21 Temmuz 2022 Perşembe

Mircea Eliade - Şamanizm (Çeviren: İsmet Birkan)


Arka Kapak:

*
Eliade'nin ana savı, kutsalın her belirişinin tüm kutsalı dile getirdiğidir. Ona göre en ilkel ve en yalın kutsal görüngüde bile kutsallık üstüne her şey söylenmiştir. Kutsalın kendini bir taşta ya da bir ağaçta dışa vurması, bir tanrıda dışa vurmasından ne daha az gizemli ne de daha az ilgiye değerdir. Gerçekliğin kutsallaşma süreci hep aynıdır; yalnızca bu kutsallaşımın insan bilincinde aldığı biçim değişir.
*
Önsöz:
*
''..kutsalın kendini bir ''taşta'' ya da bir ''ağaçta'' dışa vurması, bir ''tanrıda'' dışa vurmasından ne daha az gizemli, ne de daha az ilgiye değerdir.'' (..) ''Kutsalın diyalektiği bütün dönüşümlere açıktır; hiçbir ''biçim'' bozulma veya çürümeden bağışık, hiçbir ''tarih'' kesin ve donmuş değildir. Bir topluluk -bilinçlice ya da bilmeden- birçok dinleri yaşayabildiği gibi, bir birey de, en ''yüce''lerinden en kabalarına ve en sapkınlarına dek pek çok sayıda dinsel yaşamı tanıyabilir.'' (Sayfa: 15)
*
BİRİNCİ BAŞLIK
*
GENEL KAVRAMLAR - DEVŞİRİLME YÖNTEMLERİ - ŞAMANLIK VE MİSTİK ÇAĞRILMA
*
''Asya'nın ortalarını ve kuzeyini kaplayan bütün bu geniş alan içinde toplumun sihirsel /dinsel yaşamı hep şamanın çevresinde döner. Bu elbette onun, kutsal olanla elleşen tek kişi olduğu ve dinsel etkinliğin bütünüyle onun tekelinde bulunduğu anlamına gelmez.'' (Sayfa: 24)
*
''..şamanlık = esrime tekniği.
Şamanlık ilk Avrupalı gezginlerce Orta ve Kuzey Asya'nın çeşitli ülkelerinde bu niteliğiyle tanıklanmış ve betimlenmiştir. Daha sonra benzer sihirsel / dinsel olgular Kuzey Amerika'da, Endonezya'da, Okyanusya'da ve başka yerlerde de gözlenmiştir.'' (Sayfa: 25)
*
''..şaman, ruhunun bedeninden ayrılarak göğe tırmanmaya ya da yeraltına inmeye giriştiğini varsayan özel bir esrimenin uzmanıdır.'' (Sayfa: 26)
*
''.. Sibirya ve Orta Asya şamanizminin bir üstünlüğü vardır: Dünyanın geri kalan yerlerinde dağınık ve yayınık olarak rastlanan öğelerin -yani ''ruhlarla'' özel ilişkilerin; sihirli uçuşa, Göğe çıkışa, yeraltına inişe, ateşe egemenliğe olanak veren esrime yeteneklerinin, vb.- bu bölgede, kendine özgü teknikler devreye sokan özel bir ideoloji içinde bütünleşmiş biçimde yer aldığı bir ''yapı'' olarak kendini göstermesi..'' (Sayfa: 27)
*
''Şamanizm Orta ve Kuzey Asya'nın dinsel yaşamına egemen olsa da bu geniş bölgenin dini değildir. Bazı kimseleri kuzey insanlarının ve Türk-Tatar halklarının dinlerini şamanizm saymaya götüren şey, gevşeklik ve kafa karışıklığı olmuştur. Herhangi bir din, ayrıcalıklı üyelerinden birkaçının mistik deneyimlerini geniş olarak aştığı gibi, Orta ve Kuzey Asya dinleri de şamanizmin her yanından rahat rahat taşarlar.'' (Sayfa: 28)
*
''Dünyanın hangi bucağında ve tarihin hangi çağında olursa olsun, tamamen ''arı'' ve ''toprağının ürünü'' bir dinsel olgu bulma şansımız yoktur.'' (Sayfa: 32-33)
*
''Şamanizm bazı özel, hatta kişisel, dinsel öğeleri çok ''sever''; dolayısıyla topluluğun kalan büyük bölümünün dinsel yaşamını bütün olarak kapsamaktan uzaktır. Şaman yeni yaşamına (asıl yaşamına) bir ''ayrılıkla'', yani, biraz aşağıda görüleceği gibi, ne trajik yücelikten ne de güzellikten hiç de yoksun olmayan bir manevi bunalımla adım atar.'' (Sayfa: 34)
*
BATI VE ORTA SİBİRYA'DA ŞAMANLARIN DEVŞİRİMİ:
*
''Pripuzov bu konuda aşağıdaki ayrıntıları veriyor: Şaman olacak olan kişi çılgın öfke nöbetlerine kapılmaya başlar, sonra birden aklını yitirir, ormana çekilir, ağaç kabuklarıyla beslenir, kendini suya ve ateşe atar, bıçakla yaralar. O zaman ailesi yaşlı bir şamana başvurur; o da dengesizleşmiş genci çeşitli ruh türleri, ruhları çağırma ve onlara buyurma yolları konusunda eğitmeye girişir. Bu, asıl ''sırra-erme'' sürecinin sadece başlangıcıdır; ardından bir dizi tören gelir..'' (Sayfa: 39)
*
TUNGUZLARDA ŞAMAN DEVŞİRİMİ:
*
''Bazen genç şaman adayının hal ve gidişi de şamanlığının tanınmasında etkili oluyor, hatta bu süreci hızlandırabiliyor. Örneğin, aday dağlara kaçıp yedi gün veya daha uzun zaman orada kalıyor; ''doğrudan doğruya dişleriyle yakaladığı hayvanlarla'' besleniyor ve köye, pisliğe ve kana bulanmış, giysileri parçalanmış, saçları dağınık, ''bir vahşi gibi'' dönüyor. Ancak on gün kadar sonra yeniden anlaşılır sözler mırıldanmaya başlayabiliyor. O zaman ihtiyar bir şaman, gayet dikkatli ve temkinli biçimde, adaya bazı sorular sormaya başlıyor; aday (daha doğrusu onu sahiplenen ''ruh'') çok öfkeleniyor, ama sonunda mevcut şamanlar arasından, tanrılara kurban sunacak ve sırra-erme/kutsanma (toplumca tanınma törenini hazırlayacak olanı seçip gösteriyor.'' (Sayfa: 40-41)
*
ŞAMANLIK VE RUH HASTALIKLARI:
*
''Bir şamanla bir saralı arasındaki tek fark, saralının kendinden geçmeyi kendi isteğiyle gerçekleştiremeyişiydi''
*
Ake Ohlmarks (Sayfa: 48)
*
''Arktika-altı bölgelerde ise şaman artık kozmik baskının kurbanı olmadığından, gerçek bir kendinden-geçmeyi doğal olarak elde edemez ve uyuşturucu kullanarak bir tür yarı-esrime sağlamak ya da ruhun ''yolculuğunu'' dramlaştırma yoluyla canlandırmak zorunda kalır.'' (Sayfa: 49)
*
''Bir Gold şamanı Sternberg'e şunları anlatmış: ''İhtiyarların dediğine göre birkaç kuşak önce benim ailemde üç büyük şaman varmış. Ama daha yakın atalarımın arasından şaman çıkmamış. Annemle babam gayet sağlıklı insanlardı. Ben şimdi kırk yaşındayım, evliyim ama çocuğum yok. Yirmi yaşına kadar sağlığım yerindeydi; sonra hasta oldum. Her tarafım ağrıyor, ayrıca korkunç baş ağrıları çekiyordum. Şamanlar beni iyileştirmek istedilerse de başaramadılar. Ama ben kendim şamanlık yapmaya başlayınca durumum düzeldi. On yıl önce şaman oldum, ama başlangıçta sadece kendi üzerimde çalışıyordum; ancak üç yıldan beri başkalarını da iyileştirmeye başladım. Şamanlık işi çok, çok yorucu bir iş.'' (Sayfa: 53)
*
''..gerçekte normalin üstünde sağlam bir sinirsel bünye gösterirler. Sıradan insanların asla ulaşamayacakları bir derecede, bir konuya yoğunlaşabilirler; gayet yorucu fiziksel çabalara dayanabilirler; esrime sırasındaki hareketlerini denetleyebilirler, vb.'' (Sayfa: 54)
*
''Sieroszewski'nin tanıdığı Yakut şaman Mıçıl, yaşlı olmasına karşın, şamanlık seanslarında yaptığı sıçramaların yüksekliği ve hareketlerinin enerjikliğiyle en gençleri bile geçiyormuş. ''Yerinde duramıyor, zeka ve espriyle fıkır fıkır kaynıyordu. Vücuduna bıçak saplıyor, değnek yutuyor, kızıl korları yiyordu.''..'' (Sayfa: 55)
*
''Buryat'larda şamanlar zengin sözlü edebiyatın (destanların) başlıca saklayıcılarıdır. Bir Yakut şamanının edebi sözcük dağarcığı 12.000 sözcüğü kapsadığı halde, -topluluğun da bildiği tek dil olan- günlük dilinde sadece 4000 sözcük bulunur. Kazak-Kırgız'larda, şarkıcı, besteci, ozan, bilici, rahip ve hekim olan baqsa (baksı), dinsel ve diğer halk geleneklerinin koruyucusu, birkaç yüzyıllık eski efsanelerin yaşatıcısı gibi görünmektedir.'' (Sayfa: 56)
*
YAKUT ŞAMALARININ SIRRA-ERME İŞLEVLİ ESRİME VE GÖRÜLERİ:
*
''Kimi durumlarda, söz konusu olan, tam anlamıyla bir hastalıktan çok, hal ve gidişte yavaş yavaş kendini gösteren bir değişikliktir. Şaman adayı dalgınlaşır, yalnız kalmaya çalışır, çok uyur, olup bitenle ilgisiz görünür, gaipten haber veren düşler görür, bazen de nöbetlere tutulur. Bütün bu belirtiler, aday farkında olmaksızın kendisini bekleyen yeni hayatın ilk adımlarını oluşturur. Adayın tüm davranışı da zaten, bütün dinlerde aynı olan ve burada üstünde durulmasına gerek olmayacak kadar iyi bilinen, ilk mistik çağrılma belirtilerini hatırlatır.'' (Sayfa: 64)
*
''Yine Ksenofontov tarafından derlenmiş olan bir başka Yakut söylencesine göre, şamanlar Kuzey'de doğarmış. Orada, dallarında yuvalar taşıyan ulu bir akçam yükselirmiş. Büyük şamanlar en üst dallarda, orta sınıftakiler orta dallarda, en küçükler ise en alt dallarda yuvalanırmış. Bazılarının anlattığına göre, başı kartal başı ve tüyleri demirden olan Yırtıcı-Kuş Ana bu ağaca konar, yumurtlar ve kuluçkaya yatarmış. Yumurtalardan büyük şamanların çıkması üç yıl, orta şamanların çıkması iki yıl, küçüklerin çıkması ise bir yıl alırmış. Ruh yumurtalardan çıkınca Kuş-Ana bunu alır, yetiştirilmek üzere tek gözlü, tek kollu ve tek kemikli dişi bir şeytan-şaman emanet edermiş. Bu dişi şeytan, şaman adayının ruhunu demirden bir beşikte sallar ve onu pıhtılaşmış kanla beslermiş. Bunun üzerine üç kara ''şeytan'' çıkagelir ve bedeni parça parça doğrar, et parçalarını da sunu olarak dört bir yana dağıtırlarmış. Başka üç ''şeytan'' da, ileride sağaltmak durumunda kalacağı her hastalık için bir parça olmak üzere, adayın çene kemiğini keserlermiş. Son hesapta bir kemik eksik çıkarsa, bunu tamamlamak için şamanın ailesinden birinin ölmesi gerekirmiş. Bazı durumlarda, ölen akraba sayısının dokuzu bulduğu bile olurmuş.'' (Sayfa: 66-67)
*
DİPNOT: Bir başka Yakut söylencesine göre, şamanların ruhları Dzokuo Dağında bir akçam ağacında doğar. Bir başka inanış da, doruğu dokuzuncu göğe erişen Ijik-Mar Ağacından söz eder. Bu ağacın dalları yoktur; şamanların ruhları budak düğümlerinde bulunur. Belli ki burada, Dünyanın Göbeğinde yükselen ve üç kozmik kuşağı (yeraltı, yeryüzü, gökyüzü) birbirine bağlayan Evren Ağacı söz konusudur. Bu simge bütün kuzey ve orta Asya mitolojilerinde önemli bir rol oynar. (Sayfa: 66)
*
''Adayın ''gücü'', bir ağacın yaprakları arasındaki bir yuvada saklanırmış ve şamanlar -hayvan biçimleri altında- birbirleriyle dövüştükleri zaman, hasımlarının yuvalarını yıkmaya çalışırlarmış.'' (..) ''Evren Ağacı'nın dallarında, şamanları doğurmak üzere kuluçkaya yatan Dev Kuş motifi de dikkate ve kayda değer; bu motif Kuzeydoğu Asya mitolojilerinde, özellikle şamanlık söylencelerinde, büyük önem ve ağırlık taşır.'' (Sayfa: 67)
*
SAMOYED ŞAMANLARININ SIRRA-ERME RÜYALARI:
*
''..Denizlerin hepsini dolaştıktan sonra başını kaldırmış ve Ağacın tepesinde birçok ulustan insanlar görmüş: Tavgı-Samoyed, Rus, Dolgan, Yakut ve Tunguz'lar.. Kulağına sesler gelmiş ''Bu ağacın dallarından yapılmış bir davula (aslında, tokmağa) sahip olmana karar verildi.''..'' (Sayfa: 69)
*
''Ağacın Beyi ayrıca tepesindeki bütün insanlara da dallarından vermiş. Ama insan biçimine girip yarı beline kadar Ağacın gövdesinden sarkarak şunu da eklemiş: ''Sadece bir dalım var ki onu şamanlara vermiyor, insanların geri kalanına saklıyorum, ta ki onunla evlerini yapabilsinler ve öteki ihtiyaçlarını karşılayabilsinler. Ben bütün insanlara hayat veren Ağaç'ım.'' Aday dalı sımsıkı tutup havalanmaya hazırlanırken tekrar bir insan sesi duymuş; bu ses ona yedi bitkinin şifalı özelliklerini öğretmiş ve şamanlık sanatına ilişkin bazı açıklayıcı bilgiler vermiş. Ayrıca, üç kadınla evlenmesi gerektiğini de eklemiş (o da su çiçeğinden iyileştirdiği üç yetim kızla evlenerek bu buyruğu yerine getirmiş).'' (Sayfa: 70)
*
''..Adam onun kafasını kesmiş, bedenini küçük parçalara bölüp hepsini birlikte kazana atmış ve böylece bütün vücudunu üç yıl süreyle pişirmiş. Ateşin yanında üç örs varmış; adam şaman adayının başını, en iyi şamanları yapmaya yarayan üçüncü örste döverek biçimlendirmiş..'' (Sayfa: 71)
*
AVUSTRALYA BÜYÜCÜLERİNDE SIRRA-ERME:
*
''Warburton Range (Batı Avustralya) yerlileri arasında sırra-erme şöyle oluyor: Aday bir mağaraya giriyor, orada iki totem-kahraman (yaban kedisi ile emu adlı kanatsız kuş) onu öldürüp karnını yarıyor, iç organlarını çıkarıp yerine sihirli maddeler koyuyorlar. Aynı zamanda kürek kemiğiyle kaval kemiğini de çıkarıp kurutuyor ve tekrar yerlerine yerleştirmeden önce aynı sihirli maddelerle dolduruyorlar. Bu sınav süresince çırak sırra-erdirici usta tarafından gözaltında tutuluyor; usta ateşlerin sönmemesine dikkat ediyor ve öğrencisinin esrime deneyimlerini denetiyor.'' (Sayfa: 77)
*
AVUSTRALYA, SİBİRYA, GÜNEY AMERİKA VE BAŞKA YERLER ARASINDA GÖZLENEN KOŞUTLUKLAR:
*
''Avustralya otacılarının törenlerinde mağaranın taşıdığı önem de söz konusu eskilik düşüncesini güçlendiriyor. Paleolitik dinlerde de mağaranın oldukça önemli bir rol oynamış olduğu sanılıyor. Öte yandan, mağara ve labirent, (örneğin Melekula'lar gibi) başka arkaik kültürlerdeki sırra-erme törenlerinde birinci derecede önemli bir işlev görüyor, ikisi de öteki dünyaya geçişin, Yeraltına inişin, somut simgeleri durumundalar. Şili'deki Arauca şamanlarına ilişkin ilk bilgilere göre, bunlar da sırra-erişlerini çoğu kez hayvan kafataslarıyla süslü mağaralarda gerçekleştiriyorlar.'' (Sayfa: 83)
*
DİPNOT: Semangların otacısı olan hala, doğrudan doğruya Cenoi'lerden elde edilebilen kuvartz kristalleri yardımıyla sağıtım yapar. Cenoi'ler göksel ruhlardır; bazen kristal parçalarında yaşadıkları olur, o zaman halanın buyruklarını yerine getirirler. Onların yardımıyla hala kristalin içinde hastanın çektiği hastalığın ne olduğunu görürü ve aynı zamanda onu iyileştirme çaresini de bulur. (Sayfa: 84)
*
ESKİMO ŞAMANLARININ SIRRA-ERMELERİ:
*
