18 Ekim 2018 Perşembe

Bedrettin Cömert - Estetik

Bedrettin Cömert - Estetik

Estetik bilimi, gerçeklikten kopuk garipliklerle uğraşmaz. Estetik, şimdiye dek üretilmiş tüm sanat yapıtlarının ortak ve benzer yönleri irdeleyerek belirli ortak özellikler ortaya koymaya çalışır, bu yolla gelecek deneylerimiz için bize bilinçlenme ve tat alma olanakları sağlar. Sanat tarihçiliğinin eylemini boşa harcamasını önlemek için ona süzülmüş yöntem deneyleri, billurlaşmış kuram birikimleri sunar.
Sanat tarihçisi bir sanat yapıtını estetik bilimin sunduğu araçlarla değerlendirip, gerçek tarihsel yerine oturtabilmek için eleştirel bir tavırla yapıtlara girebilmelidir. Ancak eleştiriyle, bir ürünün sanat yapıtı olup olmadığı saptanabilir.
Böylece beğeni, sanat yapıtlarına, bu yapıtların yaratıldığı yer ve zaman koşullarına göreli bir nesnelikle yerleştirilip ete, kemiğe, büründürülerek, yalnızca duyulup tadılabilen bir şey değil, aynı zamanda öğrenilebilen bir yeti kimliğini kazanmıştır. Sanatın Öyküsü'nün bu özniteliği, sanat eleştirisi olmadan sanat tarihi yapılamayacağını sanat eleştirisinin ise temel bir estetik anlayışa dayanmadan ayakta duramayacağını berrak bir inandırıcılıkla kanıtlamaktadır.
*
Bedrettin Cömert'in ''Estetik'' Kiatbı'nda, önsöz niteliğinde Prof. Dr. Günsel Renda'nın yazığı yazıda, Bedrettin Cömert'ten yaptığı alıntılardan alınmıştır.

Bedrettin Cömert - Estetik

Mademki,sanat tarihçiliğinin başlıca konusu sanat yapıtıdır, mademki sanat yapıtının özelliği zamanla direnip kuşaklar boyunca kalıcılığını koruyabilmesidir, öyleyse sanat tarihçiliği, sanat olgusunun bu kalıcılığına, mantıksal ve beğenisel gerekçelerle ışık tutmak onu çağdaş duyarlıkla kaynaştıracak bilgisel ve yöntemsel yolları ortaya koymakla yükümlüdür. Bir yapıtın, tarihsel süreç içinde sanat yapıtı olarak yer alabilmesinin ilk ve en gerçek koşulu, o yapıtın her şeyden önce sanatsal bir yapı oluşturmasıdır. Peki bu sanatsal özelliğini nasıl saptayacağız.?
Sanat yapıtı kendini insana tanıtacak güçtedir, önemli olan sanat tarihçisinin, bu özerk yapılı varlıklarını tanıyabilecek sanatsal deneyime sahip olması, yeni sanatsal olgular karşısında yolunu bulabilmesi için kuramsal ve yöntemsel donatımının yeterli olmasıdır. Sanat tarihçisinin, gelişme eğilimini hiç bir zaman yitirmeyen bir duyarlık yeteneği, öte yandan, bu duyarlığı sürekli ayakta tutan, onu yeni boyutlara ulaştıran bilgisel birikim ve yorum bilincinin olması gerekir. Sanat tarihçisi, tarihçi nitelemesine sığınarak ne çağında, ne gününden soyutlayabilir kendisini. Biz geçmişin olaylarına ancak çağımızın yaşanmasıyla elde ettiğimiz görüntü perdesi aracılığıyla bakabiliriz. Sanat yapıtına sanatsal bilinçle ve duyarlıkla sızabilmek için kuramsal hazırlık zorunludur. Estetik bilimi büyük ölçüde bu kuram birikimini sunar fakat bununla da yetinilmemelidir. Sanat tarihçisinin, bir sanat yapıtını, estetik biliminin sunduğu araçlarla değerlendirip, gerçek tarihsel yerine oturtabilmesi için eleştirel bir tavırla yapıtlara eğilmesi gerekir. Dolayısıyla sanat tarihçiliği eleştirel mercekten geçtikten sonra, sanatsallığı saptanmış yapıtları yaratıldıkları çağ ve toplumla ilişkiye sokarak bu sanatsallığın nedenini açıklayan, bu nedeni önce yapıtın kendisinde bulup, sonra toplumun, toplumsal kültürel bağlamında gerçeklendirebilen bir etkinliktir..
*
Bedrettin Cömert'e Armağan, Hacettepe Üniversitesi Yayınları,
Ankara 1980, s 249-255
***
Bedrettin Cömert'in Estetik Kitabı'nda, Sunuş yazısı yazan Süreyya Karacabey de sunuşunu şu sözlerle bitiriyor:
*
Walter Benjamin'in Mortiz Heimann'dan aktardığı bir söz vardır, ''otuz beşinde ölen bir adam, hayatının her anında otuz beşinde ölen bir adam olarak hatırlanacaktır.'' Bedrettin Cömert otuz sekiz yaşındaydı, aylardan Temmuz'du ve sözü yarım kaldı.

Bedrettin Cömert - Estetik

Doç. Dr. Bedrettin Cömert, kitabına Estetik kavramına düşünürlerin nasıl baktığına değinerek başlıyor ve Estetik'i üç ana başlıkla inceliyor:
a) Metafizik Estetik
b) Sorunsalcı Estetik
c) Fenomenolojik Estetik
Cömert, sonrasında ''Sanat Anlayışı''nı irdeliyor..
*
''Estetik, kurumsal ve genel bir nitelik taşırken, sanat anlayışı, pratik ve özel niteliktedir; bir kişinin veya bir topluluğun belirli bir beğenisini sanat haline getirmekle yetinir.
Sanat anlayışı, sanatçının, şairin, eleştirmenin yaşadığı çağa, ortama kişisel yetişme tarzına bağlı, pratik ve uygulamalı bir estetiktir. Tek bir sanatçının sanat anlayışı olabileceği gibi, bir topluluğun da sanat anlayışı olabilir. (Simonino, s 9-10)''
*
Bu alıntıyla birlikte, Orhan Veli Kanık ve Garip Akımı'yla ilişkilendiriyor..
Bu bölümü, yine düşünürlerin sözlerinden örneklerle, Eleştirinin Ne Olduğuna dair sözleriyle bitiriyor..
*
''Eleştiri, başlıca iki biçimde gerçekleşir: Söylem olarak eleştiri, davranış olarak eleştiri. Söylem olarak eleştiri; bir veya birden çok eser, sanatçı, herhangi bir akım, bir tarihsel dönem hakkında varılan yargının yazılı olarak dile getirilmesidir. Davranış olarak eleştiri; bir veya birden çok eser, herhangi bir sanatçının tüm ürünleri, belirli bir tarihsel dönemden bize kalan sanat hazinesi karşısında bireysel veya toplu, özel vaya kamusal tavrıdır. Özel veya kamusal sanat eseri derlemeciliği, sanat koruyuculuğu, sanat pazarı, sanat eserlerinin bakım ve onarımı, kimi eserlere kimi zamanlarda gösterilen tapınç derecesindeki ilgi, kimi eserlerin bilinçli veya bilinçsiz olarak yıkılıp kırılması, davranış olarak eleştirinin örnekleridir.
Ne var ki, söylem olarak eleştiri, her zaman, sanatsal değeri gerekçelendirip akılsal yöntemle açıklayan bir şey olmamıştır.
Bu bakımdan söylem olarak eleştiriyi de iki büyük kümeye ayırmak gerekir: Akla dayanan nesnel eleştiri, hayal gücüne ve coşkuya dayanan öznel, izlenimci eleştiri.
Akla dayanan eleştiri, yargısını mantıksal kararlara yaslar, bu yargıyı kavramsal bir örgü içinde anlatır. Hayal gücüne ve coşkuya dayanan eleştiri ise, eserin biçimsel niteliklerinin, uyandırdığı haz veya hoşnutsuzluk duygusundan yola çıkarak, bu duyguyu deneme, şiir, gezi, öykü vs. gibi edebiyat biçimleriyle dile getirir. (Assunto, s 128)
***
Kitabın ikinci bölümünde, ''Estetik Düşüncenin Doğuşu''nu
* Pythogoras'çılar, Sofistler ve Sokrates
* Platon
* Aristotales
* Plotinos
başlıkları altında düşünürlerin yaklaşımlarıyla sonlandırıyor.
***
Benim için yeni kavramlar olduğu için 93 sayfalık bir kitap on gündür elimde.. Anlayarak devam etmek istedim ama henüz yolun başındayım.. En ilginç gelen kısımlarından biri ''Suçlu Sanat'' başlığıyla; Platon'un Devlet adlı eserinin onuncu kitabından yapılan alıntılar oldu.. O kısmına isteyenlerin ulaşableceğini düşünerek, Plebe'den yapılan bir alıntıyı vermek istiyorum:
''Batı düşünce tarihi, sanatın iki önemli kişi tarafından suçlandığına tanık olmuştur. İ.Ö. 5. yüzyılda ilk kez Platon'un sanık sandalyesinde oturttuğu sanat, 19. yüzyılın ilk yarısında Alman düşünürü Hegel tarafından yararsız olarak nitelenmiş ve daha da ileri gidilerek, sanatın artık dirilmemek üzere öldüğü sonucuna varılmıştır.''
*
Kaynak olarak, Aristotales'in Poetika adlı eserine çokça yer vermiş Bedrettin Cömert. Aristotales'in ''Mimesis''e (Taklit) bakışı etraflıca incelenmiş..
*
Görsele dâir bir bilgiyi de derste Hocamızdan dinledik, paylaşmak isterim:
Platon ve öğrencisi Aristotales, 1509-1511 yılları arasında yapılmış fresk. Platon işaret parmağını havaya kaldırarak gerçek olanın idealar (ruhsal olarak, anımsama yoluyla kavranabilen, duyularla kavranan gerçeklik) olduğunu söyler. Tabloda görüldüğü gibi Aristoteles ise elini ileri doğru uzatarak hocasının aksine gerçek olanın fenomenler (somut, algılanabilir ve denenebilir olay ve nesneler) dünyası olduğunu ifade eder.

