9 Şubat 2022 Çarşamba

Ercüment Akdeniz - En Güzel Şarkı

 

Arka Kapak

*

Suriyeli mültecilerin yaşadıklarını her fırsatta dile getiren ve seslerine ses olmaya devam eden gazeteci, yazar Ercüment Akdeniz, Mülteci İşçiler ve Sığınamayanlar adlı iki kitabının ardından bu kez bir göç romanıyla karşımızda. En Güzel Şarkı her gün yanımızdan geçen ve görmezden gelinen kâğıt toplayıcılarıyla, metrobüste mendil satan çocuklarla, izbe atölyelerde ter döken işçilerle, savaşın yükünü bir başına omuzlayan kadınlarla buluşturacak sizleri.
Halep’te güneş bir başka doğar, bir başka ısıtırdı insanın içini.. Süt beyazı şehrin ağaçlarında çiçekler açar, damlarının üstü asma yapraklarıyla kaplanırdı. Çocuklar sokaklarında kuşların dansından rol çalar, cıvıl cıvıl oynarlardı. Refik, Halid, Kerime ve diğerleri.. Kimse bilemezdi.. Bir gün doğup büyüdükleri bu topraklarda yaşayamaz hale geleceklerini kimse bilemezdi.. Uzaklardan, çok uzaklardan belli belirsiz bomba sesleri yükseliyor ama iç savaşın ayak seslerini kimse duymuyordu. Ta ki kendilerini Türkiye sınırında buluncaya dek.. Sonrası: İç savaş insanlar, hayvanlar, ağaçlar kadar nauraları da vurdu. Su çarklarının gıcırtısı durdu, türküler sustu, söylenceler anlatılmaz oldu. Kaideler çarksız kaldı, çarklar milsiz. Su küstü, kemerlerin dili damağına yapıştı. Börtü böcekler uçtu, son kuşlar kaçtı. Sınırın öte tarafında hiç bilmedikleri topraklar, hiç tanımadıkları yüzler, atölyeler, fabrikalar, atık kâğıt dolu sokaklar.. Ya bu sokaklarda kaybolup gideceklerdi ya da mutlu bir hayat filizlenecekti kavgalarının ufuklarından..
“Başka bir şey istemem.! Çocuklarımla çadırda da yaşarım. Yeter ki savaş bitsin.!''

''İç savaştan sonra Beedin yeni bir halk deyimi ile tanışmıştı:

''Silahın kabzasını tutmuş çocukları savaş oyunundan çıkarmak çok zordur..''..'' (Sayfa: 31)


Güzel Gözlüm
*
Isfahan şahı oğlu Kerem,
Bir güzel Ermeni'ye vurulmuş.
*
Aslı derler adına,
Bir periye tutulmuş.
*
Şehri kadim Halep'te
Peşi sıra yetişmiş.
*
Yar koynunda erimeyen
Kendi odunda erirmiş.
*
Yanmış Kerem,
Kavrulmuş,
Kül olmuş,
Dillerde destan olmuş. (Sayfa: 33)


''..atölyede çalışan işçi gençler arasında, uyuşturucu kullanımı çok yaygındı. İzbe atölyelerde sadece emek sömürülmüyor; horlanan, dışlanan, hayata yabancılaşan gençler aynı zamanda ''ot''un, ''hap''ın kölesi oluyordu. Sektör, örümcek ağını çoktan kurmuştu ve zehir tacirleri hemen her köşe başını tutmuştu.
Savaşın kentlere savurduğu mülteci çocuklar, zehir sektörü için hem yeni bir pazar hem de ticaret ağını büyütecek yeni bir istihdam kaynağıydı. Vatansız, kimliksiz ve geleceksiz bırakılmış çocuklara/gençlere, bu dünyada nefes almak çok görülmüştü. Sigara, nargile ile ot, hap arasındaki mesafe de kısalmıştı haliyle.'' (Sayfa: 45)
*
''Zenginle yoksul, ezenle ezilen arasındaki şu berbat çelişki dünya üzerinden silinip atılsın diye bir sihirli anahtar bulmuştu sonunda.'' (Sayfa: 51)
*
''Ablam savaşta öldü. Uçak onların mahallesine düşmüş. Korkudan öldü, kalp krizi. Üç çocuk ortada kaldı. Sonra bir yeğenim öldü. Aslında ben güçlü bir kadınım. Tam üç yıl savaşa dayandım. Ama Aziz'e dayanamadım.. Bizim ev Halep'te, Hüllük Mahallesi'nde. Refik'lerin hemen karşı mahallesinde. Bizim eve uçaktan bomba attılar. İkinci kat gitti.! Allah büyük biz o zaman alt kattaydık. On çocuğumun hepsi alt katta uyuyordu. Aziz yine yok, Aziz yine sarhoş, Aziz yine başımızda değil. Dedim: Tamam buraya kadar. On çocuk.. Hepsini birden yanıma aldım, Türkiye'ye getirdim. Hani kedi, yavrularını nasıl ağzıyla toplar, ben de onları öyle topladım..'' (Sayfa: 57)


