadilleri üzerine yoğunlaştığını söylüyor. Bu daha çok, Giritlilerin çocukları ve torunlarının kendi hayatları ve kültürlerinden ileri gelen bir ilginin sonucudur. Kıta Yunanistan’dan gelenler için mazideki hayat daha çok aile içi bir anlatı, gittikçe unutulan ve artık kavranılması zor olan bir mazidir. Benzer durumun Yunanistan’a göç edenler için de söz konusu olması mümkündür. Dolayısıyla Evangelia Balta gibi araştırmacıların artması gerekliliği ve dostumuzun yaptıklarının önemi anlaşılmaktadır.

Kitabın ikinci bölümünde mübadil Anadolulu nüfusun Yunanistan’ın muhtelif bölgesindeki yerleştirilme ve uyum sorunları ele alınıyor. Bu bence kitabın samimi bir münevver elinden çıkan en ilginç bölümüdür. Buradan edindiğimiz sonuç şudur: Mübadil nüfus üzerinde çalışan Yunanlılar arasında açık sözlü sosyal bilimcilerin var olduğu anlaşılıyor. Karışık nüfuslu Makedonya ve Trakya gibi eyaletlerde mübadil nüfus üzerine yapılan araştırmalar iki ülke tarihi dışında antropoloji literatürüne önemli katkı sağlayacak boyuttadır ve o nispette de görmezden gelinmiştir.

1923-1924 Zorunlu Nüfus Mübadelesi, hiç şüphesiz ki çağdaş Türkiye’yi ama ondan daha çok çağdaş Yunanistan’ı etkilemiştir. Buna paralel olarak modern Yunan tarihçiliği bu konuyla Türklerden çok  daha fazla ilgilenmektedir. Türk antropologları, sosyologları ve tarihçileri bu konuda çok az sayıda monografi ve derli toplu kitap üretmiştir ve kamuoyumuzdaki bilgi yetersizliği, hatta yanlışlıkları da bundan ileri gelmektedir. Kuşkusuz siyasi istismara açık bir konuda bilimadamlarının suskunluğu veya yetersiz kalışı birinci derecede önemli bir sorundur. Evangelia Balta gibi arkadaşlarımızın ve benzerlerinin çalışmalarının örnek ve terbiye edici bir unsur olmasını temenni ederiz. (Sayfa: 9-10)


''2000 YILINA KADAR MÜBADİLLERİN TARİHİ VE YUNAN TARİHYAZIMINDAKİ YERİ'' ADLI MAKALEDEN:
*
''Eski, yeni rejim ve devletlerin, kimlik gruplarının ve uzun süredir Soğuk Savaş'ın buz tabakası altına gizlenmiş güçlerin tarih konusunda siyasal baskıları, yaşamım boyunca tanık olduğum en büyük boyutta. Ve modern medya toplumu, geçmişimize görülmemiş bir önem ve pazarlama potansiyeli verdi. Tarih, bugün gerçek geçmişi istemeyen, sadece amaçlarına uygun bir tarih isteyenler tarafından değiştiriliyor ya da uyduruluyor. Bugün tarihi mitolojinin büyük çağıdır. Tarihin profesyonelleri tarafından savunulması bugünün siyasetinde her zamankinden daha acildir. Bize ihtiyaç var.
*

Eric Hobsbawn'ın otobiyografisinden. (Sayfa: 34)

3 Ekim 2021 Pazar

Yorgo Andreadis - Tamama, Pontusun Yitik Kızı (Önsöz ve Çeviri: Ragıp Zarakolu, Kapak Tasarımı: Emel Akgül)


 Arka Kapak:

*
"Savaşın güzeli, adili olmaz. Bütün savaşlar gaddarcadır ve katılanları kötüleştirir, onun ardında yatan ne olursa olsun..
Din savaşları, ulusal ve ırk adına yapılan savaşlar, kardeş kavgaları, insanların içinde sakladığı en kötü özellikleri gün ışığına çıkarır.. Tamama'nın gerçeklere dayalı öyküsünü anlatan bu çalışmada, bir yandan sadece savaşın kötü bir şey olduğunu vurgularken, öte yandan savaşın bütün gazabına rağmen, hâlâ insan olarak kalmayı başarabilen kişileri, tüm insanlığa göstermeyi amaçladık..
Halklar arasında dostluk, böylesi insanların büyüklük ve erdemleri üstüne kurulabilir, ancak o zaman sağlam ve temele sahip olabilir. Dünya çapında barış ve kardeşliğin güvencesi olan HALKLAR ARASINDAKİ DOSTLUK.."
*
Giriş:
*
KARADENİZ'E KAVUŞAMAYAN BİR HAYAT:
YORGO ANDREADİS
*
''Aslen Gümüşhaneli olan ve en büyük hayali Hrant Dink gibi halklar arasında atılmış köprüleri inşa etmek olan, Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk ödülü sahibi Yorgo Andreadis, 'Pontus tabusu' hakkında yazdığı kitaplar Türkiye'de ilgiyle karşılanmaya başlayınca, başına gelmeyen kalmadı; 1998 yılında Türkiye'ye girişi yasaklandı, âşık olduğu Karadeniz'e bir daha ayak basamadı. Andreadis, Selanik'te 30 Aralık 2015'te hayata veda etti. Vasiyeti Trabzon'a gömülmekti ama bu da yerine getirilemedi.'' (Sayfa: 9)


"Barış ve sükûnet dönemlerinde insanları sevmek kolaydır ama bu özelliği savaş koşullarında, tüm baskılar altında korumak, daha zorlu bir çabayı, daha insan olmayı, hatta üstün insan olmayı gerektirir." (Sayfa: 133)

30 Eylül 2021 Perşembe

Fethiye Çetin - Anneannem

 

Arka Kapak:
*
Bu coğrafyada yaşayan herkesin şu ya da bu şekilde bildiği ama üzerinde konuşmamayı tercih ettiği saklı yaşamlar. Ermeni ve Hıristiyan iken Türk ve Müslüman olmuş binlerce çocuktan biri:
Heranuş ya da diğer adıyla Seher.
Torunu Avukat Fethiye Çetin anneannesi hakkındaki gerçeği yıllar sonra öğrendi. Anneannesinin akrabaları Gadaryanlara ise onun ölümünün ardından ulaşabildi. Konuşacak çok şey, sorulacak çok soru vardı.
"Yaşamı boyunca akla hayale gelmeyecek zorluklara göğüs germiş, çocuklarının ve yakınlarının karşısına çıkan engellerle baş etmiş bu kadın, gerçek kimliği söz konusu olduğunda neden kendini bu kadar çaresiz hissediyordu.? Neden ailesini ve kimliğini savunamıyor, isteklerinin arkasında duramıyordu.?
Anneannemin her acı hatırayı anlatıp bitirirken tekrarladığı cümlede gizli belki de bu soruların cevabı: O günler gitsin, bir daha geri gelmesin..
*****
*****
''Annem çok acı çektiğini anlatmak için elini sol memesinin üstüne koyar ve ''Tam şuram, tam şuramda bir yer, sızım sızım sızlıyor,'' derdi.'' (Sayfa: 9)

*****
*****

''Cami avlusunun en kuytu köşesine sinmiş kadınlarla bekleşiyoruz. Öyle çaresiz bekleşir ve yeni gelenlerle sarılıp ağlaşırken erkek kalabalığından biri, yanımıza hızla ve telaşla gelip sordu:
''Seher Teyzenin annesiyle babasının adı nedir.?''
Bu soruya hemen cevap gelmedi kadınlardan. Sessizlik ve karşılıklı bakışmalar dikkati çekecek kadar uzadı. Bir süre sonra sessizlik yine kadınlar arasında biri, Zehra Teyzem tarafından bozuldu:
''Babasının adı Hüseyin, annesinin adı Esma.''
Teyzem bu isimleri söyler söylemez bakışlarını, onay bekler gibi bana çevirdi ya da bana öyle geldi.
Soruyu soran adam, bu ketum kadın kalabalığından beklediği cevabı sonunda koparmış olmanın rahatlığı ve musalla taşının önünde birikmiş erkek kalabalığına yönelmişken yüreğimden kopup gelen ve sessizliği yırtan şu sözler, kendiliğinden ağzımdan döküldü:
''Ama bu doğru değil.! Onun annesinin adı Esma değil, İsguhi. Babası da Hüseyin değil, Hovannes.!'' (Sayfa: 10)

