31 Ocak 2020 Cuma

Homeros - İlyada


#Homeros #İlyada

Homeros
*

Homeros kimdir.? İnsanlar yirmi beş yüzyıldır bu soruyu evirdiler çevirdiler, araştırdılar durdular, yine de bir sonuç alamadılar. Homeros bir bilmece olarak kaldı: Onu hiç bilmiyoruz, hiçbir zaman bilemeyeceğiz desek de yeri, biliyoruz, hiçbir şairi bilmediğimiz gibi biliyoruz desek de yeri. İnsanlık tarihinde bir gün geldi ki sanatçının kimliğini kestirmek için eserine bakmakla yetinmez oldu insanoğlu. Kimdi bu sanatçı ne zaman doğdu, nerede doğdu, nasıl yaşadı diye bir sürü soru sormaya girişti. İşte o gün Homeros gürültüye gitti, çünkü hiç hazırlıklı değildi bu sorulara cevap vermeye. O gün bilim doğdu diyeceksiniz, evet ama bilim Homeros'un üstüne üstü karalı kâğıtları öyle bir yığdı ki altından Homeros'u bulup çıkarmak güç iş oluverdi. Bir üniversite profesörü, ''Homeros sorunu mu.? 40.000 cilt cevap.!'' derdi bana. Yani eni konu bilgin olmadan girişilmez Homeros'u anlatmaya demek isterdi. Bu iş koyun çokluğundan sürüyü görmemeye varır. Kitapların altında az daha Homeros kayboluyordu, hem birçokları için kaybolmuştur bile. Bugün okuyucu Homeros destanlarının tadına varmak için bilimden ne kadar arınmaya çalışsa boşuna uğraşır, bilime ne kadar dalsa, o kadar çıkmaza girer, kısacası bilimle de yapamaz, bilimsiz de edemez. Ama Homeros'u bilime başvurmadan dinleyen çağlar varmış.
(
Sayfa: IX)

#Homeros #İlyada

Homeros İlyada'yı yazdı mı, yazmadı mı.? İlyada'yı yarattı ya, eserini kendisinin ya da bir başkasının kaleme alması o kadar önemli değildir. Kaldı ki efsane geleneği içinde bu bilinçli seçmeyi yapan ozanın yazının bilindiği bir çağda aslında okunmaya yarayan destanını yazı ile yazması da akla uygun geliyor. Ama öyle değilse, yani destanları Homeros kendi kaleme almamış da bir başkası almışsa, bu başkası da kimi eklemeler yapmışsa, bundan ne çıkar.? Homeros problemi bilimin yersizce şişirdiği bir çıkmazdır. Homeros'u anlamak için 40.000 cilt kitap okumamalı, tersine yalnız İlyada ile Odysseia'yı okumalı, tadına vara vara. 
(Sayfa. XXI) Azra Erhat