''Sence kadınlar için savaş nedir.?''
Kerime, hiç beklenmedik bir sürat ve Hicran'ı afallatan derinlikle yanıtladı:
''Kadınlar savaşı istemedi.! Erkeklerin, kopukların, işsiz güçsüz sapıkların işi savaş.! Başlarda can derdi, çocuk derdi vardı. Sonra namus da dert oldu. Namusunu satan kadınlar oldu. İnsanlara dediler: Ya kızını ya canını.! Şu bizim Cuma'nın babası misal.. Kızını Daeşlilere sattı. Adamın kafasına tabanca tuttular. Sonra kızı Rakka'ya götürdüler..'' (Sayfa: 59)
*
''Severek evlendim.. On dört yaşındaydım. Onun için ölüyordum. Yoksa bunca yıl nasıl çekerdim.? On beş yaşındayken ilk çocuğum oldu. Dedim yarınımız nasıl olacak.? Son çocuğum doğduğunda Aziz artık rezilin biriydi. Dedim kendime savaşın ortasında niye çocuk getirdin.? İstikballerini düşünmeden niye doğurdun.? Biliyor musun çocukları niye kaçırdım.? Aziz hepsini alacaktı, bana da 'boş ol' deyip kovacaktı. Suriye'de işler böyle. Kadın ayrıldı mı çocuklar babaya kalır; kadın da kullanılmış elbise gibi geldiği eve yollanır..'' (Sayfa: 60)


''Vahap Usta'nın titreyen eli kumandaya uzandı. Başparmak birkaç kanal dolaştı, bir haber bülteninde durdu. Ekrana yansıyanlar sanki kıyamet günüydü. Kendinden geçmiş insanlar çığlık çığlığa bağırıyordu. Ankara tren garının önü can pazarıydı. Garın önü kan revandı. Bayrak ve pankartlar, az önce kendilerini taşıyanların cansız bedenini örtüyordu.'' (Sayfa: 64)
*
Günay Karakuş, 10 Ekim 2015 Ankara Gar Katliamı.!!!
*
''Neden kestiniz bacağımıı.?''
''Neden kestiniz bacağımıııı.?''
''Neden kestiniz bacağımıııı.?
Günay sürekli ağlıyor ve sinir krizleri geçiriyordu. (Sayfa: 67)
*
''Günay'ın kesik bacağında bir yenisi filizlenmemişti belki ama o boşlukta rengârenk umut çiçekleri yeşermişti. Serpilip gelişen her bir çiçekte direnç boy vermişti.
O patlama anından sonra, yere serilen her bir ölü bedeni, sağ kurtulan her bir yaralanmış ruhu galibiyet hanesine çentikle kazıyanlar fena halde yanılmışlardı. Günay yenilmemiş, yenmişti. Ve bu müthiş bir şeydi..'' (Sayfa: 68)


Don vuran ağaç sürgün verecek
Kaya çatlayacak, tohum yeşerecektir.
*
Sennur Sezer (Sayfa: 73)


''..''Ya benim güzel kardeşim; senin hiç Almanya'da çalışan akraban olmadı mı.? Bak ben oradan geldim. Suriyeliler hakkında nasıl böyle konuşabiliyorsun.? Hem senin gibi konuşanlara Almanya'da Neonazi derler, ırkçı derler, faşist kafalı derler..''
Ne zaman Suriyeli sığınmacılar dövülse, linç edilse, yahut evleri yakılsa.. Ve ne zaman Vahap Usta'nın etrafında birileri bu saldırılara -şu veya bu gerekçeyle- hak vermeye kalksa işte bu paparaları yerdi.
''Almanya'da Türklere yapılınca kötü; burada Suriyelilere yapılınca iyi öyle mi.?'' diye de devam eder ve mülteciye laf edeni konuştuğuna pişman ederdi usta.'' (..) ''Bütün sorunların mültecilerden kaynaklandığını düşünen ama sorunun ana kaynağını yani sistemin çelişkilerini sorgulamayan her birey, Vahap Usta'ya göre defoluydu.!'' (Sayfa: 77)
*
''Nasıl bir adammış bu Deniz Gezmiş.?''
''Uzun boylu, yiğit, genç bir devrimci. Hep ezilenden, yoksuldan yana. Mangal yürekli. Nerede bir işçi direnişi var, orada o. Nerede köylü mitingi var, orada o. Amerikan askerlerini denize döken de o, Filistin'de mazlum halkın yanında savaşan da.''
''Ne yani buradan kalkıp da Filistin'e mi gitmiş.?''
''Evet, tabii. Arap, Kürt, bütün ezilen halkların sevgilisi o. Enternasyonal bir devrimci.''
''Enternasyonal ne demek usta.?''
''Uluslararası bir devrimci yani; din, dil, ırk ayırmadan bütün halklar için savaşabilen, onlarla dayanışma içinde olabilen demek.''
Vahap Ustanın gözündeki bulaşıcı parıltı, Refik'in gözlerinde de belirmişti.
''Böyle iyi insanı niye öldürmüşler peki.?''
''Kapitalist düzen bu Refik. Yani zengin sınıfların, sömürücü sınıfların düzeni. Onlar hiç kurulu düzenleri bozulsun isterler mi.? İşçi, köylü, yoksul, garibanla eşit yaşamayı kabul etmediler tabii, bunun için astılar Denizleri. Halkın gözü açılsın istemediler. Ama idam sırasındaki o dik duruşları bayrak oldu hepimize.'' (Sayfa: 79)


