25 Mart 2023 Cumartesi

Salvador Dali - Büyük Mastürbatör (Türkçesi: Gürhan Tümer)


''BÜYÜK MASTÜRBATÖR'' ÜZERİNE:

*
Sığınaklarımdan biridir kitaplıklar. Şöyle yazmıştım bir denememde yıllar önce:
(..) Bir kitaplığa girmeliyim, çok zengin bir kitaplığa; hiçbir işim olmamalı da, herkesin işinde gücünde olduğu bir iş gününde, dışarıdaki pırıl pırıl ilkbahar güneşine inat, kışın avluya lapa lapa kar yağarken, sonbaharda, kafamı ara sıra kaldırıp pencereden, incecikten ağlayan kurşuni gökyüzüne bakarak, kendi başıma, yalnızca kitaplarla baş başa, okumalıyım. Saatlerce, günlerce. İspanya'nın tarihini, eklembacaklıların gizini, Descartes'ın felsefesini, Jules Verne'in düşlerini okumalıyım.
''Tanrım, kitap dolu bir ev, çiçek dolu bir bahçe ver.!'' demiş Konfüçyüs. Ben de aynı şeyi istiyorum.
Bu, benim hiç vazgeçemediğim, sık sık aklıma gelen tatlı düşlerimden biridir.
Şükürler olsun ki, yalnızca düş olarak kalmamış, gerçek de olmuştur zaman zaman. Sokaklar, İzmir'in ya da Paris'in sokakları mutlu, delişmen bir ilkbahar güneşinin aydınlığıyla ya da hüzünlü bir sonbahar yağmuruyla yıkanırken, kendimi kütüphanelere kapattığım olmuştur. O saatleri en kazançlı saatlerim, o günleri en tadına doyulmaz günlerim saymışımdır hep.
Ve İzmir'in Alsancak semtindeki Fransız Kültür Merkezi'nin kitaplığı, o saatleri, o günleri en fazla yaşadığım kitaplıktır. Onun pek büyük olmayan, alçakgönüllü ama yeterince yeşil bahçesinden geçip mermer basamakları çıkmak, kapıdan girip sağa yönelmek ve kendimi kitapların arasında buluvermek güzeldir. (Sayfa: 5)
*
''..bir başka kitap buldum o kitaplıkta. Raflarda değildi. Dışarıda, kapının önüne konulmuş küçük bir masanın üzerindeydi. Öylece duruyordu ama, eğer gözyaşları olsaydı, mutlaka ağlardı. Çünkü, atılmıştı. Yeni yeni kitaplar gelince onlara yer açılması için, kimbilir kaç yılını verdiği kitaplıkta istenmez olmuştu. Çürüğe çıkarılmıştı, adı kayıt defterlerinden silinmişti. O küçük masanın üstündeki bu tür kitapları isteyen alabilirdi, bir daha geri vermemek üzere alıp gidebilirdi.
Ve onu alan ben oldum.
Bir süre durdu benim kitaplığımda, bekledi.
Sonra bir gece evimde, lambanın altında, o kitabı bu kitabı karıştırırken geçti elime;
SALVADOR DALİ
QUİ
yazıyordu kapağında..'' (Sayfa: 6)
*
''Resimlerimi yaparken, kendim de anlamıyorsam, bu, onların hiçbir anlamı yok demek değildir: tersine, anlamları, mantıksal sezgiyle kavranamayacak kadar derin, karmaşık, tutarlı, istem dışıdır.'' (Sayfa: 7)
*
''Nedenini pek iyi çözemediğim tuhaf, gizemli bir tutkudur bu benim için. O kadar ki, çok ünlü bir ozanın, çok ünlü bir şiirini, hiç bilinmeyen, kargacık burgacık, pek acemice bir resmine feda edebilirim.
Böyle örnekler epeyce vardır elimde. Biriktirmişimdir onları dosyalarda. Birkaç tanesini aktarayım sizlere: (..)
Sarkis Balyan da benzer bir örnek oluşturur. Beylerbeyi Sarayı'nın, Çırağan Sarayı'nın, Aksaray Valide Camii'nin, Gümüşsuyu Kışlası'nın ve İstanbul'daki daha pek çok yapının mimarı olan bu Ermeni mimarı, mimar olarak bilirdim. Ama onun da bir opera bestelediğini, bu operanın adının ''Kristof Kolomb'' olduğunu bir kaynakta okuyunca, yine çok sevindim, dünyalar benim oldu. ''Müzik ve Mimarlık'' başlıklı yazımda bu bilgiyi hemen kullandım.'' (Sayfa: 9-10)
*
''Onun on parmağında on marifet olduğunu biliyordum ama, doğrusu ya, şiir yazdığını şuncacık bilmiyordum. Oysa üç yüze yakın şiiri varmış Michelangelo Usta'nın. Çevirdim birkaç tanesini dilimize. İşte size iki örnek:


GECE KONUŞUYOR
*
Uyumayı seviyorum, bir taş olmayı daha da fazla
haksızlık ve utanmazlık var oldukça.
Hiçbir şey görmemek, hiçbir şey hissetmemek
büyük bir mutluluk benim için,
beni uyandırma sakın, yavaş konuş lütfen.'' (Sayfa: 10)
*
''Salvador Dali, çişli bir çocukmuş. Uzun süre yatağına işemiş. Hem de elinde olmadığından, tutamadığı için değil, hayır, o sıvının bacaklarının arasından akması hoşuna gittiği için. Henüz beş yaşındayken, çok şık üç bayanla kırlara gitmiş. Oralarda dolaşırlarken, kadınlar eteklerini kaldırıp çocuğun önünde fışır fışır işemişler. ''BÜYÜK MASTÜRBATÖR'' şiirindeki işeyen insanlar, büyük bir olasılıkla bu çocukluk anısından kalmadır.'' (Sayfa: 13-14)
*
''Kimi insanların, özellikle de bürokratların, yaşarken bile ölüler gibi pis koktuklarını söyleyen bu harika adam, bir gün de, ''İğrenme, en çok arzu edilen şeylere açılan kapının çok yakınında bulunan bir nöbetçidir.'' demişti.''
*
Gürhan Tümer, İzmir, 1996 (Sayfa: 16-17)

22 Mart 2023 Çarşamba

Thukydides - Peloponnesos Savaşları (Antik Yunanca Aslından Çeviren: Furkan Akderin)


Arka Kapak:

*
Herodotos “Tarihin Babası” ismiyle anılıyorsa Thukydides de “Tarih Biliminin Babası” olarak kabul edilmektedir.
*
Atinalılar ile Spartalılar arasındaki Peloponnesos Savaşları’nı çok ayrıntılı bir biçimde aktaran Thukydides, öncülerinden farklı olarak sadece belli bir konuya yoğunlaşması, kronolojiye önem vermesi, olayların neden-sonuç ilişkilerini ortaya koyması ve doğaüstü güçlere eserinde yer vermemesi sayesinde yepyeni bir tarih anlayışının kurucusu olmuştur.
*
“Atinalı Thukydides, Atinalılar ile Peloponnesoslular arasındaki savaşı anlatacak. Her şeyi başından itibaren anlatmasının nedeni, bu savaşın diğerlerinden çok daha önemli olduğuna inanmasıdır. Üstelik hem Atinalılar hem de Peloponnesoslular bu dönemde en parlak çağlarını yaşıyorlardı. Diğer kentler ise iki taraftan birisini destekliyordu. Bu savaş öyle bir savaş oldu ki hem Hellenler hem barbarların bir bölümü bundan etkilendi. Kısacası tüm dünyayı etkisi altına alan bir savaş oldu.”
*
''Thukydides, başta Herodotos olmak üzere kendisinden önce gelen tarihçilere göre tarih bilimine çok önemli yenilikler kazandırmıştır. Bu yenilikler arasında en önemlisi tarihsel monografyayı oluşturması yani belli bir konuyu seçerek sadece o konuyu anlatması kabul edilmektedir. Ayrıca kronolojiye önem vermesi, olayların neden sonuç ilişkilerini ortaya koyması ve doğa dışı güçlerin yaşama olan etkilerinden söz etmemesi de Thukydides'in tarih bilimine getirdiği yenilikler arasındadır.'' (Sayfa: 1)
*
Birinci Kitap:
*
''Troia Savaşı'ndan önce Hellas için bu isim kullanılmıyordu. Çünkü ülkenin bir birlik olduğunu gösterecek herhangi bir delil de bulunmamaktaydı. Deukalion'un oğlu Helle zamanında ilk defa Hellas isminin kullanıldığını sanmaktayım. Bu sırada ülkeye Pelasglar başka bir isim vermekteydiler. Daha sonraları Hellen ve oğulları Phtiotis ile birlikte yeni bir yönetim kurdular. Ardından da çeşitli kentlerden yardım istediler. İşte bu sırada Hellas adı kullanılmaya başlandı, ancak bu isim çok uzun bir süre boyunca kullanılmadı. Aslında bu anlattıklarımın doğruluğunu Homeros bize göstermektedir. Homeros destanlarında Akhilleus ve dostları için Hellen adı kullanılmasına karşın, onların tarafında savaşan diğer müttefikler Danaoslar, Argoslular veya Akhaialılar gibi isimler taşımaktadırlar. Hellenler'in karşılığı olan barbar kelimesi de sanırım bu dönemde kullanılmamaktaydı. Yani özetlemek gerekirse Troia Savaşı'ndan önce bu halklar bir arada hareket etmediklerinden ve yeterince güçlü olmadıklarından dolayı Hellen ismini kullanmamışlardır. Ayrıca birlikte bir eniz seferine çıkmaları da kendi aralarındaki bağları güçlendirmiştir.
Anlatılanlara bakılırsa denizlerde egemenlik kuran ilk kişi Minos'tu. (Girit'in efsanevi kralı) Hellen Denizi'nde egemenlik kurmuş, Kyklades Adaları'nın ele geçirmiş ve Karialı yerlileri kovarak buraya kendi oğullarını yerleştirmişti. Vergi toplamak amacıyla da korsanlığı yok etmeye çalıştığı da bilinmektedir.'' (Sayfa: 8 )
*
''Beden eğitimi çalışmaları için soyunup, vücutlarına yağ sürme geleneği de, Peloponnesoslular'dan çıkmıştır. Olimpiyat oyunlarında ilk zamanlar güreş müsabakalarında edep yerleri örtülürdü. Daha sonraları bu gelenek ortadan kalktı. Günümüzde barbarlar da boks müsabakalarında bir kuşak sererler. Eski Hellenler'in bugünkü barbarlar gibi bir yaşam sürdüklerini gösteren çok sayıda örneğimiz vardır.'' (Sayfa: 9-10)
*
''..Evet, Agamemnon'un güvendiği şey buydu. İnsanları isteyerek değil aba altından sopa göstererek bir araya toplamayı başarmıştı. Sefere çıkılırken en çok gemisi olan da Agamemnon'du. Hatta Homeros, onun Arkadialılar'a bile gemiler verdiğinden bahsetmektedir.'' (Sayfa: 11)
*
''..yiyecek sıkıntısı nedeniyle Hellenler sadece kendi ordugahlarını korumak amacıyla orada kalanlarla Troialılar'ın karşısına çıkmışlardı. Bu durum da savaşın süresinin uzamasına neden oluyordu. Aslında Troia kenti çok daha kısa bir süre içinde ele geçirilebilirdi. Ama yiyecek kıtlığı buna izin vermedi. Bu nedenden ötürü de çok da önemli bir sefer olmayan Troia Seferi sanki diğerlerinden çok daha önemliymiş gibi göründü ve haksız bir ün kazandı.'' (Sayfa: 12)
*
''Ionialılar'ın donanma kurmaları ise Pers Kralı Kyros (İ.Ö. 559-529) ve oğlu Kambyses zamanına denk gelmektedir. Bu sayede Pers egemenliği ile mücadele etmek niyetindeydiler. Kyros ile aynı zamanda yaşayan Samos tyranı Polykrates ise donanması sayesinde Rhenia'yı ele geçirdi. Bu arada Massilia kentini de kuran Phokaialılar Kartacalılar ile yaptıkları deniz savaşından zaferle ayrıldılar.'' (Sayfa: 13)
*
''Tyranların kovulmalarından önce Atinalılar ile Persler arasında Marathon Savaşı gerçekleşti. Barbar güçlerin Hellas'ı işgal etme girişimleri oldukça tehlikeli bir boyuta ulaşmıştı. Bu nedenle Lakedaimonialılar'ın da katılımlarıyla büyük ittifak kuruldu. Atinalılar tüm mallarını yanlarına alarak denize açıldılar ve adalara yerleştiler. Böylece kısa bir zaman içinde bir deniz devleti olup çıktılar. Ardından Hellas'taki kentler kendi aralarında bölünmeye başladılar. Bir kısmı Atinalılar'ın bir kısmı da Lakedaimonialılar'ın yanında yer alıyordu. Çünkü Atinalılar denizde, Lakedaimonialılar ise karada en güçlü kentlerdi. İlk zamanlar Lakedaimonialılar ile Atinalılar arasında bir ittifak vardı. Ancak daha sonraları araları açılmaya başladı. Diğer kentler de kendi aralarında bir sorun yaşadıklarında hemen yön değiştirerek diğerinin tarafına geçiyorlardı. Böylece Pers Savaşları ile Peloponnesos Savaşları arasındaki süre zaman zaman barış, zaman zaman da savaşlarla geçti.'' (Sayfa: 15)
*
''İnsanlar çoğu zaman araştırma yapmaksızın ilk gördükleri bilgileri doğru olarak kabul ediyorlar.
Bu nedenle anlattıklarımın doğru olduğu ortaya çıkacaktır. Şairlerin konuları ne kadar abarttıkları ve çeşitli tarihçilerin de gerçek dışı olayları sadece kulağa hoş görünmesi için değiştirdikleri bilinmektedir. Ancak benim anlattıklarım en eski bilgilerdir. Ayrıca son derece güvenilir yerlerden bu bilgileri toplamış olmam söylediklerimin doğruluğunu kanıtlamaktadır. Bir savaşa giren insanlar her zaman o savaşın en önemli savaş olduğunu düşünürler. Yine aynı şekilde savaş bittiğinde de eski savaşların ne kadar muhteşem olduğundan söz ederler. Fakat olayları anımsadığımızda Peloponnesos Savaşı'nın tarihteki en büyük savaş olduğu ortaya çıkacaktır.'' (Sayfa: 16)
*
''Daha önceki savaşların en önemlisi Pers Savaşları'ydı. Fakat karada ve denizde yapılan dört savaş sonucunda netice belli olmuştu. Fakat anlatacağım savaş en büyük etkiyi bıraktı. Daha önceleri bazı kentler barbarlar ve Hellenler tarafından ele geçirilmesine karşın bu kadar fazla zarar görmemişlerdi. Hiçbir zaman bu kadar fazla insan sürgün edilmedi ya da öldürülmedi. Eskiden inanılmakta güçlük çekilen felaketler artık kolayca onaylanabiliyordu. Ayrıca doğal felaketler de bunları izledi. O güne kadar hiç görülmedik şiddette depremler, güneş tutulmaları, kuraklıklar, kıtlıklar ve herkesi kırıp geçiren veba salgını da aynı zamanlarda yaşandı. Savaşla birlikte bütün bu felaketler Hellas'tan ellerini çekmediler. Atinalılar ve Peloponnesoslular arasında Otuz Yıl Barışı'nın bozulması savaşın başlangıcına işaret ediyordu. Gün olur da insanlar gelip bu savaşın nedenini merak ederler diye bunları anlatıyorum. Ancak hiç kimsenin itiraf etmediği asıl neden Atinalılar'ın aşırı derecede güçlenmeleri ve Spartalılar'ın da onlardan çekinmeleriydi.'' (Sayfa: 17)