Aristotales - Poetika


Poetika Aristotales'in, düşünce tarihinin tanıdığı sanat olayını araştıran ilk, ilk olduğu kadar da önemli bir eseridir.
Aristotales, Poetika'sında, genel bir poetika (estetik) ile değil de, daha çok edebiyat sanatı, ayrıca da dil sorunlarıyla uğraştı.
Aristotales'in Poetika'sı, yüzyılların sanat görüşlerini belirlemiş, estetik tarihi yönünden çok önemli bir eserdir.. Öyle ki, günümüzün estetikçisi bile ondan birçok bakımdan yararlanabilir.
*
Önsöz'den:
*
(1)
*
BİRİNCİ BÖLÜM
*
1. Üzerinde konuşmak istediğimiz konu, şiir sanatıdır; ilkin genel olarak şiir sanatının ne olduğu, sonra şiir sanatının türleri ile bu türlerin teker teker ne oldukları, sonra da bir şiirin başarılı bir şiir olabilmesi için, onda gerecin (hikaye=mythos) ne şekilde işlenmesi gerektiği, bundan başka bir şiirin bölümlerinin sayısı ile bunların özellikleri, daha bu araştırma konusu içine girebilen her şey. Bunu da yukarıdaki doğal sıraya göre yapmak istiyoruz.
*
2. O halde epos, tragedya, komedya, dithrambos şiiri ile flüt, kitara sanatlarının büyük bir kısmı, bütün bunlar genel olarak taklittir (mimesis).
*
3. Ancak adı geçen bu sanatlar, şu üç bakımdan bir birlerinden ayrılırlar: Taklit etmede kullanılan araç bakımından, taklit edilen nesneler bakımından, taklit tarzı bakımından.
*
4. İster bir sanatçı yetisi, isterse alışkanlığa dayanan bir ustalıkla olsun, bazı sanatlar renkler ve figürler aracılığıyla taklit eder. Bazı sanatlar ise ses aracılığıyla taklit eder; buna göre de bütün adı geçen sanatlarda genel olarak taklit, ya ritim, ya söz ya da harmoni aracılığıyla gerçekleştirilir. Öyle ki, bu üçü ya ayrı ayrı, ya da birlikte kullanılır. Örneğin, flüt ve kitara, aynı şekilde kaval (syrinx) çeşidinden olan sanatlar sadece harmoni ve ritmi kullanırlar; dans sanatı ise harmoni olmadan yalnız ritmi kullanır; çünkü, dans edenler, ritmik beden hareketleri aracılığıyla karakter özelliklerini, tutkuları ve hareketleri taklit ederler.
*
5. Yalnız sözü kullanan ve bunu ya düzyazı ya da nazım olarak yapan (nazımda da, ya birçok vezinler karışık olarak ya da sadece tek vezin kullanılır) sanat biçiminin şimdiye kadar hiç bir adı olmamıştır. Çünkü, bir yandan bir Sophron ile Xenarkhos.’un taklitlerini, Sokratik konuşmalar’ı, öte yandan da (jambik) trimetri yahut elejik ve bu çeşit herhangi bir mısra ölçüsündeki taklitleri ifade edecek ortak bir ada sahip değiliz. Ancak, genel olarak şiirlerinde kullanmış oldukları mısra ölçüsüne göre bir bölümü elejik ozan, başka bir bölümü ise epik ozan olarak adlandırılır; fakat onların bu şekilde adlandırılması, taklit biçimine göre değil de, şiirde kullanmış oldukları ortak mısra ölçüsüne göre bir adlandırmadır. Hatta, kimi zaman tıbba yahut doğa bilimlerine ilişkin bir konuyu mısralar halinde dile getirenlere de ozan adı, verilmeye çalışılır; oysaki [örneğin] Homeros ve Empedokles arasında vezinli yazmaktan başka hiç bir ortak yan yoktur. Homeros, haklı olarak ozan diye adlandırılır. Fakat buna karşılık Empedokles’in daha çok doğa bilgini olarak adlandırılması gerekir. Aynı şekilde ozan adı, taklitlerinde çeşitli mısra ölçülerini karışık olarak kullanmış olanlar için de kullanılmamalıdır, [örneğin] Khairemdon “Kentauros”unda bunu yapmıştır; bu eserde birbirinden çok farklı vezinler kullanılmıştır. Bu konular üzerine söylediklerimizi yeter buluyoruz.
*
6. O halde birkaç sanat daha var ki, bunlar bütün bu adı geçen taklit araçlarını kullanırlar: Ritm’i, melodi’yi ve mısra ölçüsünü. Bu sanatlar, dithtrambos şiiri, nomen şiiri, tragedya ve komedya’dır. Fakat bu sanatlar da kendi aralarında tekrar şu yönden birbirlerinden ayrılırlar: İlk ikisi, bu taklit araçlarını baştan sona dek kullanır; tragedya ve komedya ise onları yalnız belli bölümlerde kullanırlar. Bütün bunlar, sanatların kullandıkları taklit araçları yönünden gösterdiği ayrılıklardır.
*
İKİNCİ BÖLÜM
*
1. O halde taklit edenler (sanatçılar), hareket edenleri- taklit ettiklerine göre buradan zorunlu olarak şu sonuç çıkar: Hareket edenler ya iyi ya da kötüdürler; insanlar, karakter bakımından iyi ya da kötü olmaları bakımından birbirlerinden ayrıldığına göre, bütün ahlâksal özelliklerimiz dönüp dolaşıp sonunda bu iyi-kötü karşıtlığına varır.
*
2. Buna göre ozanlar, ya ortalama insandan daha iyi ya da daha kötü yahut da ortalama insanların hareketlerini taklit ederler. Aynı şeyi ressamlarda da buluyoruz: Polygnotos daha iyileri, Pauson daha kötüleri, Dionysios ise gerçeğe uygun olan kişileri taklit etmeye çalışmışlardır.
*
3. Bundan başka şu da açıktır: Adı geçen taklitlerden [sanatlardan] her biri, birbirinden farklı olan (iyi, gerçeğe uygun ve kötü) hareketleri taklit etmesi bakımından ötekinden ayrılmakla bu ayrılığı yine gösterir. Dansta olduğu gibi, flüt ve kitara sanatlarında da bu ayrılıklar görülebilir, aynı şekilde düzyazı ve nazımda da. Örneğin, Homeros daha iyi karakterleri, Kleophon gerçeğe uygun karakterleri ve ilk kez parodie şiirleri yazan Thasos’lu Hegemon ile “Deliade” yazarı Nikokhares ise daha kötü karakterleri taklit etmişlerdir. Aynı şekilde bu ayrılıklar dithrambos’lar ve nomenlerde de görülebilir. Örneğin Kyklop, Argas’ın... yahut Timotheos’un ve Philoxenes’in onu taklit ettikleri gibi tasvir edilebilirdi. Tragedya ve komedya arasındaki bir ayrılık yine bu noktada bulunur; çünkü komedya, ortalamadan daha kötü karakterleri, tragedya ise ortalamadan daha iyi olan karakterleri taklit etmek isterler.
*
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
*
1. (Yukarda ele alınmış olan) taklit ayrılıklarına bir üçüncüsü daha katılır: Bu, tek tek nesnelerin taklit edildiği tarz’dır. Çünkü, aynı taklit araçlarıyla aynı nesneler farklı olarak taklit edilebilirler. Bu da bir yandan hikâye etme yoluyla; hikâye etme ise, ya. Homeros’un yapmış olduğu gibi bir başka kişi adına ya da kendi üzerine başka hiç bir rol almadan doğrudan doğruya yine kendi adına yürütülür. Öte yandan da taklit edilen bütün kişileri hareket halinde ve eylem içinde gösterme yoluyla olur. Bunlar daha başlangıçta da söylendiği gibi, taklit etmenin birbirinden ayrı üç şeklidir Bu ayrılıklar da taklidin kullandığı araç, taklidin yöneldiği nesneler ve taklidin tarzı bakımındandır.
*
2. Bu söylenenlere göre, bir bakıma Sophokles ile Homeros’un da aynı sırada yer alması gerekir, çünkü her ikisi de soylu karakterleri taklit ederler; öte yandan, Sophokles’ in de Aristophanes’le aynı sırada yer alması gerekir. Çünkü ilk ikisi de hareket halinde ve bir dramatik eylem içinde bulunan kişileri taklit ederler.
*
3. Bunun için bazıları bu gibi eserlerin “drama” olarak adlandırılmasını isterler; çünkü bu gibi eserler, hareket halinde bulunan kişileri (drontas) taklit ederler.
*
4. Bundan Ötürü Dorialılar, tragedya ile komedya’yı buldukları iddiasını öne sürerler. Megara’lılar ise, komedyayı bulduklarını söylerler. Grek Megara’lıları, komedyanın demokratik yönetimlerinin etkisi altında doğmuş olduğunu söylerlerken, Sicilya Megara’lıları da aynı şey için vatandaşları Epikharmos gösterirler; bu ozan, ozan Khionides ve Magnes’den çok önce yaşamıştır. Komedyayı bulmuş olduklarını kanıtlamak için Megara’lılar bazı sözcükler öne sürerler. Bu sözcükler arasında, örneğin (“köyler” anlamına gelen) “komai” sözcüğü vardır; Atina’lılarda ise “demoi” sözcüğü aynı anlama gelir. Sonra buna bir de şunu ekliyorlar: “komödiant” sözcüğü, “kömâzein” (Dionysos bayramlarında kendinden geçme)sözcüğünden türemiş olmayıp, tersine oyuncuların “komai”ı (köyleri) dolaşmalarından türemiştir; çünkü oyuncular, şehirlerde hiç bir ilgi bulamıyorlardı. Bundan başka “Megaralılar”, hareket için “dran” sözcüğünü kullandıklarını, fakat Atina’lıların bunun için “prattein” sözcüğünü kullandıklarını iddia ederler. Kimi Peleponez’li Doria’lılar da tragedyayı kendilerinin bulmuş olduklarını öne sürerler <...>. Taklidin ayrılıkları, bu ayrılıkların sayısı ve çeşitleri üzerinde söylediklerimizle yeteri kadar konuşulmuş oluyor.