''Yaşlı bir bilgenin kanı yerde akıyorsa eğer, bunun bir gencin kanından daha az keder verdiğini kim söyleyebilir.?'' (Sayfa: 86)
*
''İşlenmiş her taşın bir hikâyesi vardır ve tarihten günümüze taşıdıkları hikâyeler nedeniyle o taşlar 'taş' olmanın çok ötesinde anlamlar taşır.. Arkeolog Profesör Halid Esad, 82 yıllık ömrünün tam 50 yılını Palmira'daki o taşlara adadı. Fakat profesörün o yıllarda kesin olarak bilmediği bir şey vardı; ömrünü adadığı bu antik kentin sütunlarına bir gün başı kesilmiş cesedinin asılacağı:! Ve elbette bilge arkeolog, ölümün ardından, kitabının güncellenmiş baskılarına bu trajik ölümün işleneceğini de bilemezdi..'' (Sayfa: 87)
*
''Çölün Gelini'ni ölümsüz kılan şeylerden biri de hiç kuşku yok ki arkeologların, sabır taşını çatlatan muazzam çalışmalarıydı. Palmira'nın başına bundan sonra ne gelirse gelsin, Profesör Halid Esad'ın kitabı, antik kenti her daim ölümsüz kılacak bir yapıt olarak ele alınacak. Ve Palmira'nın sütunlarından akan, yaşlı arkeoloğun kanı, antik kentin ''ölümsüzlük şerbeti'' olacak.
Tarihte, savaşlardan sonra ele geçen kentlerde heykellerin burunlarını kırmak, gözlerini oymak âdettendi. Böyle yapınca teslim alınan halkların ölümsüz tanrılarının, ölümlü kullar arasına gönderileceğine inanılıyordu. Palmira amfi tiyatroda daha önce 25 askerin çocuklara infaz ettirilmesi ve bilge arkeoloğun vahşice sütunlara asılması, işte b şiddet gösterisinin bir devamı..
Vahşi cinayet törenleri ve antik kentlerin barbarca yok edilmesi görüntüleri, aynı zamanda insanlığın emperyalist güçlere koşulsuz biat etmesine de meşruiyet alanı açıyor.. Profesöre saygı duruşuyla; Arkeolog Öldü; Yaşasın Arkeoloji.!'' (Sayfa: 88)


İnsanın Altettiği Aslan - La Fontaine'den Masallar
*
Bir resim yaptı bir sanatkâr,
resmi de sergiye koydular:
yere yıkılmış bir aslan, koskocaman;
onu da yıkan bir tek insan.
Övünüyordu resme bakan.
Bir aslan geçti ordan:
Durdu gevezelik, kesildi çan çan,
Görüyorum, dedi aslan,
sizindir bu resimde şan.
Fakat ressam yalan söylemiş size, yalan.
resim yapmayı bilseydi soydaşlarımdan biri,
hem de haklı olarak, biz kazanırdık zaferi.
*
Nâzım Hikmet (Sayfa: 105)
*
''Savaş her nerede yaşanırsa yaşansın, ilk kaçanlar hep en zenginlerdir. Fakat sıra en yoksullara geldiğinde, onlar, henüz, geride son kalanlar değillerdir. Zira geride, daha zindanda tutsak insanlar ve hayvanat bahçesine kapatılmış hayvanlar vardır.'' (Sayfa: 105-106)


''Savaş işte böyle bir şeydi: Sadece insanların değil -her ne kadar bir hapishanede yaşıyor olsalar da- hayvanların da doğasını tahrip ediyordu. Dağa, taşa, toprağa, nehre düşen her bomba, büyük insan göçüyle birlikte büyük hayvan göçüne de yol açıyordu.'' (Sayfa: 114)