*
Birinci Kitap:
*
''Atinalılar Korinthoslular'a şöyle yanıt verdiler: ''Anlaşmayı bozacak bir şey yapmadık. Sadece müttefikimiz olan Korkyralılar'ın yardımına geldik. Eğer başka bir yere gitmek istiyorsanız serbestsiniz. Ancak Korkyra'ya saldırmak niyetindeyseniz biz de onları korumak için elimizden geleni yaparız.
Atinalılar'ın yanıtını aldıktan sonra Korinthoslular ülkelerine geri dönmeye karar verdiler. Fakat Sybota adasında bir zafer anıtı diktiler. Diğer yandan çıkan rüzgâr gemi parçalarını ve ölüleri Korkyalılar'ın önüne kadar sürüklemişti. Onlar da bunları topladıktan sonra aynı yerde bir zafer anıtı diktiler. Her iki taraf da savaşı kendilerinin kazandığını iddia ediyordu. Çünkü Korinthoslular gemilerini toparlayabilmişlerdi. Ayrıca bin kadar esir almışlar ve düşmanın yetmiş gemisini batırmayı başarmışlardı. Korkyralılar da kazandıklarını düşünüyorlardı. Çünkü onlar da otuz gemi batırmışlar ve Korinthoslular gibi ölülerini toplama fırsatı bulmuşlardı. Ayrıca Atina'dan gelen yardımı gördüklerinde Korinthoslular geri çekilmişler ve yeniden savaşa girmemişlerdi. Bu nedenle Korkyralılar da zafer anıtı dikmişlerdi. Her iki taraf da savaşı kendilerinin kazandığını düşünüyorlardı.
Korinthoslular ülkelerine dönerken bir Korkyra kolonisi olan Anaktarion kentine saldırdılar. Burayı ele geçirdikten sonra adamlarını kente yerleştirdiler ve geri çekildiler. Ayrıca ellerinde bulunan sekiz yüz esiri sattılar. İki yüz ellisini ise hapishaneye koydular ve onlara çok iyi davrandılar. Çünkü bu insanlar Korkyra'nın en zenginleriydi. Savaştan sonra kentte kendilerinin taraftarı olan bir yönetim kurabileceklerini düşünüyorlardı. Ardından Atinalılar da ülkelerine geri döndüler. Evet, Atinalılar ve Korinthoslular arasındaki ilk savaş böyle gerçekleşmişti.'' (Sayfa: 29-30)
*
''Peloponnesoslular ve Korinthoslular Atinalılar'ın Potideia kentini kuşatmasından dolayı onları suçlarlarken Atinalılar da kendileriyle ittifak kurmuş olan bir kentin Peloponnesoslular ve Korinthoslular tarafından isyana teşvik edilmesinden rahatsızdılar. Öte yandan Peloponnessoslular bizzat gelip savaşmışlardı. Ancak tüm bunlara rağmen halen anlaşma bozulmamıştı. Çünkü bütün bunlar Korinthosluların başının altından çıkmıştı.'' (Sayfa: 34)
*
Korinthoslular'ın konuşmasından:
*
''Atinalılar'ın nasıl düşmanlar olduklarını bilmiyormuşsunuz gibi davranıyorsunuz. Atinalılar bir yenilikten çok hoşlanırlar. Hemen karar verip harekete geçerler. Siz ise bir konuda anlaşsanız bile harekete geçmekte yavaş kalırsınız. Atinalılar en büyük zorlukların içindeyken bile umutlu bir şekilde beklerler. Fakat siz kesin olan şeylerden bile kuşku duyarsınız. Zaten bir sıkıntı içine düştüğünüzde de kurtulamayacağınıza karar verirsiniz. Atinalılar bilmedikleri yerlerde dolaşmaktan hoşlanırlar. Sizlerin ise en çok sevdiğiniz şey evinizde oturmaktır. Bir kenti ele geçirdikleri zaman mümkün olduğunca toprak kazanmaya çalışırlar. Yolculuklarının amacı hep bir kazanç sağlamaktır. Ama siz evinizden çıktığınızda elinizdekini kaybetmemenin yeterli olduğunu düşünürsünüz. Onlar yenildikleri zaman ellerinden geldiğince az toprak kaybetmeye çalışırlar. Kentlerini savunmaları gerektiğinde kendilerini hiç düşünmezler. Planladıkları şeyi yapamadıklarında umutlarını kaybederler. Sanki evleri ellerinden alınmış gibi davranırlar. Savaşlarda ele geçirdikleri topraklar onlar için, planladıkları şeyin yanında değersizdir. Bir şeyi planlayıp da yapamadıkları zaman hemen yeni bir plan hazırlarlar. Başladıkları her işi tamamlayabilmek için sonsuz bir enerjiyle didinip dururlar. Bunun sonucunda da tehlikelere girmekten çekinmezler. Asla şimdiki zamandan keyif almazlar. Tek dertleri gelecekte neler kazanacaklarıdır. Bu nedenle de başladıkları işleri büyük bir istekle yerine getirirler. İş tamamlanmadıkça da oturup rahat etmezler. Kendileri rahat durmadıklarından dolayı başkalarını da rahat bırakmaları beklenemez.
Fakat Spartalılar böyle bir kente karşı bile beklemeyi tercih ediyorlar. Bir kent nasıl olur da haksızlığa uğramasına karşın savaşmayı düşünmez.'' (Sayfa: 36-37)
*
Atinalılar'ın Konuşmasından:
*
''Biz buraya müttefiklerimizle tartışmak için değil başka bir konu için gelmiştik. Ancak onların söylediklerini duyunca konuşmak istedik. Yine de söylediklerine cevap vermeyeceğiz. Çünkü bu konuda hakem olarak sizi kabul edemeyiz. İstediğimiz, sizin acele bir şekilde karar vererek sonradan pişman olacağınız bir karar almanızın önüne geçmek.'' (Sayfa: 37-38)
*
''Sizler de Peloponnesos'ta bulunan kentler üzerinde dilediğiniz gibi egemenlik sürmektesiniz. Fakat bizim başımıza gelenlerin aynısı sizin başınıza gelseydi onlara karşı, ya baskıcı bir yönetim kuracaktınız ya da ister istemez kendinizi tehlike içinde görecektiniz. Bu nedenle biz de, kendimize verilen gücü kullanmaya devam ettik. Yaptıklarımızı ne haksızlıktır, ne de çok önemli bir şeydir. Tarih boyunca güçlülerin, kendilerinden güçsüzleri yönetmeleri söz konusu olmuştur. Bunu yapan ilk kent biz değiliz. Çıkarlarınız olduğu sürece siz de aynı mantıkla hareket ettiniz ve kendinizde göre bazı adalet ilkeleri belirlediniz..'' (Sayfa: 39)
''Sanırız insanlar adaletsizlikten çok, güce baş vurulmasına daha çok kızıyorlar. İnsanlar kendileriyle eşit olanlar tarafından adaletsizliğe kızıyorlar ama, kendilerinden güçlüler tarafından zor kullanılmasına bir şey demiyorlar.'' (..) ''Savaş öncesinde rastlantıların payı büyüktür. Savaşa girildiğinde ise şans bir anda taraf değiştirir. İşte o zaman da akıl yürütmek zorunda kalırsınız. Biz böyle yanlış hareketlerde bulunmadığımızdan dolayı sizlere barışı ve yeminlerinizi bozmamanızı tavsiye ediyoruz. Aramızdaki sorunları dostça çözmeye çalışalım. Eğer bunu yapmazsanız, bize verdiğiniz örnekte olduğu gibi, bizler de kendimizi savunmak zorunda kalacağız.'' (Sayfa: 40)
*
''..Spartalılar durumu kendi aralarında görüşmek için tüm elçilerin dışarı çıkmasını istediler. Ardından çok akıllı ve ihtiyatlı bir adam olarak bilinen kral Arkhidamos konuşmaya başladı ve şunları söyledi. (..) (Sayfa: 40)
*
''Kentler ve insanlar arasındaki sorunlar çözülebilir. Fakat birilerinin çıkarları nedeniyle hesapsızca savaşa girersek bu işi istediğimiz gibi sonuçlandırmamız zor olacaktır.'' (Sayfa: 42)
*
''..asıl anlatmam gereken şeyin dışına çıktım. Ancak bu durumun nedeni, benden önce tarih üzerine yazanların, Pers Savaşları'ndan önceki ve sonraki döneme ait hiçbir şey anlatmamalarıdır. Hellanikos bunlardan biraz söz etmiştir. Ancak o da konuları yanlış bir şekilde anlatmıştır. Ayrıca kronolojik bakımdan da hatalar yapmıştır.''
*
DİPNOT: Hellanikos: İ.Ö. 480-400 yılları arasında yaşamış olan Mytileneli tarihçi. Sözü edilen eseri Attika Tarihi'nden sadece fragmanlar günümüze ulaşmıştır. (Sayfa: 48 )
*
''..''Unutmayalım ki en büyük tehlikeler zamanında, en büyük zaferler kazanılır. Pers savaşları sırasında şu anki durumumuza göre çok daha kısıtlı imkânları olan atalarımız zekaları sayesinde onları yenmişler ve ülkemizin büyümesine neden olmuşlardı. Biz de onlar gibi davranalım. Düşmanlarımızı yenerek gelecek nesillere şimdikinden çok daha güçlü bir devlet miras bırakalım.''
Perikles'in konuşması böyleydi. Atinalılar önerilerini mantıklı bularak kabul ettiler. Perikles'in yanıt olarak, söylenmesi gerektiğini ifade ettiği şeyleri, aynı şekilde Spartalı elçilere belirtildi.'' (Sayfa: 69)
*
İkinci Kitap:


''Artık Atinalılar'ın ve Spartalılar'ın müttefikleriyle birlikte girdikleri savaşı anlatmaya başlıyorum. Zaman zaman her iki kent haberciler aracılığıyla görüşmelerde bulundular. Ancak, savaş başladıktan sonra ilişkiler iyice gerildi. Şimdi bende olayları yıllık olarak ve her yılı da yaz ve kış olmak üzere ikiye bölerek anlatacağım.
Euboia'nın ele geçirilmesinden sonra yapılan Otuz Yıl Barışı on dört sene yürürlükte kaldı. On beşinci senede yani Khryseis'in Argos rahibeliğindeki kırk sekizinci senesinde ve Aeneias'ın Sparta'da ephoros, Pythodoros'un da Atina'da arkhon olduğu, Potideia olayından altı ay sonra ve ilkbahar başında Thebaililer, Boiotia Atina sınırından içeri girerek Atinalılar'ın müttefiki olan Plataialılar'a saldırdılar.''
*
DİPNOT: Savaş İ.Ö. 431 yılında başlamıştır. (Sayfa: 71)
*
Perikles'in savaşta kaybedilenlere yapılan cenaze töreni konuşmasından:
*
''Olanların, insanların akıllarında kalmasının bir hayli zor olduğu bu dönemde konuşma yapmak çok zor. Bilgili ve iyi insanlar, konuşan kişiyi, istediklerini tam anlamıyla ifade etmediği için suçlayabilirler. Bilgisiz olan dinleyiciler ise, her an konuşan kişiyi kıskanabilirler. Bir insan başka bir insanın övülmesine , sadece, o kişinin yaptığı şeyleri, kendisi de yapabileceğine inanıyorsa katılır.'' (Sayfa: 86)
*
''Bugün burada gömülenlerin çocukları, on altı yaşına kadar, yasalarımıza bağlı kalınarak devlet tarafından besleneceklerdir. Çünkü böyle bir savaşta kaybettiklerimizin çocuklarının geleceğini düşünmek, kentimize yakışan bir görevdir.'' (Sayfa: 91)
*
Veba Salgını:
*
''..hekimler de ne olduğunu anlamıyorlardı. Öte yandan hastalarla ilgilenen hekimlerin birçoğu da bu hastalığa yakalanmıştı. Bilim, bu konuda insanlara yardımcı olmuyordu. (..)
..hastalık ilk olarak Mısır'ın yukarı kesiminde bulunan Aitiophia'da ortaya çıkmıştı. Daha sonra yayılarak Mısır, Libya ve kralın ülkesine geçmişti. Sonra da Atina'da ve Pire'de görülmeye başlandı. Hastalığın Atina'dan önce Pire'de görülmesi Pelopnnesoslular'ın kuyulara zehir attıkları söylentisinin çıkmasına neden oldu.'' (Sayfa: 92)
*
''Bu öylesine bir hastalıktı ki bugüne kadar hiç görülmediği şekilde insanları etkilemişti. Hastalığın şiddeti ve etkileri hakkında bir örnek daha vereceğim. Ölen insanların yakınlarına gelen kuşlar onlara dokunuyorlardı. Zaten dokunan hayvanlar da kısa süre içinde ölüyorlardı. Böylece etraftaki ölülerin yakınlarında hiçbir hayvan kalmamıştı. Bu durumun en iyi örneği de, insanlara sokulgan bir hayvan olan köpeklerde gözlemlenmekteydi.'' (Sayfa: 93)
*
''Hastalığın yaygınlaşması kentte başka bazı sorunların da ortaya çıkmasına neden oldu. Örneğin, kısa bir süre için, ölen zenginlerin mallarından yararlanan bazı fakirlerin zenginleştikleri görüldü. Zenginleşen insanlar da, başka zevklerin ve kazanç kapılarının peşinden gitmeye başladılar. İnsanlar artık ahlaklı bir yaşam sürmek istemiyorlardı. Çünkü, ne kadar süreyle yaşayacakları belli değildi. Böylece, insanların hoşlarına gidecek her şeye ulaşma yolları, faydalı bir şey olarak görülmeye başlandı. Artık insanlar, tanrılardan da korkmaz olmuşlardı. Çünkü dindar olanlar da olmayanlar da salgından nasibini almışlardı. Suç işleyenlerin, yaptıklarının hesabını verecekleri kadar uzun bir süre hayatta kalamayacaklarına inanılıyordu. İnsanlar yargı kararlarını önemsemeksizin, sadece içinde bulundukları anın tadını çıkarmaya çalışıyorlardı.'' (Sayfa: 94)
*
Üçüncü Kitap:
*
''Klaenetos söz aldı. Klaenetos ölüm cezası verilmesi yönünde baskı kuranlardandı. Halk da en çok onun sözlerini dinlemişti. Şunları söyledi:
*
''Demokrasiyle yönetilen kentlerin başka kentleri yönetmesinin ne kadar zor olduğunu bugün bir kez daha görüyoruz. Çünkü kararınızın değiştiğini görüyorum. Günlük yaşamınızda yalan dolanla veya zorla bir iş yapmıyorsunuz. Aynı şeyi dış politikada da uygulamak istiyorsunuz. Düşmanlarımızın güzel bir şeyler söyleyerek sizlerin düşüncelerini değiştirmeye çalışmaları, sizin de tehlikeli olmayacağını düşünerek bunları onaylamanız iyi bir şey değildir. Eğer Atinalılar'ın diğer kentleri tiranca bir yönetimle değil de isteyerek yönettiklerini düşünüyorsanız, bunun sizin gücünüzden kaynaklandığını unutmayın. Bana kalırsa yapılacak en kötü şey fikir değiştirmektir. Çünkü yanlış, yasalar olsa bile, daha iyidir. Bir yerdeki insanların bilgisizlikleri konusunda diretmeleri, fikir değiştiren bilgililerden çok daha iyidir. Ortalama bir akla sahip olanlardan oluşan yönetim biçimi, çok akıllılardan oluşan yönetim biçiminden daha iyidir. Öte yandan diğerlerinden daha akıllı olan insanlar her şeyin tartışılmasını isterler. Böylece kendilerinin ne kadar akıllı olduklarını gösterme olanağı bulurlar. Ama böyle bir durum devletin sonunu hazırlar. Fakat ortalama bir akla sahip olan insanlar bilgilerini ön plana çıkarmazlar. Bu insanlar yasaların kendi akıllarından daha üstün olduğuna inanırlar. İyi konuşan bir konuşmacıyı eleştirmediklerinden, aldıkları kararlar da daha olumlu olur. Biz de bu şekilde davranmalıyız..'' (Sayfa: 136-137)
*
''Çünkü insanlar kendilerini övenleri daha çok küçümserler.
Kendilerine karşı zor kullananlara ise saygı gösterirler.'' (Sayfa: 138)
*
''..Eukrates'in oğlu Diodotos söz aldı. Diodotos Mytileneliler'e ölüm cezası verilmesinin karşısındaydı. Şunları belirtti: (..)
*
''En tehlikeli olanlar ise güzel konuşma yeteneğinizi eleştirenlerdir. İnsanlar sizi aptallıkla suçlarsa bir sorun yoktur. Çünkü o zaman, zaten aptal olduğunuzdan dolayı, herkesten daha az suçlusunuzdur. Fakat insanlar sizi rüşvet almakla suçlarsa o zaman işiniz zordur. Çünkü başarılı olsanız bile insanlar sizden şüphelenirler. Fakat başarısız olduğunuzda, hem beceriksizlik ve hem de rüşvet yemekle suçlanırsınız. Devletlerin de durumu aynıdır.'' (Sayfa: 140)
*
''Hellas'ın yasalarında, bir insan yalvardığında onu öldürmek yasaktır.'' (Sayfa: 148)
*
''İlkbahar aylarında Etna yine püskürdü. Lavlar Katanialılar'ın topraklarına kadar geldi. Katanialılar Sicilya'daki en yüksek dağ olan Etna'nın eteklerinde yaşarlar. Bir önceki püskürmenin elli sene evvel olduğu anlatılır. Hellenler Sicilya'ya yerleştiklerinden bu yana dağ üç defa püskürmüştür. Kış aylarında yaşanan olaylar bu şekildeydi. Böylece Thukydides'in anlattığı savaşın altıncı yılı tamamlanmış oldu.'' (Sayfa: 174)
*
Dördüncü Kitap:
*
''Rhegion ve Messina arasında bir boğaz vardır ve burada iki kara parçası birbirine oldukça yaklaşır. Aynı zamanda Odysseus'un geçtiği Kharybdis de burasıdır. Geçidin dar olması aynı zamanda Thyrrhen ve Sicilya denizlerinin taşmasına ve tehlike yaratmasına neden olur.'' (Sayfa: 184)
*
''..hiç kimse Peloponnesoslular'ın açlık ya da benzeri bir sıkıntı halinde teslim olacağını düşünmüyordu. Herkes onların savaşarak ölmelerini bekliyordu. İnsanlar ölenlerin daha cesur olduklarını düşünüyorlardı. Hatta bir Atinalı, esirlere şöyle bir soru sordu: ''Ölenler cesur muydular.?'' Esir de şöyle bir yanıt verdi: ''Bir ok, gerçekten de cesurları ve korkakları ayırt edebilseydi çok değerli olurdu.'' Esir adam bu sözleriyle Atinalılar'ın attıkları okların tesadüfen hedeflerine ulaştığını belirtmek istiyordu.'' (Sayfa: 191)
*
''..Köprüye yakın olan surlar, o zamanlar köprüye bitişik değildi. Fazla sayıda nöbetçi olmadığından Brasidas kolayca köprüyü ele geçirdi. Hem ihanet hem de hava koşulları köprünün beklenmedik derecede kısa bir süre içinde düşman eline geçmesine neden olmuştu.
Kette ise karmaşa artmıştı. Bir yandan köprünün ele geçirilmesi, bir yandan sur arkasına saklananlar bir yandan da dışarıda gezerken yakalananlar durumu iyiden iyiye karıştırmıştı. Öte yandan Amphipolisliler arasında da bir güvensizlik vardı. Kimileri Brasidas'ın başka bir kenti ele geçirmek için buraya geldiğini ve askerlerine yağmayı yasakladığını belirtiyorlardı. Fakat Brasidas bir ordugah kurdu ve yakınlardaki köylere saldırdı. Fakat kent içinden bir karşılık gelmeyince kuşatmaya girişmedi. İçeride Atina yanlısı daha fazla sayıda insan olduğundan dolayı kapılar kendisine açılmamıştı. Atina yanlıları ise strategoslar Eukles'in de kabul etmesiyle civardaki diğer strategoslara haber gönderdiler. Kendisine haber gelen strategos kitabımızın yazarı Oloros'un oğlu Thukydides'tir.'' (Sayfa: 217)
*