#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir
Çanakkale'den bir kaptıkaçtıya binersiniz. Kentten çıkıp biraz yükseldiniz mi, boğaz rüzgârı püfür püfür eser. Bir yanınız deniz, bir yanınız çamlık, zeytinlik; alabildiğine maviler, yeşiller, sarılar, küme küme kırmızı gelincikler. İçiniz bir hoş olur, çünkü bu toprak başka toprak, kahramanlık destanları anlatılır size karış karış. Yüzyılları birbirine katmış da hep Doğu ile Batı arasında kavgaya, dövüşe sahne olmuş bu toprak. Çanakkale Boğazı'na baktıkça bir kıtayı bir kıtaya bağlayan su köprüsünün ne demek olduğunu anlarsınız. Hellespontos derlermiş ilkçağda ona, küçük Helle'nin boğulduğu deniz. Efsane en eski çağlarda bile kana boyamış bu su geçidini. Yığın yığın insanlar bir bu kıyıdan o kıyıya, bir o kıyıdan bu kıyıya geçmişler Boğaz'ı; göçler, ordular, donanmalar.. Hepsi de iki dünyanın kapısını açan bu kilidi ele geçirelim diye uğraşırmış. Boğaz'a baktıkça Batı uygarlığının ilk büyük destanı neden burada doğdu diye şaşmazsınız artık. Bu destan Troya destanıdır.Bir varmış, bir yokmuş, Troya diye bir kent varmış. Bu kentin alınyazısı ta kuruluşundan beri belliymiş, çünkü kurucuları onu insanoğlunu şaşırtan Ate (Gaflet) tanrının hüküm sürdüğü tepeye kurmuşlar; diyor masal. Masal ne desin, Boğaz'ın kilit noktasında kurulan bu kentin başına gelenleri nasıl anlatsın başka türlü.? Bu kent zengindi, arkasında bolluk, uygarlık kaynağı koca Anadolu vardı da ondan boyuna saldırılara uğradı demek masalın değil, tarihin işi. Masalcı ipuçlarının hepsini veriyor, alsın tarihçi anlatsın bize Troya destanının gerçeklerini.
*
(Sayfa: XXIII) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Troya ve Hisarlık
*
Hisarlık Tepsi'ne çıktığınız zaman karşınızda iri gümüşi taşlarla örülmüş bir duvar görürsünüz. Bu duvar bir iki saatte dolaşabileceğiniz bir höyüğü çevreler: Koca Troya kenti bu mudur demekten alamazsınız kendinizi. Bu kuşkucu tavrı sizden önce birçok insan takınmış, ama bugün Hisarlık Tepesi'ndeki dokuz katlı oturma yerinin Homeros destanlarının anlattığı Troya olduğuna hiçbir kuşku kalmamıştır. Bu sonuca varıncaya dek ne kavgalar oldu, ne çok mürekkep döküldü, ne çok mürekkep yalandı.! Troya'nın savaş dolu alınyazısı bir otuz yüzyıl sonra bilim dünyasında kopan kavgayla bir daha canlandı sanki. Homeros'un Troya'sı efsanelik bir kenttir gerçi; Homeros destanlarını yazdığı zaman Troya beş yüzyıldan beri yıkılıp gitmişti. Ama ozan bu kenti İda, yani Kazdağı'nın eteğinde, Skamandros ya da Ksanthos (Küçük Menderes) ile Simoeis (Dümrek) Çayı'nın sınırladıkları ve bir yanı Ege Denizi'ne, bir yanı Boğaz'a bakan üçgen biçimli ovaya egemen yüksekçe bir kale olarak öylesine yerleştirir ki Troya'yı Hisarlık'ta elinizle koymuş gibi bulursunuz. Ne var ki Homeros Troya'sının bir gerçek olabileceğini geçen yüzyılın ortasına kadar kimse aklından bile geçirmemişti. Büyük buluşlar âşıkların işidir.
*
(Sayfa: XXIV) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Homeros Âşığı
*
Geçen yüzyılda bir Homeros âşığı çıkmış, adı Heinrich Schliemann, yurdu Almanya'nın Mecklenburg bölgesinde bir köy. Heinrich Schliemann çocukluğunda babasından Noel hediyesi olarak aldığı bir resimli tarih kitabını okurken vurulmuş Homeros'a, ona ulaşabilmek için de dünyada hiçbir âşığın aşamayacağı engelleri aşmış. Köylü çocuğu önce gemi tayfası, sonra ticarethane kâtibi, sonra tüccar, sonra altın arayıcısı, sonra milyoner olur, bu arada kırk düvelin dilini öğrenir, en sonunda Latince ve eski Yunancayı da söküp emeline kavuşmak, yani Homeros'un Troya'sını bulmak üzere yola çıkar. Yıl 1870. Schliemann elinde bir İlyada, bir de Odysseia metni, Çanakkale'ye varır. Cebinde bütün engelleri yenebilecek kadar çok para vardır. Amerikan konsolosunun kendisine gösterdiği Hisarlık Tepesi'nde hemen kazıya başlar. Höyük bir define kuyusudur. Kazıdıkça bir kent, bir kent daha, bir kent daha çıkıverir ortaya; dokuz kat yerin dibine iner de bu soğan gibi kentin hangisi Homeros'un Troya'sıdır diye düşünür Schliemann. Arkeoloji bilgileri de derme çatmadır, bütün bilgileri gibi. Mantık der ki destan Troya'sı en eski Troya olduğuna göre en alt katta olmalı. Homeros âşığı üst katlarda bulduklarına pek önem vermeden kazıdıkça kazır, indikçe iner. Priamos'un ülkesine varayım diye ana toprağa ulaşır. Homeros'un Troya'sı hangisidir.? Derken bir iz, bir parıltı.. Altın arayıcısına yolu yine altın gösterir. Schliemann bir define bulur: Altın gerdanlıklar, altın iğneler, altın bilezikler, kucak dolusu altın. Helena gibi Yunanistan'dan alıp getirdiği genç karısı Sophia'nın şalına sığmaz olur altınlar. Schliemann, Priamos'un definesini bulduğundan emindir. Defineyi de kentin alttan ikinci katında bulduğuna göre, ikinci Troya Homeros'un Troya'sıdır demek. Buraya kadar hepsi iyi hoş; kazı yaparken Schliemann'ın birçok değerli buluntusu Homeros'un Troya'sına ait değil diye bozması, o zamanlar arkeolojik kazılar bilgisi henüz pek ilerlememişti diyerekten bağışlanabilir, ama bundan sonrası hoş değil. Heinrich Schliemann altın parıltısını görür görmez, işçilerini paydos eder, karısıyla birlikte çıkarırlar altınları, gizli gizli barakalarına saklarlar, sonra binbir dalavereyle Yunanistan'a, oradan da Almanya'ya kaçırırlar. Haram maldan hayır gelmezmiş, İkinci Dünya Savaşı'nda bir köye saklanan Berlin Müzesi hazinesinin yerinde yeller eser bugün. Bu hazine üstüne bir bildiğimiz varsa, Priamos'a ait olmadığıdır, çünkü Schliemann'ın Homeros Troya'sı sandığı Troya II. Homeros Troya'sı değildir.
*
(Sayfa: XXIV-XXV) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Ege'de Kaynaşma
*
Helenler çeşitli kavim adları ile bütün Yunanistan'a yerleşmişler, küçük kentler kurup her bölgeyi güçlü bir kaleyle egemenlikleri altına almışlardı. Mykene, Pylos, Sparta, Phthie bu kalelerin birkaçıydı; her birinin başında bir kral vardı. En güçlü kral Mykene kralı (efsanede adı Agamemnon'dur) olduğuna göre, öbür krallar ona savaşta hizmet borçludurlar. Kral en çok sürüsü, en çok tarlası olan adamdır. Tanrı vergisi sayılan skeptron, yani asa bu çoban kralların elinde bir değnekten ibaret olduğundan, biz bunu Türkçe ''değnek'' diye çevirdik. Akhalar atı da yanlarında getirmiş olacaklar. Ata ne büyük bir önem verildiğini Homeros destanlarında görürüz: At tanrısal bir hayvandır, ikinci bölümde yiğitlerden hemen sonra atların adı sayılır, ne var ki dikkati çeken bir nokta atların hep iki tekerlekli arabalara koşulduğu, hiçbir zaman binek hayvanı olarak kullanılmadığıdır. Akhalar Ege'nin kültürüyle birlikte din ve tanrı görüşlerini benimsemiş olacaklar ki en büyük tanrıları Zeus'un adı bile Hellence değildir. 2000'den 1000 yılına kadar süren bu ırk kaynaşmasında Ege ve Anadolu'nun tanrı efsanelerini, tanrı kültlerini Akhaların nasıl kendilerine göre uydurduklarını görüyoruz. Giritli tanrı Zeus, Anadolulu ana tanrıça Kybele, Anadolulu tanrı Apollon Akhaların din düzenine girip özlerini değiştirmişlerdir. Homeros destanlarında onlar bu ad ve biçimlerle karşımıza çıkarlar, ama bir yandan da bu destanlarda Hellenlerin ilkel dinlerinden kalma insan kurbanlarına rastlarız.
*
(Sayfa: XXX) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Homeros Kimden Yana.?
*
Dinleyicilerin ulusal onurunu alabildiğine okşamakla birlikte, Homeros Anadolu toprağını övmek, Troyalıların Akhalardan çok daha insan, çok daha uygar olduklarını belirtmekte hiçbir fırsatı kaçırmaz. Benzetmelerde Akhalardan dem vurunca hep üstün benzetme öğeleri seçer, örneğin Akhaları aslanlara, Troyalıları sineklere benzetir, ama bu benzetmelerin her biri Anadolu gerçeğinden alınmış, Anadolu'nun doğasını dile getiren ve her dafasında da ozanın duygularını, sevgilerini taşıyan özgün şiir parçalarıdır. Homeros Hektor'dan, Andromakhe'den, Priamos'tan söz ettikçe ciğerini söyler, efendileri için Akhilleus'ları, Agamemnon'ları övmek zorunda kalan Anadolulu ozan onların bir yandan kavgalarını, sövgülerini, acımasızca adam öldürmelerini canlandırır, bir yandan da oturmuş, ağır, onurlu bir toplumun başına gelen belalara yanar, İlyada boyunca kulaklarımızda çınlayan ''Bir gün gelir, yok olur kutsal İlyon,'' dizesinde içimizi ürperten bir acılık vardır. Destan sonunda da Homeros bu canım kenti gelip yıkan Akhalara öyle bir insanlık dersi verir ki Hektor'a ağıtlarla kapanan İlyada Akhilleus'un değil, Hektor'un destanı oluverir. Ama bu kadar. Homeros'un hangi gerçekler içinde, hangi geleneklere uyarak İlyada'yı dile getirdiğini unutmayalım ve şu ya da bu tarafı tutmak için kendi zamanının bilmediği ya da biliyorsa da anlatmaktan hoşlanmadığı facia ve vahşet sahnelerini eserine alabileceğini sanmayalım.
İlyada ile Odysseia gerçeklikle örülmüş iki destandır. Canlandırdıkları çağları aydınlatmak için onlardan daha aydın bir belge bulunamaz. Gönül ister ki bilimin bu destanlarla el ele giden araştırmaları İlyada ve Odysseia'nın kapladığı gerçeklik alanını bize büsbütün açıklayabilsin birgün.
*
(Sayfa: XXXIII) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