*
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
*
1. Şiir sanatı genel olarak varlığını insan doğasında temellenen iki temel nedene borçlu gibi görünüyor. Bunlardan birisi taklit içtepi’si olup, insanlarda doğuştan vardır; insanlar, bütün öteki yaratıklardan özellikle taklit etmeye olağanüstü yetili olmalarıyla ayrılır ve ilk bilgilerini de taklit yoluyla elde ederler. İkincisi, bütün taklit ürünleri karşısında duyulan hoşlanmadır ki, bu insan için karakteristiktir. Sanat eserleri karşısındaki yaşantılarımız bunu kanıtlar. Çünkü, genellikle hoşlanmayarak baktığımız bir nesneye özellikle tamamlanmış bir resim haline geldiğinde, bu kez hoşlanarak bakarız; örneğin tiksinti uyandıran hayvanların ve cesetlerin resimlerinde olduğu gibi. Bunun nedeni, öğrenmenin verdiği derin bir hoşlanmadır; bu hoşlanma, yalnızca filozoflara değil, tüm insanlara özgüdür. Ancak çoğunlukta bu hoşlanma geçicidir.
*
2. Bir resme bakan, bu resmin neyi tasvir ettiğini, gerçeklikteki bu ya da şu kimsenin resmi olduğunu öğrenir; bundan ötürü de resme hoşlanarak bakar. Fakat resmin ilgili olduğu nesne eğer tesadüfen daha önceden görülmemişse, o zaman taklit olan bu resim, böyle bir taklit eseri olarak bakanda bir hoşlanma duygusu uyandırmaz; tersine, teknik yetkinlik, renk yahut bu çeşit herhangi bir nedenden ötürü bir hoşlanma uyandırabilir.
*
3. O halde taklit içtepisi, insanlarda doğuştan var olduğuna ve aynı şey, harmoni ile ritm’in —çünkü şiirdeki veznin, ritm’in bir çeşidi olduğu açıktır— uyandırdığı duygular için de doğru olduğuna göre, o halde oldum olası bunlar için yetili olan ve bu yetiyi yavaş yavaş geliştiren insanlar, ilkin’ uzun uzun düşünmeden yapılanı denemeler’den hareket ederek şiir sanatını oluşturmuşlardır.
*
4. Şiir sanatı, ozanların karakterlerine uygun olarak iki yön alır; zira, ağır başlı ve soylu karakterli ozanlar, ahlakça iyi ve soylu kişilerin iyi ve soylu hareketlerini taklit ederler; hafifmeşrep karakterli ozanlar ise, bayağı yaradılıştaki insanları hareketlerini taklit ederler. Birinciler bunu ilkin hymnos’ lar övgü şiirleriyle yaptıkları halde, ikinciler, alaylı şiirler yazarak yapmışlardır. Homeros öncesi zamanlarına ait böyle alaylı şiirler yazmış hiç bir ozan adı söyleyemeyiz; bununla birlikte, o dönemlerde de böyle birçok ozanın yaşamış olduğunu tahmin ediyoruz. Ancak, Homeros’dan beri bu çeşit eserleri gösterebiliriz, örneğin Homeros’un “Margites” i ve buna benzer şeyleri.
*
5. Bu şiir türünde sonraları ona uygun bir mısra ölçüsü de oluşur: Jamblik ölçü. Bu ölçünün bugün bile yaşayan adı, onun kökünün iambizon sözcüğü olduğunu söyler; bu da karışlıklı alay etmek anlamına gelir. Buna göre, eski ozanların bir kısmi jambik, bir kısmı ise epik ozanlardı.
*
6. Homeros, ahlaksal iyiyi konu olarak işlemede (yani ağır başlı şiir türünde) gerçek bir ozan olduğu gibi (çünkü o, yalnız çok güzel şiirler yazmakla kalmamış aynı zamanda dramatik hareketleri de tasvir etmiştir), öte yandan küçük düşürücü alayı değil de, gülünç olan’ı dramlaştırmakla, komedyanın temel biçimlerini de ilk olarak göstermiştir. Nasıl İliada ile Odysseidsı tragedya için birer örnekse, Margittes de komedya için bir örnektir.
*
7. Ama tragedya ile komedya buluşturulduktan sonra ozanlar, eğilimlerine göre, ya bu türe ya da öteki türe bağlandılar, böylece de jambik şiir yerine komedya, epos yerine de tragedya yazdılar. Çünkü bu yeni şiir biçimleri, eskilerinden [jambos ve epos] daha değerli ve üstün tutuluyordu.
*
8. Acaba tragedya, hem kendi başına, hem de sahnede oynanması bakımından artık, yeterince gelişmiş midir? Bu, başlı başına bir soru olup, bunu araştırmanın yeri burası değildir. Fakat her halde tragedya, komedya gibi uzun uzun düşünmeden yapılan şiir denemelerinden doğmuş ve gerçekten de tragedya, dithyrambos koro’sundan, komedya ise, phallos şarkılarından çıkmıştır. Bu phallos şarkıları, bugün bile birçok şehirde okunur.
*
9. Böylece tragedya, varılan her bir gelişme basamağının yetkinleştirilmesiyle yavaş yavaş şekil kazandı. Birbirini kovalayan birçok şekil değiştirmeden sonra da özüne en uygun biçimi bularak bugünkü şekli elde etmiş oldu. Aiskhylos, oyuncuların sayısını birden ikiye çıkardığı gibi, koronun eserdeki payını da azaltarak baş rolü dialog’a bıraktı. Sophokles, oyuncu sayısını üçe yükselttiği gibi, sahne dekorasyonunu da tragedya’ya soktu. (Bir başka gelişme basamağını da) dar çevreli hikâyeden uygun genişlikte olan bir hikayeye geçiş oluşturur. <...> Dil de kendisinden doğmuş olduğu satyr oyununun kaba dilinden kurtulduktan sonra ancak büyüklüğe ve yüceliğe ulaştı; mısra ölçüsünde de (trokhaik) tetrametre’nin yerini (jambik) trimetre aldı. Başlangıçta tetrametre kullanılıyordu, çünkü tragik şiir satyr oyununa ve dansa yakındı. Fakat (tragik) stil nasıl geliştiyse, aynı şekilde ona uygun bir mısra ölçüsü de kendiliğinden ortaya çıktı. Çünkü, bütün ölçüler arasında jambik ölçü, konuşma tonuna en uygun olanıdır. Gündelik konuşmalarımız içinde jambik (trimerre’leri) sık sık kullanmamız bunun doğruluğunu gösterir. Hexamerre’yi ise pek ender olarak, o da gündelik konuşma tonunu bırakırsak kullanıyoruz. Bundan başka önemli olan, episod’ların sayısının artmasıdır fakat bir tragedyayı zenginleştiren bütün geri kalan öğelere gelince, bunlar pek önemli değildir. Onları teker teker söz konusu yapmak, yorucu bir iş olur.
*
BEŞİNCİ BÖLÜM
*
1. Komedya, daha önce de söylendiği gibi, ortalamadan daha aşağı olan karakterlerin taklididir; bununla birlikte komedya, her kötü olan şeyi de taklit etmez; tersine, gülünç olan’ı taklit eder; bu da soylu olmayanın bir kısmıdır. Çünkü, gülünç-olan’ın özü soylu olmayışa ve kusur’a dayanır. Fakat bu kusur, hiç bir acılı, hiç bir zararlı etkide bulunmaz. Nasıl ki komik bir maskenin, çirkin ve kusurlu olmakla birlikte, asla acı veren bir ifadesi yoksa.
*
2. Tragedyanın uğradığı değişikliklerle bu değişiklikleri yapanlar bizce bilinmektedirler. Oysa, komedyada bunlar karanlıkta kalmıştır. Bunun nedeni, başlangıçta hiç kimsenin komedyaya önem vererek uğraşmamış olmasıdır. Ancak, sonraları Arkhon’ komedyaya bir koro sokulmasına izin verir; (daha önce) bu işi gönüllüler yapardı. Ancak komedya, belli bir sanat biçimini elde ettikten sonradır ki, komedya ozanları arasında bizce bilinen adlar anılmıştır. Bununla birlikte, maskeleri ya da önsöz’ü komedyaya sokan, oyuncuların sayısını artıran ve daha bu çeşit yenilikleri yapanlar kimlerdir bilmiyoruz. Komedya için ilk kez hikayeler yazanlar Epikharmos ve Phorm olup, bu yenilik onlarla birlikte o halde Sicilya’ dan gelmiş oluyor. Attika ozanlardan ilk kez Krates, kişiyle alay etme (jambik) biçimini bırakmaya, genel konuları, yani hareketleri dramlaştırmaya başlar.
*