''İglulik Eskimo'larında durum farklı görünüyor. Genç bir erkek veya kadın, şaman olmak istedikleri zaman, birer hediyeyle seçtikleri ustanın huzuruna çıkıp şöyle diyorlar: ''Evine geldim, çünkü seni görmek istiyorum.'' Hemen o akşam usta şaman ''tüm engelleri kaldırmak üzere'' ruhlarına danışıyor. Sonra adayla ailesi günah çıkarıyorlar (çiğnedikleri tabuları vb. itiraf ediyorlar) ve böylece ruhlar önünde kendilerini aklamış oluyorlar. Özellikle erkekler için eğitim süresi pek uzun değil; beş günde tamamlandığı bile olabiliyor. Fakat adayın tüm hazırlığını yalnızlık içinde sürdürmesi bir gereklilik. Eğitim seansları sabah, öğle, akşam ve geceleyin yapılıyor. Bu dönem boyunca aday pek az yemek yiyor, ailesi de avlara katılmıyor.'' (Sayfa: 94)
*
''..Upanişadlarda ''içsel ışık'' atmanin özünü tanımlar. Yoga tekniklerinde, özellikle belli bazı Budist okullara ait olanlarda, ayrı ayrı renklerdeki ışıklar şu ya da bu düşünce egzersizinin (meditasyon) başarıya ulaştığını gösterir. Aynı şekilde Tibet Ölüler Kitabı da, ölüm halindeki hastanın ruhunun, can çekişirken ve can verdikten hemen sonra, içinde yüzdüğü kabul edilen ışığa büyük önem verir. İnsanoğlunun ölüm-sonrası yazgısı (kurtuluş ya da yeniden dünyaya gelme, reincarnation) lekesiz ışığın seçimde gösterilen kararlılığa bağlıdır. Nihayet, içsel ışığın Hıristiyan gizemciliğinde ve ilahiyatında oynadığı büyük rolü de unutmayalım.'' (Sayfa: 95-96)
*
''Şaman giysisinin simgesel özelliğini incelerken göreceğimiz gibi, avcı ve çoban halkların manevi ufku içinde, kemik hem insan yaşamının hem de tüm hayvanların pay aldığı Büyük Yaşamın öz kaynağını temsil eder. Kendini iskelete indirgemek, bu Büyük Yaşam Ana'nın ''karnındaki'' yerini tekrar almakla, yani baştan aşağı yenilenmekle, mistik bir biçimde yeniden doğmakla, eş değerlidir.'' (Sayfa: 98)
*
''Parçalanma, pişirilme ya da yakılma yoluyla yenilenme mitinin, şamanizmin manevi ufku dışında da insanlığın zihninde bir saplantı gibi yaşadığını unutmayalım. Pelias'ı kendi kızlarına öldürten Medea, onları -önce bir koça yaptığı gibi- babalarını da diriltip gençleştireceğine inandırarak bunu başarır. Tantalos kendi oğlu Pelops'u kesip tanrıların sofrasına yemek diye koyduğu zaman tanrılar oğlanı bir tencerede kaynatarak diriltirler; yalnız Demeter'in yanlışlıkla yemiş olduğu bir omuz eksik çıkar. Parçalanma ve pişirilme yoluyla gençleşme miti Sibirya, Orta Asya ve Avrupa folkloruna da geçmiştir; burada demircinin rolünü İsa-Mesih veya bazı ermişler oynar.'' (Sayfa: 101-102)
*
ŞAMANLARIN KÖKENİ HAKKINDA SİBİRYA MİTLERİ:
*
''Kimi söylenceler şamanların günümüzdeki bozuluşunu, Tanrı'yla yarışmaya giren ''ilk şamanın'' haddini bilmezliğiyle açıklar. Buryatların anlatışına göre, ilk şaman Kara-Girgen gücünün sonsuz olduğunu iddia edince Tanrı onu sınava çekmek ister; bunun için bir genç kızın ruhunu alıp bir şişenin içine kapatır, kaçmaması için de şişenin ağzını parmağıyla tıkar. Şaman davuluna binip havalanır ve Göğe çıkar, şişenin içinde kızın ruhunu görür ve onu kurtarmak için sarı örümcek biçimine girip Tanrı'yı yüzünden sokar. Tanrı acıyla parmağını çekince kızın ruhu da fırsattan yararlanıp şişeden kaçar. Gazaba gelen Tanrı, Kara-Girgen'in yetkisini sınırlandırır ve onan sonra şamanların sihirli güçleri büyük ölçüde azalır.'' (Sayfa: 104)
*
''İşte Buryat'lardan bir anlatı: Başlangıçta sadece batıda Tanrılar (tengri) ve doğuda kötü ruhlar varmış. Tanrılar insanı yaratmışlar ve insan, kötü ruhlar yeryüzüne hastalık ve ölüm saçıncaya dek mutlu yaşamış. Tanrılar hastalık ve ölümle savaşmak üzere insanlara bir şaman armağan etmeye karar vermişler ve Kartalı göndermişler. Ama insanlar onun dilini anlamamışlar, zaten alt tarafı bir kuş diye ona güvenmemişler de. Kartal geri dönüp tanrılardan kendisine konuşma yetisi vermelerini ya da insanlara bir Buryat şaman göndermelerini istemiş. Tanrılarsa Kartalı, yeryüzünde rastlayacağı ilk kişiye şamanlık yetisi vermesini buyurarak, tekrar dünyaya göndermişler. Kartal yere inince bir ağaç dibinde uyuyan bir kadın görüp onunla çiftleşmiş. Bir süre sonra kadın bir oğlan doğurmuş ve bu çocuk ilk ''şaman'' olmuş.'' (Sayfa: 105)
*
''Gene Yakut'larda kartal aynı zamanda demircilerle de ilişki içinde tasarlanır; öte yandan, demircilerin şamanlarla aynı kökenden sayıldıkları da bilinmektedir.'' (Sayfa: 107)
*
BURYAT VE TELEÛT'LERDE ŞAMAN SEÇİMİ:
*
''Gene Mihailov'a göre, Buryat şamanının sırra-erme ritüellerinin anlamı, şamanın göksel yavuklusuyla evlenmesidir. Gerçekten de, Sternberg'in de işaret ettiği gibi, sırra-erme töreninde de tıpkı düğünlerde yapıldığı gibi bol bol içilir, dans edilip şarkı söylenir.'' (Sayfa: 113)
*
''..''Kadın Mitolojisi'' alanının önemli bir bölümü, sanki ölümsüzlüğü ele geçirmek veya sırra-erme sınavlarından zaferle çıkmakta kahramana yardım edenin hep bir dişi varlık olduğunu göstermek üzere oluşturulmuştur.'' (Sayfa: 116)
*
YARDIMCI RUHLAR:
*
''Bir şamancıl seansta anılan veya çağrılan her tanrı veya ruh, kendisine başvuruldu diye mutlaka şamanın ''samimi dostu'' veya ''yardımcısı değildir. Şaman çoğu kez, Altaylılarda olduğu gibi, büyük tanrılara seslenir; esrimeli yolculuğuna çıkmadan önce, Yayık Han'ı (Denizin Beyi), Kara Han'ı, Bay Ülgen'i ve kızlarını ve başka bazı mitsel varlıkları yardıma çağırır. Şamanın çağrısı üzerine tanrılar, yarı-tanrılar ve ruhlar -tıpkı Veda tanrılarının kurban töreni sırasında rahip tarafından çağrılınca onun yanına inmeleri gibi- çıkıp gelirler. Şamanların ayrıca başkalarının ve halkın bilmediği, sadece kendilerinin kurban sundukları, kendilerine özel tanrıları da vardır.'' (Sayfa: 128)
*
''Hayvan biçimli bir ''samimi ruh'' ile asıl şamancıl koruyucu ruh arasındaki fark Yakut'larda açık olarak belirir. Her şamanın, gizli tuttuğu bir ye-kıla'sı (''hayvan-ana'', bir tür mitsel hayvan figürü) vardır. Zayıf şamanların, ye-kılası bir köpektir; daha güçlü olanlarınki boğa, tay, kartal, sığın veya bozayı olabilir. Ye-kılaları ayı, kurt, köpek olanlar en yoksul şamanlar sayılır.'' (Sayfa: 130)
*
''Şamanın böyle hayvan ses ve jestlerini taklit etmesi görünüşte bir tür ''çarpılma'', ele geçirilme sayılabilir. Ancak belki de burada asıl şamanın kendi yardımcı ruhlarını ele geçirmesinden söz etmek daha doğru olur. Hayvana dönüşen odur; aynı şekilde, bir hayvan maskesi takarak da benzer bir sonuç elde edebilir. Ya da burada şamanın yeni kimliğinden söz edilebilir: o artık bir hayvan-ruh olmuştur ve hayvanlar ve kuşlar gibi ''konuşabilir'', ötebilir ve uçabilir. (..) ''Hayvanların dili'' aslında ''ruhların dilinin'' bir değişik içiminden ibarettir.'' ''..ister ''ata'' olsun, ister ''sırra erdirici usta'', hayvan hep öbür dünya ile gerçek ve doğrudan bir bağlantıyı simgeler. Bütün dünya mit ve söylencelerinin birçoğunda kahraman öbür dünyaya bir hayvan tarafından götürülür. (..) Nihayet, en eski avcı toplulukların dinlerinin temel öğesini oluşturan, insanla hayvan arasındaki mistik dayanışma kavramını da hesaba katmak gerekir.''(Sayfa: 134-135)
*
''GİZLİ DİL'' - ''HAYVANLARIN DİLİ''
*
''Sırra-erme süreci sırasında şaman adayı seanslarda ruhlar ve hayvanlarla iletişmekte kullanacağı gizli dili de öğrenmek zorundadır.'' (Sayfa: 137)
*
''Karib geleneğine göre, ilk piai (şaman) bir ırmaktan şarkı sesleri yükseldiğini duyunca korkusuzca suya dalmış ve ancak oradaki kadın-ruhların şarkılarını ezberledikten ve onlardan mesleğiyle ilgili araç-gereci aldıktan sonra ırmaktan çıkmış.'' (Sayfa: 138)
*
''Birçok gelenekte hayvanlarla dostluk ve onların diline aşinalık cennet kavramına bağlı göstergelerdir. Başlangıçta, yani mitsel çağlarda, insan hayvanlarla barış içinde yaşıyor ve dillerini anlıyordu. Ancak Kitabı Mukaddes geleneğindeki ''düşüş'' (ilk günah) olayıyla karşılaştırılabilecek büyük bir ''ilk felaket'' sonucu, insan bugün bulunduğu duruma düşmüştür: ölümlü, iki cinsiyetli, beslenmek için çalışmaya zorunlu ve hayvanlarla anlaşmazlık içinde bir yaratık.. Kendinden geçmeye hazırlanırken ve bu esrime esnasında, şaman bugünkü insanlık durumunu ortadan kaldırıp geçici olarak da olsa başlangıçtaki durumu yeniden yakalamış olur. Hayvanlarla dostluk, onların dilini bilmek, hayvana dönüşmek, şamanın çağların başlangıcında yitip gitmiş olan ''cennetlik'' duruma yeniden kavuştuğunun belirtileridir.'' (Sayfa: 140-141)
*
KUZEY AMERİKA'DA ŞAMANLIK GÜÇLERİNİN ARANIŞI:
*
DİPNOT: Buryatlarda yıldırım çarpması sonucu ölen kişi şaman olarak gömülüyor ve yakın akrabaları da şaman olma hakkına kavuşuyordu, zira ölen bir bakıma Gök tanrısınca ''seçilmiş'' oluyordu. (Sayfa: 142)
*
''Kuzey Amerika'nın başka yerlerinde adaylar dağlardaki mağaralara veya ıssız yerlere çekilip oralarda güçlü bir içsel yoğunlaşma ile, bir şamanın kariyerini belirleyen tek etken olan görüleri elde etmeye çalışırlar.'' (Sayfa: 142-143)
*
''..Kuzey Amerika'da başka şamancıl güç kaynakları ile, ölülerin ruhları ya da koruyucu hayvanlardan başka türden eğiticiler de vardır. Büyük Havza'da iki ayak boyunda, ok ve yay taşıyan ''küçük yeşil bir adam''dan söz edilir. Bu adamcık dağlarda yaşar ve kendisi hakkında kötü konuşanları oklarıyla vurur. ''Küçük yeşil adam'' otacıların, ancak doğaüstü bir yardım sayesinde sihirbaz olmuş olanların, koruyucu ruhu veya cinidir.'' (Sayfa: 144-145)
*
ARAUCA ŞAMANLARININ SIRRA-ERMESİ:
*
DİPNOT: Araucalarda şamanlık yapanların kadın olması da dikkate değer; eskiden bu iş yalnız cinsel dönmelere özgüydü. Çukçilerde de buna oldukça benzer bir duruma rastlanır: şamanların çoğu dönmedir ve bazen kocaya bile vardıkları olur. Fakat cinsel bakımdan normal bile olsalar, klavuz-ruhları onları kadın kılığına girmeye zorlar. (Sayfa: 172)
*
''Avustralyalı otacıların deneyimleri de ilginçtir. Bunlar sihirli bir ipe sahip olduklarını ve onun yardımıyla ağaçların doruklarına çıkabildiklerini öne sürerler. ''Sihirbaz, bir ağacın altına sırtüstü yatar, ipini çıkarıp yukarı doğru diker ve ona tırmanarak ağacın tepesine yerleştirilmiş olan bir yuvaya ulaşır; sonra başka ağaçlara geçer ve güneş batarken bir ağacın gövdesinden kayarak yere iner.''..'' (Sayfa: 174)
*
KARAİB ŞAMANININ GÖĞE YOLCULUĞU:
*
''Karaib folkloru şamanların çok güçlü olduğu bir çağın anısını saklamıştır; o zamanlarda şamanların, ruhları tensel gözleriyle de görebildikleri, hatta ölüleri bile diriltebildikleri anlatılır. Bir defasında bir pujai Göğe çıkıp Tanrı'yı tehdit etmiş; Tanrı bir kılıç kaptığı gibi küstahı gökten kovalamış; işte o zamandan beri şamanlar ancak dalınç halinde göğe çıkabiliyorlarmış. Bu söylencelerle şamanların başlangıçta çok güçlü olup sonradan düşkünleştiklerine ve bu düşüşün günümüzde daha da arttığına ilişkin Kuzey Asya inançları arasındaki benzerliği vurgulayalım. Bu inanışlarda, filigrandaki bir resim gibi, şamanlarla Tanrı arasındaki iletişimin daha dolaysız olduğu ve somut olarak gerçekleştiği bir ''ilk çağ'' mitini seçebiliyoruz. İlk şamanlardan gelen bir aşırı gurur ya da başkaldırı eylemi sonucu, Tanrı onlara yüce manevi gerçeklere doğrudan doğruya ulaşmayı yasaklıyor; artık ruhları tensel gözleriyle göremez oluyorlar ve Göğe çıkış da ancak kendinden-geçme (dalınç, esrime) yoluyla gerçekleşebiliyor.'' (Sayfa: 178)
*
GÖKKUŞAĞI YOLUYLA GÖĞE ÇIKIŞ:
*
''Gökkuşağına gelince, bilindiği gibi çok sayıda halk ve topluluk bunu, Göğü Yere bağlayan bir tür köprü, özellikle de tanrıların köprüsü olarak görür. Bu nedenle, fırtınadan sonra ortaya çıkması, Tanrı'nın öfkesinin yatıştığının belirtisi olarak yorumlanır. (örneğin, Pigmelerde..)..'' (Sayfa: 181)
*
''Gökkuşağı Endonezya, Melanezya ve Japonya'da da aynı işlevi görür.'' (Sayfa: 181-182)
*
GÖĞE ÇIKMA RİTİNİN ÖTEKİ BİÇİMLERİ:
*
''Büyük bir Basuto bilicisi, çağrısını bir esrime sonucunda almış; bu sırada başının üzerinde Kulübesinin damının açıldığını görmüş ve kaldırılıp Göğe götürüldüğünü hissetmiş; orada bir sürü ruhla karşılaşmış. (..) Bu ''ruhların'' çoğu göksel niteliklidir ve bunlara kapılma (çarpılma, ''ecinnilenme'') olayının göğe yükselme türünden bir kendinden geçme şeklinde dile geldiği kabul edilebilir.'' (Sayfa: 191)
*
BEŞİNCİ BAŞLIK
*
Şaman Giysi ve Davulunun Simgesel Anlamları
*
ÖN BİLGİLER:
*
''Şamanın özel giysisi kendi başına bir hierophanie (kutsallığın görünürleşmesi) ve dinsel bir kozmografya oluşturur; sadece orada bir kutsallık bulunduğunu değil, aynı zamanda bazı kozmik simgeleri ve izlenecek meta-psişik yolları da açığa vurur. Dikkatle incelenirse, şamanizmin tüm sistemini, şamancıl mitler ve teknikler kadar saydamlıkla ortaya çıkarır.'' (Sayfa: 195)
*
İSKELET SİMGESELLİĞİ:
*
''..bütün avcı halkların inancına göre kemikler yaşamın (canlılığın) -hem avcının hem de avlanan hayvanın diriliğinin- en son kaynağını temsil ederler; canlı türü bu kaynaktan çıkarak istediği gibi yeniden türer ve ürer. Bu yüzden avlanan hayvanların kemikleri kırılmaz, özenle toplanıp geleneğe göre, ya gömülerek, ya yüksek bir yere veya bir ağacın dalları üzerine konularak ya da denize atılarak, vb. ortadan kaldırılır. Bu açıdan hayvanların gömülmesi de aynen insan ölülerinin ortadan kaldırılma yolunu izler, zira her iki türde de canlı/ruh kemiklerde eğleşir ve dolayısıyla, ölenlerin kemiklerinden yeniden dirilecekleri umut edilebilir.'' (Sayfa: 211)
*
ŞAMAN MASKELERİ:


''..maskeler erkek gizli dernekleri ve atalara tapma adetleriyle de ilişkilidir. Tarihsel-kültürel ekol, maske, ata tapıncı ve gizli sırra-erme derneklerinin oluşturduğu kültürel yumağı, anaerkillik düzeninin kültürel çevrimine ait sayar; bu ekole göre gizli erkek dernekleri kadınların egemenliğine karşı bir tepkidir.'' (Sayfa: 220)
*
ŞAMAN DAVULU:


''Şaman adaylarının sırra erme rüyalarından birçoğunun, ''Dünyanın Merkezine'', Evren Ağacı'nın ve Evrensel Hakimin bulunduğu yere, yapılan mistik bir yolculuk içerdiği hatırlardadır. Şaman, davulunun kasnağını bu ağaçtan Yüce Varlığın bu iş için özel olarak düşürdüğü bir daldan yapar. Bu simgenin anlamı bizce içinde yer aldığı inançlar yumağından açıkça belli olmaktadır: Dünya Ağacının, yani ''Dünyanın Merkezi''nde yer alan ''Eksen''in aracılığıyla, Gök ile Yer arasında kurulan iletişim. Davulunun kasnağı Evren Ağacından yapılmış olduğu için, şaman davulunu çalmakla, sihirli bir şekilde bu ağacın yanına, yani ''Dünyanın Merkezine'' fırlatılmış olur; ve bu sayede Göğe çıkabilir.'' (Sayfa: 222)
*
''Bazıları ''devrik'' veya ''tersine'' -yani kökleri havada- ağaçlar da kullanırlar ki, bilindiği gibi, bunlar Evren Ağacı'nın en arkaik simgelerindendir.'' (Sayfa: 223)
*
''Davul üç bölgesiyle -Gök, Yer, Yeraltı- bir mikrokozmosu biçimleştirir; aynı zamanda da şamanın bu düzeyler arasındaki sınırları delip yeryüzüyle yukarı ve aşağı dünyalar arasında iletişim kurmasının yol ve çarelerini gösterir.'' (Sayfa: 227)
*
DÜNYANIN ÇEŞİTLİ YERLERİNDE TÖRENLİK ŞAMAN GİYSİLERİ VE SİHİRLİ DAVULLAR:




''Tropikal Güney Amerika'da tören giysisi oldukça seyrek bulunmakla birlikte, kimi şaman ''aksesuarları'' onun yerini tutar; örneğin, ''içine kendi çekirdekleri veya çakıltaşları konmuş ve sap takılmış bir su kabağından yapılan'' maraca, yani yo-yo veya ''kaynana zırıltısı'' gibi. Bu alet kutsal sayılır ve Tupinamba'lar ona yiyecek sunuları bile sunarlar.'' (Sayfa: 230-231)
*
ALTINCI BAŞLIK
*
ORTA VE KUZEY ASYA'DA ŞAMANLIK: I. Göğe Çıkışlar, Yeraltına İnişler:
*
ŞAMANIN İŞLEVLERİ:
*
''Şamanın, Altaylıların belli tarihlerde yapılan kurban törenlerinde Tanrı'ya sunulan atın ruhuna eşlik etmesi de -aşağıda göreceğimiz gibi- yine bu esrime yetisi sayesindedir. Bu durumda atı da bizzat şaman kurban eder; ama bunu, görevi kurban sunucu rahiplik olduğu için değil, hayvanın ruhuna gökte kılavuzluk ederek onu Bay Ülgen'in tahtına kadar götürecek olan da kendisi olduğu için yapar.'' (..) ''Ugor şamanı, kurban törenlerine katıldığı zaman bile, hayvanı bizzat öldürmez, törenin bir anlamda ''manevi'' yanını üstlenir: tütsü yakar, dua eder, vb.'' (Sayfa: 238-239)
*
''AK'' VE ''KARA ŞAMANLAR. ''DÜALİST MİTOLOJİLER''
*
''Buryatların mitolojileri de çok belirgin bir ikili (dualiste) karakter gösterir; pek kalabalık olan yarı-tanrılar sınıfı, aralarında amansız bir düşmanlık bulunan Ak Hanlar ve Kara Hanlar diye ikiye ayrılır. Kara Hanların hizmetinde ''kara şamanlar'' bulunur; bunlar pek sevilmemekle birlikte insanlara yararlı olmaktan da geri kalmazlar, zira Kara Hanlar nezdinde aracılık rolünü ancak onlar oynayabilir. Fakat bu en baştan beri süregelen bir durum değildir; ilk şaman ''ak''tı; ''kara'' şaman sonradan ortaya çıkmıştır.'' (Sayfa: 242)
*
DİPNOT: Avcılar avdan eli boş döndüklerinde ya da içlerinden biri hastalandığında, siyah bir manda kurban edilir; şama bunun etini, yağlarını ve iç organlarını yakar. Törende, Baynay'ın adatavşanı postuyla kaplı ağaçtan bir figürü kurban edilen hayvanın kanına bulanır. Buzlar çözülüp sular akmağa başlayınca su kenarına kazıklar çakılıp saç tellerinden bir iple (setı) birbirine bağlanır; bu ipe rengarenk çaputlar ve saç demetleri asılır, ayrıca suya da tereyağı, çörekler, şeker, para gibi şeyler atılır. (SIEROSZEWSKI, s. 303) (Sayfa: 244)
*
''..''Aşağıdaki bis'', başlarında ''Sonsuzluğun Sonsuz-güçlü Beyi'' (Ulutuyer Ulu-Toyon) un bulunduğu sekiz büyük tanrı ile, sınırsız sayıda ''kötü ruhu'' kapsar. Ama Ulu-Toyon kötü değildir. ''Sadece, üzerinde olup bitenlere büyük bir ilgi duyduğu yere çok yakındır.. Ulu-Toyon acıyla, arzularla, kavgalarla dolu eylemli varoluşu temsil eder.. O batıya doğru, üçüncü gökte aranmalıdır, ama adı da uluorta veya boş yere anılmamalıdır, zira yere ayak bastığında yer sarsılır ve sallanır; ölümlüler yüzüne bakacak olurlarsa korkudan yürekleri yarılır. Bu yüzden onu kimse görmemiştir. Yine de, Gökte oturan güçler arasından bir tek o, gözyaşlarıyla dolu bu insanlık vadisine inmek alçakgönüllülüğünü gösterir.. İnsanlara ateşi o vermiştir; şamanı da o yaratmıştır ve ona kötülükle, mutsuzlukla savaşmayı o öğretmiştir. Kuşların, ormandaki hayvanların, hatta ormanın yaratıcısı da o dur.'' (Sayfa: 244-245)
*
YERALTINA İNİŞLER (ALTAY)
*
''..önce bir düzlüğe çıkar ve orada, üstünde saç teli kalınlığında bir köprü bulunan bir denize rastlar. Bu köprüden geçerken, bu işin ne kadar tehlikeli olduğunu etkileyici biçimde göstermek için sendeler ve düşecek gibi olur. Denizin dibinde daha önce köprüden düşmüş olan pek çok şamanın kemiklerini görür, zira günahkârlar bu köprüden geçemez. Şaman günahkârlara azap çektirilen yerin önünden geçerken, bazılarına verilen cezaları görmek fırsatını bulur: Hayatı boyunca kapıları dinlemiş olan bir adam kulağından bir direğe çivilenmiştir; iftira etmiş olan bir başkası dilinden asılmıştır; oburun biri de en güzel yemeklerle çevrilidir, ama hiçbirine erişemez, vb.'' (Sayfa: 260-261)
*
RUHGÜDER ŞAMAN (ALTAYLILAR, GOLDLAR, YURAKLAR)
*
''Ateşin ölümden sonra göğe çıkıp orada yaşamayı sağladığı fikri, yıldırımın çarptığı insanların göğe yükseldiklerine dair inançla da doğrulanıyor. Özü veya türü ne olursa olsun, ateş insanı ''ruha'' dönüştürüyor. Bu nedenledir ki şamanlar ''ateşin efendisi'' olarak biliniyor ve korlara değseler bile acı duymuyorlar. Bu ''ateşe egemenlik'' ya da cesetlerin yakılması, bir bakıma, bir çeşit sırra-ermeye karşılık geliyor. Kahramanların ve genellikle öldürülerek bu dünyadan göçenlerin göğe çıktıklarına dair inanışın altında da buna benzer bir fikir yatıyor.'' (Sayfa: 265-266)
*
RUHGÜDER ŞAMAN (ALTAYLILAR, GOLD'LAR, YURAKLAR)
*
''Ölünün ruhunun dirileri izleyememesi için mezarlıktan dönüşte gidiştekinden başka bir yol kullanılır; mezardan çabucak, kaçar gibi ayrılınır ve eve girerken arınılır; mezarlıkta kızak, araba, vb. gibi bütün taşıma araçları tahrip edilir (bunlar aynı zamanda yeni ülkelerinde ölülerin işine de yarayacaktır); ve nihayet, art arda birkaç gece köye çıkan bütün yollar gözetlenir ve ateşler yakılır. Fakat bütün bu önlemler ölülerin üç ya da yedi gün boyunca evlerinin etrafında dolaşmalarını engelleyemez. Bu inanışla ilgili olarak bir başka fikir de belirginlik kazanmaktadır: Ölüler ancak ölümden üç, yedi veya kırk gün sonra verilen cenaze şölenlerinden sonra yeni yurtlarına doğru yola çıkarlar.'' (Sayfa: 267)
*
CANIN/RUHUN GERİ ÇAĞIRILMASI VE ARANMASI (TATARLAR, BURYATLAR VE KIRGIZLAR)
*
''Şamancıl sağaltımın cin çıkarma törenine dönüştüğü bir başka kırma (melez) yöntem de Kazak-Kırgız baksı'sının yöntemidir. Seans Allah'a ve Müslüman ermişlere dua ile başlar, cinlere sesleniş ve kötü ruhlara tehditlerle devam eder. Baksı yırlamasını hiç kesmez. Bir an gelir, ''ruhlar'' kendisini ele geçirir; bu dalınç hali esnasında baksı ''ateşte kızdırılmış bir demirin üzerinde yalınayak yürümeye'' başlar ve yanan bir fitili birkaç kez ağzına sokar, kızgın demire diliyle dokunur, ''ustura gibi keskin bıçağını yüzüne saplar, ama bu bıçaklamadan hiçbir görünür iz kalmaz''. Bu şamanlık marifetlerinden sonra yeniden Allah'a seslenir: ''Ya Allah.! Bize mutluluk ver.! Ey Rabbim, gözyaşlarıma bak.! Senin yardımını diliyorum.! vb.''..'' (Sayfa: 280)
*
YAKUT VE DOLGAN'LARDA ŞAMANLIK:
*
''Şaman Tüspüt Sieroszewski'ye şöyle diyormuş: ''Hepimiz eninde sonunda ruhların pençesine düşeceğiz; ruhlar bizden nefret eder, çünkü biz insanları savunuyoruz.'' Gerçekten de şaman kötü ruhları hastadan çıkarmak için kendi vücuduna almak zorundadır; bu işi yaparken de hastadan çok debelenir ve acı çeker.'' (Sayfa: 291)
*
TUNGUZ VE OROÇİ'LERDE ŞAMANLIK SEANSLARI:
*
''Şamanlık Tunguzların dinsel yaşamında da önemli bir yer tutar. ''Şaman'' terimi bile, asıl kökeni ne olursa olsun, Tunguzcadır.'' (Sayfa: 299)
*
ÇUKÇİLERDE ŞAMANİZM:
*
''Çukçi şamanizmi bir başka özelliğiyle de dikkat çekicidir; özel bir sınıf şamanı vardır: ''kadına dönüşmüş şamanlar''. Bunlar ''yumuşak'' ya da ''kadınsı'' erkeklerdir; k'elet'in buyruğuyla erkek giysi ve davranışlarını bırakarak kadınlarınkileri almışlar, hatta kimi zaman başka erkeklerle evlenmişlerdir.'' (Sayfa: 322)
*
SEKİZİNCİ BAŞLIK
*
Şamanizm ve Kozmoloji
*
ÜÇ KOZMİK KUŞAK VE DÜNYANIN DİREĞİ:
*
''Tam ve tipik şamanlık tekniği bir kozmik kuşaktan (bölgeden, kattan) ötekine, örneğin Yeryüzünden Gökyüzüne ya da Yeryüzünden Yeraltına geçmekten ibarettir. Şaman bu düzeyler arasındaki sınırları aşmayı bilen adamdır.'' (Sayfa: 325)
*
''Şamanlar kendi kabilelerinin kozmoloji, mitoloji ve teolojilerini tek başlarına yaratmış değillerdir; sadece zaten var olan bu öğeleri içselleştirmiş, ''deneyimleştirmiş'' ve esrimeli yolculuklarında kullanmışlardır, o kadar..'' (Sayfa: 333)
*
KOZMİK DAĞ:
*
''..''Merkez'' simgeselliği (Dağ, Direk, Ağaç Dev) organik olarak en eski Hint manevi dünyasına ait olmakla birlikte, Mezopotamya etkilerinin de Hint'e ve Hint Okyanusu kıyılarına ulaşmış olması güçlü bir olasılıktır.'' (Sayfa: 335)
*
''Petrus Comestor'un kaydettiği bir sözlü gelenek, yaz gündönümünde güneşin -Gerizm yakınındaki- ''Yakub'un Kuyusunda'' yere gölge düşürmediğini söylüyor, Nitekim -diye açıklıyor Comestor [''Bu yerin bizim yaşanabilir topraklarımızın göbeği olduğunu söyleyenler var.] Filistin Kozmik Dağ'ın dibinde bulunmak dolayısıyla en yüksek ülke olduğundan, Tufan'da su baskınına uğramamıştı. Rabbi (haham) kaynaklı bir metin şöyle diyor: ''İsrail toprağı Tufan'da boğulmadı''. Hıristiyanlar için Golgotha [İsa'nın çarmıha gerildiği tepe] dünyanın ortasında bulunuyordu, zira aslında Kozmik Dağ'ın doruğuydu ve aynı zamanda Adem'in hem yaratıldığı hem de gömüldüğü yerdi. Böylece, Kurtarıcı'nın [İsa'nın] kanı Haç'ın dibinde gömülü olan Adem'in kafatasının [Golgotha ''kafatası tepesi'' demektir] üzerine dökülüyor ve onu günahlarından -bedelini ödeyerek- arındırıyordu.'' (Sayfa: 335-336)
*
''Başka bir yerde de, bu ''Merkez'' simgeselliğinin hem bütün büyük Doğu uygarlıklarında hem de arkaik (''ilkel'') kültürlerde ne kadar sık rastlanan ve nasıl temel önem taşıyan bir motif olduğunu göstermiştik. Gerçekten de -kısaca özetleyiverelim- saraylar, kral kentleri, hatta basit konutlar hep Dünyanın Ortasında, Kozmik Dağın doruğunda sayılıyordu.'' (Sayfa: 336-337)

EVREN AĞACI:



''Bu kez açıkça dışardan alınma bir başka tema da ''Yazgılar Kitabı-Ağaç'' kavramıdır. Osmanlı Türklerinin inanışına göre, Hayat Ağacının bir milyon yaprağı olup her birinin üzerine bir insanın yazgısı yazılmıştır; her insan öldüğünde ağaçtan bir yaprak düşer.'' (Sayfa: 341)
*
''Ostyak'lar yedi katlı bir göksel Dağın üstünde oturan bir tanrıçanın, her insan doğar doğmaz yazgısını yedi dallı bir ağaca yazdığına inanırlar. Aynı inanca Batak'larda da rastlanır; ancak gerek Türkler gerek Batak'lar yazıyı oldukça geç dönemlerde öğrendiklerinden, bu mitin doğu kökenli olduğu açıktır. Ostyak'lar ayrıca tanrıların, doğan çocuğun geleceğini bir yazgı defterinde aradığına inanırlar. Sibiryalı Tatar'ların söylencelerine göre, yedi tanrı yeni doğan çocukların kaderlerini bir ''Hayat Defteri''ne yazarlar. Fakat bütün bu imgeler, yedi gezegen ''feleğinin'' bir Yazgı Kitabı (veya Defteri) sayıldığı Mezopotamya kökenli tasarımdan türemiştir.'' (Sayfa: 341-342)
*
MİSTİK SAYILAR: 7 VE 9:
*
''Üç Kozmik kuşağı simgeleyen 3 sayısının dinsel anlam ve değerinin 7 sayısınınkinden önce geldiği bilinen bir gerçektir. Ayrıca dokuz kat gökten (dokuz tanrıdan, Ağacın dokuz dalından, vb.) de söz edilir; bu mistik sayı olasılıkla 3*3 olarak açıklanabilir ve dolayısıyla, Mezopotamya kökenli 7 sayısınınkinden daha eski bir simgeselliğin, 3 simgeselliğinin içinde sayılmalıdır.
Şaman, üzerine yedi veya dokuz gök katını temsil eden yedi veya dokuz taptı (çentik, kertik) atılmış bir ağaca ya da direğe tırmanır. (..) Yakutlar kanlı kurban sunduklarında, şamanları -sunuyu Ay Tojon'a ulaştırmak için- açık havada dokuz taptı'lı bir ağaç dikip ona tırmanırlar, şamanın yurtunun içinde de bu ağacın daha küçük, yine dokuz çentikli bir benzeri bulundurulur. (..)
Ostyak'ların kozmik direklerinin yedi çentikli olduğunu görmüştük. Vogul'lar Göğe yedi basamaklı bir merdiven çıkılarak ulaşıldığı inancındadırlar. Bütün Güneydoğu Sibirya'da yedi kat gök tasarımı geneldir; ama tanıklık edilen tek görüş bu değildir. Dokuz gökküre ya da 16, 17, hatta 33 kat gök kavramları da daha az yaygın değildir.'' (Sayfa: 343-344)
*
''Buryat'larda tanrıların sayısı bunun üç mislidir; iyi ve kötü diye ayrılıp Göğün çeşitli bölgelerine dağılmış tam 99 tanrıları vardır; 55 iyi tanrı güney-batı, 44 kötü tanrı da kuzeydoğu yönlerinde bulunurlar. Bu iki grup uzun zamandan beri aralarında savaşmaktadırlar. Moğollar da eskiden 99 tanrı tanıyorlarmış.'' (Sayfa: 345)
*
OKYANUSYA KÜLTÜREL ALANINDA ŞAMANİZM VE KOZMOLOJİ
*
DİPNOT: (..) ..bugünkü Pigmelerin, her ne kadar komşularının daha gelişmiş kültürlerinden etkilenmiş olsalar da, birçok arkaik öğe ve özellikleri korudukları kuşku götürmez. Bu ''tutuculuk'' özellikle, daha gelişkin komşularınınkilerden çok farklı olan dinsel inanışlarında kendini gösteriyor. Dolayısıyla biz, Dünyanın Ekseni mitini ve kozmolojik şemasını Pigmelerin dinsel geleneklerinin özgün bir kalıntısı olarak sınıflamaya kendimizi yetkili sayıyoruz. (Sayfa: 349-350)
*
''Ölümde can (ruh) bedeni topuktan çıkarak terk eder ve doğuya yönelip denize kadar gider.'' (Sayfa: 350)
*
DOKUZUNCU BAŞLIK
*
Kuzey ve Güney Amerika'da Şamanizm
*
ESKİMO'LARDA ŞAMANİZM:
*
''Bir şaman:
*
Bütün vücudum göz oldu.
Bakın.! Korkmayın.!
Her yana birden bakıyorum.! diye ırlıyormuş.'' (Sayfa: 362)
*
''..bazen av iyice kıtlaşıp bütün köy açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. O zaman köy halkı seansın yapıldığı evde toplanır ve şamanın esrimeli yolculuğu bütün topluluk adına yapılır. Hazır bulunanlar kemerlerini ve çarık bağlarını çözmek ve gözler kapalı sessizce durmak zorundadırlar.'' (Sayfa: 366)
*
KUZEY AMERİKA ŞAMANİZMİ:
*
''Bütün benzerleri gibi Kuzey Amerika şamanları da atmosfer olaylarına egemen olduklarını (yağmuru yağdırmak ve dindirmek gibi) iddia eder, olacakları önceden bilir, hırsızları meydana çıkarırlar, insanları büyücülerin büyülerine karşı korurlar, vb.'' (Sayfa: 372)
*
GÜNEY AMERİKA ŞAMANİZMİ: ÇEŞİTLİ RİTÜELLER:
*
''Manacica'larda, cenaze töreni biter bitmez şaman ölenin ruhunu Göğe götürür. Yol son derece uzundur ve zahmetlidir; balta girmemiş bir ormandan geçilir, bir dağa tırmanılır; denizler, ırmaklar, bataklıklar aşılır; sonunda büyük bir nehrin kıyısına varılır; bir tanrısal varlığın koruduğu bir köprüden karşıya geçmek gerekir. Şamanın yardımı olmaksızın ruh bunları asla başaramaz.'' (Sayfa: 404)
*
GÜNEY AMERİKA KITASINDA ŞAMANİZM ESKİLİĞİ:
*
DİPNOT: XVII. yüzyılın sonlarında bir gezgin bir Fin göreneğini şöyle anlatıyor: Köylüler bir buhar odasının ortasında ısıttıkları taşların üstüne su döküyor ve derilerindeki bütün gözenekler açılıncaya kadar bir süre orada, çıkan buharın içinde kalıyor, sonra dışarı çıkıp buz gibi soğuk bir ırmağa atlıyorlardı. (..) Birçok mitolojik gelenekte ilk insanın Tanrı tarafından kuvvetli bir terleme sonucunda yaratıldığı anlatılır. (Sayfa: 413)
*
ONUNCU BAŞLIK
*
Güneydoğu Asya ve Okyanusya'da Şamanizm
*
SUMATRA'DA ŞAMANLAR VE RAHİPLER:
*
''Sumatra Batak'larının Hint kaynaklı fikirlerle derinden etkilenmiş olan dinlerinde egemen kavra ruh ve candır. Ruh/can vücuda bıngıldaktan girer ve çıkar.'' (Sayfa: 427)
*
BORNEO VE CELEBES'TE (SULAWESİ) ŞAMANİZM:
*
''Basir'lerin çift cinsiyetlilik ve iktidarsızlığına gelince, bunların önemi iki kozmolojik düzey (Yer ve Gök) arasında aracı sayılmaları ve ayrıca dişil öğe (Yer) ile eril öğeyi (Gök) kişiliklerinde birleştirmelerinden ileri gelir.'' (Sayfa: 434)
*
POLİNEZYA ŞAMANİZMİ:
*
''Fornander Hawaii'de on rahip topluluğundan söz ediyor. Bunların üçü büyücülükte, ikisi ruh çağırmada, üçü falcılıkta, biri hekimlik ve cerrahlıkta, biri de tapınak yapımında uzman sayılıyormuş. Fornander'in ''din adamı topluluğu'' saydığı şeyler daha çok çeşitli işlerde uzmanlaşmış gruplar olsa gerek; fakat bu bilgi gösteriyor ki rahipler de -başka yerlerde yalnızca şamanlara bırakılan- sihirbazlık ve hekimlik eğitimini görüyorlardı.'' (Sayfa: 453)
*
ONBİRİNCİ BAŞLIK
*
Hint-Avrupalı Kavimlerde Şamanacıl İdeoloji ve Teknikler:
*
ESKİ YUNAN'DA ŞAMANİZM:
*
''..Thrak'lara ve Herodotos'un deyişiyle, ''Thrak'ların en yiğitleri ve en adaletlileri'' olan Get'lere bir göz atalım. Birçok yazar Zalmoxis'i bir şaman olarak görmüşse de biz bu yorumu kabul etmek için hiçbir neden bulamıyoruz. Her dört yılda bir Zalmoxis'e''elçi gönderme'' adeti (Herodotos, IV, 94) olsun, ortadan kaybolarak gidip üç yıl yaşadığı, sonra da Get'lere insanın ölümsüzlüğünü kanıtlamak için dönüp geldiği ''yeraltı konutu'' olsun, hiçbir bakımdan şamancıl değillerdir.'' (Sayfa: 479-477)
*
''Orpheus'a gelince, onun mitinde şamancıl ideoloji ve teknikle karşılaştırılabilen birçok öğe bulmak mümkündür. Bunların en önemlisi, doğal olarak, eşi Eurydike'nin ruhunu geri getirmek üzere Yeraltına inişidir. Bu mitin en az bir versiyonu girişimin sonundaki başarısızlıktan söz etmez. Bir insanı Yeraltı dünyasından kurtarmanın mümkün olduğu fikri zaten Alkestis söylencesinde de doğrulanmaktadır. Fakat Orpheus'ta bir ''Büyük Şaman''a özgü başka nitelikler de vardır: sağıltıcılık sanatı, müzik ve hayvan sevgisi, ''büyüleri'', bilicilik gücü gibi. ''Uygarlaştırıcı kahraman'' karakteri bile en tipik şamanlık geleneğiyle çelişmez: ''İlk şaman'' zaten insanları hastalıklardan kurtarmak ve uygarlaştırmak için Tanrı'nın gönderdiği elçi değil miydi.? Nihayet, Orpheus mitinin son bir öğesi daha net olarak şamancıldır: Bakkhant'lar (Dionysos/Bakkhos ''rahibeleri'') tarafından kesilip Hebron'a (Evros, Meriç) atılan kafası şarkı söyleyerek Lesbos'a (Midilli) kadar yüzmüş, sonra da, Mimir'in başı gibi, bilicilik işlevi görmüştür. İmdi, Yukagir şamanlarının kafaları da falcılıkta rol oynar.'' (Sayfa: 478)
*
''..Eski Yunan geleneklerinde -Herakles'in sırra-erme sınavından (yeraltına inişlerin en ünlüsü) Pythagoras'ın ve Zoroastre'ın (Zerdüşt) efsanevi inişlerine kadar- tanıklanan Yeraltına inişlerde de en küçük bir şamancıl yapı görülmez. Burada belki de Platon'un kaydettiği (Devlet, 614 B) Pamfilyalı Armenios oğlu Er'in esrime deneyiminden söz etmek daha uygun olacaktır. Savaş alanında ''öldürülen'' Er on ikinci gün, vücudu henüz odun yığınının üstündeyken dirilir ve öbür dünyada kendisine gösterilenleri anlatır. Bu anlatıda Doğu fikir ve inanışlarının etkisi görülmüştür. Ne olursa olsun, Er'in kataleptik dalınç hali ve esrimeyle öbür dünyaya gidişi bize yalnız Arda Virafi değil, birçok şamancıl deneyimi de hatırlatıyor. Er başka şeylerle birlikte göğün renklerini ve orta ekseni, ayrıca insanların yazgılarının yıldızlar tarafından saptanışını da görmüştür. (Devlet, 617 D -618 C).'' (Sayfa: 480)
*
DİPNOT: ..Mezopotamya'da, bir göğe çıkış sonunda tanrıdan Yasa Levhalarını ya da Göksel Kitabı -Mesih (yani ''Yağlanmış'') sıfatıyla kral alıyordu; İsrail'de Musa Yahve'den Yasa Levhalarını alır. (Sayfa: 481)
*
İSKİTLER, KAFKASYALILAR, İRANLILAR:
*
DİPNOT: Oset'lerde, ''ölü'', yakınlarından izin aldıktan sonra ata atlayıp gider. Çok geçmeden yolda birtakım ''nöbetçilerle'' karşılaşır; onlara birkaç peksimet (mezarının yanına konmuş olan peksimetleri.!) vermesi gerekir. Sonra bir ırmağa gelir; bunun üzerine köprü diye sadece bir kalas atılmıştır. Doğru ya da ''hakikatli'' kişinin ayakları altında bu kalas genişler, sağlamlaşır, görkemli bir köprü olur. (..) Ermenilerin ''dar köprüsü'' ya da Gürcülerin ''kıl köprüsü'' gibi bu öbür dünya ''köprü''sünün de Mazdekçilikten geldiği kuşku götürmez. Bütün bu kalaslar, kıllar, vb. doğru kişinin ruhunun önünde genişleyip açılmak, günahkâr ruhlar içinse kılcın ağzı gibi daralmak gibi bir özellikleri vardır. (Sayfa: 483)
*
''..Zerdüşt'ün kendisinin ''şamancıl'' bir deneyimden geçip geçmediği konusunda kesin bir şey söyleyememekle birlikte, esrimenin en ilkel biçimi olan kenevir sarhoşluğunun Eski İranlılarca bilindiğini hiç çekinmeden öne sürebiliriz. Ayrıca İranlıların, şamanizmin öteki temel öğelerini, örneğin -İskitlerde de tanıklanan.?- sihirli uçuş veya Göğe çıkışı da bildiklerine inanmamıza hiçbir engel yoktur.'' (Sayfa: 488)
*
''İslam'ın Orta Asya Türkleri arasında yayılmasıyla birlikte bazı şamancıl öğeler müslüman mistiklerince özümsenmiştir. Profesör Köprülüzade ''efsaneye göre Ahmet Yesevi ile bazı dervişlerinin kuşa dönüşüp uçma yetenekleri olduğunu'' hatırlatıyor. Bektaşi ermişleri üstüne de benzer söylenceler dolaşıyormuş. XIII. yüzyılda -ayırıcı ritüel işareti ''iki boynuzlu başlık'' olan bir tarikatın kurucusu- Barak Baba bir deve kuşuna binerek kendini halka gösteriyormuş ve, söylenceye göre, ''kuş binicisinin etkisi altında biraz uçabiliyormuş''. Türkolog bilginin belirttiği gibi, bu motiflerin gerçekten Türk-Moğol şamanizminin etkisinden ileri gelmesi mümkündür. Fakat kuşa dönüşme yetisi bütün şamanizmlerin ortak motifidir, ister Türk-Moğol olsun, ister Arktikalı, Amerikan, Hindli ya da Okyanusyalı.. Barak Baba söylencesindeki devekuşuna gelince, bunun daha çok bir Güney etkisine işaret ettiği düşünülebilir.'' (Sayfa: 491)
*
HİND DÜNYASINDA ''ŞAMANCIL'' SİMGESELLİK VE TEKNİKLER:
*
''..Klasik Yoga'yı şamanizmden ayıran farkın bir kez daha altını çizelim: Şamanizm'de de (örneğin Eskimo şamanının sırra-ermesindeki gibi) zihinsel yoğunlama teknikleri bulunmasına karşın, asıl amaç her zaman esrimedir, ruhun esriyerek Kozmosun çeşitli bölgelerine yolculuğa çıkmasıdır; oysa Yoğa ''iç-yönlü esrime'' (enstase) peşindedir, yani zihnin son noktaya dek yoğunlaşmasını gerçekleştirmeye ve Kozmos'un dışına ''kaçışı'' sağlamaya çalışır. Fakat klasik Yoga'nın ön-tarihsel kökleri, amaçları yalnızca bazı esrime deneyimleri elde etmek olan şamancıl nitelikli birtakım ''ara'' Yoga biçimlerini de elbette dışlamaz.'' (Sayfa: 507)
*
ONİKİNCİ BAŞLIK
*
Tibet, Çin ve Uzakdoğuda Şamancıl Simge ve Teknikler
*
BUDİZM, TANTRİZM, LAMAİZM:
*
''Buddha, ''aydınlanışından'' sonra doğduğu kent Kapilavastu'ya ilk gelişinde, birtakım ''mucizevi güçler'' gösterdi. Yakınlarını, taşıdığı manevi kuvvetlere inandırmak ve onları kendi inanışına dönmeye hazırlamak için, havaya yükseldi, bedenini parçalara ayırıp başını, el ve ayaklarını yere attı, sonra seyircilerin şaşkınlıktan kamaşmış gözleri önünde parçalarını tekrar birleştirip vücudunu yeniden oluşturdu. Bu mucize Açvagosha tarafından bile anılır, fakat o denli köklü biçimde Hind sihir geleneğine ait bir motiftir ki, giderek fakirizmin (''Hind fakiri'' olayının) tipik harikası veya kerameti haline gelmiştir.'' (Sayfa: 521)
*
ÇİN'DE ŞAMANCIL SİMGE VE TEKNİKLER:
*
''..sihirli gücün kaynağı belli bir tarihe kadar kadınlardaymış; bu ayrıntı da, başka birkaç hususla birlikte, Çin'de eskiden anaerkillik olduğuna dair bir belirti sayılabilir.'' (Sayfa: 545)
*
MOĞOLİSTAN, KORE, JAPONYA:
*
''Şamanizmin Han döneminden itibaren tanıklandığı Kore'de erkek şamanlar kadın giysileri giyerler ve sayıca kadın şamanlardan azdırlar. Kore şamanizminin kökenlerini belirlemek zordur. Güneyden gelmiş etkileri de içermesi mümkünse de, Han döneminde kullanılan şaman başlığındaki geyik boynuzları eski Türklere özgü geyik tapıncıyla ilişkisi bulunduğunu gösterir.'' (Sayfa: 560)
*
''Matthias Eder'e göre bu kadın şamanların işlevleri şunlardır:
1) Ölünün ruhunu öbür dünyadan geri getirirler. Bu işle ilgili olarak halk dilinde shinikuchi'den söz edilir ki ''ölünün ağzı'' diye çevrilebilir. Canlı birinin ruhunu uzaklardan getirdikleri zaman da ikikuchi, yani ''dirinin ağzı'' terimi kullanılır.
2) İsteyene gelecekteki mutluluk ve mutsuzlukları (başına gelecekler) hakkında bilgi verirler. O zaman kullanılan terim kamikuchi, yani ''tanrının ağzı''dır.
3) Hastalıkları ve öteki felaketleri kovarlar, dinsel arınma/arıtma işini üstlenirler.
4) Belli bir hastalığa karşı kullanılacak ilacın adını tanrılardan sorarlar.
5) Kaybolan eşya ve nesneler hakkında bilgi verirler. Bir kadın şamandan en sık istenen hizmetler ölülerin ya da uzakta yaşayan dirilerin ruhlarının çağrılması ile iyi ya da kötü talihin bildirilmesi, yani falcılıktır. Öbür dünyadan geri çağrılan ruhlar da genellikle akraba, dost veya sevgililerin ruhlarıdır.'' (Sayfa: 561-562)
*
''Yakın bir döneme kadar ruh-kadınla sunağın rahiplerinden biri arasında cinsel birleşme de sırra-erme programına dahildi, tanrı kendini böyle temsil ettiriyordu.'' (Sayfa: 563)
*
ONÜÇÜNCÜ BAŞLIK
*
Paralel Mit, Rit ve Simgeler
*
ŞAMANLAR VE DEMİRCİLER:
*
''Demircilik uğraşı önem bakımından şamanlık meslek ve görevinden hemen sonra gelir. Bir Yakut atasözü ''Demirciler ve şamanlar aynı yuvadan çıkar'' der. Bir başkası da ''şamanın karısının saygıya, demircininkinin ise tapılmaya layık olduğunu'' söyler. Demircilerde hastalıkları iyileştirme, hatta geleceği bilme gücü vardır. Dolgan'lara göre şamanlar demircilerin ruhlarını ''yutamaz'', çünkü demirciler onları ateşte saklar. Buna karşılık demircinin bir şamanın ruhunu yakalayıp ateşte yakması mümkündür. Demirciler de kötü ruhların sürekli tehdidi altında ve bu düşman ruhları uzaklaştırmak için sürekli olarak çalışmak, ateşle oynamak, gürültü yapmak zorundadırlar.'' (Sayfa: 570)
*
''Demircilere ilişkin mitolojide şaman ve genel olarak büyücü mitolojilerindeki birçok tema ve motifi aynen buluyoruz. Bu durum, kökenleri ne olursa olsun, Avrupa'nın folklor geleneklerinde de doğrulanıyor; orada da demirci sık sık bir tür cin veya ifritle özdeşleniyor, Şeytan da ağzından ateş püsküren bir yaratık olarak gösteriliyor. Bu imgede, olumsuz değerlendirilmiş olarak ateş üzerindeki sihirli egemenliği görüyoruz.'' (Sayfa: 574-575)
*
''SİHİRLİ UÇUŞ''
*
''Rig Veda ''Anlak (manas) en hızlı uçan kuştur'' der. Pancavimça Brahmana da bu fikre açıklık getirir: ''Anlayanın kanatları vardır.''..'' (Sayfa: 581)
*
KÖPRÜ ve ''ZOR GEÇİT''
*
''Katha Upanişad şöyle diyor: ''Şairler [en yüce bilgiye götüren] yolun zorluğunu anlatmak için ''bir usturanın keskin ağzından geçmek kolay değildir'' derler. Bu ifade metafizik bilginin sırra-erdirici niteliğini aydınlatır: ''Hayata götüren kapı dar, yol incedir; insanların pek azı onu bulabilir.'' (Matta İncili, VII, 14).'' (Sayfa: 588)
*
SONUÇLAR
*
Kuzey Asya Şamanizminin Oluşumu:
*
DİPNOT: Tunguz şamanlarının ''ruhlarının'' büyük bölümü Budist kökenlidir. Bunların şaman giysisi üzerine çizilmiş resimleri, ''Budist rahiplerin giysilerinin tam birer kopyası'' olduklarını açığa vurur. (Sayfa: 604)
*
''Horst Kirchner, Lascaux mağarasındaki ünlü kabartmayı bir şamacıl esrime sahnesi olarak yorumlamıştır.'' (Sayfa: 610)
*
Sonsöz:
*
''Esrime-öncesi yaşanan coşku ve sevinç durumunun, evrensel lirizmin kaynaklarından biri olması da aynı şekilde olasıdır. Şaman kendinden-geçme olayını hazırlarken davulunu çalar, yardımcı ruhlarını çağırır, ''gizli bir dil'' ya da ''hayvan dili'' konuşur, hayvan bağırışlarını, özellikle de kuşların ötüşlerini taklit eder. Sonunda, dilsel yaratıcılığı ve lirik şiirin ritimlerini harekete geçiren bir tür ''ikincil ruhsal durum'' elde eder. Şiirsel yaratı bugün bile bir tam manevi özgürlük edimi olarak kalmıştır. Şiir, dili yeniden yapar ve başka alanlara ''uzatır''; her şiirsel dil bir tür gizli dil -yani özel bir evrenin, tamamen kapalı bir dünyanın yaratılışı- olarak başlar. En arı biçimiyle şiir edimi bir içsel deneyimden yola çıkarak dili yeniden yaratmaya çalışır; bu deneyim, ''ilkellerin'' dinsel esinine benzer biçimde, varlığın ve nesnelerin ''dibini'', özünü ortaya çıkarır. Mistiklerin ''gizli dilleri'' ile geleneksel alegorik diller de, daha sonra, esrime-öncesi ''esinin'' mümkün kıldığı bu türden dilsel yaratılarla oluşup biçimlenmiştir.'' (Sayfa: 620)