İlyada
*
Homeros'un Yunanca İlias adını taşıyan destanı İlyon ya da Troya olarak anılan kentin destanıdır. Konusu Troya Savaşı olmakla birlikte, hem bu savaşın ancak kısa bir dönemini kaplar, hem de Troya efsaneleri diye andığımız büyük bir efsane ve masal çemberinin küçük bir bölümünü içine alır. İlyada'da bütün bir savaşın öncesi ve sonrasıyla bir otuz yıl süreyle uzanan öyküsünü arayan okuyucu büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Aslında İlyada Troya'nın destanı değil, Akhilleus'un destanı sayılmalıdır. Konusu sınırlıdır: Akhilleus'un Akha ordularının başkomutanı Agamemnon'a karşı öfkesi yüzünden savaşı bırakıp barakasına çekilmesiyle başlayan destan, arkadaşı Patroklos'un ölmesi yüzünden savaşa geri dönmesi, Troya'lı kahraman Hektor ile çarpışması, onu öldürmesi, ölüsünü Troya surları çevresinde arabasına bağlı olarak sürüklemesi ve sonunda insafa gelerek Hektor'un ölüsünü babası Kral Priamos'a geri vermesi ile biter. 24 bölümlü ve 16.000'i aşkın dizeli bu koca destan Troya Savaşı'nın dokuzuncu yılında tam 51 günlük bir süreyi kapsar. Oysa Troya Savaşı'nın kendisi de savaştan önceki ve sonraki olaylarla birlikte Homeros'un yapıtlarını çok aşan dallı budaklı bir efsane bütünüdür. Bu efsaneleri tek tek olarak Homeros'un iki yapıtında da, Homeros destanlarının dışında çeşitli destan ve öykülerde de bulabiliriz. Troya savaşlarıyla ilgili efsaneler öyle çok ve çeşitlidir, Yunan yazınının her türüne öylesine yansımıştır ki ilkçağ Yunan öykü ve söylencelerinin kökeninden elimize geçen yüzlerce efsane bu gür ağacın kökenleriyle karışmış, dallarına dal uzatmış, yaprak ve ürünlerini birbirine karıştırmıştır. Yunan ve Roma uygarlıklarından doğma Latin ve Cermen dillerinin de efsaneleri aynı kökenden türemiş olduğuna göre, burada ne görkemli bir öykü, inanç ve söylence topluluğunun ortaya çıktığı kolayca anlaşılır. (..)
*
(Sayfa: XXXV) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Olympos'ta tanrılar toplantısı: Zeus izin verir, her tanrı istediği gibi yardım edebilecektir savaşa. Tanrılar iki cepheye ayrılır: Hera, Athena, Poseidon, Hermes, Hephaistos Akhalardan; Ares, Apollon, Artemis, Leto, Aphrodite ise Troyalılardan yanadır.
*
(Sayfa: xIıı) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Olympos
*
Homeros tanrıları belli bir yerde otururlar. Olympos Dağı'nda. Yunan ilkçağı Ege çevresinin birçok dağına Olympos adını vermişti, nitekim ''yüksek dağ'' anlamına gelen bu adı bizim Uludağ da taşırdı. Ama tanrıların ülkesi Teselya'daki Olympos olsa gerek. Homeros'a göre tanrılar buraya yerleşmişlerdi. Binbir doruklu, hep karlarla örtülü, pırıl pırıl ışıldayan bu dağ öylesine sarp ve yüksektir ki göklere karışır. Doruğuna atları uşan arabalarıyla ancak tanrılar ulaşabilirler. En yüksek tepesinde Zeus taht kurmuştur, oradan dünyada olup biteni gözler. Tanrıların sarayları biraz daha aşağıda olsa gerek. Bu sarayı da tunçtan ya da altından avlusuyla tanrı Hephaistos'un yaptığı çeşit çeşit daireleriyle tıpkı bir kral sarayı gibi tasarlar Homeros. Zeus bu sarayın kralı, Hera kraliçesidir. Hera'nın da tahtı Zeus'unki gibi altındandır.
*
(Sayfa: xIv) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

İlyada'da İnsanlar Dünyası
*
İlyada'da karşımıza çıkan kişiler belli bir dünyanın insanlarıdır. Homeros bu dünyayı en ufak çizgilerine varıncaya dek anlatır, gözümüzün önünde canlandırır. Troya Savaşı'nda iki toplum karşı karşıya gelir: Yurları Anadolu'da bulunan Troyalılarla yardımcıları ve Yunanistan'dan gelmiş Akhalar topluluğu. Binden fazla gemiyle ve Troyalıların ordusundan on kat büyük bir orduyla Troya'ya saldırdıkları söylenen Akhalar bu sefere niçin çıkmışlardır.? Karısı kaçırılan Menelaos'un öcünü almak için diyor Homeros. Bir kraliçenin kaçırılması İlyada'nın geçtiği çağlarda savaşa yol açabilecek önemli bir olaysa da, efsanenin bu olayı fazla şişirip Troya Savaşı'nın önür gerçek nedenlerini gölgede bıraktığına hiç kuşku yok. Bu savaşın nasıl çıktığını, Akha ordularının nasıl tooplandıklarını İlyada'da anlatılan toplum düzeninden iyice anlıyoruz. Akha ordusu Yunanistan'ın çeşitli bölge krallıklarından oluşmuş bir ordudur. Her kral kendi gemileri, kendi adamlarıyla yola çıkmıştır. Troya Ovası'nda da her kral ve ordunun ayrı yeri, ayrı barakaları vardır, ordular hep birlikte savaşa yürüyünce her birlik ayrı safa dizilir. Bu ayrılık içindeki topluluk feodal bir düzene dayanıyor. Mykene Kralı Agamemnon 1200 yıllarında bütün Yunanistan ve adaların en güçlü kralı olsa gerekti. İlyada'da ''erlerin başbuğu'', ''orduların güdücüsü'' diye anılan Agamemnon kralların kralıdır. Ona bu üstün gücü altın değneği ile birlikte Zeus vermiştir diye inanır Homeros. Krallık Zeus'un bir armağanıdır, tanrıların en büyüğü de buyruklarını doğrudan doğruya krala ulaştırır. Zeus'un alışverişi hep Agamemnon veya Priamos'ladır; oysa Agamemnon'un buyruğundaki küçük krallara yol göstermek, haber ulaştırmak, Zeus'un buyruğundaki öbür tanrılara düşer.
*
(Sayfa: Ivıı) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Yalvarıcılık bir, konukluk iki, hiçbir yiğit bu kuralların dışına çıkamaz. Yunanistanlılarla Anadolulular bir kadın için mi, mal mülk için mi, ne için çarpışırlarsa çarpışsınlar, aralarında konukluk bağları yoksa amansız düşmandırlar birbirlerine, ama bu bağlar varsa akan sular durur, düşmanlığın yerini dostluk alır.