3. Epos, ölçülü (vezinli) sözlerle ağır başlı konuları taklit etmesi bakımından tragedyaya benzer; fakat aynı ölçüyü ve öykü biçimini kullanmasıyla de tragedyadan ayrılır. Başka bir ayrılık da [ ilgili) uzunluk yönündendir. Çünkü, tragedya öyküyü, güneşin doğuşu ve batışı arasında geçen zaman içinde tamamlamaya çakşır, yahut da pek az bunun dışına çıkar. Oysa, epos zaman yönünden sınırlandırılmamıştır Epos ve trgedya arasındaki bir başka ayrılık da, o halde burada bulunur. Bununla birlikte, tragedya ozanları da başlangıçta epos ozanları gibi hareket ediyorlardı.
*
4. Epos ve tragedyayı oluşturan bölümlere gelince: Bunlardan kimisi her ikisinde de ortaktır, kimisi de yalnızca tragedyaya özgüdür. Bu yüzden bir tragedyayı iyi ya da kötü yapan öğeleri bilen bir kimse, aynı zamanda epos’u bu yönden yargılayabilir. Çünkü, epik şiirin sahip olduğu her şey tragedya’da da vardır; fakat tragedya’da bulunan her şeye epik şiir sahip değildir.
*
ALTINCI BÖLÜM
*
1. Epos’u, yani hexametre ölçüsüyle yapılan taklidi ve komedyayı daha sonra ele almak, şimdi ise yalnızca tragedyayı şimdiye dek söylenenlere dayanarak tanımı’nı ortaya koymak ve daha yakından görmek istiyoruz.
*
2. O halde tragedya, ahlaksal bakımdan ağır başlı, başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu bulunan bir hareketin taklididir; sanatça güzelleştirilmiş bir dili vardır; içine aldığı her bölüm için özel araçlar kullanır; hareket eden kişilerce temsil edilir. Bu bakımdan tragedya, salt bir öykü (mythos) değildir. “Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir.” (katharsis) “Sanatça güzelleştirilmiş dil” deyince, harmoniyi, yani şarkı ve mısra ölçüsünü içine alan bir dili anlıyorum. “Her bölüm için özel araçlar kullanır” deyince de, kimi bölümlerde yalnız ölçünün, kimi bölümlerde ise aynı zamanda müzik ile şarkının kullanılmasını anlıyorum < ... >.
*
3. Tragedya denen bu taklit, hareket halindeki kişilerce oynandığına göre, zorunlu olarak ilk planda göz önünde bulundurulması gereken şey, dekoration’dur; nitekim, dekoration, tragedyanın bir öğesidir. Bundan sonra müzik ve dil gelir. Bunlar, taklidin kendileriyle yapıldığı araçlardır. Burada dil deyince, sözcüklerin ölçüye (vezin) sokulmuş bir düzenini, müzik deyince de herkesin bununla anladığı şeyi anlıyorum.
*
4. Tragedya, bir hareketin taklididir. Bu hareket, karakter ve düşünce bakımından belli bir özellikte olması gereken hareket halindeki kişilerce temsil edildiğine göre, —çünkü, bu iki faktörle hareketler belli bir özellik kazanırlar—, o halde karakter ve düşünce, tragik hareketin iki motiv’i olarak ortaya çıkar; kişiler, hareketlerinde bu iki motiv’e uyarak ereklerine [ ulaşırlar ya da ulaşamazlar.
*
5. O halde, bir hareketin taklidi, öykü’dür (mythos). Öykü deyince, olayların örgüsünü; karakter deyince, hareket eden kişilere kendisi bakımından bir özellik yorduğumuz şeyi; düşünce deyince de kendisiyle konuşanların bir şey kanıtladığı ya da genel bir gerçeğe anlatım verdikleri şeyi anlıyorum.
*
6. Buna göre de bir tragedyanın altı öğesi olduğu ortaya çıkar. Bu öğeler, tragedyayı belli bir şiir türü olarak belirginleştirirler. Bunlar: Öykü (mythos), karakterler, dil, düşünceler, dekoration ve müzik’tir. Bunlardan ikisi (dil ve müzik), taklit araçlarını, birisi (dekoration) taklit tarzını ve geri kalan üçü de (öykü, karakter ve düşünceler) taklit nesnelerini oluşturur. Tragedyanın sahip olduğu bütün öğeler bunlardır. Bunları, yalnız bazı tragedya ozanları değil, tersine bütün tragedya ozanları kullanır. Çünkü, her tragedya, dekoration’a, karakterlere, bir öyküye ,dile, müziğe ve düşünce birliğine dayanır.
*
7. Bu öğeler arasında en - önemlisi, olayların [uygun bir şekilde] birbirleriyle bağlanmasıdır. Çünkü, tragedya, kişilerin değil, tersine onların hareketlerinin, mutluluk ve felaket içinde geçen bir hayatın taklididir. Mutluluk ve felaket, harekete dayanır; hayatımızın son ereği ise, eylemdir, yoksa eylemin dışında olan bir şey değil. Karakter bakımından biz ya şu ya da bu özellikteyiz; hareket bakımından ise ya mutluyuzdur, ya da mutlu değilizdir. O halde tragedya ozanları hareket eden kişileri ortaya koyarken karakterleri taklit amacını gütmez. Tersine onlar, hareketlerden ötürü karakterlerini de birlikte ortaya koyarlar. Böylece, hareketlerin ve öykünün, tragedyanın sön ereğini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Son erek ise bütün erekler arasında en önemlisidir.
*
8. Bundan başka, karaktere dayanmayan tragedya olabildiği halde, bir öyküsü olmayan (harekete dayanmayan) tragedya olamaz. Çoğu yeni ozanların tragedyaları, (tek tek) karakter çizgilerinin belirtilmediği tragedyalardır ve genellikle böyle birçok ozan vardır. Ressamlar arasında da Zeuxis’ in Polygnotos karşısındaki davranışı böyledir. Polygnotos iyi bir karakter ressamıdır; buna karşılık Zeuxis’in eserleri bundan yoksundur.
*
9. Bundan başka bir ozan, karakterleri belirten tirad’ları, onlara uygun bir dil anlatımı ve düşünceler içinde birbiri ardına sıralarsa, bununla o, bizim tragedya önüne koyduğumuz ödevi yerine getirmiş olmaz. Bütün bu adı geçen öğeler yönünden zayıf olan, fakat bir öyküsü (mythos) bulunan ve olayların (uygun ve doğal) bağlılığına dayanan bir tragedya, öbüründen çok daha üstün olan bir tragedyadır.
*
10. Daha bunlara, tragedyanın kendileriyle en büyük etkiyi yaptığı araçlar da katılır. Bu araçlarla ben, peripetie’leri (baht dönüşleri), ve tanınmaları (anagnorisis) kastediyorum; bunlar da öykünün öğelerini oluştururlar.
*
11. [Öykülerin, olayların birbirlerine bağlanmalarının en başta geldiğini] şu olay da doğrular: Henüz acemi olan ozanlar dil anlatımında, karakterleri belirtmede, olayların uygun bir örgüsünü oluşturmada olduğundan çok daha önce sanatın sert isteklerini yerine getirebilirler. Bu, hemen hemen en eski çağların ozanları için de doğrudur. O halde tragedyanın temeli ve aynı zamanda ruhu öyküdür (mythos).
*
12. Öykülerden sonra ikinci olarak karakterler gelir. Burada resim sanatının tragedyayla paralel olduğunu görüyoruz. Bir ressam bir tabloyu en güzel renklerle gelişigüzel bezesin; böyle bir tablonun ona bakanda uyandıracağı ‘hoşlanma duygusu, hiç bir zaman (monochrome) bir çizginin oluşturduğu bir resmin sağladığı hoşlanma derecesinde olamaz Çünkü tragedya, bir hareketin taklidi olduğuna göre, hareket ‘eden kişileri taklit edecektir.
*
13. Üçüncü olarak düşünceler gelir. Düşünceler deyince, koşulların emrettiği ve koşullara uygun olan şeyleri söylemeyle tartışma yetisini anlıyorum; başka zaman bu, politik ve retorik’in ödevini oluşturur. Zira, eski ozanlar, kişilerini devlet adamları gibi konuştururlardı, şimdiki ozanlar ise söylevci gibi konuşmuyorlar.
*
14. Karakter’e gelince: Karakter, belli bir irade yönünün anlattığı şeydir; bunun için konuşanın elde etmek ya da kaçınmak istediği bir şeyin bulunmadığı diyalog partilerinden oluşmuş tragedyalarda karakter anlatımı yoktur. Düşünceler ise, bir şeyin var olduğunu yahut var olmadığını kendileriyle kanıtladığımız ve bu arada özdeyişlerin dile getirdikleri şeylerdir.
*
15. Tragedyanın öğelerinden dördüncüsü dil’dir. Dil deyince, daha önce değinildiği gibi, sözcükler aracılığıyla bir şeyi anlatmayı anlıyorum. İster bu anlatım nazım, isterse düz yazı biçiminde olsun.
*
16. Tragedya sanatını zenginleştiren araçlar arasında geri kalan öğelerin en önemlisi müzik’tir. Dekoration ise, en çok etki yapandır. Fakat dekoration, kuramsal araştırmaya en az elverişli bir öğe olup, onun şiir sanatıyla bir iç bağlılığı yoktur. Sahnede temsil edilmeden ve oyuncular tarafından oynanmadan da tragedyanın yarattığı etkiye ulaşılabilir. Bundan başka, eserin sahneye konması, şiir sanatından daha çok rejisörlük sanatını ilgilendirir.