Aslı Erdoğan - Bir Delinin Güncesi


Taş Bina:
*
''Gözü kara bir çocuktu, bir ''karanlık'' ile bir başkasının meleziydi.''
(..)
''Mutlak iyiden ve mutlak kötüden uzakta, ortalamaların güvenli uzaklığında, insan özgürlüğünün cehennemini kurgularlar.''
(..)
''İnsan daha ilk çığlığından insan olarak doğmaz mı zaten.? Ama bunu taşıması güçtür, yalnızca bununla yetinmesi de..'' (Sayfa: 23)
(..)
''Onun varlığı, hiçlik üzerine uzun bir şiirdir. Bazen, durup dururken, içinde kıymık kadar kalmış yaşam kabarır, kabarır, şeytansı, gölgemsi bir kahkahaya dönüşür. Deliliğin maskesi onu acıdan korumasa da taş binanın anısından korur.''
(..)
''Bir zamanlar birini sevdim. Sevgiye inanmış olmalıydım. Kimse bana insan ilişkilerinin bir iktidar biçimi olduğunu öğretmemişti.'' (Sayfa: 24)
*
Ali:
*
''Kendi düş ağacını budamış, dünyayla hesabını süresiz ertelemişti.'' (Sayfa: 32)
*
Zar:
*
''Savaş halindeyiz, herkes gibi, sevgiye karşı bile.!''
*
''Aşkın gerçeğinden vazgeçtik, tıpkıbasımlara da razıyız.''
*
''Senin yaptığın bir tür dilencilik aslında, yaralarına herkesten fazla sadaka istiyorsun.!'' (Sayfa: 36)
*
Yorumsuz:
*
''Bugünlerde ''öteki'' kavramına duyarlılıkla yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum, çünkü ''öteki''nin tanınmaması, dilsizleştirilmesi, reddedilmesi ve nesneleştirilmesi üzerine kurulan her ilişkinin bir tahakküm ilişkisi olduğuna ve kaçınılmaz biçimde zulüm içerdiğine inanıyorum.'' (..) ''Herhalde hepimiz barış istiyoruz. Ama yalnızca kendi koşullarında barış istemek, aslında barış istemek değildir. Kalıcı bir barış, adil bir barıştır, her şeyden önce. ''Herkes için barış, eşit koşullarda barış, herkes için adalet, eşit koşullarda adalet.'' Dile getirilmesi naiflik gibi görülen dileğim bu.'' (Sayfa: 40)
*
Cümleler:
*
''Şimdi mi anlamıştık ölümün fiyat kırdığını, nicedir seri üretime geçtiğini, sahnelenen kanlı oyun için hep figüranlar, insan bedenleri istediğini.? O aldırışsız, unutkan, açgözlü bakışın hiç mi suç ortağı yoktu.? Suskunlukla sarmalanmış mıydı işkence çığlıkları, işitmediğimize inanalım diye.?'' (..) ''En dipte yaşayanlardan, sokağın ruhunu eldiven gibi üzerine giymiş bir adam, uğradığı bir haksızlıkla alev alev tutuşmuş. Ciğerlerini yırtarcasına bağırıyor, karşı kaldırıma doğru atılmaya çalışıyor. Diğeri arkadaşını belinden yakalamış, yatıştırmak için uğraşıyor:
''Dur yapma.! Bırak.! Biz GARİBAN adamız.!''..'' (Sayfa: 49)
*
Gerçek, Erdem, Yaşam vb.
*
''(Kim olduğunu düşünmek zorunda kalmayanlar ya hep kazananlardır ya da gerçek vurdumduymazlar..)'' (Sayfa: 70)
*
''..tek tutkunun sahip olma tutkusu, tek özgürlüğün tüketme özgürlüğü sanıldığı bir dünyada, ''erdem'' uslu bir boyun eğiş, süregiden her şeyin onayı olarak sunulmaz mı.?'' (Sayfa: 71)
*
''Son söz: En korkunç yalan, yansımasını ötekinin gözlerinde gördüğümüz yalandır. İşte bu cehennemden kaçmalı. Koşmalı. Yalınayak, cebindeki paraların, kimliklerin, anahtarların ağırlığından kurtulmuş, günebakanlara, denize, yaşama doğru..'' (Sayfa: 72)
*
EY YURTTAŞ.!
*
''Ey, yurttaş.! Bilesin ki kanun karşısında herkesin boynu kıldan incedir, eşitçedir ve bu ormanda bundan böyle orman kanunu yürürlüktedir. Özgürlük her yurttaşın hakkı, kardeşlik görevidir. Özgürleşmek istemeyenler önce uyarılıp, sonra cezalandırılacaktır, çünkü özgürlük düzensiz olmaz. Her yurttaşımız kendini ifade hakkına sahiptir, dileyenin ifadesi süratle alınır. Her yurttaşımız kendine bildirileni bütünüyle bilme hakkına sahiptir. Her yurttaşımız pes etme ve çözülme hakkına sahiptir. Yabancı bir düşünürün tespit ettiği gibi (bizden olmayanlara da söz hakkı tanırız): Görüşlerinize katılmıyorum ama onları dile getirmek için canınızı vermenize hiç itirazım yok. Gerekli önlemler tamamlandığında ve dört duvar arasında kalmak koşuluyla, dileyen dilediğini dile getirebilir. Kendisine tanınan kimlik dışında, başka herhangi bir kimliğe, alt-kimliğe ihtiyaç duyanlar, dört fotoğraf ve seyahate engel durumu bulunmadığına dair doktor raporuyla başvurabilir. Ey yurttaş:! Geleneklerinden kopmamış, toprağa bağlı, özü sözü, fikri zikri bir, geçmişiyle gurur duyan, yanlışı olmayan, çağdaş teknolojiyi fizik güçle harmanlayan, işini hevesle yapan, tek bakışıyla dünyayı durduran, gözleri keskin, elleri titremeyen yurttaş.!
Gün bizim, gece bizim, orman bizim.!'' (Sayfa: 75)
*
BÖLÜNMÜŞ BİR YAZI:
*
''Demokratik devlet, yönetilenlerin talepleri ve toplumsal onayla biçimlenir. Toplum karşısında bir meşruluk kaygısı, hesap verme yükümlülüğü taşır. Herkes için geçerli yasalar, devleti temsil edenlerin ''keyfiliği''ni engeller.'' (Sayfa: 78)
*
DİLSİZLİK:
*
''Ben bir özneyim, sizin kavramlarınıza sığdığım ölçüde varolmayı reddediyorum, üstelik kendi varlığımı dünyaya yansıtmak ve dünyayı kendi varlığımın bir ifadesine dönüştürmek istiyorum.''
(..)
''Kim(lere) oy vereceğimi açıklamamın pek anlamı kaldı mı, bilmiyorum. Üstelik güncel politika alanında kendimi hiçbir okurdan daha yetkin hissetmezken.. ''İyi şeylerin hiçbiri tek adamla yapılamaz'' der Kızılderililer. Pazardaki başarımıza göre değerlendirildiğimiz, zaferler-yenilgiler-rakipler dünyasında, dört elle sarılmamız gereken bir kavram var bence: dayanışma. Ben bunu ezilenin, susturulanın, dilsizleştirilenin (yerinden, özgürlüğünden edilenin, öldürülenin, kaybedilenin, linç edilenin) yanında durmak olarak alıyorum, onunla aynı gemide olduğumu hissetmek, gerekirse o gemiye binmek.. Oy vermenin anlamı, izin verilen seçenekler arasında en hoşgörülebiliri seçmek değil, bir reddin, direnişin örgütlenmesi olmalı.
Son söz: ''Özgürlük hiçbir şeydir, özgürleşmek her şey.'' (Sayfa: 89)
*
ORMAN DİYOR Kİ:
*
''İşte yüzün.! Kendi yansımana sadık kal, çünkü o senin yazgındır.''
(..)
''Yeniden dirilmeyi umuyorsan, toprağa gömülmen gerek, yalana değil. Bir ağaç gibi, köklerini derinlere sal ki karanlıkta büyüyebilesin.'' (Sayfa: 91)
*
''Orman diyor ki: ''Aşkı küllenmiş bir sözcük sanmıştım.'' Aşk bir cehennemmiş. Orman diyor ki: ''Cehennemden sakınanlar, onu yitirirler.'' Günü geldiğinde gidecek. Limanda dimdik duracağım, bir zamanlar elimi tuttuğu için dimdik.. Sonra kendimi yakacağım, güverteden dumanı izlesin diye..
Bir sırrım var benim: Bu gece dolunay çıkacak.'' (Sayfa: 92)
*
HERKES HERKESİN POLİSİ:
*
''Üniformalı bedenler, üniformalı ruhlarla doluydu kent ve herkes herkesin polisiydi.'' (Sayfa: 97)
*
GOLEM (1)
*
''Ve Camus'den bir alıntı: ''Ya devletin işlediği suçlar, bireylerinkini fersah fersah aşmışsa.?''..'' (Sayfa: 104)
*
SİZİN HİÇ OĞLUNUZ ÖLDÜ MÜ.?
*
''Anne Fadime Göktepe, baklava çalan çocukların 18 yıla çarptırıldığını hatırlatarak, '2Oğlumun baklava kadar değeri yokmuş,'' dedi.'' (Sayfa: 113)
*
''Siz hiç, birini, ''ona değil, bana yapın,'' diyecek denli sevdiniz mi.? Sizin hiç oğlunuz öldürüldü mü.?'' (Sayfa: 114)
*
DETE FABULA NARRATUR.!
*
''..beden, kendisine yapılanı unutmaz, onun apayrı bir belleği ve başkaldırısı vardır.'' (Sayfa: 120)
*
FIRTINA ÇİÇEKLERİ:
*
''..''İnsan'' olmanın anlamını öğrenmişlerdi, çok erken, çok korkunç, çok insanlık dışı biçimde..'' (Sayfa: 123)
*
BİR AŞK SENARYOSU:
*
''..''Narkissos öldüğünde en çok nehir ağlamış. 'Ona öyle aşıktım ki,' demiş nehir, 'çünkü gözlerinde kendi sularımın yansımasını görürdüm.'..'' (Sayfa: 131)
*
ORTAK ÇUKUR:
*
''Ama bu kez, bir kez daha, işkenceci sırtını dayadığı iktidara sarsılmaz güvenini, mutlak zaferini ilan ediyor. Süleyman Yeter'in kişisel yazgısı, kısacık yaşamı ve direnişi için ödediği ağır bedel, topyekûn vahşetin içinde eriyip gidiyor. Yakın tarihimizin kanlı karmaşasında, binlerce kişinin gömüldüğü ortak çukura karışıyor. Dehşet, isyan çığlıklarımızı gene içimize doğru atıyoruz. Onun son iki gününü hayal etmeye çalıştığınızda, cemevindeki cenaze fotoğraflarına, yakınlarının yüzüne yansıyan cehenneme baktığınızda, anlatılanla yaşanan arasındaki korkunç boşluğu dolduracak bir söz, yürekten gelen bir söz aradığınızda.. Anlıyorsunuz ki, bütün sözcükler o utanç dolu çukur tarafından yutulmaya yazgılı. Yazılıp, yazılabilecek her şeyin üzerine gece çöküyor.'' (Sayfa: 138-139)
*
ÇAĞRI:
*
''İdam sehpası yalnızca bir ölüm makinası değil, aynı zamanda sadece insana özgü olan kendi ahlaki yıkımını isteme eğiliminin de en eski ve en müstehcen simgesidir.''
*
Koestler (Sayfa: 141)
*
''Sıkça karşılaştığım iki soru: Senin çocuklarını öldüren birinin ipini çekmez miydin.? Sana işkence yapan birine, eline fırsat geçse aynısını yapmaz mıydın.? Hayır, yapamazdım. Belki beni kendisine dönüştürecek bir işkenceciyle karşılaşmayacak denli, şanslıydım (ayrıcalıklıydım) ama insan, cellatlar ve kurbanlar arasındaki yol ayrımında nerede durduğunu iyi bilmeli. İnsanlığın en derin uçurumuyla en yüce doruğu arasındaki kaygan, keskin, tehlikeli sınırda içimizdeki ''öteki''ni korumak gerekiyor.''
*
''İnsanlığın tek gerçek dayanışmasının ölüm ve acı karşısında olabileceğini hatırlamak için daha kaç ölüm istiyoruz.?'' (Sayfa: 142)
*
BEYAZ ÇİZGİ:
*
''..insanlığın derin acı kuyusundan benim payıma da bir küçük kadeh karanlık düşmüştü işte. ''Bırakın ağlayayım. Bu bir yaşama arzusu.''..'' (Sayfa: 153)
*
''..''Ruhun içinde, mutlak kötülüğün kardeşlikle çakıştığı noktayı arıyorum,'' der Malraux.'' (Sayfa: 154)
*
NOT DEFTERİ:
*
''Yazarın elindeki ''güç'' -her ne kadar ödünç alınmış, itibarını kaybetmiş de olsa- onu, ahlaki konuları gündemde tutmak, baskıyı, haksızlığı saptayabildiğinde dile getirmek, sessiz kılınanın sözcülüğünü üstlenmek, maskeleri düşürmek, bölük pörçük sunulan gerçekliğin çizgilerini belirlemekle yükümlü kılmaz mı.?'' (Sayfa: 159)
*
''- (Kişisel not) Ötekilik ilişkisinin en acılı, en derinlemesine yaşandığı ''duygusal ilişkiler alanına'' öte taraftan bir bakış denemesi: Kadın, iki özne arasında dolayımsız bir ilişkinin kurulabileceğine dair safdil inançla, gerekli ve tehlikeli bir yanılsamayla arzular ormanına yalınayak dalar. ''Aşk'' adı verilen duyguların arasından yalnızca bir tekiyle onu sarmalar. Adam: Sahiplenme arzusu. Kanserli bir doku gibi büyüyen ötekinin arzusuna, vazgeçilmez olmanın getirdiği zafer duygusuyla zarifçe teslim olur kadın. Varlığı, yokluğunun yarattığı korkuya indirgenene değin.. İşi tamamdır artık. Tam o noktada, nesneleştirilmesinin sonuna gelinmiştir, artık kolayca bir diğeriyle değiş tokuş edilir. Kimi kez umutsuzca çırpınır. Kişisel özelliklerini, erdemlerini, geçmişini ortaya çıkarır. Çocukluk fotoğrafları da sürülür bu vahşi pazara, en derin travmalar da. Dokunaklı bir biçimde, ''ben de insanım'', demektedir. Yeniden ormana dalacak cesareti toplaması görkemli bir unutuşu gerektirir.'' (Sayfa: 160)
*
UÇURTMA VE KASATURA:
*
''Hüzünlü bir ses, ''uçurtmayı vurdular'', diyor telefonda. Uçurtmayı kasaturayla delik deşik ettiler.'' (Sayfa: 163)
*
UÇURUMUN DİBİNDEKİ KAHKAHA:
*
''..herhangi bir gelecek varsa, ''vicdan'' ve ''adalet'' gibi sözcüklerinin içeriğinin boşaltılmadığı bir dünyada biçimlenir.'' (Sayfa: 166)
*
BOŞLUĞUN RESMİ:
*
''(Oysa herkes kendi sahiciliğinden, başkalarının yapaylığından öylesine emin. Ben değilim.)'' (Sayfa: 170)
*
''..bedenle konuşan yazıları yeğlerim: Gırtlağa çökenleri, mideye bir yumruk sallayanları.. Karanlığı yadsıyanları değil, karanlıkla birlikte, onun tam içinden yazılanları.. Gerçeğin dalgalarına batmamak, yüzeyde ustaca sörf yapmak mümkün, oysa dünyanın çıplak gerçeği bir boğulmuşluk hissi uyandırıyor. ''Ya umut.?'' diyorsunuz. Benim peşinde koştuğum umut, en korkunç umutsuzluğun ortasında ayrıkotu gibi kendi kendine büyüyen umut.'' (Sayfa: 171)
*
ELLİNCİ YAZI:
*
''Yaralar çoğu kez dilsizdir, ama bir konuştular mı, sesleri korkutucudur ve yalan söylemeyi beceremezler. Ellinci yazıyı da buruk bir gülümsemeyle bırakıyorum: Gitsin. Söz de uçar, yazı da.. Geriye kalan ne.? İnanın bilmiyorum.'' (Sayfa: 175)