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Yolculuk
*
Homeros dünyasında insanlar epey yolculuk ederler. İş için olsun, konukluk için olsun, gemiyle, arabayla Ege çevresindeki ülkelere gidip gelirler. Homeros destanları bu yolculuk öyküleriyle doludur. Tanrı misafirliği o eski zamanlardan kalma olsa gerek bu çevrede. Bir eve konuk geldi mi, kılığına kıyafetine bakılmaz, adı sanı sorulmaz, hemen içeriye alınır, eli ayağı yıkanır, sırtına temiz rubalar giydirilir, ocak başına oturtulur ve yemek ikram edilir.Fırsat düşerse, kim olduğu, nereden gelip nereye gittiği sorulur, ama fazla da ısrar edilmez. Odysseus gibi kimliğini gizlemek istiyorsa, sırrına saygı gösterilir. Konuğun şerefine oyunlar, şölenler düzenlenir, çalgı çalınır, ozanlar çağırılır, sonra da yoluna devam etmesi için bir arabaya, bir gemiye ihtiyacı varsa, o da sağlanır, armağanlar verilir, böylece ev sahibi ile konuk arasında kuşaktan kuşağa süregelecek konukluk bağları kurulur. İlyada'da da Odysseus'da da bu geleneğin çeşitli belirtilerini görürüz. Ant bozan insanlar vardır da, yalvarıcıya saygı ya da konukluk geleneğine karşı gelen Paris'ten başka bir tek kişi yoktur destanlarda. Ama Paris'in de bu suçu ne kadar pahalı ödediği belli.

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Av, Denizcilik
*
Yiğitlerin hayatı hiç de tek yönlü değildir. Yurtlarında sürüleriyle, topraklarıyla uğraşmasalar, ava giderler. Her iki destanda da yaman avcılık öyküleri vardır. O zamanlar arslan, pars, yılan, yabandomuzu gibi vahşi hayvanlar Yunanistan ve Anadolu'da bol olsa gerek ki Homeros bunlar için yapılan avları doya doya anlattığı gibi, benzetmelerinde de boyuna onlardan dem vurur. Bir de buna tanrıların insanları cezalandırmak için denizden çıkardıkları efsanelik canavarları katacak olursak, Homeros yiğitlerinin bu alanda ne kadar çok uğraşıp didinmek zorunda kaldıklarını anlarız.
Denizciliğin de Homeros dünyasında hayli ilerlemiş olduğunu İlyada'dan ve hele Odysseia'dan anlarız. Homeros denizciliği, gemiciliği en usta bir denizci gibi bilir. Ozanın bu alandaki bilgisine şaşmamak elden gelmez. Gerçi ozanın her alanda teknik terimleri yerinde ve yanılmaz bir dakiklikle kullanması öteden beri okurlarını şaşırtmıştır, ama denizcilik bilgisi kendisine özgü değil de, zamanın ve çevresinin bir özelliği olsa gerek. Gemiyi en ufak parçasına kadar nasıl sayıp anlattığına okurlarımız İlyada'nın birinci bölümünde iki örnek bulacaklardır.

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Destanda anlatan kişi üstüne kesin bilgiler aramak boşunadır. Ama kim anlatıyor sorusundan vazgeçip nasıl anlatıyor diye sorarsak, Homeros üstüne kucak dolusu bilgi edinebiliriz İlyada'dan.
*
Düz Akışlı Anlatma
*
İlyada düz akışlı bir anlatmadır. Yolculuğunun bir anında Phaiak'ların ülkesine varıp da, Alkinoos'un sarayında başından geçen türlü serüvenleri anlatan Odysseus'un geriye dönen, anılara dayanan anlatışı gibi değildir. Akhilleus'un öfkesi ile başlayıp Hektor'un cenazesi ile sona eren olaylar İlyada'da zaman sırasına göre anlatılır. Ne var ki düz akışlı değildir diyesim geldi. Bu iki cümle de az çok doğrudur. İlyada'ya kuşbakışı bakın, peşi sıra dizilmiş birçok olay görürsünüz; gözünüzü yaklaştırıp inceleyin, zamanda bir geriye, bir ileriye gidildiğini, hal ile geçmişin alt alta, üst üste geldiğini görürsünüz.Homeros'un anlatışına özgü bir ikilik çağdaş okuyucuyu şaşırtır belki, ama sanatının en tatlı yönlerindendir.
*
(Sayfa: Ixxı) Azra Erhat