17 Ekim 2018 Çarşamba

Birhan Keskin - Derin Zaman

Birhan Keskin - Derin Zaman

Birhan Keskin - Derin Zaman

Akgün Akova - Sana Benzersiz Bir Günaydın Demenin Yollarını Ararken (Kafa Dergisi, s: 19)



su damlasının üstündeki iskeleye benzeyen bir günaydın sana
gittiği yere köprüsünü taşıyan bir dere
bir tüyün tutunduğu kuşu geçmesi gibi bir günaydın
dil balığının konuştuğu altı dilden birden
Damlaca bir, Dalgaca iki, Akıntıca üç
epey Kumca, biraz Kayalıkça ve Denizkızıca uzaktan uzağa
sevgilim
bir bavulun yerden alıp içine koyduğu yol uzunluğunda
bir günaydın sana
‘’acelen ne’’ diyerek Zaman’ın kulağını hafifçe çeken Sonsuzluk
nehirlerin emzirdiği ıslak dudaklı yeni bir kent gibi günaydın

💙💌💙

sevgilim
çite konan kuşları bir bir sayan ceviz ağacına benzeyen
bir günaydın sana
ruh hekimine gidip uçma korkusundan kurtulan
yavru leylek gibi günaydın
kekliklerle avcıların göz göze gelmedikleri o ıssız kayalıklardan
bir eve yatıya giden kan damlasının içindeki sessizlikten günaydın
sevgilim
akıllı bir iğneyi
astronotların yırtılan giysilerini onarsın diye
uzaya gönderen bilgisayar programcısının
beyninin kıvrımlarından çıkmış bir günaydın sana
dar zamanlarda uçan kuğu sürülerinin eksiksiz vardığı o geniş beyazlıktan
şiir dediğimiz o iç ferahlatan ağarmadan
bir düğmenin iliklenmek için aradığı giysilerin iplikleri arasından
melek kanatlarından köprü yapmak isteyen Mimar Sinan’ı
günlerce dil dökerek vazgeçiren
Deli Dumrul’un gelini gibi bir günaydın