''Skioneliler Brasidas'ın konuşmasından çok etkilendiler. Eskiden Atinalılar'ın yanından ayrılma fikrine karşı gelenler bile artık düşüncelerini değiştirmişlerdi. Diğer yandan Brasidas'a Yunanistan'ın kurtarıcısı olarak altın bir taç hediye edildi. Sanki zafer kazanmış bir sporcu gibiydi. Brasidas kentte küçük bir birlik bıraktı ve yeniden denize açıldı. Skione'den sonra Menda ve Potidaia'yı da ele geçirmek istiyordu. Bu nedenle Atinalılar'ın yardımı gelmeden evvel harekete geçmesi gerekiyordu. Elbette ki her zaman olduğu gibi çeşitli kentlerden Peloponnesos yanlısı insanlarla gizli anlaşmalar yapmıştı.'' (Sayfa: 226)
*
Beşinci Kitap:
*
''Yaz aylarında Pythia oyunları sırasında barış anlaşmasının süresi doldu. Atinalılar Deloslular'ı kovduklarında ise anlaşma halen geçerliliğini sürdürüyordu. Deloslular'ın kovulmalarının nedeni daha evvelden bahsettiğimiz mezarların arıtılması konusunda Deloslular'ın kovulmasının gerekliliğine inanmalarıydı. Deloslular kovulduktan sonra Pharnakes tarafından kendilerine verilen Atromyttion kentine yerleştiler.'' (Sayfa: 233)
*
DİPNOT: Pythia Oyunları: Delphoi'de düzenlenen Pythia oyunları dört yılda bir yapılırdı ve Hellas'ın en önemli oyunları arasında yer almaktaydı.
*
''On yıl süren savaşın ardından Sparta'da Pleistolas ephorosken, Atina'da Alkaios arkhonken anlaşmayı kabul edenler imzaları attılar. Korinthoslular ve bazı Peloponnesos kentleri anlaşmadan memnun değillerdi. Kısa bir süre sonraysa Spartalılar ve müttefikleri arasında başka bir anlaşmazlık başladı. Ardından Spartalılar'ın bazı anlaşma maddelerine uymuyor olmaları Atinalılar'ı rahatsız etmeye başladı. Fakat yine de altı sene ve on ay boyunca her iki taraf da diğerinin ülkesine herhangi bir askeri seferde bulunmadı. Ancak kendi kentlerinin dışında muğlak anlaşma maddelerinden yararlanarak birbirlerini rahatsız etmeye devam ettiler. En sonunda her iki taraf da anlaşmayı bozdular ve düşmanlık kaldığı yerden devam etmeye başladı.
Atinalı Thukyidides olayları yaz ve kış mevsimlerine bölerek Spartalılar'ın Atina uzun surlarını ele geçirmesine kadar anlatmıştır. Savaş toplam yirmi yedi sene sürmüştür. Aradaki barış dönemini ise savaşla beraber hesaplamak yanlış olacaktır.'' (Sayfa: 245-246)
*
ATİMİA CEZASI: Yüz kızartıcı suçlar sonrasında vatandaşlık haklarının bir bölümünün kaybedilmesi. (Sayfa: 250)
*
Atinalılar ve Meloslular'ın konuşmasından:
*
''..her iki taraf birbirine eşitse adalet olur.'' (Sayfa: 275)
*
Altıncı Kitap:
*
''..Atina halkı kendi sırlarına saygısızlık yapan insanları cezalandırmak için yanıp tutuşuyordu. Yapılanların tiranlık ve oligarşi isteğiyle gerçekleştirildiğine inanıyorlardı. Her geçen gün önlemler daha da sıkılaştırıldı. Suçlu olduğuna inanılan insanlara karşı sert bir tavır uygulanıyordu. Bu sırada tutuklananlardan birisi arkadaşlarının sözüne inanarak bazı şeyler söyledi. Bunların doğruluğundan emin değilim. Bu dakikadan sonra hiç kimse aslında bir kişiye yönelik bir suçlama getirmedi. Tutuklanan insanlara sürekli olarak, kendisinin suçlu olduğunu itiraf etmesi yönünde baskı yapılmaktaydı. Böylece, üzerlerindeki baskıdan daha kolay bir şekilde kurtulabilirlerdi. Konuşan adam birkaç arkadaşıyla beraber bu işi yaptığını söyledi. İnsanlar bu haberden çok mutlu oldular. Artık demokrasiye karşı suç işleyenler ortaya çıkarılmıştı. Tutuklu adam ve kendisinin suçlamadıkları hemen serbest bırakıldı. İspiyonladığı insanlar ise yargılanarak öldürüldüler. Bu insanların cezalandırılmaları adil bir şey miydi.? Bilemiyorum. Ama sonuçta insanların içleri huzurla doldu.'' (Sayfa: 306-307)
*
Alkibiades'in konuşmasından:
*
''En büyük düşmanlarımız bize zarar veren düşmanlar değil, dostlarımızı elimizden alanlardır. (..) Gerçek anlamda vatanseverce davranış elinizden haksızlıkla alınan yeri korumak değil, o ülkeyi, elinizdeki tüm fırsatları kullanarak, yeniden korumaya çalışmaktır.'' (Sayfa: 321)
*
Yedinci Kitap:
*
''..Demosthenes yola çıktıktan sonra gelen Thrakyalılar geri gönderildi. Kendilerine Diitrephes eşlik edecekti. Euripos Boğazı'ndan geçerlerken mümkün olduğunca Atina düşmanına zarar vermesi emrini aldı. Tanagra topraklarının bir kısmını yağmaladıktan sonra Euboia ve Khalkis'e girdi. Euripos'u aştı ve Boiotia'daki Mykalessos'a saldırdı. Geceleyin kentin on altı stadion dışındaki Hermes Tapınağı yakınlarında bir ordugah kurdu. Sabaha karşı bu pek de önemli olmayan kenti ele geçirdi. Kentte yaşayanlar düşmanın hızla gelmesinden dolayı çaresizliğe kapılmışlardı. Surların bir kısmı ilk saldırıya dayanamadı. Diğer kısımlar da zaten yeterince yüksek sayılmazdı. Halk son derece rahat bir yaşam sürüyordu. Düşmanları geldiğinde kapılar açıktı. Thrakyalılar kente girdiler ve önlerine gelen her türlü canlıyı öldürdüler. Yaşlı, genç ya da hayvan ayırmıyorlardı. Zaten bu barbar insanlar korkacakları bir şey olmadığında her türlü saldırganlığı yaparlar. Açıkçası burada savaşın en büyük katliamlarından birisi gerçekleşti. Bölgenin en büyük okulu buradaydı. Thrakyalılar çocukları da öldürdüler. Tarihte hiçbir zaman bir kent böylesine beklenmedik bir saldırıya maruz kalmamıştı.'' (Sayfa: 339)
*
''Askerlere her şeyi hazırlamaları söylendi. Tam yola çıkılacağı sırada bir güneş tutulması yaşandı. Askerler bundan çok korktular ve hareket edilmemesini istediler. Nikias kehanetlere çok önem verirdi ve böylesine olaylardan çok korkardı. Bu nedenle tutulmanın ardından üç defa dokuz gün geçmeden yola çıkılmayacağını söyledi. Bu nedenle Atinalılar Sicilya'da kalmaya devam ettiler.'' (Sayfa: 349)
*
Sekizinci Kitap:
*
''Atinalılar'ın Sicilya'da aldıkları yenilgi Hellas'ta büyük bir sevince yol açtı. Tarafsız kalan kentler bile bundan sonra tarafsız kalmaya devam etmemeleri fikrindeydiler. Kentler, Atinalılar Sicilya'da zafer kazansalardı, sıranın kendilerine geleceğine inanıyorlardı. Zaten bundan sonra savaşın çok da uzun sürmesi beklenmemekteydi.'' (Sayfa: 367)
*
''Tissaphernes Alkibiades'in etkisiyle Spartalılar'a, kendilerinden denizcilik konusunda daha tecrübeli insanlar olan Atinalı tayfalara bile üç obolos ödendiğini söyledi. Aslında Atinalılar'ın böyle yapmalarının nedeni fakir olmaları değil, tayfaların çok para kazandıkça büyük sorunlar yaratmalarıydı. Bu nedenle tayfaların her zaman alacaklı kalmalarını sağlayarak gemilerden kaçmamaları için çaba harcıyorlardı.'' (Sayfa: 386)
*
''Peisandros ve yanındakiler Atina'ya geldiler. Son hazırlıkları tamamladılar. Halkı toplantıya çağırıp on kişiden oluşan bir meclis oluşturmalarını istediler. Bu meclis en iyi anayasayı yapıp, halkın onayına sunacaktı. Anayasa hazırlandıktan sonra Kolonos'ta bir araya geldiler. Kolonos Poseidon'a adanmıştır ve kentin on stadion dışında yer almaktadır. Peisandros'un elçileri dileyen kişinin istediği gibi konuşmasını, ancak, yasalara aykırı bir şeyler söyleyenlerin de ağır bir şekilde cezalandırılmasını istediler. Ardından memuriyetler, cezaların kaldırılması ve başkan seçimleri gibi konularda öneriler geldi. Buna göre beş başkan, yüz vatandaşı, yüz vatandaşın her biri de üçer kişi seçecekler ve böylece dört yüz kişiden oluşan bir meclis oluşacaktı. Dört yüzler meclisi kenti dilediği gibi yönetecekti ve ihtiyaç olduğunda beş bin kişiyi toplantı için davet edeceklerdi.
Peisandros'un hazırladığı bu öneri demokrasinin karşıtıydı. Fakat öneriyi asıl hazırlayan kişi Antiphon'du. Zamanının en iyi konuşan ve erdemli insanlarından biriydi. Ancak meclislerde konuşmayı pek sevmezdi. Halk, konuşmalarındaki becerisinden dolayı ondan kuşkulanırdı, fakat mahkemelerde insanlara büyük yararı dokunurdu.'' (Sayfa: 395)
*
''Aslında söylenen şeylerin tümü de halkı kandırmak içindi. Niyetleri bir demokrasiden doğmuş olan oligarşiyi ortadan kaldırmaktı. Hiç kimse eşit olmak istemiyordu. Herkesin aklındaki şey, diğerlerinden ön plana çıkabilmekti. Demokratik rejimlerde, insanlar seçilen kimsenin, kendilerini aşağıladığını düşünmezler. Bu nedenle de yönetenlere daha fazla tahammül edilir.'' (Sayfa: 405-406)
*
''Atinalılar çok büyük bir üzüntü içinde olmalarına karşın yine de yirmi iki gemi hazırladılar ve Pynks'te bir toplantı düzenlediler. Toplantıda dört yüzler iktidarının sob-na erdirilmesine ve beş binlerin yönetime geçmesine karar verildi. Bundan böyle hiçbir memuriyet için para alınmayacaktı. Para isteyenler de cezalandırılacaklardı. Aynı zamanda nomothetesler seçilmesi kararlaştırıldı. Benim yaşadığım zaman dilimi içinde Atina'nın gördüğü en iyi yönetim şekli buydu. Bu kez demokrasi ve oligarşiyi bilgece bir araya getirmeyi başardılar.''
*
NOMOTHETES: Beş yüz bir kişiden oluşan yasa koyuculara verilen isim. (Sayfa: 410)