Çırpınıp içinde döndüğüm deniz
Dalgalanır coşar ürüzgarından
*
Âşık Veysel (Sayfa: 117)
*
''Bir annenin kabindeki kederi karnındaki bebe de yaşar oğlum, bunu sakın unutma.'' (..)
''..''Ummi çocuğun adı Deniz olsun emi.? Hem Türkiye'de insanlar bu ismi çok seviyor. Bir büyük adammış vakti zamanında şu Deniz dedikleri; ben hikâyesini Vahap Usta'dan dinledim..''
Aslında Refik'in derdi; Esme Ana'ya konuşurken Cennet'e duyurmaktı sesini. Cennet'in karnındaki kıpırtı, coşkun denizler gibi, babayı kendine çekmekteydi.'' (Sayfa: 118)


Gözyaşlarını bayrama sakla
sevinçten ağlayacağız sadece
*
Mahmut Derviş (Sayfa: 127)
*
''Kardeşler.!
İşçinin Türkü de Kürdü de Suriyelisi de birdir. Her kim ki işçilerin arasını bozar bilin ki onlar patronların çıkarına hizmet eder. Savaş zenginleri mültecilerin emeğine göz dikti. Patronlar bir taşla iki kuş birden vurmak istiyor: Daha ucuz, örgütsüz ve çaresiz oldukları için mülteci işçileri çalıştırıyorlar. Ama haklarını vermiyorlar. Türkiyeli işçilere de mültecileri gösterip 'bu koşullarda çalışmazsan kapı orada' diyorlar. Bu oyun bozulmalıdır. Bu oyunu bozacak olan da İşçilerin birliğidir..'' (Sayfa: 129)


Aymakkop'tan Suriyeli bir işçi:
*
''..1 Mayıs'ta en çok farklı dillerden selamlamayı sevdim. Çünkü onların içinde kendi dilim olan Arapça da vardı. Ben meydandaki pankartları okuyamadım. Çünkü Latin alfabesi bilmiyorum. Ama işçilerin ne istediğini biliyorum. Çünkü hepimizin derdi aynı.
1 Mayıs çok güzeldi. Çünkü işçilerin bir araya gelmesi güzel.
Herkese selam ederim.'' (Sayfa: 138)
*
Pantolonlu Bulutlar
*
Birden
karardı hava
ve fırtına bulutları
bütün gök sallandı durdu.
Beyaz işçi yığınlarına benziyordu onlar
öfkeli bir grev ilan eden, bütün göğe..
*
Vladimir Mayakovski (Sayfa: 139)
*
''..Şu görmüş olduğunuz ayakkabı dışarıda bin liraya satılıyor.! Onu diken sayacıya reva gördükleri kaç para peki.? Üç lira, beş lira. Biz bunu kabul etmeyeceğiz, sonuna kadar direneceğiz.!'' (Sayfa: 146)


Suriyeli işçi Bewar:
*
''Bu Türkiyeli işçiler var ya müthiş bir şey yaptı. Böyle, işçinin birlik olması, hak araması, Suriye'de kimsenin aklına gelmez. Bir gün savaş biter de Suriye'ye dönersek; buradaki işçiler, öğrendiklerini Suriye'ye götürecek. Hiçbir şey boşa gitmeyecek..''
*
''Her şeye zam geldi, bize zam yok.! Patronlar kazanıyorlar, işçiler ölüyorlar. 200 liralık kira 1000 lira oldu. Hiç kimse sormadı bu işçinin hali ne diye. Döner ekmek olmuş 5 lira, sigara olmuş 10 lira; sayacılık 2 lira.! Nasıl yaşayacağız.?'' (Sayfa: 155)

7 Şubat 2022 Pazartesi

Yılmaz Gruda - Bektaşi Fıkraları


Bildiğiniz gibi, Türk toplumunda halkın yarattığı en belirgin/hiç dilden düşürülmeyen tiplerden biri de, kuşkusuz Bektaşî'dir.! Ne ki, bu ilginç tipi, enine-boyuna irdelemek bağlamında, bilgi dağarım yeterli düzeyde olmadığı için; sözü, bu yönde oylumlu irdelemeler yaparak, sonuçlarını Türk Edebiyatında Bektaşî Fıkraları başlığı altında yorumlayan Prof. Dr. Dursun Yıldırım'dan yaptığım -kimi sözcüklerini günümüze aktardığım- alıntılara bırakıyorum:

*
''Bektaşî denince, başında on iki dilimli kavuğu, gözleri ışıldayan, bıyıkları sakalına karışmış, güleç yüzlü, zeki bakışlı, boynunda teslim taşı, belinde kuşağı, üstünde kaftanı ve yola çıkacakmış gibi boynuna sofrasını asmış, koluna kabını, omzuna borusunu takmış, eline baltasını almış bir insan canlanır gözümüzün önünde.!
Ne ki, Bektaşî, dinî bir yaklaşım içinde ortaya çıktığı için, kendisini belirleyen bu dış görünümü, her ne kadar bir din adamı görüntüsünü taşıyorsa da, herhangi bir yaklaşım doğrultusunda, din yayıcılığını üstüne almamıştır. Aksine, Türk toplumunda Müslümanlığı hangi biçimde olursa olsun, yalan-yanlış yorumlayanlara karşı mücadele eden, onları uyandırmaya çalışan bir tiptir.! Bektaşî, toplumdaki olayları eleştirirken, insanlara doğruyu, iyiyi, güzeli öğretmeyi ve düşündürmeyi amaç edinmiştir. Onun sözlerindeki inceliği ve anlamı kavramaktan âciz olanlar, kendisini çoğu zaman zındıklıkla suçlamışlardır. Oysa, Bektaşî, Tanrı'ya ve onun yasalarına içtenlikle inanmış bir kişidir. Onun için Tanrı, korkulacak bir varlık değildir. Tanrı ile olan ilişkisi, âşık-mâşuk çerçevesindedir. 'Tekellüfüz' konuşmaları, dünyadaki adaletsizliklerin, haksızlıkların hesabını sorması/sorguya çekmesi, sevgiliye sitem etme sınırlarını aşmayan serzenişlerdir. Dikkat edilirse, bu türden konuşmalarla eleştirilen/sorgusu yapılan Tanrı'nın adaletsizliği değil; Tanrı'nın huzurunda insanların yaptıkları adaletsizliklerin, haksızlıkların şikâyet edildiği kolayca anlaşılır.. Bektaşî, dünyadaki haksızlıkları, adaletsizlikleri, eşitsizlikleri 'Kader'e bağlayıp, 'alın yazısı' diye sineye çeken yaklaşıma da tahammül edemez.! Halkı, bu yaklaşım/düşünce ile kandırmaya çalışan ve böylece, kendi çıkarlarını her şeyden üstün tutmak isteyenleri şiddetle eleştirir. Onların, halkın gözünden kaçırmaya çalıştıkları gerçekleri, kadderin arkasına gizledikleri haksızlıkları, adaletsizlikleri ortaya çıkarır, halkın önünde riyakârlıklarını yüzlerine vurur.! Bu yaklaşımda olanlar, onun önünde her zaman yenilgiye uğramaktan kurtulamazlar.!
Zeki, bilgili, hazırcevap, nüktedan bir insan olan Bektaşî'nin, ağzı içkili; küfürlü, çekinmeden açık-saçık konuşması, sarhoş görünümü/davranışı, anlatılmak istenen gerçeklerin ortaya çıkması için, halkın yaratıcı zekâsının yüklediği bir olgudur. Bu bağlamda, bir önemli olgu da, halk, yalınkat söylersek, tez ve karşı-tez çatışmasını temel alan tiyatro kavramını, kendi anlayışı içinde biçimlendirmeye çalışmış; kendi sesi, gücü, sağduyusu, aklı ve zekâsını ortaya koymak üzere, başrolü Bektaşî'ye vermiştir.!''
*
Prof. Dr. Dursun Yıldırım
*
Kalıcı ''hisse''ler.!
*
Yılmaz Gruda, İstanbul, 2011 (Sayfa: 9-12)
*
TEBELLEŞ ET.! * Nasılsa kader güldü; elime biraz para geçti: Hemeninden bir şişe malûm, bir de koyun ciğeri.! Tuttum evin yolunu, kafamda sofranın hayali.! Birden iri yarı bir it, saldırıp kaptı ciğeri.! Peşinden koşacak güç nerde.? Nevale uçtu gitti.! Öfke topuğumda, döndüm hemen yine Tanrı'ya: ''Fakir-fukaranın aşını-rızkını yiyen itleri, Yaratıp yaratıp, tebelleş et bakalım dünyaya.!'' (Sayfa: 16) * KİM BİLMEZ.! * Hoca bu.! Yine çıkmış minberine caminin: ''Ey cemaat.!'' diyor. ''Bir yer vardır ki, fakir-zengin, Genç-ihtiyar, kadın-erkek, dertli-gamlı; kim girse, Çıkar güleç, mutlu; deyin bana, orası nere.?'' ''Kim bilmez ki Hoca Efendi.!'' dedim. ''Meyhane.!'' (Sayfa: 19) * KEREM.! * Bir yelkenli gemideyiz; birden bir fırtına koptu.! Ha battı, ha batıyor gemi.! Aldı beni bir korku.! Gençten bir yolcu, hemen koşup, teselliye oturdu: ''Bir şey olmaz.! Sakın korkma.! Allah kerimdir, geçer bu.!'' ''Doğru.!'' dedim. ''İşte ben de kereminden korkuyorum ya.! Bizimle enfes bir ziyafet çekebilir balıklara.!'' (Sayfa: 21) * CEBİ BOŞ.! * Bir gün hamama gittim: şöyle enine boyuna bir paklandım.! Giyindim, kuşandım; parayı çıkarmak için