💙💌💙

sevgilim
bir elmaya çarpan portakalın soyunurcasına dilimlerine
ayrılması gibi günaydın sana
sabahlık giymiş açık saçık bir dergi
bir öpücüğün bir dudağa yolladığı CV
kavala sarılan rüzgâr gibi
bulutların ağzındaki fıskiye, gökyüzündeki ateş çokluğu gibi
yağarken sevişen yağmur damlaları gibi bir günaydın
bir şiirden düşerken Esin Peri’sinin meme uçlarına tutunup
kurtulan şairin esrikliğinden kalan bir günaydın sana sevgilim

💙💌💙

sevgilim sana
devrilen reçel kavanozunun çarptığı hesap makinesinden dökülen
rakamları masasının altında arayan matematikçinin
onları yerden topladığında
aralarına a, ş ve k harflerinin de karışmış olduğunu görmesi gibi
bir günaydın
çiçekler arası koku nakli
heyecandan harfleri terleyen bir roman
kuşların kurduğu Kafes İmha Ekibi gibi
Balnchine’in bale öğrencilerine verdiği öğüt gibi bir günaydın:
‘’Havaya tutunun.!’’
sevgilim
bir mağarada dükkân açan ışık gibi günaydın sana
evrenin dibinde biriken kucaklaşma anları
buğday tanelerinden yapılan ilk alfabe gibi binlerce yıl önce
aşk dolu bir bakışla değiştirilen dünya tarihi gibi
halka konuşma yaparken tacını balkondan düşüren krala gülen çocuklar gibi sanki
teşekkür etmeyi, özür dilemeyi
ağız dolusu seni seviyorum demeyi bilen
insanların yaşadığı bir ülkenin hayali gibi
günaydın sana sevgilim
günaydın işte
günaydın
günaydın
günaydın

16 Ekim 2018 Salı

Nietzsche


Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki hiçbir şey engellenemiyormuş gibi görünür. Bizi ayıran küçük bir köprü vardır, o kadar. Ama sen, tam bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam:
''Bu köprüyü geçip bana gelir misin.?''
İşte o anda artık bunu istemeyiverirsin, sorumu tekrarlasam öylece suskun kalırsın. O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer; bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız. Ama, o küçücük köprüyü düşündüğünde, sözcüklere sığmayacak kadar büyüyüverir gözünde. Yutkunur ve şaşar kalırsın.

13 Ekim 2018 Cumartesi

H. G. Wells - Gelecek Günlerin Hikâyesi

''Gelecek Günlerin Hikâyesi'' 1897'de The Pall Mail Magazine'de yayınlanan beş bölümünden oluşan bir roman.
Wells, 22. yüzyılın Londra'sını distopik bir gelecekte betimliyor. Şehirleşme, sınıf savaşı, tıp, iletişim, ulaştırma, tarım teknolojisi vb. konular üzerine birçok şey söylüyor. Tabii Wells'in her zaman yaptığı gibi bir sosyolog gözüyle ve anlatımıyla.
Wells'in yaratmış olduğu atmosfer, yıllar sonra yazılacak olan Isaac Asimov'un Robot Serisi okuyucuarına tanıdık gelecektir. Asimov'un öyküleri arasındaki paralellikler dikkat çekicidir.
''Gelecek Günlerin Hikâyesi'' distopyanın ilk örneklerindendir.

Yannis Ritsos - Örümcek

Bazen rastgele, önemsiz mi önemsiz bir sözcük
umulmadık bir anlam katar şiire,
örneğin kocaman boş bir küp gibi
kaç zamandır kimsenin uğramadığı
terk edilmiş bir bodrumda; -
karanlık ağzında bir örümcek dolaşmaktadır, anlamsız,
(senin için anlamsız, ama onun için değildir belki.)

12 Ekim 2018 Cuma

Ergin Günçe - Şapkamda Yağmur

Şapkamda yağmur içli bir şarkı söylüyor
Nasıl da söylüyor dudaklarıyla
O zenci gökyüzünün yıldızları ötmüyor
İşimiz artık ıslanmış horozlarla

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Küçük adımlarla inmiş şehrin batı kapısından

Şaşırtmış annemizi kocaman gözleriyle
Uykusundan etmiş keçileri oğlakları
Yollarda uygunsuz açık saçık yatan

💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦💦

Ben bir gün bu kasabadan giderim
Yağmur da benimle gelir mi bilmiyorum
Şapkamda yağmur içli bir şarkı söylüyor
Oturmuş şapkamda şarkıyı dinliyorum

11 Ekim 2018 Perşembe

Aslı Erdoğan - Ayşe Arman Ropörtajı (8 Ocak 2017)

Aslı Erdoğan - Ayşe Arman Ropörtajı (8 Ocak 2017)

Aslı Erdoğan - Ayşe Arman Ropörtajı (8 Ocak 2017)

Emel Gülcan 2015


O, “ben”ini ararken kendini kazımaktan çekinmedi. Yerinde duramayan, kabına sığamayanlardandı. Tezer Özlü ömrü boyunca kimliği, burjuvalığı, kadınlığı ile hesaplaştı. Hiçbir yerli olmadı, hiçbir şeyi, hiç kimseyi sahiplenmedi ve kimsenin olmadı.
*
Alabildiğine riyasız ve açık yürekliydi. Aklın ve deliliğin sınırlarında psikiyatri kliniklerinde gezinirken üzerine zorla giydirilmeye çalışılanları reddetti. Tıpkı ömrü boyunca tüm otoriteleri reddedeceği gibi.
*
Türkiye edebiyatının bu çetin cevizi 31 sene önce hayata veda etti. O şimdi belki de bir yerlerde kolayca uyum sağlayanlara, nerede, nasıl davranması gerektiğini bilenlere gülümseyerek el sallıyor.
*
Tezer Özlü 10 Eylül 1943’te Kütahya Simav’da doğdu. Öğretmen bir anne ve babanın üçüncü ve son çocuğuydu. Ailesinin işi gereği Simav, Ödemiş ve Gerede’de büyüdü. O yılları ileride “Dört bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında dünyaya bakmayı öğrendim. Altı yaşındaydım. Dünyanın sonsuz büyüklüğünü hissettim ve gitmem, çok uzaklara gitmem gerektiğine inandım…” diyerek anlatacaktı.
*
On yaşındayken İstanbul’ gelen Özlü Avusturya Kız Lisesi’nde ortaöğretime başladı. Henüz lisedeyken okul kampıyla Viyana’ya gitti. Son sınıfta okulu bıraktı ve 1962 – 1963 yıllarında otostopla Avrupa’yı gezdi. Özlü 1965’te babası kırmayıp dışarıdan girdiği bitirme sınavlarının ardından İstanbul Erkek Lisesi’nden mezun oldu.
*
Özlü “Geceleri anneme sokulunca hem soğuktan korunuyorum hem de yalnızlıktan” diyen bir çocuktu. İleride eli kalem tutunca ünlü yazarlar Italo Svevo, Franz Kafka ve Cesare Pavese onu çok etkileyecekti. Hatta Özlü, Pavese’nin izini sürerken onunla doğumunda bile özdeşlik kuracak ve “Pavese’in doğduğu gün doğduğumu şaşarak öğreniyorum: 9 Eylül. Ben gece yarısından sonra. Ama Anadolu’da gece yarısı geçtiğinde, S. Stefano Belbo’da henüz belki de gece yarısı olmamıştı. Aynı gün, aynı yıl değilse de” diyecekti.
*
Özlü ilk gençliğinde çıktığı Avrupa seyahatinin son durağı Paris’te, Adalet Ağaoğlu’nun kardeşi, tiyatrocu ve yazar Güner Sümer’le tanıştı. Paris’te epey yağmurlu bir günde Özlü Monteparnesse’daki Cafe Select’e sığındı. Az sonra kapıdan Sümer girdi ve üç aylık Paris macerası böyle başladı. Çift birbirlerine âşık oldular ve 1964’te evlendiler.
*
Çift Ankara’ya yerleşince Sümer Ankara Sanat Tiyatrosu’nda (AST) çalışırken Özlü çevirmenlik yapıyordu. O dönemde Ingmar Bergmann, Ossip Piatnizki, Heinrich Böll, Kafka, Hans Magnus Enzensberger gibi yazarları Türkçeye kazandırdı.
*
Ankara yılları başlangıçta fena değildi. Hatta AST’ın 1963-64 sezonunda Sümer’in yönettiği Brendan Behan’ın Gizli Ordu oyununda rol aldı. Ama kısa sürede Özlü bu evlilikte aradığını bulamadığını fark etti. Aynı dönemde ruh sağlığı da iyice bozulmuştu. Manik-depresif tanısıyla tedaviye alındı.