20 Mart 2023 Pazartesi

Doris Lessing - Siyah Madonna (İngilizceden Çeviren: Aslı Biçen)


Arka Kapak:

*

Sunday Times'ın ''Parlak, tahrik edici, en iyi, keskin, etkileyici, tartışmalı, olgun ve her zaman içten'' dediği Doris Lessing çağımızın en önemli yazarlarından..
Yapıtlarında ''aşk, nefret, şiddet'' gibi temaları ''öfkeli'' bir üslupla işleyen yazarın kendini farklılaştıran özelliklerinden biri de batı kültürüne mesafeli yaklaşması.. Afrika'nın büyüsünün tadına varmak, ''o ağır samimi dansı'' seyretmek için ''ilerlemeci/misyoner'' yaklaşımından vazgeçmek gerektiğini savunması..
Siyah Madonna'daki öyküler ise ''bu çok eski, ağır, samimi dans''tan çekilmiş çarpıcı fotoğraflardan oluşuyor. Afrika aşkının, kıskançlığının, büyüsünün.. fotoğrafları.


Siyah Madonna:
*
''Yüzbaşının tam karşısında siyah bir kız resmi vardı. Genç ve tombuldu. Desenli, mavi bir elbisesi vardı ve yumuşak ve çıplak omuzları giysiden dışarı çıkmıştı. Sırtında kırmızı bir kumaşla bağlanmış bir bebek taşıyordu. Yüzü Yüzbaşıya dönüktü ve gülümsüyordu.
''Bu Nadya'' dedi Yüzbaşı. ''Nadya..'' diye inledi yüksek sesle. Siyah çocuğa baktı ve gözlerini kapadı. Gözlerini açtı, anne ve çocuğu hâlâ oradaydılar. Michele büyük bir dikkatle siyah kız ve çocuğunun başlarının çevresine sarı halkalar çiziyordu.
''Tanrı aşkına'' dedi Yüzbaşı, ''Bunu yapamazsın''
''Neden.?''
''Siyah Madonna olmaz'' (Sayfa: 17)
*
Ivır Zıvır Kutusu:
*
"..nasıl katlandın.? Senin farkında bile olmayan insanlara seneler senesi şefkat hazineni akıtmaya nasıl dayandın.?" (Sayfa: 27)
*
Yaşlı Şef Mshlanga:
*
''Beyaz çocuklar bir araya geldikleri ender durumlarda, oradan geçen bir yerliyi soytarı durumuna düşürmek için ona selam verip eğlenebilirler; köpekleri üzerine salıp onun kaçışını izleyebilirler; küçük siyah bir çocukla bir köpek yavrusuyla oynar gibi oynayabilirlerdi; oysa bir köpeğe suçluluk duymadan taş ve sopa atamazlardı.'' (..)
''..kahkahanın öyle bir türü vardır ki, korkunun ta kendisidir, kendinden korkar.'' (Sayfa: 52)
*
''Eğer insan bir milletin köpek gibi ayağına kapanmasını istemiyorsa, o zaman ''Ben ne yapabilirim ki, ben de bir kurbanım'' diyerek ucuz bir duygu patlamasının getirdiği bir gülücükle, geçmişi yok sayamaz.'' (Sayfa: 60)
*
Platoda Gündoğumu:
*
''Yapamayacağı hiçbir şey yoktu, hiçbir şey.! Orada dururken, bir çocuğun, ''sonsuzluk'' kelimesini duyup anlamaya çalışması ve zamanın, aklını ele geçirmesi gibi, önünde kocaman ve muhteşem bir yaşam olduğunu hissetti, kendisinin olan bir şeye ve başına kan hücum ederken, yüksek sesle: ''Bu dünyadaki bütün büyük adamlar bir zamanlar benim, şimdi olduğum gibiydiler ve benim olamayacağım, yapamayacağım hiçbir şey yok; istersem, kendi parçam kılamayacağım hiçbir ülke yok. Bütün dünyayı kapsıyorum. Ondan, istediğim şeyi yaparım. Eğer istersem meydana gelecek her şeyi değiştirebilirim, bu bana bağlı ve şu anda yapmayı istediğim şeye'' diye bağırdı.
Kendi sesinin söylediği şeylerin kesinliği, doğruluğu ve cesareti onu o kadar pohpohladı ki, avazı çıktığı kadar bağırarak tekrar şarkı söylemeye başladı, sesi boğazda yankılandı. Yankıyı duymak için durdu ve tekrar şarkı söyledi: Durdu ve bağırdı. Bu oydu.! İsterse şarkı söyleyebilirdi; dünya ona cevap vermek zorundaydı.'' (Sayfa: 68)
*
Büyüler Satılık Değil:
*
''Arada bir, Teddy'yle aynı zamanda doğmuş olan küçük bir zenci çocuk, çalılığın kenarından, mucizevi sarı saçları ve Kuzeylilere has mavi gözleri olan küçük beyaz çocuğa saygıyla karışık bir korkuyla bakardı. İki küçük çocuk birbirlerine kocaman, meraklı gözlerle bakarlardı. Bir keresinde Teddy, siyah çocuğun yanaklarına ve saçlarına dokunmak için merakla elini uzatmıştı.
Onları seyretmekte olan Gideon, hayretle başını salladı ve ''Ah hanımefendi, bunların ikisi de çocuk ve büyüyünce biri efendi olacak, diğeriyse uşak'' dedi; Bayan Farquar gülümsedi ve üzüntüyle ''Evet Gideon, ben de bunu düşünüyordum'' dedi. İç geçirdi. ''Tanrı böyle istiyor'' dedi misyonerler tarafından yetiştirilen Gideon. Farquarlar çok dindar insanlardı ve Tanrı'ya karşı duydukları bu ortak hisler, uşağı ve efendilerini birbirlerine daha da bağlamıştı.'' (Sayfa: 74)
*
''Çalılık sırlarla doludur. Siyah adamın mirası olan yaprağın, toprağın ve mevsimin ve belki de en önemlisi, insan aklındaki karanlık patikaların asırlık bilgeliğini öğrenmeden, Afrika'da ya da en azından platoda hiç kimse yaşayamazdı.'' (Sayfa: 77)