cebe el attım: Yerinde yok.! Orama, burama baktım; bir türlü bulamadım.! Sonra aklıma düştü, gece meyhanede rakıya kaptırdım.! Rezalet.! Para yok desem, hamamcı yakamı hiç bırakır mı.? ''Hey Tanrım.!'' dedim. ''Ya bir kuruş gönder ya da yık şu hamamı.!'' Ben duayı bitirdim bitirmedim; bir zelzele kopmasın mı.? Hemen kaçtım.! İki adım; Baktım adamın biri çökmüş duaya: ''Yarabbi.! Yirmi bin kuruş ihsan et, onca borcum için bana.!'' Hemen sarstım: ''Kes şu duayı.!'' dedim. ''Bugünlerde yok parası.! Bir kuruş için hamam yıktı; şimdi yıktıracaksın dünyayı.!'' (Sayfa: 23) * Dilek * Bir gün ziyâde sıkıştım paradan-puldan yana.! Kahra bak.! Sofra da bomboş duruyor karşımda.! Herkeslerin durumu malûm: Bir lokma, bir hırka.! Camiye gidip, oturdum cemaatle duaya: ''Tanrım'' dedim, ''Öyle bir para ihsan et ki bana: Sofrayı donatıp, bir dem tutayım doya doya.!'' Birden küt diye, çıkışmaz mı yanımdaki softa.! ''Behey dinsiz-imansız, bak şu ettiğin duaya.! Utanmıyor musun para istemeye rakıya.?'' Şeytan, ''Bir bir say şunun günahlarını.!'' diyor ya; ''Hadi, boş ver'' deyip, bir sual indirdim softaya: ''De bakalım.!'' dedim. ''Sen ne istiyorsun Tanrı'dan.?'' Nasılsa lâfı uzatmadan gürüldedi: ''İman.!'' ''Ee.!'' dedim. ''Herkes, kendinde olmayanı ister Tanrı'dan.!'' (Sayfa: 27)
*
Mahya
*
Bizim cami imamı,
---her Cuma höykürür minberde:
''Kulak tutun.! Hangi organınız vebal işlemişse;
Ona mutlaka kandil asılacak mahşer gününde.!''
Bir Cuma dayanamadım,
---sordum imam efendiye:
''Tek kandil mi asılacak'' dedim,
---''bütün veballere.?''
Höykürdü: ''Her vebal için, ayrı kandil asılacak.!''
''Desenize'' dedim;
---''cümlemize mahya kurulacak.!'' (Sayfa: 40)
*
Kul
*
Mısır'daki Dergâh'a bir merak saldım,
---düştüm yola.
Varmaya vardım da;
---yorgunluktan çöktüm kapısına.
Bir de baktım, geçiyor altın revnaklı bir araba.
İçinde benim yaşımda bir adam: Burnu havada.!
Bir geçene sordum:
''Kim o kasıntı.? Hidiv mi ola.?''
''Hayır.!'' dedi. ''Hidiv sarayında.
---Bu Hidiv'in kulu.!''
Bastı mı bana bir al öfke.!
Hemen döndüm Tanrı'ya:
''Aklım ermiyor düzenine.! Yapılacak iş mi bu.?
Bir o Hidiv'in kuluna bak; bir de kendi kuluna.!'' (Sayfa: 42)
*
Ağıt
*
Nedir bu ey Yüce Tanrım.?
Ramazan geldi mi, ben yandım.!
İşte yine ''Oruç yedin.!'' diye götürdüler Kadı'ya.
Kadı efendi höykürdü durdu.
Ben tuttum ağıt yaktım:
''Efendi, on bir ay boyunca ben aç yatar,
---aç kalkarım.!
Bu tuzu kurular hiç sormaz,
---nerede, nasıl yaşarım.?
Ama bir gün olsun, karnımı doyursam,
---hapsi boylarım.!'' (Sayfa: 43)
*
Sakız
*
İpsiz-sapsız bir molla geçti karşıma:
''Helada sakız çiğnemek günah mıdır.?''
''Günah değil.!'' dedim. ''Sen yine de çiğneme.!
Görenler bir halt yediğini sanır.!'' (Sayfa: 50)
*
KISA YOL
*
Dertleri benim ya; softalar dikildi karşıma yine:
''Erenler, Ramazan'ı nasıl çıkardın.?''
---dediler dik dik.!
''Otuz kişi toplandık'' dedim.
''Bir günde çıkarıverdik.!'' (Sayfa: 66)
*
Cimri
*
Durup baktım: Güzel mi güzel bir su akıyor.
Adamın biri kıyıda, soğan-ekmek yiyor.!
''Çok şükür Yarabbi.!'' demesin mi bitirince.!
''İşte.!'' dedim. ''Soğan-ekmeğe şükrede ede:
Tanrı'yı fena alıştırdınız cimriliğe.!'' (Sayfa: 67)
*
Cümbüş
*
Yaktım çubuğu, oturdum Dergâh eşiğine.
Baktım, bir cenaze geliyor.! Sordum birine:
''Kimdir bu.?'' dedim.
''Tamburi Esat efendi.!'' dedi.
Bir cenaze daha.!
Cevap: ''Udî Veli efendi.!''
Al bir daha.! Soruma:
''Gazelhan Ali efendi.!''
Derken, katıldı Darbukacı Hamdi hey'ete:
''Yahey.!'' dedim.
''Bu akşam cümbüş var ahirette.!'' (Sayfa: 69)
*
MEŞGUL ETME.!
*
Camideyim.! Yanımda zayıf, hastalıklı bir adam:
Tuttu saydı, ne kadar âzası varsa, ayrı ayrı.!
Şifâlar niyaz etti, her biri için, ayrı ayrı.!
Duramadım: ''Meşgul etme Tanrı'yı.!'' dedim.
''Be adam.!
Dünya kadar işi var.! Seni tamir edene kadar;
Oturur; senin yerine daha yenisini yapar.!'' (Sayfa: 101)