*

''ANNESİNİN ADI ESMA, babasının adı Hüseyin olmadığı gibi kendi adı da Seher değil, Heranuş'tu onun.'' (Sayfa: 11)

*****
*****

''Uzun kış gecelerinin en büyük eğlencelerinden biri dervişlerin gelişiydi. Köy ahalisi dervişlerin etrafında halka olur, onların şişlerle ve kızgın sobayla yaptıkları gösterileri korku, şaşkınlık ve hayranlıkla seyrederlerdi. Demir şişler bir yanaktan girip öbür yanaktan çıkardı ama bu şişlere bir damla bile kan bulaşmazdı. Kızgın soba kucaklanır ancak kucaklayan dervişlerin ellerinde kollarında yanıklar oluşmazdı. Heranuş bu işe çok şaşardı.'' (Sayfa: 15)


''BABAM ÖLDÜKTEN SONRA hiç oyuncağım olmadı. Oyuncağım olsun diye bir isteğim de. Ama bir müzik aletimin olmasını, bu isteğimi dile getirmesem de hep çok istedim. Akranlarım evcilik oynarken ben bulduğum tahta parçasının üzerine teller gerer, onlardan farklı sesler çıkarmaya çalışırdım. Bazen tellerin yanında çeşitli kalınlıkta lastikleri de tahtanın üzerine gerer, bunların gerginliklerini çıkan sese göre ayarlardım.
Sonra bir gün Mahmut Dayım, küçük dayıma, (Mesut Dayıma) bir mandolin aldı. Mesut Dayım o sırada Diyarbakır'da yatılı okulda okuyordu ve mandolini yanında götürdü. Tatili dört gözle beklemeye başladım. Mesut Dayım eve gelecek diye. Tabii en çok mandolini getireceği için.
Mesut Dayım, ''Tren gelir, hoş gelir'' türküsünü öğrenmişti ve eve geldiğinde bize bunu çaldı. Bütün dikkatimle onu izledim. Sonra elime mandolini aldım ve bu türküyü ondan dıuyduğum gibi çalmaya başladım.
Mandolini elime alır almaz nasıl çalabildim bilmiyorum ama ev halkı bunu görünce, mandolinin bana bırakılmasına karar verdi.'' (Sayfa: 30)


''Dedem bir ikindi namazından eve döndüğünde, yine mandolin elimde bir konser hazırlığındaydım. Geldiğini belli etmek için her zaman yaptığı gibi öksürerek, öksürüğe benzer sesler çıkararak içeri girdi.
Bu gürültülü patırtılı girişten amaç, dedemden gizli yapılması muhtemel şeyler için kadınlara, çocuklara toparlanma fırsatı vermekti. Örneğin, annem dedem hariç herkesin yanında sigara içerdi. Dedem bunu bilirdi, bilmezden gelir, onu utandırmamak için de her gelişi gürültülü olur, sigara içiyorsa anneme sigarasını söndürmesi ve izlerini yok etmesi için zaman tanırdı.
O gün de gürültülü giriş faslının ardından ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. Sonra, bana bakarak, ve herkesin duyacağı şekilde:
''Bugün, camide hoca, bu mandolin üzerine vaaz verdi,'' dedi. Bütün dikkatleri üzerinde topladığına emin olduktan sonra devam etti:
''Mandolin çalmak günahmış. Hoca, çocuklarınıza mandolin alarak günaha girmeyin; mandolin kursu yerine onları Kuran kursuna gönderin, dedi.''
Anneannem tereddütsüz ve hiç vakit geçirmeksizin ortaya atılıp dedeme, ''Bunları hoca mı söyledi.?'' diye sorarak emin olmak istedi.
Dedemden ''Evet aynen böyle söyledi,'' cevabını duyduktan sonra, öfkeyle söylendi: ''Boynu altında kalsın o hocanın. Mandolin niye günah oluyormuş.? Kendisinin ya da çocuklarının mandoline istidadı olsaydı böyle demezdi.''
Sonra dedeme çıkıştı: ''O cahil hocaların aptal sözlerini bu eve getirme.'' Duruma zamanında el koyup dedemi susturduktan sonra başıyla da bana devam etmem için onay verdi. Anneanneme minnet duydum. Ancak, camide duyduklarına dedem de pek inanmamış olacak ki, sustu ve bu olaydan sonra, mandolin-vita kutusu konserleri hiçbir engelle karşılaşmadı.
Dedem ve anneannem namazında niyazında, dini bütün insanlardı. Ama anneannem, yobazlığa ve mantıksızlığa hiç gelemez, mantıksız bulduğu sözlere, bunu bir imam dahi söylemiş olsa cesaretle karşı çıkar, etrafındakileri de uyarır, etki altında kalmaya müsait dedemi de böyle sarsarak kendine getirirdi. (Sayfa: 32-33)