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Kral Agamemnon karşılık verdi, dedi ki:
''Doğru ihtiyar, hakkın var yerden göğe.
Ama bu adam herkesten üstün olmayı komuş aklına,
herkese sözünü geçirmeyi, buyurmayı,
herkesin kralı olmayı komuş.
Ona boyun eğmeyecek elbet biri var,
ölümsüz tanrılar onu neden dövüşçü yarattılar,
hep sövsün saysın, bağırsın çağırsın diye mi.? (Sayfa: 12)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Tanyeri ağarınca yine on ikinci günü
hep var olan tanrılar, başlarında Zeus, döndüler Olympos'a.
Thetis unutmamıştı oğlunun isteğini,
fırladı denizin üstüne,
yükseldi şafakla Olympos'a, yüce göklere.
En yüksek yerinde çok doruklu Olympos'un,
öbür tanrılardan uzakta,
oturur buldu iri gözlü Kronosoğlu'nu.
Çöktü önünde, tuttu dizlerini sol eliyle,
okşadı sağ eliyle de çenesini,
yakardı Kronosoğlu tanrılar Kral'ı Zeus'a, dedi ki:
''Zeus baba.! Bir gün ya sözümle, ya işimle
ölümsüzler arasında yararlı olduysam sana,
şimdi yerine getir şu dileğimi:
Kısa ömürlü oğluma değer ver.
Saygısızlık etti Agamemnon, erlerin başbuğu,
aldı onur payını, yoksun bıraktı onu.
Olympos'lu yüce Zeus, bari onu sen say,
gücü Troyalılar tarafına koy, ne olur,
Akhalar saysınlar oğlumu, ününü yüce kılsınlar.'' (Sayfa: 19)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Here söylemeseydi Athene'ye şu sözleri
vakitsiz bir dönüş olacaktı Argoslulara:
''Kalkanlı Zeus'un gücü tükenmez kızı,
gördün mü başımıza gelenleri.!
Bak nasıl kaçıyorlar evlerine,
sevgili baba toprağına Argoslular,
denizin engin omuzları üstünde.
Bir şanlı zafer belirtisi diye mi bırakacaklar
Priamos'la Troyalılara Argoslu Helene'yi.?
Birçok Akha bu Troya'da,
baba toprağından, sevgili yurtlarından uzakta,
o Helene uğruna ölmedi miydi.?
Haydi git, karış tunç zırhlı Akhaların arasına,
yumuşak konuş, yola getir her adamı.
Kıvrık burunlu gemileri denize sürmesinler.'' (Sayfa: 28)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Zephyros yelinin üst üste getirdiği dalgalar
yankılı kıyıya çarparsa nasıl,
önce açık denizde başkaldırır da yükselir hani,
gelir sonra kırılır karada, öter güm güm,
burunlarda olur sırtı yusyuvarlak,
tükürüp saçar köpüklerini;
işte tıpkı bu dalgalar gibi üst üste yığılarak
Danaolar durmadan geliyordu savaşa.
Bir önder komuta ediyordu her sıraya,
erler de yürüyorlardı sessiz soluksuz.
Diyemezdin arkalarında koca bir ordu var,
şu insanların göğsünde ses var diyemezdin.
Önderlerin ardından yürüyorlardı usulcana,
sıralar içinde ışıl ışıl parlıyordu silahları.
Troyalılarsa zengin bir ağanın ağılındaki
koyunlar gibi duruyorlardı, sürü sürü,
nasıl dururlarsa sağılırken ak sütleri.
Kuzuların sesini duyup çığrışırlarsa nasıl,
öyle yükseliyordu yaygın ordu boyunca çığlıklar,
sesler çıkıyordu karmakarışık,
başka başkaydı her birinin dili,
ayrı yerlerden gelme erlerdi bunlar.
Kimini Ares kışkırtıyordu,
gök gözlü Athene kışkırtıyordu kimini.
Üç tanrı daha vardı onları kışkırtan:
Korku, Bozgun, bir de kızgın Kavga,
insan öldüren Ares'in yoldaşı.
Önce birazcık doğrulur o,
uzar, uzar, yükselir sonra,
bakarsın ayakları yerdedir, başı ta göklerde.
İnsanları birbirine katan savaşı saldı yine ortalığa,
yürüdü insanlara doğru, yükseldi iniltiler.
*
Hep birden alana yığılıp kapıştılar,
vuruştu kalkanlar, kargılar kıyasıya,
girdi birbirine tunç zırhlı erlerin öfkesi,
göbekli kalkanlar yapıştı birbirine.
Koptu bir uğultu, bir kıyamet,
çıktı ölenlerin iniltisi, öldürenlerin çığlığı ta göklere,
toprak oldu kan ırmağı.
Karlar erir de seller nasıl akarsa dağlardan,
oyuk bir yarın dibinden kaynayan gür suları
iki dağ arasında birleşirlerse nasıl,
uzakta bir çoban uğultuları dinler hani;
işte girdi karıştı böylece birbirine
insanların korkuları, gürültüleri.
*
(Sayfa: 82-83)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Athene, kalkanlı Zeus'un kızı,
bedenini saran rubayı attı babasının avlusuna,
o alacalı rubayı işlemişti kendi eliyle.
Giydi bulutları devşiren Zeus'un gömleğini,
kan ağlatan savaş için silahlarını kuşandı,
püsküllü kalkanını attı omuzlarına;
o korkunç kalkanda çepeçevre diziliydi
Korku, Kavga, Savunma, adamı donduran Saldırış,
bir de korkunç canavar Gorgo'nun başı,
korku, yılgı salan azman,
kalkanlı Zeus'un belirtisi.
Yüz ilin yaya erleriyle süslü tolgasını geçirdi başına,
iki sorguçlu, dört altın siperli.
Ayak bastı alev saçan arabasına,
aldı eline ağır, uzun kargısını.
Öfkelendiği yiğitleri o kargıyla kırar geçirirdi,
en üstün güçlü tanrının kızı. (Sayfa: 111)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Gökyüzünün tam ortasına gelince gün
bir altın terazi kurdu baba tanrı,
bir kefeye Troyalıların kara ölümünü koydu,
bir kefeye Akhaların kara ölümünü.
Ortasından tuttu kaldırdı teraziyi,
ağır bastı Akhaların ölüm günü
İndi Akhaların kara kaderi at besleyen toprağa,
engin göğe kalktı Troyalıların kaderi,
Zeus yıldırımlar gürletti İda Dağı'ndan,
bir ışık saldı Akhaların ordusuna,
görünce ışığı sarsıldı Akhalar,
kapladı hepsini sarı yeşil bir korku. (Sayfa: 159)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Mutlu bir adamın buğday, arpa tarlasında,
orakçılar karşılıklı sıra olur yürürlerse nasıl,
biçip biçip yere düşürürlerse sarı başakları,
Troyalılarla Akhalar birbirlerine öyle saldırdı.
Uğursuz Bozgun akla gelmeden canlara kıyılacaktı.
Saldırıyorlardı birbirlerine kurtlar gibi,
savaş denk tutuyordu iki başı.
Yerinde duramıyordu hıçkırıklar kaynağı Kavga.
Savaşanlar arasında tanrılardan bir o vardı.
Öbür tanrılar orada yoktu,
Olympos'un kıvrımlarında, kendi evlerinde,
saraylarında yan gelmiş, oturuyorlardı.
Kara bulutlu Kronosoğlu suçluydu onlarca,
zaferi Troyalılara sunmak istemişti.
Ama hiç oralı değildi Zeus baba,
onlardan ayrı, uzaklara çekilmişti,
oturmuştu göz kamaştıran çalımıyla.
Troya iline, Akhaların gemilerine bakıyordu,
öldürenlere, ölenlere, tunçların ışıltısına. (Sayfa: 223)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

Ama yeri titreten güçlü tanrı
gözleri kapalı durmuyordu nöbette,
oturmuş gözlüyordu savaşı, dövüşü,
ta yukarılarda, ormanlık Semendirek'in en sivri doruğunda.
Tekmil İda Dağı görünürdü o doruktan,
Priamos'un kenti, Akhaların gemileri görünürdü.
Denizden çıkmış, gidip oturmuştu oraya,
sıkışan Akhalara içi yanıyordu,
çok içerliyordu Zeus babaya.
Sarp kayalardan aşağılara indi birdenbire,
yürüdü geniş adımlarla.
Koca dağlar, ormanlar tir tir titredi
ölümsüz ayakları altında Poseidon'un.
Üç adım attı, vardı Aigai'a dördüncü adımda.
Ünlü bir evi vardı Aigai'da, denizin dibinde,
tekmil altındandı bu ev, pırıl pırıl,
hiç eskimezdi, yok olmazdı.
Orda tunç ayaklı atları koştu arabasına,
altın yeleli uçan atlardı bunlar.
Kendi bedenini de kapladı altınla
ustaca işlenmiş altın kamçısını aldı eline,
bindi arabasına, sürdü dalgaların üstüne.
Altında deniz canavarları sevindiler, hopladılar,
tanımışlardı efendilerini, çıktılar mağaralarından.
Mutlu deniz yol verdi, geç dedi Poseidon'a,
atlar da uçtular rüzgâr gibi.
Tanrıyı Akhaların gemilerine götürdü atlar,
arabanın altında tunç dingil bile ıslanmadı.
*
Denizin diplerinde, ta uçurumlarda,
Tenedos'la kayalık İmbros arasında
bir mağara vardır geniş, kocaman.
Durdurdu orda atları Poseidon, yeri sarsan.
Çözdü arabadan, tanrısal yemlerini koydu önlerine,
bağladı ayaklarına altın zincirler,
bunlar kırılmaz, çözülmez zincirlerdi,
efendileri gelene dek ayrılamazlardı oradan.
Kendi de Akhaların ordusuna doğru yürüdü gitti. (Sayfa: 269-270)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir
Akhilleus'un Savaşa Katılması