Friedrich Engels - Maymunun İnsanlaşma Sürecince Emeğin Rolü (Türkçesi: Murat Şenoğuz)


Arka Kapak:

*
Önce emek sonra emekle elele veren dil, maymun beynini tedricen insan beyni haline getiren iki etkendir. O insan beyni ki, esas olarak maymun beyni olduğu halde bu iki etkenin etkisi ile maymun beynine göre çok büyümüş ve çok daha karmaşık fonksiyonları yerine getirir hale gelmiştir. Beynin gelişmesi ile onun en yakın silahları olan sinirlerde ona paralel olarak gelişmiştir. Konuşmanın adım adım gelişmesi nasıl konuşma için gereken işitme organlarının gelişmesi ile paralel gitmişse, beynin gelişmesi de genellikle bütün organların gelişmesi ile beraber yürümüştür.
*
Friedrich Engels Kimdir.?
*
''Hegel'in felsefesi zihin ve düşüncelerin gelişmesinden bahsediyordu, yani idealistti. Zihin gelişmesinden doğanın, insanın, insani ve toplumsal ilişkilerin gelişmesine varıyordu. Hegel'in ebedi gelişim fikrini (Marx ve Engels'in düşünsel gelişimlerinde büyük Alman Filozoflarına, özellikle Hegel'e çok şey borçlu olduklarını sık sık belirtmişlerdir. Engels, ''Alman felsefesi olmasaydı bilimsel sosyalizm hiçbir zaman doğmazdı'' demişti.) kabul ettikleri halde, Marx ve Engels düşüncelerin şeylerden önce varolduğunu iddia eden idealist görüşü reddediyorlardı.
Onlar, yaşantıya dönerek evrenin zihinsel açıklamasına doğadan ve maddeden varılması gerektiğini gördüler. Hegel ve diğer Hegelcilerin tersine Marx ve Engels materyalist idiler.'' (Sayfa: 12)
*
''Engels proletaryanın sadece acı çeken bir sınıf olmadığını, aslında proletaryayı önüne geçilmez şekilde ileri iten ve eksiksiz bir kurtuluş için savaşmaya zorlayanın, bu sınıfın içinde bulunduğu utanç verici ekonomik durumun olduğunu söyleyen ilk kimseydi. Savaşan proletarya kendi kendine hizmet edecektir. Emekçi sınıfın siyasi hareketi, işçileri kaçınılmaz bir şekilde tek kurtuluşun sosyalizmde olduğunu anlamaya yöneltecektir. Öte yandan, sosyalizm emekçi sınıfın, siyasi mücadelesinin amacı olduğu zaman bir güç haline gelecektir.'' (Sayfa: 14)
*
''Engels, İngiltere'ye gelene kadar, sosyalist değildi. Manchester'de, İngiliz işçi hareketinde aktif olan kimselerle ilişki kurdu. Ve İngiliz sosyalist yayın organları için yazmaya başladı. 1844'de Almanya'ya dönerken Paris'te daha önce mektuplaşmaya başladığı Marx ile karşılaştı. Farnsız sosyalistlerin ve Fransız yaşantısının etkisi altında Marx da sosyalist olmuştu. Burada ikisi Kutsal Aile ya da Eleştirisel Eleştirinin Eleştirisi adlı kitabı kaleme aldılar. İngiltere'de işçi sınıfının durumundan bir yıl önce çıkan, büyük bir kısmı Marx tarafından yazılan bu kitap, esas görüşlerini yukarıda açıklamış olduğumuz ihtilalci materyalist sosyalizmin temelini içerir.
''Kutsal Aile'' filozof Bauer kardeşlere ve müridlerine verdikleri alaycı lakaptır. Bu baylar bütün pratik eylemlerden ve çevreyi ve çevrede meydana gelen olayları eleştirisel olarak ele alan ve bütün gerçeğin, partilerin ve siyasetin üstünde yer alan bir eleştiriyi vaaz ediyorlardı. Bu baylar, Bauer'ler, proletaryayı eleştiri yeteneğinden yoksun olan bir yığın olarak küçük görüyorlardı. Marx ve Engels bu güç ve zararlı eğilime şiddetle karşı çıktılar.'' (Sayfa: 15)
*
MAYMUNUN İNSANLAŞMA SÜRECİNDE EMEĞİN ROLÜ
*
Ekonomistler, ''Emek, her türlü zenginliğin kaynağıdır'' diyor. Gerçekten, emeğin zenginlik haline çevirdiği materyali (ilk maddeleri) veren doğa ile beraber iş, her türlü zenginliğin kaynağıdır. Fakat, emek bundan da çok daha büyük bir şeydir. O, insanlığın iki temel koşuludur ve bu nitelik, bize, insanı yaratan emektir, dedirtecek ölçüdedir. Yerküre tarihinin jeologlarca üçüncü devir denilen devrimin, henüz tamamıyla kesin olarak tayin edilemeyen bir çağın da ve tahminen o devrin sonuna doğru, yani bundan birçok yüzbinlerce yıl önce, sıcak bir yerde, büyük bir olasılıkla şimdiki halde Hint Okyanusunun aşağılarında bulunan geniş bir kıtada, insan benzeri maymunların olağanüstü yüksek bir derecede gelişmiş bir türü yaşıyordu.
Bu atalarımızın yaşamları hakkında en geniş bilgileri Darwin vermiştir: Tepeden tırnağa kadar kıllı idiler, sakalları ve sivri kulakları vardı, sürü halinde ağaçlar üstünde yaşarlardı. Elleri ayaklarına, ayakları ellerine benzerdi.
Bunların (bu insanlara benzeyen maymunların), yaşam biçimlerinin gereği ellerinin ayaklarından farklı bir görev gördüren ve periyodik olarak yapmak zorunda oldukları hareketlerinin (tırmanma, dallar üzerinde yürümenin) ilk sonuçları, yerde yürürken yavaş yavaş ellerini kullanmaları oldu. Dik yürüyüşü benimsemeye başladılar. Bununla maymunluktan insanlığa geçmek için kesin bir adım atılmıştı.
Şimdi de yaşamakta olan insan benzeri maymunlar (goril, şempanze..) ayakları üstünde dik durabilirler ama şöyle böyle ve zorlukla durabilirler. Onların doğal yürüyüşleri yarım dik vaizyetindedir ve ellerin kullanılmasını gerektirir. Bu maymunların büyük çoğunluğu yumruk şeklinde kapanmış olan ellerinin arasından havaya kaldırdıkları ayaklarının indirilip kaldırılması ile, tıpkı koltuk değneği ile yürüyen bir topal gibi hareket ederler. Genellikle maymunlarda, şimdi bile, dört ayakları, iki ayak üzerinde yürüyüşe geçişin bütün basamaklarını görebiliriz. Fakat maymun türlerinin hiçbirinde iki ayakla yürüyüş normal bir yürüme şekli olamamıştır. (Sayfa: 21-22)
*
ELLERİN SERBEST KALMASI:
*
''..insana en çok bezeyen maymunun gelişmemiş elleri ile, yüz binlerce yılın işi sayesinde gelişmiş olan insan eli arasındaki mesafenin ne kadar büyük olduğu meydana çıkar. Her iki elde (insan ve maymun elinde) kemiklerin ve kasların sayısı ve genel düzenlenişi aynıdır; buna rağmen en ilkel bir vahşinin eli bile hiçbir maymuna nasip olmayan yüzlerce iş yapar. Hiçbir maymun eli, hiçbir zaman, en kaba bir taş bıçak dahi yapamamıştır.
Bu nedenle, atalarımızın, birçok bin yıl süren, maymunluktan insanlığa geçiş devresinde ellerini yavaş yavaş alıştırdıkları eylemler, başlangıçta çok basit olabilirdi. En aşağı vahşiler, hatta insan haline dönmekte oldukları tahmin edilen ve bedenen gelişmeye başlayan vahşiler bile bu hayvanlardan daha yüksektirler. İlk çakmak taşının, insan eli ile bıçak haline gelmesi için herhalde, öyle uzun bir devir geçmiştir ki, bildiğimiz tarihi çağ ona oranla sözle ifade edilemez derecede küçük kalır. Fakat kesin adım atılmıştır ve el serbest kalmıştır.'' (Sayfa: 24)
*
''..''el'' yalnız emeğin aleti değil, aynı zamanda emeğin ürünüdür de. Yalnız emek sayesinde, hep yeni hareket biçimlerine uyum sağlayarak, bu suretle kasların, sinirlerin ve uzun bir zaman içinde, hatta kemiklerin kazandıkları gelişme sayesinde ve böylece kalıtımla geçen gelişmelerin gittikçe daha da artan özellikleri, hareketlere uygulanması sayesinde, sadece bunların sayesinde, insan eli, sanki bir sihir kuvveti varmış gibi Rafael'in tablolarını, Torvaldsen'in heykellerini, Paganini'nin müziğini hayata getirebilecek yükseklikteki gelişme seviyesine çıkmıştır.
Fakat el, kendi başına yaşayan bir şey değil, ancak bütünün, olağanüstü gelişmiş bir organizmanın organlarından biridir. Elin gelişmesine yarayan her şey, aynı zamanda elin hizmet ettiği bütün bedenin de gelişmesine yaradı ve bu yararlılık iki taraf için karşılıklıydı.'' (Sayfa: 24-25)
*
ORGANLARIN KARŞILIKLI ETKİLEŞİMİ:
*
''Atalarımız olan maymunlar, yukarıda söylediğimiz biçimde, sosyal hayvanlardı; hayvanların en sosyali olan insanın kökeninin, sosyal olmayan yakın atalardan alınmayacağı büsbütün aşikardır. Emek ve emeğin gelişmesi ile başlayan doğaya hakimiyet, her yeni adımı ile insanın çevresi hakkındaki görüşünü genişletmiştir. İnsan devamlı olarak doğada yeni özellikler, o zamana kadar bilinmeyen özellikler keşfetmiştir.'' (Sayfa: 28)
*
DİLİN GELİŞME SÜRECİ:
*
''Beynin gelişmesi ile, onun en yakın silahları olan sinirler de, ona paralel gelişmiştir. Konuşmanın adım adım gelişmesi nasıl ki, konuşma için gereken işitme organlarının gelişmesi ile paralel gitmişse, beynin gelişmesi de genellikle bütün organların gelişmesi ile beraber yürümüştür.'' (Sayfa: 31)
*
''Mezopotamya'da, Yunanistan'da, Anadolu'da ve başka yerlerde, ekin yeri açmak için ormanları kökünden söken insanların, bu suretle, bu ülkeleri rutubetin birikme ve korunma merkezlerinden mahrum bırakarak, onların bugünkü boşluğuna (ve çoraklığına) sebep oldukları rüyalarına bile girmemişti. Alp Dağlarında yaşayan İtalyanlar, dağların kuzey yamacındaki çamlıkları -güney yamaçlarda büyük bir gayretle korunmasına rağmen- kökünü kestiklerinin farkına bile varmamışlardı. Onlar, bu hareketleriyle aynı zamanda dağ kaynaklarını, yağmurlarda çılgın sellerin vadiyi basacağının da farkında değillerdi. Avrupa'da patates ziraatini önerenler, aynı zamanda bu unlu yumrularda tüberküloz hastalığını da önerdiklerini bilmiyorlardı. Böylece her adımda ister istemez fark ediyoruz ki, biz doğa üzerinde, bir istilacının yabancı bir ulus üzerindeki egemenliği gibi, doğanın dışında bulunuyormuşçasına hüküm süremeyiz.
Tam tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle doğaya aitiz ve onun içinde bulunuyoruz. Bütün egemenliğimiz, diğer varlıklardan farklı olarak doğa yasalarını anlama ve doğru uygulayabilmemizden ibarettir.'' (Sayfa: 41-42)