*****
*****

ÖLÜM İLANINI Agos'a verdim.
*
Onun adı Heranuş'du. Herabet Gadaryan'ın torunu,
Üskühi ve Ovannes Gadaryan'ın biricik kızları idi.
Palu'ya bağlı Habab köyünde dördüncü sınıfa kadar
mutlu bir çocukluk yaşadı.
Birden, ''o günler gitsin bir daha gelmesin'' dediği
acılarla dolu zamanlar yaşanmaya başlandı.
Heranuş tüm ailesini kaybetti ve onlarla bir daha
görüşemedi. Yeni bir ailesi, yeni bir adı oldu.
Dilini, dinini unuttu, yeni bir dili ve dini oldu, hayatı
boyunca bunlardan hiç şikâyetçi olmadı ama adını,
köyünü, anasını, babasını, dedesini ve yakınlarını
hiç mi hiç unutmadı. Bir gün onlara kavuşma,
onlarla kucaklaşma umuduyla 95 yıl yaşadı. Belki
bu umutla uzun yaşadı, bilincini son günlere kadar
yitirmedi. Heranuş nenemi geçen hafta kaybettik
ve onu sonsuzluğa uğurladık. Sağlığında
bulamadığımız yakınlarını (yakınlarımızı) bu ilan
vasıtasıyla bulmayı, acıları paylaşmayı umuyor,
''o günler gitsin, bir daha yaşanmasın'' diyoruz.
*
Fethiye Çetin, 11 Şubat 2000, Agos Gazatesi. (Sayfa: 79)

26 Eylül 2021 Pazar

Fırat Cewerî - Maria Bir Melekti (Çeviren: Muhsin Kızılkaya)

 

Arka Kapak:
*
"Gece yarısı kapımı çaldı. Uyuyordum. Pijamayla kalkıp kapıyı açtım ona. Titriyordu. Yüzü sapsarıydı. Yavaşça kolunu tutup içeri çektim. Tek gözlü evimin tek sandalyesine oturttum. Ben de karşısına, yatağıma oturup ona baktım. Gömleği kanlar içindeydi. Merakla sordum: "Daniel, ne oldu.?" Önce cevap vermedi, sanki soruyu ona sormamışım gibi. Gerçekten o Daniel değildi, bakışları ölüydü. Sanki gerçeğinden uzaklaşmış, başka bir kalıba bürünmüştü. Tekrar sordum: "Daniel, başına ne geldi.?"
*
Daniel'in başına neler geldiğini, nasıl bir ruh hali içerisinde kaybolan benliğini aradığını, travmalarıyla boğuşurken hayatındaki iki kadından birinin göğsüne saplanan bıçağın her şeyi nasıl değiştirdiğini gösteriyor Firat Cewerî. Göstermekle kalmıyor; çarpıcı biçimde hissettiriyor. Derin bir his bu, bireyin iç dünyası irdelenirken toplumsallığın hiç kaybolmadığı ima ediliyor Maria Bir Melekti'de.
*
Cewerî, Daniel'in şahsında 12 Eylül cehennemini, Kürt ve Ermeni sorununu, sürgünlük yaşamını ve aidiyetin esaslı sorularını, edebiyatı ve estetiği asla ihmal etmeden ustalıkla işliyor..
*
Hayatım karanlıkta gözlerini açıyordu bazen.
*
Tomas Tranströmer (Sayfa: 5)

*
BİRİNCİ BÖLÜM

*

"Kendimi, gençliğimi arıyorum," dedin.
"Gençliğin, kalbinde yaşıyor.." dedi. (Sayfa: 11)