15 Temmuz 2022 Cuma

Anais Nin - Henry ile June (Türkçesi: Nedret Tanyolaç Öztokat)


Arka Kapak
 ''Günce tutmanın bir hastalık olduğunu bu geceki kadar açıklıkla görmemiştim. Henry'yle kahvedeki o büyüleyici tartışmalarımızdan yorgun düşmüş bir halde eve döndüm; odama girerken çok mutluydum, perdeleri çektim, ateşe bir odun attım, bir sigara yaktım, Günce'yi tuvalet masamın altındaki son sakladığım yerden aldım, fildişi rengi pek yatak örtüsünün üstüne attım ve yatağa uzanmaya hazırlandım. Bir esrar içicisi de piposuna böyle hazırlanır diye düşünüyordum. Çünkü yaşamımı, bir düş, bir mitos, sonu olmayan bir öykü gibi gördüğüm bir andı bu. (..) Günce, benim afyonlu sigaram, haşhaşım, esrar pipom. Uyuşturucum ve kötü alışkanlığım.''

*
Anais Nin (Günce I)
*
''Anais Nin'i Günce'si, evrensel edebiyatın gerçekten önemli ve zenginleştirici yapıtları arasındadır.''
*
Henry Miller
*
Kapaktaki fotoğraf: Anais Nin Brooklin'de. (Foto: Marlis Schwieger)
*
ANAIS NIN'İN GÜNCELERİ ÜZERİNE:
*
''..''Söylemek istediğim, sanattan ve sanatçıdan tümüyle ayrı bir şeydir. Konuşmak isteyen bir kadın. Ve konuşmak isteyen yalnızca Anais adlı kadın değil. Çok sayıda kadın adına konuşmalıyım. Kendimi keşfettikçe, binlercesinin arasından birisi, bir simge olduğumu hissediyorum. Dünün ve bugünün kadınlarını anlamaya başlıyorum. Geçmiştekiler konuşmaktan yoksun, suskun sezgilerde sığınak arayan kadınlardı; bugünün kadınları, hepsi kendilerini hareketli yaşama adamış, erkeklere öykünen kadınlar. Bense iki türün arasındayım..'' diye yazar.'' (Sayfa: 6)
*
''Bizi umutsuzluğa iten şey, yaşamımızın tümünde evrensel, kozmik bir anlam bulmaya çalışmamız ve sonunda yaşamın saçma, mantıksız ve anlamsız olduğunu söylememizdir. Her şeye uyacak evrensel, kozmik bir anlam yoktur; her birimizin yaşamımıza verdiğimiz anlam vardır yalnızca; bireysel bir anlam, bireysel bir öykü; tıpkı kişisel bir roman gibi, her insan için bir kitap vardır. Mutlak birliği arayarak kendimizi kandırıyoruz. Bana doğru görünen insanın kendi yaşamına olabildiğince anlam katmasıdır. Örneğin, bağnazlık ve haksızlıkla dolu olduğunu düşündüğüm siyasal akımların hiçbirine katılmadım, ancak her insana insanca ve demokratça davranırım.'' (Sayfa: 7)
*
''Her insana hakettiğini veririm. Toplumsal sınıfı ve zenginliği önemsemem. Benim duyarlı olduğum şey düşünce yetisi, insansal değerler ve karşılayabildiğim oranda başkalarının gereksinimleridir. Benim kendi adıma yaptığımı hepimiz yapabilseydik ne savaş olurdu, ne de yoksulluk. Bana gelen her insanın yazgısından kişisel olarak sorumlu gördüm kendimi.'' (Sayfa: 7-8)
*
''Yirmi dokuz yaşında, yalın bir dille şunları yazar: ''Her zaman en az iki kadın vardı içimde; biri boğulduğunu hisseden yitik ve umutsuz kadın; öteki, güçsüzlük yetersizlik, umutsuzluktan başka bir şey olmayan gerçek duygularını gizleyerek insanlara bir gülümseyiş, istek, merak ve ilgi sunmak üzere sanki sahneye çıkmış bir kadın.''..'' (..) ''..''Yalnızca herkesin beni güncemden ayırmak istemesine üzülüyorum,'' diye yazar 1933 Haziranında. ''Güncem benim sadık dostum, bana yaşama gücü veren te dostumdu, çünkü insanların yanında bulduğum mutluluk öyle geçici ve içimi dökme isteği öylesine ender ki, en küçük ilgisizlik belirtisi sessizliğe gömülmeme yeter. Güncemde rahatım yerinde.''..'' (Sayfa: 9)
*
''Özellikle içinde olduğum an'ı yaşıyorum. Anımsadığım bir şeyin gerçekliği daha azmış gibi geliyor bana. Gerçekliğe öyle gereksinme duyuyorum ki. Yaşanan şey uzaklık ya da zamanın etkisiyle değişikliğe uğramadan, nerdeyse yaşarken beni yazmaya iten, işte bu her şeyi hemen not etme gereksinimidir.'' (..) ''1947'de yayımlanan On Writing (Yazmak Üzerine) başlıklı bir denemesinde Anais Nin şöyle yazar: ''Günce bana insanların kendilerini en gerçekçi biçimde, özellikle duygusal kriz anlarında ortaya koyduğunu öğretti. İnsanın kendisini ele verdiği bu önemli anları seçmeyi öğrendim.''..'' (Sayfa: 10)
*
''..''Aya gidiyoruz,'' diye yazmıştır Anais Nin. ''Çok uzak değil. İnsan kendi içinde de çok uzaklara gidebilir.''..'' (Sayfa: 12)
*
GUNTHER STUHLMANN, New York, Ekim 1965
*
Kış, 1931-1932


''..insanların bir nesne ya da bir kişiyi engellenen bir şeyin sorumlusu gibi gördüklerini; oysa o engelin gerçekte insanın kendi içinde olduğunu da iyi biliyorum.'' (Sayfa: 18)


''Günlük yaşam beni ilgilendirmiyor. Yalnızca önemli anların arayışındayım. Olağandışının ardına düşen gerçeküstücülere katılıyorum.'' (Sayfa: 19)
*
''..Rimbaud'nun açıkladığı gibi bilinçaltına tapma. Çılgınlık değil bu. Mantıksal düşüncenin kurduğu katı biçimleri aşmak için gösterilen bir çaba.'' (Sayfa: 27)


''Dürüst bir fotoğrafçı gibi yalnızca gördüğüne inanıyordu; şimdi düz ya da ters yansımalı binlerce aynanın ortasındaydı.'' (..) ''..bana gerçeği söylediği gün, onu gerçekten seveceğimden, ona sahip olacağımdan kuşkum yoktu. Benim savaştığım onun yalanlarıydı.'' (Sayfa: 30)
*
''Gerçek, yalnızca estetikten yoksun kişi ve nesnelerde bulunurmuş.'' (..) ''..Arapların, düşüncelerini açık edenlere saygı duymadıklarını okuduğumu anımsıyorum. Bir Arabın zekâsı dolambaçsız soruları istediği yönde yanıtlamasıyla ölçülürmüş. Bu, Kızılderililer ve Meksikalılar için de doğruymuş. Soruyu soran hep kuşku içinde kalırmış.'' (Sayfa: 31)
*
''Abartıdan, süsten uzak her şey ilgisini çekiyor, henüz saçını taramamış kadınlar, yapay gülümsemelerini ve papyonlarını takmamış garsonlar. Onun bu doğallık arayışı June'nun kopkoyu boyanmış gözleri karşısında durmuş olmalı; onu dinlerken düşünüyorum da, gün ışığının uzanamadığı bir kadın bu.
''June gündüzden nefret eder.''..'' (Sayfa: 34)


''O, büyük bir olay koleksiyoncusu ve zaman zaman olayların özünü göremiyor.'' (Sayfa: 36-37)
*
(30 aralık 1931)


''Ona şöyle dedim: ''Siz, bir kadının ne olması gerektiğine ilişkin alışılmadık düşüncelerime uyan tek kadınsınız.''
Beni şöyle yanıtladı: ''Gitsem iyi olacak. Yoksa yanıldığınızı hemen anlayacaksınız. Maskemi düşüreceksiniz. Bir kadının karşısında güçsüzüm ben. Bir kadına nasıl davranılacağını bilmem.'' (Sayfa: 43)


''- Kadınların gücünden korkan erkekleri sevmem.'' (Sayfa: 44)
*
''..'Benliğimi' genişletiyor, geliştiriyorum; tek, bütüncül, bildik, sınırı belli bir Anais olmaktan hoşlanmıyorum.'' (Sayfa: 49)
*
''..''Eğer gizemin bir açıklaması varsa o da şudur: kadınlar arasındaki aşk, bir sığınak, çatışma yerine uyum ve narsisizme bir kaçıştır,'' diyorum. ''Kadınla erkek arasındaki aşkta karşı koyma ve çatışma vardır. İki kadın birbirini yargılamaz. Bir birlik oluştururlar. Bir anlamda bu kendini sevmektir.'' (Sayfa: 65)
*
''Gide diyor ki: ''Dostoyevski'nin kişileri temelde gurur ya da gurur yoksunluğu yüzünden değişime uğrar.''..'' (Sayfa: 71)
*
(ŞUBAT 1932)
*
''Benliklerin çoğulluğu bana her zaman acı vermiştir. Kimi günler bunu zenginlik diye adlandırıyorum, kimi günler de bir hastalık, kanser gibi tehlikeli bir yayılma olarak görüyorum. Önceleri, çevremdeki tüm insanların tek bir bütünde toplanmış olduğunu düşünüyordum. Oysa ben bir yığın ''benlik''den, parçalardan oluşmuş gibiydim.'' (Sayfa: 72)


''Benim yaşamım, düşünceyle ve yaşadığım şeyleri anlama gereksinimiyle dizginlenmiş.'' (Sayfa: 74)


''Beni kutsallaştırmak, putlaştırmak, efsaneleştirmek istiyorlar. Beni yüceltmek, dualarını bana yöneltmek, bende avunma ve huzur bulmak istiyorlar. İnsanların beni korumak istemelerine, bana saygılı davranmalarına neden olan o aşırı incelik ve duyarlıkla, gurur ve kırılganlıkla beni her gün yüz yüze getiren imgeme lanet olsun. Hüzünlü ve derinlikli gözlerime, zarif ellerime, kayar gibi yürümeme, mırıl mırıl sesime, bir şiire girebilecek ve şiddete, zorlamaya, kullanılmaya gelemeyecek denli kırılgan neyim varsa lanet olsun. Yalnızlıktan ölecek gibiyim, yıkılmanın eşiğindeyim.'' (Sayfa: 77)