28 Şubat 2023 Salı

Anaïs Nin - Dört Odalı Kalp, İçsel Kentler 3 (Çeviren: Püren Özgören)


Arka Kapak:

*
Anaïs Nin’den Dört Odalı Kalp, bir gitarın tellerinin melodisinden yaratıyor hikâyesini ve derinlerden değil sığ hayattan korkanları anlatıyor.
*
“Nin okurlarını, yaptıklarının ve çilelerinin önemini damıtacakları bir duyarlılık ve tefekkür akışına dahil etmeyi istiyor.”
*
New York Times
*
''Bir insanın bir başkasında uyandırdığı hayranlığın, büyülenmenin nedeni, kaynağı, tanışma ânında kişiliğinden yaydığı bir şey değil, tüm varlığının, benliğinin bir hulasasıdır; işte karşısındaki kişinin merakını, hayranlığını ve bağlılığını kıskıvrak yakalamasını sağlayan o güçlü uyuşturucu budur.
Hiçbir çekim ânı yoktur ki geçmişe uzanan derin kökleri bulunmasın; hiçbir çekim ânı çıplak, çorak toprakta yetişmez; bu rasgele bir güzellik çarpması değil, büyük kederlerin, inkişafların ve çabaların, emeklerin yol açtığı bir kazadır.
Aşk, o yüce uyuşturucu, bütün benliklerin tomurcuklarının patladığı, dolu dolu çiçeklendiği sera..
aşk, yüce uyuşturucu, bir simyacının şişesindeki en saptanamaz, en izi bulunamaz maddeleri bile görünür hale getiren kimyasal sıvı
aşk, o yüce uyuşturucu, bütün gizli benlikleri gün ışığına çıkaran kışkırtıcı
parmak izlerini bile görebilen, saptayabilen medyum..
ciğerlere fizikötesi röntgenler için yanardöner ışınlar pompaladı
gözlerin astarına yeni coğrafyalar işledi
sözcükleri yelkenlerle, kulakları kadife suskunluklarla donattı ve az sonra balkon onların gölgelerini de suya düşürdü, düşürdü ki öpücükleri sürekliliğin kutsal sularında vaftiz edilebilsin.'' (Sayfa: 8-9)
*
''Neden bir mavnaya evlerdeki süslerin tıpatıp aynısını taşırlar.? Bunlar, bu insanlar ırmak için, yolculuklar için yaratılmamış. Bunlar alışkanlıkları, âşinalıkları seviyorlar, topraktaki yaşamlarını devam ettirmek istiyorlar..'' (Sayfa: 9)
*
''Eğer aşka bir oyun olarak bakar, oyun niyetine seversen her şeyini kaybedersin; tıpkı yuvasını, karısını yitiren ve şimdi kaybetme korkusuyla, yalnız kalma korkusuyla bana sımsıkı yapışan babam gibi.'' (Sayfa: 10)
*
''(Âşıkları Ali Baba korur.! Onlara haydut şansı verir, suçluluk duygularını yok eder çünkü aşk kimilerinin içini tıka basa doldurur, onları bütün yasaları aşacak biçimde genişletir; artık pişmanlıklara, tereddütlere, korkaklıklara vakit de yoktur, yer de. Aşk özgürce, yorulmaksızın koşarken, diğerlerini -sevgili olmayan ama bu aşk genleşmesinin kurbanı olabilecek kişileri- yanıklardan korumak için bin türlü hilebazlık, tatlı kandırmacalar üretilir.. Bu hilelere karşı nazik, hoşgörülü olun, Robin Hood'a ya da diğer çocuk oyunlarına gösterdiğiniz yumuşaklığı, sabrı gösterin çünkü Anahita, ay tanrıçası nasılsa sonradan yargılayacak, ceza dağıtacaktır, Polis Bey. O yüzden onun emirlerini bekleyin zira size babamın nasıl büyük bir keyifle saydam ve bencil, sevecen ve yalancı, mesafeli ve iflah olmaz biri olduğunu söyleseydim, kesinlikle anlamazdınız, eminim. Kendisine aktarılan bütün aşkı tüketir, bitirir o.'' (Sayfa: 10)
*
''Ben bir denizkızı olmalıyım, Rango. Derinliklerden korkmuyorum ama kof, sığ bir yaşamdan ödüm patlıyor. Oysa sen, zavallı sevgilim, sen bir dağlısın, su senin bir parçan değil. Mutlu olamayacaksın.'' (..)
''..''Dünyanın dışındayız. Bütün tehlikeler dışarıda, dünyada.''
Bütün tehlikeler.. Onlar da bütün âşıklar gibi, aşkta tehlikenin dışarıdan, dünyadan geldiğine inanıyor, aşkın ölüm tohumunun kendi içlerinde yattığından hiç kuşkulanmıyorlardı.'' (..)
''..ayakların öyle hızlı, öyle çevik ki seni bir çift kanat gibi alıp götürüyorlar; kimbilir nereye ama hızla, büyük bir hızla benden uzağa.'' (Sayfa: 14)
*
''İşte şimdi tam anlamıyla doygun, hoşnuttular; bütün âşıkların düşlediği o ıssız adaya, içinde birlikte sil baştan bir dünya yaratacakları hücreye, kozaya ulaşmışlardı.
Karanlıkta birbirlerine pek çok benliklerini verdiler, bir tek en yenileri, sonuncuları atlamış, tanışmalarından önceki yılların öyküsünü dışarıda bırakmışlardı çünkü o tehlikeli yöreden uyuşmazlıklar, kuşkular, kıskançlıklar fışkırabilirdi. Karanlıkta, birbirlerine daha önceki özlerini aktarmaya çalıştılar - daha masum, henüz ellenmemiş, el konmamış olanları.
Bu, her âşığın sevdiği kişiyle dönmek istediği cennetti; o ilk, bâkir benliğini sırf sevdiğine sunabilmek için yeniden yakalamayı arzuladığı cennet.'' (Sayfa: 22-23)
*
''..toprağın ahı tutmuş, yeryüzünün bağırsaklarından yükselen beddualar insanları lanetlemiş gibi.'' (Sayfa: 25)
*
''..ne zaman Odysseia'yı okusam içim dağ adamının denize, kar adamının sıcak iklimlere, esmer, gergin Kızılderili'nin ılık Yunan ışığına rehavetine duyduğu hayranlıkla, büyülenmeyle dolar. İşte beni sana çeken de bu; çünkü sen tropikal iklimsin, içinde güneş var.. O yumuşaklık, o berraklık var..'' (Sayfa: 26)
*
''Kent, fiziksel zindeliği yok eder. Hava ve mekân yetersiz, sınırlıdır. Ciğerler büzüşür. Kan sulanır. İştah kesik ve yozdur.'' (Sayfa: 28)
*
''Zamana karşı bu itaati, insanlar arasında birliğe, uyuma ne kadar seyrek ulaşıldığını ayrımsamasını sağlıyordu. Çok net, çok acıtıcı bir şekilde görüyordu ki gece yarısı iki kişinin yüreğinde çok ender olarak aynı anda vuruyor, gece yarısı iki eşzamanlı arzuyu nadiren uyandırıyordu.. Bu ibredeki en küçük bir oynama, sapma, en küçük bir farklılık, ayrılığın, uyumsuzluğun göstergesi, insanların birbirine karışıp erimesinin olanaksızlığının kanıtıydı.'' (Sayfa: 31)
*
''Aşk hiçbir zaman doğal nedenlerle ölmez. Ölür çünkü biz onun kaynağını beslemeyi bilmeyiz; körlük ve hatalar ve ihanetler yüzünden ölür. Hastalıklardan, aldığı yaralardan ölür; bıkkınlıktan, bakımsızlıktan, susuzluktan, donukluktan ölür ama asla doğal nedenlerle değil. Her âşık, kendi aşkının katili olarak mahkemeye çıkarılabilir. Bir şey seni incittiği, üzdüğü zaman, hemen onu bertaraf etmeye, değiştirmeye koşuyorum; kendimi senin yerine koymaya, senin gibi hissetmeye koşuyorum, sense sabırsız bir el hareketiyle sırtını dönüyor, 'anlamıyorum' diyorsun.'' (Sayfa: 34)
*
''..sırf seni hoşnut etmek için görüşlerinden cayan birine saygı duyamazsın. Buna ikiyüzlülük denir.'' (Sayfa: 35)
*
''..gözleri açık, öylece yattı: Erkeğin, şiddetinin yankılarıyla, güveninin her gün yeni baştan inşa edilmesi gerektiğinin keşfiyle sarsılmış halde; ruhun bu tür hastalıklarının aşkla ya da kendini adamakla sağaltılamayacağını, iblisin köklerde yattığını, hastalığın belirgin, apaçık belirtilerini gidermeye, tedavi etmeye soyunanların ise bitimsiz, sonuçsuz bir işe kalkıştıklarını, başarı umudu olmayan bir görev üstlendiklerini kavramış olarak.'' (Sayfa: 39)
*
''Aşklarının rahminde bir çocuk, tek bir çocuk can bulmadı ama tutulmayan sözler, hiçbir zaman gerçekleşmeyen dilekler, yitirilen bir nesne, nereye konduğu anımsanmayan, henüz okunmamış bir kitap orayı tıka basa doldurdu, ıskartaya çıkarılan eşyalarla dolu bir tavan arasında dönüştürdü.''
*
''Her gün kadına fantezilerden oluşmuş yepyeni bir örümcek ağı veriyor, bundan bir yelken yapmasını, sonra da o yelkeni açıp mavnalarını görkemli, muhteşem bir limana götürmesini istiyordu.'' (Sayfa: 40)
*
''(Aşkın uyuşturma gücü bir kaçış değil çünkü onun kıvrımlarında boy atmamış, güdük kalmış hayaller, büyüklük, yücelik düşleri yatıyor; bunlar yalnızca erkeklerle kadınlar birbirini derinden döllediği zaman serpilir, gelişir. Aynı yatakta yatan ve hayatlarının özünü paylaşan bir erkekle kadından her zaman, mutlaka bir şey doğar. Tutku, ihtiras toprağında daima bir tohum barınır ve bu tohum er geç yeşerir. Arzunun tüten buharları, bir erkeğin doğduğu rahimdir; okşayışların sarhoşluğunda sık sık tarih yaratılır.. Ve bilim ve felsefe.. Çünkü bir kadın dikerken, pişirirken, kucaklarken, örterken, ısıtırken, bir yandan da onu alan erkeğin bir erkekten çok daha fazlası olacağını, hayallerindeki mitolojik figür, kahraman, kâşif, yapıcı/kurucu olacağını düşler.. Hiçbir erkek bir kadının içine (eğer istemsiz bir fahişe değilse) bedelini ödemeden giremez çünkü erkekle kadının tohumlarının karıştığı, birleştiği yerde, kan damlalarının takas edildiği o noktada gerçekleşen değişimler, durmaksızın akan, taşkın kalıtım ırmaklarından farksızdır.'' (Sayfa: 43)
*
''..''Aşka inancını niye yitirdin Rango.? Hiç ihanete uğramamışsın ki.''
''Benden önce bir başkasını sevmiş olmanı kabullenemiyorum.''
Djuna sustu; geçmişe duyulan bu kıskançlığın temelsiz olduğunu düşünüyordu; ona kalırsa, en yoğun sahiplenmeler ve sevişmeler bile bir kez yüreğin tavan arasına kaldırıldı mı, artık yeniden can bulma ve şu ânın aydınlattığı odalara dönme gücünü bütünüyle yitiriyorlardı.'' (..) ''Milyonlarca hücre, aşkın derinlere gömülü çekirdeğini, geçmiş aşkların yeniden dirilebilecek ruhlarından, hortlaksı saldırılarından korur.
Geçmişi en iyi kovalayan, def eden şey, canlı bir bugündür.'' (Sayfa: 46)
*
''(..İki sevişme hiçbir zaman birbirine benzemez. Her âşık kollarında yeni bir vücut tutar, ta ki onu kendi özüyle doldurana dek; özler asla birbirinin aynısı değildir; hiçbir lezzet bir kez daha tekrarlanamaz..)'' (Sayfa: 47)
*
''Bir yüreği kazanmak, bir çocuğu tatmin etmek, mükemmel bir hayat yaratmak katbekat güçken erkeğin ülkeler fethetmeye kalkışması. İnsanlar arasındaki boşluğu, uzaklığı aşmak, üstesinden gelmek bunca zorken, erkeğin icat etme, keşfetme, uzayı dolaşma dürtüsü.. Tek bir insanı anlamak dünyanın en çetin işiyken, insan kişiliğinin derinliklerinin o geniş yüzeyinin henüz yarısı keşfedilişken, erkeğin felsefe sistemlerini düzenleme hırsı..'' (Sayfa: 51)
*
''Dinde taraf tutabilirsin, tarihte taraf tutabilirsin, hem yanında birileri olur, yalnız değilsindir. Ama aşkı, aşk afyonunun tarafını tuttuğun zaman tek başınasın. Çünkü doktorlar haya görmeyi hastalık belirtisi sayar; tarihçiler ona kaçış, düşünürler ise uyuşturucu der ve sevgilin bile seninle birlikte o tehlikeli yolculuğa çıkmaz. Aşk hayalini bu okşayışlar, sevişmeler mavnasının direğine as.. Ateşten bir bayrak.. Bir bandıra gibi.'' (Sayfa: 55)
*
''..kırılgan yüreklerin oluşturacağı yeni hasadın daha verimli, daha bol olabilmesi için senin yüreğinin çok daha sık kırılması, parçalanması gerekli.. Çünkü sanatçı, din adamı gibidir; dünya malına sırt çevrilmesinden, acının, dertlerin kabulünden muhteşemin, olağanüstünün doğacağına inanır - ermişlik ya da sanat. (..)
Tercihini geçmişin belirledi, Djuna: acıyı azaltabileceğini gösterdin, bu yüzden de şenliklere davet edilmiyorsun.
Geçmiş rollerin dönüşü olmayan bir biçimde genişledi, yayıldı; filmi geriye sarmak artık mümkün değil. Geçmiş şefkatlerinin, geçmiş feragatlerinin çok fazla tanığı var; karakterindeki herhangi bir değişiklik onları dehşete düşürür.'' (Sayfa: 60)
*
''Rango evde yaşanan tatsız sahnelerden Djuna'ya kaçıyordu; bir sığınmacı gibi. Başını, kollarını olanca ağırlığıyla kadının dizlerine bırakırdı; Djuna o gün yorgun, bitkin olsa bile, zaten haddinden fazlasını sırtlanmış bir erkeğin yükünü arttırma korkusuyla, bunu ona hissettirmezdi. Kendi ihtiyaçlarını, zayıflıklarını, kusurlarını, kendi korkularını ve dertlerini gizliyordu. Hepsini saklıyordu erkekten. Bunun sonucunda, erkeğin zihninde tükenmez enerjisi, sonsuz kudretiyle her engeli aşabilecek bir Djuna imgesi oluşuyordu. Bu imgedeki en küçük bir leke, onu tutulmamış bir söz kadar sinirlendiriyordu. Kadının gücüne ihtiyacı vardı.
Öte yandan, Zora'yı zayıflığı yüzünden seviyor olması, onun yetersizliklerine, bir kapıyı bile açamayacak kadar beceriksiz, bir pul alıp bir mektubu postalamaktan ya da bir arkadaşıyla tek başına buluşmaktan bile aciz oluşuna engin bir hoşgörü göstermesi, burada derin bir eşitsizlik, müthiş bir haksızlık hisseden Djuna'yı incitiyordu. Zora'nın aşırı çocuksuluğu, Djuna'nın Rango'yla ilişkisindeki bütün doğallığı çalıyor, gasp ediyordu. Bu durum iki kadını iki karşıt kutba yerleştirmekteydi; iki hasım gibi değil, iki karşıt uç gibi: yapıcılığa karşı yıkıcılık, güce karşı zayıflık, vermeye karşı almak.'' (Sayfa: 82-83)
*
''..insanlar yanlış itkilerin harekete geçirdiği bir rolü oynadıkları, sahici, köklü bir gereksinim değil de korkunun, duruma uyum sağlama telaşının biçimlendirdiği dürtülere uydukları zaman, ortaya şöyle bir görüntü çıkar: Zorlama, sırıtan bir roldür bu; kişinin hakiki doğasıyla hiç uyuşmamakta, bu da katlanılmaz bir gerginlik yaratmaktadır.'' (Sayfa: 86)
*
''..oyuncu, sahnede yarattığı yanılsama nedeniyle alkış alırken, yaşamda bir yanılsama yaratmaya, göz boyamaya çalışan kişi, hiçbir saygı görmez.'' (Sayfa: 87)
*
''(Gizlediğimiz benliklerin, başkalarına düşen gölgelerine âşık oluruz..''..) (Sayfa: 93)
*
''..''Daha önce yıkım seni çekiyordu, öyle değil mi.?''
''Evet,'' dedi erkek, ''ama tam değil. Gençken memlekette en hoşuma giden şey sağlık, fiziksel enerji ve zindelikti. Ancak daha sonra burada, Paris'te şairler bana hayata değer vermemeyi öğrettiler.. Dengesizliğin, hırçınlığın daha romantik, başkaldırının ve sıradan bir yaşamla yetinmektense ölmenin daha soylu olduğunu.. bunlar bana artık cazip gelmiyor. Yaşamak istiyorum. O, gerçek ben değilmişim demek..''..'' (Sayfa: 102)
*
''Bugün dünya köksüz; başlarını toprağa gömmüş ağaçlarla dolu bir orman gibi.. Kökler havada deli gibi çırpınıyor, hızla kuruyor. Tek çare, iki kişilik bir dünyayla yeniden başlamak; iki sayısında kusursuzluk umudu var, bu umut giderek herkese, her şeye yayılabilir.. Ama işe temelden başlanmalı, erkekle kadının ilişkisinden.'' (Sayfa: 107)
*
''Aşk, iki kişilik bir deliliktir; aşk, insanların birliğe ulaştığı kristaldir.'' (Sayfa: 110)
*
''Düşlenen şey yapılmış demektir. (..) Tek aşkın acılarından kaçıp pek çok aşka kucak açma hayalini, o gizli düşü gerçekleştirmeyi göze alabilmek.'' (Sayfa: 115)
*
''Senin verdiklerini alan biri, herhangi bir erkek, en büyük değişimleri başarırdı.. Her erkek.. Ben hariç.'' (Sayfa: 122)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...