*****
*****
''Ölüm uykusundan daha derin bir uyku yoktur. Belki daha huzurlusu da.. Huzursuzluk, ölünün ardında kalanların payına düşer.'' (Sayfa: 33)

*****
*****

''İnsanlar yaşarken birbirlerini üzüp kırsalar da, tekrar barışabilirler, barışmazlarsa da hayat ellerinden tutar her birini bir yola sevk eder nihayetinde. Ama ölüler için mezardan başka yol yok.'' (Sayfa: 55)

*****
*****

''Ona alışmıştın, seni hayata bağlamış, hayatının bir parçası haline gelmişti. Sadece yaşayanlar insanın hayatının bir parçası haline gelmez. Bazen bir alet, bir giyecek, bir ev, bir kedi insanın hayatının ortağı olup anlamsız hayatına bir anlam katabilir.'' (Sayfa: 67)

İKİNCİ BÖLÜM

*

Saqo Şelal:

*

''Daniel'e yaptıkları işkence bizimkinden de kötüydü. Müslüman olmadığı için daha çok üzerine gittiler. Hatırlıyorum, gözbağını çözüp, işkence yaptıkları büyük salonun ortasına attılar. O sırada üzerine atılıp onu cellatların elinden kurtarmak geldi içimden ama buna cesaret edemedim. Kısa boylu tıknaz olan cellat bağırarak ona, ''Ya, ya sünnetsiz gavur seni, göreceksin şimdi başına neler getireceğiz.'' dedi.
Başına neler getireceklerini biliyorduk. Bize yaşattıklarının yarısını yaşatsalar eğer, bu demektir ki sakat bırakacaklardı onu. Ama sen de biliyorsun, amaçları bizim bedenimizde yara açmak değildi, onların amacı oklarını kalbimize saplayıp, ruhumuzda derin yaralar açmaktı. İlk yara, büyük celladın Daniel'e indirdiği tekme sonucu kafasından üzerimize sıçrayan kanla oluşmadı. Bu hoş geldinizin başlangıcıydı.'' (Sayfa: 89)

*****
*****

''Gelip Daniel'in önünde durdu, önce yukarıdan baktı ona, sonra bakışlarını, ellerini bitiştirmiş, başları önlerine eğik bir halde emirlerini bekleyen tutsakların üzerinde gezdirdi, daha sonra da bakışlarını tekrar Daniel'in üzerine çevirdi. Sanki biraz sonra elindeki bıçakla boynunu kesecek gibi duruyordu. Ama yapmadı, elini kemeri daha önce çıkartılmış olan Daniel'in pantolonuna attı, diz çöküp aşağı indirdi. Hâlâ ne yapacağını bilmiyorduk. Donunu da indirdi. Orada hepimizin içinde anadan üryan kaldı. Utancından elleriyle apış arasını kapattı. Hâlâ incecik bir kan sızıyordu orasından. Geniş omuzlu cellat yavaşça ellerini orasından çekti. Daniel kafasını kaldırıp bakışlarını üzerimizde gezdirdi. Yardım istiyordu. Ama hiçbirimizin kendisine yardım edemeyeceğimizi biliyordu. Sanırım çarmıha gerilmiş İsa'yı getirdi aklına. Kendisine yardım edemeyen İsa onun imdadına yetişti, hiç olmasa güç verdi ona, kendisini kuvvetli hissetti. Ama cellat eliyle penisini tuttu, tutsaklara göstermek amacıyla salladı ve kahkahalarla güldü: ''Bakın şu günahkâra dikkat edin.! Belki de aranızda bunlardan çok var. Ama Allah'ın izniyle hepinizi doğru yola getireceğiz.''
Bu kez sol elinin baş ve işaret parmaklarını cımbız gibi kullanarak penisindeki deriyi çekti ve sağ elindeki bıçağı salladı. Derisi celladın elinde kaldı, kanı etrafa dağıldı. Daniel yere yığılıp bayıldı. Hepimiz öldü sandık. Yıllar sonra hep aynı şeyi tekrarladı: ''Keşke o gün ölseydim de tekrar ayağa kalkmasaydım.''..'' (Sayfa: 91-92)

Binbir Gece Masalları Cilt 3/2, Fransızcaya Çeviren: Joseph Charles Mardrus, Fransızcadan Çeviren: Âlim Şerif Onaran