1968’de Sümer’den ayrılan Özlü İstanbul’a taşındı. Geçirdiği rahatsızlık yüzünden 1967 – 1972 yıllarında pek çok defa psikiyatri kliniklerinde kaldı. Elektroşok verildi. Birkaç kere intihar girişiminde bulundu.
*
Özlü çocukluğundan başlayarak yaşadıklarını ve klinikte kaldığı bu dönemleri 1980’de yayımladığı ikinci kitabı, ilk romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde anlattı. Ölüme nasıl yakın durduğunu tüm sahiciliğiyle şöyle özetliyordu:
*
Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı. Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel gözükmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel ölü bir gövdeyle öç almak istediğim insanlar var.
*
Ünlü yazarın 1980’de yayımladığı romanı çok güçlüydü. Bizi hastane koridorlarında ve deliliğin sınırlarında dolaştırıp iç burkan uyumumuzla yüzleştiriyordu Özlü. “Bu kitapta bir şoku anlatmak istedim. On bir yaşındaki, bir Türk küçük burjuva ailesinin çocuğunun, yirmi yaşına dek okumak için gönderildiği İstanbul kentindeki çeşitli yabancı okullardan biri olan Avusturya okulunda karşılaştığı Batı kültür ve eğitiminin yarattığı şoku” diyordu ve anlatıyordu da. Üstelik okuru derinden sarsarak yapıyordu bunu.
*
1968’de yönetmen Erden Kıral ile evlenen Özlü 1973’te kızını kucağına aldı. Deniz Gezmiş’e duyduğu sevgiden ötürü bebeğinin adını Deniz koydu. Kıral ve Özlü boşandıklarında Deniz 10 yaşındaydı. Annesi ve babası boşandığı için 6 ay onlarla konuşmadı.
*
Deniz Kıral 1985 yılının Aralık ayında annesine bir dizi soru yöneltti. Tezer Özlü kızının sorduğu soruları samimiyetle yanıtladı. Yıllar sonra borgesdefteri isimli blog sayesinde gün yüzüne çıkan soru-cevaplara şuradan ulaşılabilir.
*
İleride babası gibi sinemacı olacak Deniz Kıral’ın “Hasret nedir?”, “Aşk nedir?”, “Nelere gülersin?” gibi soruları Özlü hakkında ipuçları verirken ünlü yazar, kızının “Şimdiye kadar bir şey kazandın mı? (para hariç)” sorusuna “Seni ve yazdığım üç kitabı, bir de İsviçre pasaportu” diyordu.
*
Özlü’nün “Başından inanılmayacak, garip ya da komik bir olay geçti mi? Anlatır mısın?” sorusuna yanıtı ise şöyleydi: “Başımdan çok garip olaylar geçti. En garip olay, sevdiğim halde, Erdem’den severek boşanmam.”
*
Özlü, Kıral ile evliliğinin son yıllarında 1981’de bir burs alarak kızıyla birlikte Berlin’e gitti. Burada ikinci romanını 1983’te Auf den Spuren eines Selbstmords (Bir İntiharın İzinde) adıyla Almanca kaleme aldı. Bu roman o yıl Almanya’da yayımlanmamış eserlerin ödüllendirildiği Marburg Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Daha sonra yazar, anlatısını Türkçeye çevirdi bir nevi baştan yazdı ve Yaşamın Ucuna Yolculuk adıyla 1984’te Türkiye’de yayımladı.
*
Bu kitap Berlin’den Svevo, Kafka ve Pavese’nin izinde çıktığı yolculuğu ve yazarın derinden etkilendiği üç yazarın peşine düşmesini anlatıyordu. Özlü 4 Temmuz-20 Temmuz 1982’de Berlin’den çıkıp Prag’da Kafka’yı, Trieste’de Svevo ve Torino’da Pavese’nin yaşadığı yerleri adımlarken akıl, delilik ve varlık ve yokluk arasında gezindi.

O kadar ki Kafka’nın, Svevo’nun mezarları başında onlarla konuştu. Pavese’nin intihar ettiği otelde, Otel Roma’nın 305 numaralı odasında oturdu ve o anları büyüttü kaleminde.
*
Özlü’nün Almanya yılları bereketliydi. Onun çabalarıyla Erden Kıral’ın Ferit Edgü’nün Hakkari’de Bir Mevsim romanından sinemaya uyarladığı aynı isimli filmi 1983’te Berlin Film Festivali’nde yarıştı ve Gümüş Ayı kazandı.
*
O yıllardan geriye bir ödül ve şu isyankâr satırları kaldı: “Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım…”
*
Özlü Berlin yıllarından gönlü boş dönmedi. Kendinden on yaş genç İsviçre asıllı sanatçı Hans Peter Marti ile birbirlerine âşık oldular. Çift evlenmeye çalıştığında ise Türkiye’de önüne pek çok bürokratik engel çıktı. Sonunda 1984’te İsviçre’de evlendiler. Ama aşkları kısa sürecek, Özlü’nün hastalığı çifti ayıracaktı.

Kocası evden birkaç parça eşya almak için yanından ayrılırken gitmesini istemeyen Özlü’nün ona son sözleri “Beni yalnız bırakma”ydı. Ama olmadı, ünlü yazar göğüs kanseri yüzünden 18 Şubat 1986’da Zürih’te gözlerini yumduğunda yalnızdı.
*
Henüz 43 yaşındayken hayata veda eden Özlü İstanbul Aşiyan Mezarlığı’na defnedildi. Geride 1963’ten beri dergilerde yayımlanan öykülerinden oluşan Eski Bahçe, sonraki yıllardaki öykülerini kapsayan Eski Bahçe, Eski Sevgi isimli iki öykü kitabı; Çocukluğun Soğuk Geceleri ve Yaşamın Ucuna Yolculuk isimli iki roman, denemelerinin toplandığı Kalanlar, Zaman Dışı Yaşam isimli bir senaryo ve Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar’ı bıraktı.
*
Özlü, hiçbir yerliydi, kimseye ait değildi ve kimseye sahip değildi. Belki de bu yüzden Beyoğlu’nun antikahramanı mülkiyet nedir bilmez Hayalet Oğuz en yakın dostları arasındaydı. Nereli olduğunu soranlara “Hiçbir yerliyim” derdi ve haklıydı.
*
Henüz çocukken içine gitmek arzusu düşenlerdendi o. Ablası Sezer ile dünyayı keşfetmek için yaşadığı kentin sonuna kadar yürürdü. Büyüdüğünde “Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni…” diyecekti büyüdüğünde.
*
Özlü yıllarca Türkiye edebiyatında “mahzun, gamlı prenses”, “Türk edebiyatının lirik prensesi” diye anılırken acaba ortada bir cinsiyetçilik, haydi en hafifinden bir eşitsizlik yok muydu? Öykücü ve romancı Hatice Meryem Seyyar Sahne’nin sergilediği Çocukluğun Soğuk Geceleri oyununu izledikten sonra bu konuya kafa yordu. İyi ki de yordu.
*
Özlü’ye yakıştırılan bu klişeler onun sayesinde yırtıldı. Ocak 2012’de Canlı, Dişi, Toynaklı Bir Yazar: Tezer Özlü yazısında Meryem ünlü yazarın üslubunu irdelerken cinsiyetçi yaftaları nasıl hak etmediğini ortaya koyuyordu.
*
Ece Ayhan onun için “Vallahi tallahi! Evet! İçtenlikle ve özdenlikle yazıyorum ki, Tezer Özlü’yü de, onun çok insanda bulunmaz Doğrucu Davutluğunu her yerde, her kentte ve her sokakta arıyorum. Hayalet Oğuz’a olağanüstü ve eşsiz bir “hayır” işleyen bir insan-insanı ben nasıl özlemem. Tezer Özlü artık benim yakın akrabamdır” derken Can Yücel onu şu sözlerle andı:
*
Aşağıda yatıyorum
Sokağa bakan pencerenin yanındaki divanda
Bir ses.. birden bir olay oluyor
Kulağımın dibinde
Bir dal cama vuruyor
*
Tezer