Fırat Cewerî - Mîr Celadet Bedirhanın Evinde, Kürtçeden Çeviren: Abdullah Koçal


Arka Kapak:
*
Mîr Celadet Bedirhan'ın Evinde
*
Doksanlı yıllarda Fırat Cewerî, Nûdem dergisi yoluyla ve Hawar dergisinin yeniden yayınlanmasıyla birlikte, neredeyse unutulmuş olan büyük Kürt aydını Celadet Ali Bedirhan'ı yeniden görünür hale getirdi. Yeni nesillerin onu tanımasına vesile oldu. Cewerî, modern roman formuyla yazılan bu eserinde Rewşen hanımın evine misafir olur ve Mîr Celadet Bedirhan ile derin ve çok yönlü hayali bir sohbete girişir. Düş ve gerçeğin gölgesinde, Mîr Celadet Bedirhan'ın yüzyıla yayılan portresi yavaş yavaş görünür hale gelirken, geride edebi bir tat, kadim sorulara cevaplar bırakır..

''Çıkardığınız dergiye HAWAR (İmdat) dediniz. Nedir şu Hawar meselesi.?
- Hawar bilginin sesidir.
- Peki bilgi nedir.?
- Kendini tanımaktır.
- Kendini tanımak.?
- Kendini tanımak kurtuluşun ve huzurun yolunu açar. Kendini tanıyan, kendini tanıta da bilir.
- Hawar'ın en büyük işlevi ne olacak.?
- Hawar'ımız evvela dilimizin varlığını kabul ettirecek.
- Neden peki.?
- Zira dil, var olmanın ilk şartıdır.'' (Sayfa: 9)