Ayağı tez Akhilleus kaygı içinde dedi ki:
''Madem koruyamadım ölümden arkadaşımı,
ne olur şu anda ölüp gideyim bari,
yurdundan çok uzakta can verdi o,
görmedi beni yanında bir koruyucu gibi.
Besbelli dönmeyeceğim sevgili baba toprağına,
olamadım Patraklos'a bir kurtuluş ışığı,
olamadım bir kurtuluş ışığı öbür arkadaşlarıma,
tanrısal Hektor'un sürüyle tepelediği.
Oturuyorum burada gemilerimin yanında,
toprağın boşuna taşıdığı bir yük gibi,
kurultayda benden üstün adamlar var, ama
Akhalardan bir tek kişi savaşta denk gelemez bana.
Tanrılarda, insanlarda yok olsun o kavga,
aklı başında adamı bile çelen o öfke,
bir bal damlası gibi akar insanın içine,
sarar göğsünü duman gibi,
beni de böyle çıkardı çileden o,
Agamemnon, erlerin güdücüsü.
Ama yeter artık bunca öfke,
bırakalım geçmişi, olan oldu,
gemlemek zorundayız göğsümüzdeki yüreğimizi.
Hektor'la karşılaşmaya gideceğim şimdi,
sevgili dostumun canını alanla,
Zeus'la öbür tanrılar istiyorsa ölmemi,
ölüm durmasın, varsın gelsin.
Güçlü Herakles bile ölümden kaçınamadı,
o ki Kronosoğlu Zeus'un en sevdiği adamdı.
Kader'le Here'nin manasız öfkesi tepeledi onu.
Varsa kaderimde, yere serilip ölürüm ben de
ama üstün bir ün kazanacağım şimdi,
Troyalı, alçak kuşaklı Dardanoslu kadınlar,
silsinler elleriyle ince yanaklarında akan yaşları,
başlasınlar hıçkıra hıçkıra ağlamaya,
anlasınlar benim savaştan uzak durmam artık bitti.
Ne kadar seversen sev beni ana,
ama savaştan uzak tutmaya kalkma beni.'' (Sayfa: 400-401)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir
''..
Gemilerin yanında yatıyor Patraklos'un ölüsü,
ne ağlayanı var, ne gömeni.
Unutamam onu canlılar arasındayken,
dizlerim tutana dek unutamam onu.
Unutulsa bile Hades'te ölüler,
ben yine anacağım sevgili dostumu.
Şimdi Akha delikanlıları, dönelim gemilerimize,
alın şunu da, çağırın Paian övgüsünü.
Büyük bir ün kazandık, öldürdük tanrısal Hektor'u,
Troyalılar bir tanrı gibi taparlardı ona.''
*
Ayağı tez Akhilleus böyle dedi,
tanrısal Hektor için düşündü kötü şeyler.
İki ayağını topukla bilek arasından deldi,
kayışlar geçirdi deliklerinden, bağladı arabaya,
başı bıraktı yerde sürüklensin diye,
sonra atladı arabaya ünlü silahlarıyla.
Kamçıladı atları, atlar öne atılıp coştu.
Yerde sürüklenen gövdenin çevresinde
bir toz bulutu yükseldi birdenbire.
Toz toprak içinde kaldı bütün başı,
kopkoyu saçları darmadağın oldu,
çok güzeldi bu baş eskiden,
şimdi Zeus verdi onu düşmanlarına,
kirletsinler diye yurdunun toprakları üstünde. (Sayfa: 486)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

''Bir şey var insandan Hades ülkesinde bile,
içinde can yoksa bile, bir ruh var, bir gölge.
Bütün gece talihsiz Patraklos'un ruhu
başucumda inledi durdu,
yapacağımı sayıyordu bir bir bana.
Patraklos'a ne de çok benziyordu.'' (Sayfa: 494)
*
Yeni evli oğlunun kemiklerini bir baba
yakarken nasıl ağlarsa,
bu ölüm ananın babanın nasıl yakarsa yüreğini,
Akhilleus da arkadaşına öyle yanıyordu. (Sayfa: 498)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

''ama yakında boyun eğecek ömür ipliğine,
ana karnından doğduğu gün ona kaderin büktüğü.'' (Sayfa: 437)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

''Dili oynaktır insanoğlunun, söz tarlasında otlar durur,
ne söylersen onu alırsın geri.'' (Sayfa: 441)

#Homeros #İlyada #ÇevirenAzraErhatAKadir

''Kafadır oduncuyu oduncu yapan, gücü değil.
Şarap rengi denizi allak bullak edince rüzgârlar,
dümenci kafayla yönetir hızlı gemisini.'' (Sayfa: 501)

30 Ocak 2020 Perşembe

Nâzım Hikmet Ran - Yazılar 3

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

*
Koyu yeşil çam dallarına düşen ilk karın ak boyasına baktım; bir çocukluk anımın ılıklığıyla doldu içim. Seslerini uzaktan uzağa duyabildiğim, boyalarını güçlükle yeniden görebildiğim bir çocukluk anımı..
Kar dizboyu. Babam beni elimden tutmuş, komşunun düğününe gidiyoruz. Çamlarının saçları ağarmış koskocaman bakımsız bir bahçe. Köşkten çalgı sesleri geliyor. Babamla içeri giriyoruz. Taşlıkta lastikler, galoşlar, kunduralar.. Yukarı çıkıyoruz. Tavanında, küpeleri düşmüş, mumları karpuzlu, yalancı billur bir askı sarkan kalabalık bir salon.
Arka yandaki iç bahçeye bakan pencerelerden birinin önünde oturuyorum. Seslerden uzak, dalgın, dışarı bakmaktayım. Birden iç bahçenin duvarı dibindeki fundalıkta bir erkek başı kımıldadı. Penceremin altında bir camlı kapının açılır gibi olduğunu duydum. Bahçede ilk yağan kar gibi aklar giyinmiş bir kadın yürüyor. Korkarak, çekinerek, ardına baka baka. Kadın koşuyor. Kadın fundalığın arkasında kayboldu.
Düğün köşkünde sevinçli sesler çoğaldıkça, çoğalmakta. Ben, aklar giyinmişin kaybolduğu fundalığa bakıyorum. Birdenbire alt kattan ince bir çığlık yükseldi. Ortalık birbirine girdi. Gelin kaçmış. Gelin koltuğa girdikten sonra sevgilisine kaçmış.
Koltuğa girdikten sonra sevgilisine kaçan bu deli baş, yüreği ateşli gelini her yağan ilk karla istemeden, anarım. Başının deliliğini, yüreğinin ateşini dinleyerek fundalıkta kendini bekleyen sevgiliye kaçan bu komşu kızının yaptığı iş, kendim de sezmeden, bütün bir yaşamımda dokunaklı oldu.
*
[Orhan Selim / Akşam, 13.1.1935] (Sayfa: 8)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