''..sadakatsiz olan sizin yalnızca bir parçanızla sevişen, gerisini de yadsıyan kişidir.'' (Sayfa: 77)


''..dölleyici bir mucize arıyordu. İlk doğum çoğunlukla başarısızdır. Başarılı olabilecek aşkı arıyordu. Tutku bunu başaramaz çünkü sevgilinin gerçek kimliğiyle ilgilenmez. Yalnızca aşk, sevgi nesnesini tanımak, yaratmak, onun yardımına koşmak ister.'' (Sayfa: 79)


''Eğer birisi yalnız devler görmeyi sürdürüyorsa, bu çevresine bir çocuğun gözleriyle baktığını gösterir. Kanımca erkeğin kadın karşısındaki korkusu, onu erkekleri yaratan anne olarak görmeye başlamasından ileri geliyor. Erkeği doğuran kadına acımak zordur.'' (Sayfa: 80)
*
''Proust doğru söylüyorsa ve mutluluk tutku eksikliğiyse eğer, o zaman mutluluğu hiçbir zaman tadamayacağım. Çünkü ben bilgi, deneyim ve yaratma tutkusunun kölesiyim.
Sanıyorum yaşamın apaçık bilincindeyim; bu da çok daha korkunç ve acı veriyor. Yaşadığım anla aramda bir süre, bir uzaklık yok. Anında bir bilinç bu. Ancak şurası da gerçek, sonradan yazarken daha açık görüyorum, daha iyi anlıyorum, geliştiriyor ve zenginleşiyorum.
Anında daha iyi yaşıyorum olayları. Sonradan anımsananlar bana o denli gerçek gözükmüyor. Nasıl da gerçeğe gereksinimin var.!'' (Sayfa: 95)


..bir Proust parçası:
*
''Öte yandan, aydın ve duyarlı erkeklerin kendilerini duyarsız ve basit kadınlara vermesi rastlantı değildir, (..) bu tür erkekler acı çekmeye gereksinim duyarlar, (..) Bu aydın ve duyarlı varlıkların yalana çok az eğilimleri vardır. Yalana hazırlıksız yakalandıkları gibi, çok zeki bile olsalar, olasılıklar dünyasında yaşarlar, az tepki gösterirler, bir kadının ne istediğini açıklıkla anlayacak yerde, kendilerine yaşattığı acıyla yaşarlar.. (..) Böylece, nasıl oluyor da bu erkeklerce seviliyor diye şaşılan sıradan kadın, zeki bir kadının beceremeyeceği denli onların evrenini zenginleştirir.
Yalanlar..
Bunların tümü, duyarlı aydının karşısına, kıskançlığın deşmek isteyeceği ve onun zekasını oyalamaktan da geri kalmayacak bir derinlikler evrenini çıkarır.'' (Sayfa: 96)
*
''..karmaşadan zenginlik, sarsıntılardan yeni tohumlar doğar.'' (Sayfa: 100)
*
''..'Kötülükten öyle keyif alıyorum ki..'' der Stavrogin'' (Sayfa: 101)
*
''Her zaman en sıradan sözlerden kaçınırım, çünkü tüm gerçeği asla anlatamazlar.'' (Sayfa: 105)
*
''Yazarların tek bir yaşamı olmaz, iki yaşam sürdürürler. Önce yaşarlar, sonra yazarlar; bu sonradan gerçekleşen bir tepki, bir 'geriye dönüş'tür.'' (Sayfa: 106)
*
Proust'tan:
*
''Zevki inatla yadsıyarak ne çok keyiften, ne güzel bir yaşamdan bizi mahrum etti, diyordum kendi kendime.'' (Sayfa: 106)


''- Bir çocuğun güveninin bir kez sarsılıp yıkılması tüm bir yaşamı bu denli etkileyebilir mi.? Niçin baba sevgisinin yetersizliği zamanla silinmez.? O beni terk ettiğinden beri yaşadığım tüm aşklar niçin bunu silmeye yetmedi.?'' (Sayfa: 109)
*
''Kadınlar psikanalize hiç katkıda bulunmadı. Kadınların tepkileri hâlâ bir bilmece ve savlarımızı temellendirmek için elimizde yalnızca erkeklere ilişkin bilgiler olduğu sürece psikanaliz eksik kalacaktır. Kadının bir erkek gibi tepki gösterdiğini sanıyoruz, ancak bu konuda hiçbir şey bilmiyoruz. Erkeğin kendini beğenmişliği kadınınkinden daha büyük -çünkü avlanmayanın ve güçsüz olanın ölüme bırakıldığı ilk çağlardan beri tüm varlığı erkeksi bir yenme duygusu üzerine kurulmuştur. Erkek son derece kendini beğenmiştir ve bu duyguya gelebilecek her türlü darbe onun için ölümcüldür.'' (Sayfa: 110)
*
(4 MAYIS 1932)
*
''Erkekler yalnızca kocaman göğüslü, iriyarı, sağlıklı kadınları severlermiş gibi geliyordu bana. Genç kızken annem zayıflığımı dert ediniyor, şu İspanyol atasözünü anıyordu: ''Kemikler köpekler içindir.'' Hoşa gidebileceğimi, kendim için bir aşk elde edebileceğimi sanmıyordum, bu yüzden de bana sunulanı minnetle kabul ediyordum. İşte bunu unutmak için bir sanatçı, bir yazar, ilginç, sevimli, mükemmel bir kişi olmaya karar verdim. Yeterince güzel olduğumdan emin değilim.'' (Sayfa: 117)
*
''Doktor Allendy: ''Evet, tüm giydikleriniz, yürüme, oturma, duruş biçiminiz çekici; yalnızca kendine güvenmeyen insanlar sürekli olarak çekici bir biçimde davranırlar ve hoşa gitmek için giyinirler.'' (Sayfa: 124)


Dinah Washington: What Difference A Day Makes


''İki sesim olduğunu söylüyor, biri ilk ayinini bile yapmamış bir çocuğun, titrek, güçlükle çıkan sesi, ötekiyse daha güçlü ve daha zengin bir ses. Bu ses kendime çok güvendiğimde çıkıyor. Böyle bir durumda siyah şarkıcı Dinah'ın şarkı söyleme biçimini taklit edebilirim.'' (Sayfa: 129)


''Bana öyle geliyor ki bir ilk darbe benim birliğimi bozdu ve ben kırık bir aynayım. Her parça kendi hayatını yaşamaya gitti.'' (Sayfa: 143)
*
(25 MAYIS 1932)
*
''Ayna bir kez kırıldı mı birlik ve neşe olanaklıdır.'' (Sayfa: 147)
*
''Bir kadının tanıdığı yalnızlığı, bir erkek hiçbir durumda bilemez. Erkek bir kadının karnında yalnızca güçlenmek için bulunur, bir birleşimle beslenir, sonra doğrulur ve dünyaya, işine, kavgaya, sanata meydan okur. Yalnız değildir. İşi gücü vardır.'' (Sayfa: 147)
*
''(Eskiden, ayrılığın sürekli dramını kendimden saklamak için duvar saatini suçluyordum. 'Şimdi gitmeliyim,' yerine 'gitme zamanı'ydı, çünkü insan ilişkileri, bu ilişkilerin sürekliliği benim için çok güç ve gerilimlidir.)'' (Sayfa: 148)
*
''İnsanın kendisiyle yaşamı arasına sanatı, zaman ve uzam, tarih ve felsefeyi koyması acıya egemen olmanın cesur bir yolu.
Sanat deliliğe karşı bir çare, Yaşamın acı ve korkunçluklarını dindiren bir ilaçtı.'' (Sayfa: 149)


''En iyisinin kimseyi sevmemek olduğuna karar verdim, çünkü birini seviyorsanız, sonra ondan ayrılmak gerekiyor ve bu çok acı veriyor.'' (Sayfa: 158)
*
(HAZİRAN 1932)
*
''Kardeşimi seviyorum ve kimi zaman, kardeşime olan bu sevgimin, erkeğin bir kardeş olduğunu bana hissettirdiğini biliyorum; bu da, benim erkeğe en küçük bir kötülük yapmamı engelleyen bir tür anlaşma ortaya çıkardı. Erkek, benim kardeşim.'' (Sayfa: 159)
*
''Benim, çirkinlik ortaya çıkmadan gitme eğilimim var. O sonuna kadar gitmek istiyor. Ben düşlerimi korumak istiyorum.'' (Sayfa: 168)
*
''Spengler'in ender bölümlerinden birini yeni okumuştum. Doğuluların evleri onların duygusal tavırlarını gösteriyordu. Dışarıya açılan pencere yok, pencereler içeriye, bir avluya açılıyor, mahrem bir yaşam. Ve tüm odalar bu avluya bağlanıyor. Gizlenmiş bir lüks. Gizlenmiş düşünceler.'' (Sayfa: 168)


''Yazgı diye adlandırdığımız şey gerçekte karakterimizdir ve karakter değişebilir. Eylemlerimizden ve tutumumuzdan sorumlu olduğumuzu bilmek ille de cesaret kırıcı değildir, çünkü bu, yazgımızı değiştirebileceğimiz anlamına da gelir. Duyguları oluşturan geçmişe, bir ırka, bir kalıta, bir ortama kimse boyun eğmemiştir. Tüm bunların bizi nasıl biçimlendirdiğini incelemeye cesaret edersek değişebilir bunlar.'' (Sayfa: 171)
*
''Anlayan bir kadın olduğum için her şeyi anlamam, her şeyi kabullenmem isteniyor.'' (Sayfa: 174)
*
''Başkalarını düşünen bir çocuk, kendini yok edecek denli her şeyini veren bir kadın olmaya gereksinimim yok artık.'' (Sayfa: 174)
*
''Allendy gibi erkeklerin mutlak ve sınırlı içtenliği beni ilgilendirmiyor. İnsan olarak rahatlatıcı bir şey bu, ancak Henry'nin yalanları, acı olayları, içtenlikten uzaklığı, yazınsal kaçamakları, gezintileri, deneyimleri, cesareti ve kötü şakaları denli ilginç değil.'' (Sayfa: 178)
*
(Kasım 1932)
*
''..''Arada sırada iyilik yaptım. Bundan ötürü mutluluk duymuyorum. Çoğu kez kötülük yaptım; bundan pişmanlık duymuyorum'' diye yazıyor Gauguin.'' (Sayfa: 190)
*
''Bir insandaki zayıflık bir yazarda iyi bir niteliğe dönüşür. Çünkü yazar, daha sonra yapıtında patlayacak olanı biriktirip saklar. Bu nedenle yazar dünyadaki en yalnız adamdır; çünkü yaşar, savaşır, ölür ve yeniden tek başına doğar, rollerini ancak perde indikten sonra oynar. Yaşamın içinde ayrıksı bir kişidir.'' (Sayfa: 195)


''Kendini tanıma zekânın ve bilgeliğin temeliydi.'' (Sayfa: 203)


''Jung şöyle demiş: ''Kendimize yumuşaklık kadar sertlik de katmalıyız, çünkü kişiliğimizin bir bölümün simgesel olarak başka bir bölümün sorumluluğu altına girmesine izin veremeyiz.''..'' (..)
''Jung şunları da yazıyor:
Hayvansı bilince doğru gerileyerek gelişemediğimize göre, daha yüksek bir bilincin daha sarp yolunu tutmaktan başka bir yol kalmıyor bize.''
''Yazık bize.!''..'' (Sayfa: 209)

14 Temmuz 2022 Perşembe

Jack London - Kızıl Veba (İngilizce Aslından Çeviren: Levent Cinemre)


Arka Kapak
 Jack London, 1912 yılında İngiltere’de London Magazine’de yayımlanmaya başlayan Kızıl Veba yapıtıyla “kıyamet sonrası” edebiyatın öncüleri arasına girmiştir. Nüfustaki, bilim ve teknikteki, ekonomideki sıçramaların büyüsüyle gözlerin kamaştığı bir çağda yazar, uygarlığımızın kırılganlığını anımsatır. Yapıtı milyonlarca insanın doldurduğu şehirlerin ve kırların ıssızlığa teslim oluşundaki hızı bütün çarpıcılığıyla ortaya koyar. Yalnızca nüfusun değil, bilginin, üretimin, hatta dilin yitirilişi, eski uygarlıkla köprü olan bir profesörün gözünden yeni insanlığa anlatılır. Peki yeni insanlık bu ihtiyara kulak verecek midir.? Kızıl Veba’da yirminci yüzyılın başından yüz yıl sonrasına, 2010’lar dünyasına bakan Jack London’ın öngörülerindeki keskinlik, kitabı bir klasik olmanın ötesinde, günümüz için hâlâ canlı bir eleştiri kılıyor.

*
''..''Geçici düzenler köpükler gibi uçar gider,'' diye mırıldandı, belli ki bir şiirden bir dize okumuştu. ''Aynen öyle, köpükler gibi, geçici. İnsanın bu dünyadaki bütün çalışması köpükten öte bir şey değil. İnsan kendine faydası olacak hayvanları evcilleştirip düşmanca davrananları yok etti, toprağın yabani bitki örtüsünü temizledi. Ama sonra insan yok oldu ve ilkel hayat geri dönüp onun elleriyle yaptığı her şeyi sildi süpürdü.'' (Sayfa: 10)
*
''Bize yiyecek getirenlere özgür insanlar derdik. Ne şaka ama.. Yöneten sınıflar olarak bizler bütün toprakların, bütün makinelerin, her şeyin sahibiydik. Yiyecek getirenlerse bizim kölelerimizdi. Ellerindeki bütün yiyecekleri kendimize alır, aç kalmayıp çalışarak bize yiyecek getirmeye devam etsinler diye onlara da azıcık bir şeyler verirdik..'' (Sayfa: 17)
*
''Uygarlık çöküyor ve artık herkes kendisi için yaşıyordu.'' (Sayfa: 34)
*
''İnsan eskiden beri metafizik bir kavram olarak mutlak adalete inanır ama anlaşılan o ki evrende adalet diye bir şey yoktur. Haktan, adaletten anlamayan, doğada kara bir leke gibi duran, gaddar, insafsız, düzenbaz bir vahşi olan o adam neden hayatta kalmıştı.? Otomobiller, benzin, garajlar ve makineler dışında, bir de son derece zevk aldığı bir şey olarak, salgından önceki dönemde yanlarında çalıştığı kişilere yönelik adi hırsızlıkları ve iğrenç düzenbazlıkları dışında konuşabileceği bir şey yoktu. Ancak ondan çok daha iyi olan milyonlarca, evet, milyarlarca insan ölüp giderken ona bir şey olmamıştı.'' (Sayfa: 49)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...