''Efendiler.! Yalandan bir 'finfon' öğrenebilmek için onca yıl yabancı lisan öğrenmeye çalıştınız ve dahi çalışmaktasınız. Yahu ayıptır günahtır, ya kendi dilinizi öğrenin ya da Kürdüz demeyin. Kürtçesiz Kürtlük size pek bir şeref kazandırmadığı gibi bizim için de yüzkarası oluyorsunuz.''
*
Mîr Celadet Bedirhan (Sayfa: 16)
*
''..yalnızca öğrenmek de kâfi değil; öğretmemiz da lazım. Kürtçe okuyup yazmayı bilen her bireyin bunu öğretmesi elzemdir. Bilen Kürd'e şu düşüyor; yanında yoksa bile Kürtçe bilmeyen birini arayıp bulacak, bildiklerini ona öğretecek. Birilerinin fedakarlığı sayesinde öğrenmek, öğrenmenin kendisi kadar güzel; hatta ondan daha güzel ve de onurlu bir şeydir. Şöyle diyelim; öğrenmek bir şeyleri toplayıp almaksa öğretmek de bahşetmek, hediye vermektir. Zaten Kürtler cömertlikleriyle meşhurdur.'' (Sayfa: 18)
*
''Diller de diğer canlılar gibi doğar, büyür ve ölürler. Bazı ölü dillerin hakikaten ocağı sönmüş, onlardan geriye hiçbir şey kalmamıştır. Bazılarından geriye kıymetli eserler, değerli kitaplar kalmıştır. Lakin konuşulmadıkları için ölü kabul edilir onlar.'' (Sayfa: 21)
*
''Rusya'da Eliezer Ben Yehuda isimli bir Yahudi genci vardı. Bu genç, kendi halkının diğer milletlerden daha kötü bir halde olduğunu görüyordu. Yahudilerin ne vatanları ne de devletleri vardı; üstelik konuştukları dil bile kendilerinin değildi. Bu delikanlı kararını verdi; Yahudiler ataları İsrail'in toprağına dönüp kendi dillerini konuşmalıydılar. O dil de İbraniceydi. (..) Bizzat halkı karşı çıkıyordu kendisine, delirmiş bu adam, diyorlardı. Ne var ki Yehuda onlara kulak asmaksızın şaheserini oluşturmak adına büyük bir iradeyle, üstelik bir başına mücadele ediyordu. Kendi dilsiz halkını bir dile kavuşturmayı kafasına koymuştu.
Eliezer 1881'de hocasının kızıyla evlenerek Filistin'e geçti. Artık bir ailesi vardı ve bu da inşa etmenin başlangıcıydı. Yehuda yol boyunca karısına dili anlattı; Filistin'e vardıklarında kadın birkaç İbranice kelime biliyordu.
Ata yurtlarına vardıklarında Yehuda, karısına; bundan sonra yalnızca İbranice konuşacağız, dedi. (..) Kadın pek az İbranice biliyordu. Ne yapıp ne ettiyse de kocasını bu karardan vazgeçiremedi. Çiftin çocukları büyüyünceye dek başka bir dil bilmediklerinden halk arasında dilsiz kabul ediliyorlardı. (..) Ne var ki o dilsizlik sayesinde Yahudi halkı dilsel bağımsızlığını kazandı. (..) Yehuda'yla ailesi yoksulluk içinde yaşıyordu. Lakin dert değildi onlar için. Büyük idealler büyük fedakarlıklar ister; zira halk, büyük fikirleri bir anda kabullenemez. Yehuda kuru ekmek yese de ailesinin İbranice konuştuğunu gördükçe inanın dünyanın en mutlu insanı oluyordu. (..) Derken hem gazeteyi çıkardı hem de okur buldu Yehuda. Sonra bazı Yahudi okullarında İbranice okutmaya başladılar.
Yehuda bir yandan sözlük hazırlıyordu. İhtiyaç duyduğunda yeni kelimeler türetiyordu. İbranice Yahudiler arasında yayılmaya başlamıştı. Eliezer Ben Yehuda 1922^de öldüğü vakit, 30-40 yıl önce ölmek üzere olan İbranice, bir halkın dili olmuş durumdaydı. Aynı dil bugünün Filistin'inde Arapça ve İngilizceyle birlikte resmiyet kazanmış halde.'' (Sayfa: 22-24)
*
Mîr Celadet Bedirhan
*
''- Celadet Ali Bedirhan: (..) Milletler ve devletler ittifak sayesinde yükselip nifak yüzünden hiçlik çukuruna düşmüşlerdir. Bu sebeple varlık ittifakta, yokluk nifaktadır diyebiliriz.
Birliğin gücünü sellerde apaçık görebiliriz.
- Nasıl yani.?
- Sel dediğimiz olay yağmur damlalarının ittifakından başka bir şey değildir.
O damlalar yeryüzüne ayrı ayrı düştüklerinde toprak tarafından yutulur, kaybolup giderler. Ne var ki bir araya geldiklerinde o zayıf katrelerden kocaman dalgalar çıkar. Yağmur damlalarının gücü birliklerinde tezahür eder.
Yağmuru yutan toprak ellerinde ir oyuncağa dönüşür, toprağa galebe çalmıştır onlar. Sel, alay edercesine toprağın kâh göğsünü yarıp içeri girer kâh yüksekliklerini yerle bir edip yüzünde yarıklar bırakır.
Çıldırmış, kendinden geçmiş bir devin silkinmesi gibidir sel, dağı taşı dinlemeden yol alır. Canlı ya da cansız hiç kimse, hiçbir şey karşısında duramaz onun. Kayalar, taşlar, ormanlar, ağaçlar.. damlaların ittifakı karşısında baş eğer. O birlik ve beraberliğin şahı da birer yaprak misali tümünü önüne katar, hepsini söküp atar.'' (Sayfa: 56-57)
*
''Celadet Ali Bedirhan: Varlığın, milletinin varlığı yalnızca kendini tanımayla olur. Kendini tanıyıp tanıtmadan diğer milletler arasında yerin yok. Amacım şu: Seni sana tanıtmak.'' (Sayfa: 79)
*
''- Üstadım bizler, biz Kürtler kimleriz.?
- Genç adam.! Kadim bir milletten, büyük bir ırktansın. Ataların tarihin sayfalarında, kahramanlar kabristanında yatıyor. Kürt'ün evladı, Medlerin torunusun..'' (Sayfa: 80)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...