*
Benim bir kedim var. Ne tüyleri bir karış, ne kuyruğu kürk gibi. Basbayağı bir tekir kedicik. Tekir kedim beni sever mi.? Bilmem. Ben kedimi severim.
Tekirimin tüyleri bir karış, kuyruğu kürk gibi değildir, ancak, huyu, her kedinin huyuna benzer. Yemeğini vaktinde vermezsem sesini çatarak mırıldanır, canı istemediği vakit okşamaya kalkarsam elimi tırmalar. Tel dolaptan yemek aşırır. Eve bir yedi gün uğramasam, aldırmaz. Döndüğüm vakit beni sevinçle karşılamaz. Mart gelince başını alır damlara çıkar, günlerce ne arar, ne sorar bizi..
Tekir kedimle karşılıklı oturup konuştuğum olmuştur. Bu ettiklerini ne vakit onun yüzüne vursam, o, çekik, çinli gözlerini süzerek, bıyıklarını ince, alaycı bir gülümsemeyle burarak bana der ki:
- Yaptıklarımı kötü buluyorsan, niçin beni kapı dışarı etmezsin.? Çünkü tavan arasında fareler var. Geceleri seni uyutmuyorlar. Onları tutayım diye besliyorsun beni. Sonra karşında mırıl mırıl dolaşmam hoşuna gidiyor.. Gözünü eğlendirmem için bana ciğer verdiğini bilmiyor muyum sanki.? Hem tavan arasındaki fareleri tutayım, hem gözünün eğlencesi olayım, sonra da bana ciğer alıyorsun diye bir de yaltaklanayım mı.?
Tekirim ne vakit bana böyle karşılık verse, ben ona diyecek söz bulamam. Anlarım ki, belki de böyle düşündüğü için onu seviyorum.
Siz isterseniz, gün ağarıncaya dek karda, yağmurda kapınızı bekleyen, dövseniz de, sövseniz de yaltaklanmaktan vazgeçmeyen Karabaş'ı seviniz, ben Tekir'i severim.
*
[Orhan Selim / Akşam, 14.1.1935] (Sayfa: 9)
***
*
(..) Bir bardak suda eski Yunan direklerinin aksoyluluğu, günün aydınlığı, dağ başları havasının tadı vardır. Bir bardak temiz, bir bardak pırıl pırıl su eski Romalı büyük materyalist ozanın ''Likör, şarap, ahududu sizin olsun, bana yaz kış bir bardak su yeter..'' sözüne benzer.
*
[Orhan Selim, Akşam, 7.2.1935] (Sayfa: 29)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

Sen, yemişlerinin tadına doyum olmaz, yaprakları ışıklı genç bir ağaç gibisin. Genç bir ağaç gibisin ki, ne verdiğin yemişlerin doyulmayan tadını, ne kendi yapraklarının ışıltısını anlayabilirsin. Böyle yemişlerin, böyle yaprakların olduğunu bilmiyorsun bile.
Sen deniz gibisin yavrum. Sularının içinde pırıl pırıl balıklar dolaşıyor, ince tüylü, en yumuşak, en göz alıcı deniz otları kımıldanıyor içinde. Ancak, sen ne bu sularda dolaşan görülmemiş balıkların, ne bu içinde kımıldanan göz alıcı deniz otlarının güzelliğini biliyorsun.
Sen, bir yazbaşı yeli gibisin, çocuğum.! Aksoylu kara toprak kokusuyla dolu bir yazbaşı yeli gibi. Doğudan Batıya, Batıdan Doğuya, başıboş, bir ışık dalgası gibi esmektesin. Ne esişinin gücünü, ne taşıdığın kokuların inanılmayacak kadar güzelliğini bilmektesin.
Eğer yemişlerinin tadını, yapraklarının ışıltısını, balıklarının pırıltısını ve taşıdığın kokuların güzelliğini bilseydin, sevinçten yüreğin dururdu. Kendini o kadar beğenirdin ki, bu benci beğeniş sam yeli olur, yemişlerini dallarından düşürür; kuraklık olur, balıklarını öldürür; fırtına olur, kokularını dağıtırdı, belki.. Çünkü benci beğeniş adamoğullarının yüreklerinde çöreklenmiş bir yılan gibidir ve başını kaldırdığı vakit ilkönce ağulu dişleriyle soktuğu nesne içinde yattığı yürektir, çocuğum..
*
[Orhan Selim, Akşam, 9.2.1935] (Sayfa: 31)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

MARTILAR
*
Çam ağaçları nasıl yaz kış yemyeşilse, nasıl onlar toprağın boyasını kaybetmeyen en güzel verimlerinden biri olarak soğuğun, sıcağın, hava değişimlerinin üstünde dimdik, yıllarca süren genç bir sevinç yükselişi biçiminde dururlarsa, martılar da bütün yıl değişimlerinde denizin sonsuzluğunu haykıran çığlıklar gibi, aynasında suların ışığını parıldatan göklerde uçuşup dururlar.
Martların gövdeleri yollu yarış kotraları gibi kıvraktır. Ve iki yanlarında gergin yelkene benzeyen ak kanatları vardır.
Martıların gözleri küçücüktür, yuvarlaktır. Bu küçücük yuvarlak gözlerde bütün bir sonsuzluğun ışıltıları vardır. Bana öyle gelir ki, martılar sonsuzlukla beslenirler. Bütün deniz kuşları gibi martıların da en derin, en güzel kendilerine benzerlikleri buradadır. Onlar denizlerin üstünde doğarlar, denizlerin üstünde ölürler. Deniz gibi korkusuz, deniz gibi sınırsızdırlar.
Denize öyle bağlıdırlar ki, ancak bir ülkü adamı ülküsüne böyle bağlanabilir. Bunun için değil midir ki, martılar karaya düştüklerinde, ülküsünü bırakmış bir idealist gibi bütün güzelliklerini bütün güçlerini kaybediverirler, ağlamaklı olurlar.?
*
[Orhan Selim / Akşam, 1.3.1935]

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

SÖZÜNDE DURMAK
*
(..) ''Söz ağızdan çıkar,'' diye bir atasözü vardır. Ağız adamoğlunun en yaratıcı, en budala üyesidir. Ağız söz söyler yar yerinden oynayabilir. Ağız söz söyler, en budalaca bir düşünceyi ortaya atar. Ağız düşüncelerimizin kapısıdır. İşte bunun için çok kez kapamasını bilmediğimiz bu kapıyı kullanmakta güçlük çektiğimiz içindir ki, içinden çıkanı sonra peşinden gidip tutamıyoruz.
Söz ağızdan çıkmayıp da, çoğumuzda bakar kör olan gözden çıksaydı, sözünde duranların sayısı belki artardı.
*
[Orhan Selim / Akşam, 5.3.1935]