Tezer Özlü - Ferit Edgü'ye Mektuplar

Tezer Özlü - Ferit Edgü'ye Mektuplar
Tezer Özlü - Ferit Edgü'ye Mektuplar
Tezer Özlü - Ferit Edgü'ye Mektuplar
Tezer Özlü - Ferit Edgü'ye Mektuplar
Kanlıca, 20 Mart 1984
*
Sevgili Tezer,
''Bir İntiharın İzinde'' yürüyorum on gecedir. Bu gece (az önce) V. bölümünü bitirdim. (85. sayfa) Bu gün, ilk elli sayfayı basımevine verdim. Bir an önce çıksın istiyorum. Hiç değilse bir tane yanımda bulunsun Berlin'e gelirken. (Sana bundan başka ne armağan getirebilirim.)
''Bir İntiharın İzinde'' müthiş bir kitap. Çok müthiş bir kitap. (Başka sözcük bulamıyorum.) Yıllar var ki böyle bir metin okumadım. (Tabii Türkçe metinlerden söz etmiyorum.) Bana gençik yıllarımda, Rimbaud'yu, Lautreamont'u, daha sonra Kafka'yı, Rilke'yi, Hölderlin'i keşfettiğim günleri yaşattı.
Çok ender yaşanılan kimi aşklar gibi. Öyle bir aşk yaşamışındır ki, bir daha artık böylesini yaşayamam dersin. Aşk sözcüğüne anlamını veren, bedeninin tüm hücrelerinde, sinirlerinin her atomunda duyduğun bir duygudur. Sonra bir gün, bir rastlantı, yeniden aynı heyecan, aynı coşku, aynı yoğunlukta yaşanan anlar.. İnanamazsın. Bir düşteyim sanırsın. Kitaplar da benim için böyledir.Eski aşklara dönemezsin, ama eski kitaplara dönebilirsin. (Kitapların ölmezliği burdan mı gelir.) Bu nedenle de, yıllar var ki; gene eski aşklarımı okuyorum. Dostoyevski'yi, Kafka'yı, Rimbaud'yu.. İlk kez, yıllar var ki ilk kez, bu güne değin okumadığım bir kitap, yeni bir kitap, daha kitap bile olmamış bir metin, bende böyle bir duygu yarattı.
Birkaç yıl önce, çocukluğumun soğuk geceleri için düşünüp de söyleyemediğim, dile getiremediğim buydu işte: o malzemenin öykülemeye değin, böylesi bir çığlığa dönüşmesi gerektiğini düşlemiştim. İçine sıçayım edebi türlerin. Romanın. Öykünün. Şiirin. İçine sıçayım. Bana yaşamın ucuna yapılan yolculuklar gerek. Bu yolculuğun türü olur mu.?
(...)
Üçünüzü de sevgiyle kucaklayan,
(Sayfa: 40-41)

10 Ekim 2018 Çarşamba

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Acıyı Bal Eyledik


«pir sultan ölür dirilir» 
*
bak şu bebelerin güzelliğine
kaşı destan
gözü destan
elleri kan içinde
*
kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni
*
damda birlikte yatmışız
öküzü hoşça tutmuşuz
koyun değil şu dağlarda
san kendimizi gütmüşüz
hor baktık mı karıncaya
kırdık mı kanadını serçenin
vurduk mu karacanın yavrulusunu
ya nasıl kıyarız insana
*
sen olmasan öldürmek ne
çürümek ne zindanlarda
özlem ne ayrılık ne
yokluk ne yoksulluk ne
ilenmek ne dilenmek ne
işsiz güçsüz dolanmak ne
gün gün ile barışmalı
kardeş kardeş duruşmalı
koklaşmalı söyleşmeli
korka korka yaşamak ne
*
kahrolasın demiyorum
kahrolma da
gör beni
*
kanadık toprak olduk
çekildik bayrak olduk
döküldük yaprak olduk
geldik bugüne
*
ekmeği bol eyledik
acıyı bal eyledik
sıratı yol eyledik
geldik bugüne
*
ekilir ekin geliriz
ezilir un geliriz
bir gider bin geliriz
beni vurmak kurtuluş mu
*
kör olsan demiyorum
kör olma da
gör beni..

Birhan Keskin - Taş Parçaları

Birhan Keskin - Kışın Bana Yaptıkları



*
seni bir boşluğa attım
gövdemi başka gövdeler bilmeyecek artık
boşluk sesi ol..
hoşluk sesi ol..
sonra dönüp üz beni.
*
yüzüm yüzünü terk edeli kıştı.
yeni yeni kıştı. kollarım kendi
bacaklarımı sarmıştı. fotoğrafta görünmeyen
ışıklar vardı. sandalyenin ucuna oturmuştum.
gözlerim bacaklarıma dolanan kollarıma,
sonra bacaklarıma , sonra daha uzağa, salondan
da uzağa ,
o yok yere bakıyordu.
*
seni bir boşluğa attım
gitmek üzereydim kalktım
boşluk sesi ol..
hoşluk sesi ol..
gözlerimdeki ay ışığı
gözlerinin körlüğü içindi.
*
II

hadi benim umarsızım
ben ölmek üzereyim
yorgunluğum da öyle
sabrımın son parçasını da yedim
az önce.
*
hadi benim suskunum
geçtiğim yılları yaktım ardımda
çocukluğumdan gelirken düştüğüm
o keskin virajdan
sürüklendiğim bu vakte dek
sıkıca tuttuğum
kırık dökük inançlarım bile
ölmek üzere.!
*
hadi benim kırgınım
kışın bana yaptıklarından,
yazın beni öldüren yıldızlarından sonra
yitirdiğim mevsimler değil,
vaktim yok,

baktığım yerleri yaktım
içime ağladığım suları da içtim
az önce..
*
III
*
seni şimdi bir yabancı gibi karşıma alıp
sanki senden bahsetmiyormuşum gibi yapıp
sanki benden bahsetmiyormuşum gibi
hatta bir aşktan bahsetmiyormuşum gibi
fırtınayı ve huzuru anlatacağım sana
*
yılları ve yolları , limanları ve fırtınayı
ve aşkın belki hiç adı geçmeyen kuzeyini
aşkın bu kuzeyden nasıl düşürüldüğünü,
artık sonsuza dek yitirdiğimizi
büyünün bitişini,
*
hiç gerekmeyen yıllarda huzur,
çok gereken yıllarda da fırtına
nasıl yaşanır onu anlatacağım.
*
seni bir yabancı gibi karşıma alıp
bunun dayanıklı bir şey olmadığını
sürekli kılınmadığını , çünkü aşkın
yapılan bir şey olmadığını,
başlangıçta bir melek konduğunu
sonunda bir kelebek öldüğünü,
yani kısacık sürdüğünü , oysa hayatın
bir korkular ve alışkanlıklar bütünü
olduğunu,
bütün bunları sana
nasıl anlatacağım.?
*
IV
kalbim
ölü mevsimler gibisin
bir şeyin görünmeyen iyi yanları gibi
ama bitti mevsim,
bir başka yolcu yok sana
fark etmez gibisin.
*
kalbim
demir masanın küfü , örtünün yırtığı
camın kırığı , patlayan freni hayatımın
kalbim , anla , bitti mevsim
bir başka yolcu yok sana.!

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...