 

ON BİRİNCİ KİTAP

*

Genç Nur ile Yiğit Frenk Kızının Öyküsü:

*

''Ey şarap yüklü, şerbet kadar tatlı ve karga kadar siyah üzüm salkımları, koyu yapraklar arasından sızan parıltınız, yeni kınalanmış kadın parmakları gibi gösterir sizi; ve kütüklerin üzerinde zarafetle sarkarak, her durumda, sarhoş edersiniz bizi ve ruhumuz güzelliğine hayran olur; çiğneme fıçısında öylece durur ve sarhoş eden bala dönüşürsünüz.'' (Sayfa: 418)


*****

*****

''Bak, ey tellal.! Doğanın düzenini alt üst eden şu adama bak.! Bu iri kuyruklu bir koyundur.! Ama kuyruğu çenesinde çıkmış.! Ve eminim ki, sen beni böylesine uzun sakallı ve dolayısıyla zekâsı kıt birine teslim etmezsin.! Çünkü bilirsin ki, zekâ ve akıl sakalın uzunluğuyla ters orantılıdır.'' (Sayfa: 433)

Alaaddin ve Sihirli Lamba Öyküsü (Sayfa: 510)

Harun Reşid'in Soytarısı Behlül:

''Anlatırlar ki, Halife Harun Reşid'in kendisiyle birlikte sarayda yaşayan, kederli saatlerinin sıkıntısını dağıtarak onu eğlendirmek üzere görevli, Bilge Behlül diye anılan bir soytarısı varmış. Halife, ona, bir gün ''Ya Behlül, Bağdat'ta kaç budala bulunduğunu biliyor musun.?'' diye sormuş. Behlül de ''Sultanım, bunun listesi biraz uzun tutar.!'' diye yanıt vermiş. Harun ''Seni bunu yapmakla görevlendiriyorum.! Tam bir liste olmasını da beklerim.!'' demiş. Behlül de uzun bir kahkaha atmış. Halife, ona ''Neyin var, Behlül.?'' diye sorunca; Behlül ''Efendimiz, ben, her türlü yorucu çalışmanın düşmanıyım. Bundan dolayı, seni hoşnut kılmak için, iyisi mi, ben, Bağdat'ta bulunan bilgelerin listesini çıkarayım sana.! Çünkü böylesi bir iş beni ancak bir yudumluk su içecek süre kadar uğraştırır. Ve pek kısa olacak bu listeyle, Tanrı tanıktır ki, saltanatının başkentindeki budalaların da sayısını öğrenmiş olursun.!'' demiş.

İşte bu Behlül, bir gün, halifenin tahtı üzerine oturarak, bu gözüpek davranışından dolayı, kapı kullarından epeyce sopa yemiş. Bu olay dolayısıyla kopardığı çığlıklar tüm sarayı heyecan içinde bırakmış, bizzat halifenin de dikkatini çekmiş. Ve Harun, soytarısının sıcak gözyaşları döktüğünü görerek onu teselli etmeye girişmiş. Ama Behlül, ona ''Ne yazık ki, ey Emirü'l-Müminin, benim acılarım teselli kabul etmez, çünkü ben kendime ağlamıyorum, efendim halifeye ağlıyorum.! Eğer, gerçekte, onun tahtını bir an işgal ettiği için bunca dayak yiyorsam, yıllar ve yıllar boyunca onu işgal edeni, ne büyük bir tehdit beklemektedir kim bilir.!'' demiş.'' (Sayfa: 724)


Sultan Nurü'n-Nehar ile Güzel Ecinniye Öyküsü (Sayfa: 774) 
(Uçan Halı)



''Hindistan'ın bu ülkesinin gerçekten  garip olan merak uyandırıcı şeyleri hayranlıkla izlemiş.(..) 
Ama bu, yıkılıp kahrolası mabedin  asıl çekici varlığı, som altından insan boyunda bir heykelmiş. Bu heykelin gözleri oynak iki yakuttan imiş. Ve bu gözler öylesine  bir sanatla yapılmış bulunuyormuş ki, âdeta canlı ve önünde bulunan kişilere bakar ve hareketlerini izler gibiymiş.'' (Sayfa: 780)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...