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

YİĞİTLİĞE DAİR
*
(..) ..insan, ne de olsa yiğit geçinmekten hoşlanıyor. Mademki hoşlanıyor, sayın baycığım, geçinip gitsin. Ancak unutmasın ki, yiğitlikte tedbir, ihtiyat ve kurnazlıkla, kalleşlik ve düpedüz korkaklık arasında kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprü vardır.
Bir çocuğu dövmek için babasıyla hoş geçinmek ve babayı pohpohlayıp çocuğa kötek atmak, delikli demir çıkmadan önce de, çıktıktan sonra da yiğitlik sayılmaz. Bu sözde hilafım varsa boynum kıldan incedir, iki gözüm, kıldan incedir boynum.!
*
[Ben / Akbaba, 28.3.1935]

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

ÇOCUKLUK
*
Çok sevdiğim, çok eski bir çocukluk arkadaşıma, uzun yıllar sonra rastladım.
Saçlarına kır düşmüş, ağzının iki yanında iki çizgi var, otuzunu geçtiği ilk bakışta belli; yalnız gözleri, içleri ışıl ışıl kara gözleri değişmemiş. Onlar, onları ilk gördüğüm günlerde oldukları gibi, on iki yaşında..
Konuştuk. Bir frengi dispanserinde baş doktormuş. Anlattı. Ben, bu otuzunu geçkin yüzde ışıldayan on iki yaşındaki gözlere şaşkınlıkla bakıyordum. Dayanamadım:
- Ne iyi, dedim, çocukluğunun bütün bir parçasını, belki en güzel, en iyi parçasını kaybetmemişsin. Gözlerin çocuk kalmış.
Bir çocuk gibi güldü:
- Onu kaybettiği gün yok olurum, dedi. Çocukluk, gövdemizi, beynimizin birçok yanlarını, yılların akışıyla ağır ağır bırakır. Tıpkı toprak bir kaptan suyun sızması gibi, çocukluk bizden sızar. Son barındığı yer gözlerimizdir. Gözlerim çocuk kalmışsa, bu ilk bakışta görülebiliyorsa ne mutlu bana. En korktuğum, en çekindiğim adamlar, gözlerinde bile bir damla çocukluk ışığı kalmamış olanlardır.
Çocukluk arkadaşım doğru söylüyordu. Çocukluklarını bütün bütün kaybedenler, bir daha çiçek açmak gücü bütün bütün yok olan kurumuş ağaçlar gibidirler. Tahtalarından maroken koltuklara iskelet de yapılabilir, sobaya odun da olabilirler. Ancak bir damlacık çiçek veremezler bir daha.!
*
[Orhan Selim / Akşam, 13.4.1935] (Sayfa: 77)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

Ansiklopedik sözlükler vardır. Bunları her dilde çıkarırlar. Gençler bu kitapları okuyacaklardır da birçok anlamlar, tanınmış adamlar hakkında bir düşünce elde edeceklerdir. Oysa ki bu kitapların çoğu yazıldığı devrin ve onu yazanın o anlam, o adam için beslediği özel düşüncelerden başka bir nesne değildir. İşte örnek diye, suya sabuna pek de dokunmaması gerek olan bir adam için Alman ve Fransız ansiklopedilerinin yazdıklarından bir iki sözü aşağıya geçiriyorum:
Alman ansiklopedisinden:
ŞARLMAYN:
Saksonların, ileri medeniyetin ve en temiz soyun düşmanıydı.
Fransız ansiklopedisinden:
ŞARLMAYN:
Ortaçağın en büyük adamıdır. Her yanda sonu yenmekle biten bir yığın kavgalara girişmiş, imparatorluğun ayrı ayrı soylarını birleştirmek için çalışmıştır.
***
Bundan yüzyıllarca önce ölen bir imparator için iki ulusun iki ansiklopedisi bu kadar ayrı düşünceler yazdıktan sonra, günlük işler için, bilgi, milgi örtüsü altında yutturulmak istenenlere gel de inan.
*
[Orhan Selim / Akşam, 17.4.1935] (Sayfa: 79)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

ASLAN
*
Aslanı niçin severler.? Akıllı olmasına akıllı değildir. Geçen gün okudum, sirk terbiyecileri, bu kalın sesli hayvanın öteki arkadaşlarına göre en küçük marifetleri bile büyük bir zorlukla öğrendiğini söylüyorlar. Fok balığı bile o lapa gibi, kemiksiz sanılan, pırıl pırıl kapkara gövdesiyle aslandan daha becerikliymiş..
Aslanı niçin severler.? Elinden en minicik faydalı bir iş gelmez. İşi gücü karnı acıktığı vakit, avaz avaz böğürerek karacalara, geyiklere, yaban eşeklerine saldırmaktır. Çöllerde, ormanlarda bir hazır yiyici, budala kral gibi koca kafasını iki yana sallayarak dolaşır. Bütün ahmaklığına bakmaksızın kendinden güçlüsüne salmayacak kadar korkaktır. Kendinden güçsüzlerin üstüne atıldığı vakit bile kancıkçasına, ayaklarının ucuna basarak arkadan atılır.
Aslanı niçin severler.? Onun bir küçücük bülbül kadar olsun yüreği yoktur. Bülbül kafese girince susar, kendini kafese koyanların keyfine ötmemek için kafa tutar, ölümü göze alır. Aslan hayvanat bahçelerinde arsız çocukların, sirklerde müşterilerin eğlencesi olmayı kabul eder, yeter ki sabah akşam kokmuş, afyonlu et parçalarını önüne getirsinler.
Aslanı niçin severler.? Belki de, onu sevenlerin kafalarında, gönüllerinde rüyasını gördükleri ideal tipi canlandırdığı için.
*
[Orhan Selim, Tan, 5.5.1935] (Sayfa: 95)

***
ÇİZMEDEN YUKARISI
*
Çizmeyi bilirsiniz, uzun konçlu bir ayakkabıdır. Çizmeden yukarı çıkmak hikâyesini dinlemişsinizdir elbet. Ressam, ayağı çizmeli bir adam resmi yapmış. Bir kundura boyacısı bu resmi görmüş ve çizmedeki pırıltıların yanlış olduğunu ressama söylemiş. Ressam, boyacının kritiğini doğru bulmuş ve pırıltıları düzeltmiş. Bunun üzerine, boyacı: ''İyi ama,'' demiş, ''pantolondaki kırışıklıklar da yanlış.'' Ressam kızmış birden bire:
- Yoo.! diye haykırmış, çizmeden yukarı çıkma.!
İşte o gün bugündür bu ''Çizmeden yukarı çıkma'' sözünü önüne gelen kullanıp durur.
Oysaki, kundura boyacısı neden yalnız çizmedeki boya pırıltılarının yanlışlığını anlar da pantolondaki kırışıkların biçimsizliğini anlayamaz.? Ya, gerçekten, pantolondaki kırışıklar, bir terzi gözüne lüzum göstermeyecek kadar, boyacının da görebileceği derecede yanlış çizilmişse.? Boyacı, ''Nen boyacıyım, aklım gerisine ermez,'' diye ağzını açmasın mı.? Eğer açmasın, üstüne ödev olmayan şeylere karışmasın, derseniz; siz de, karşınızda pantolondaki yanlışlıkları görecek bir terzi olmadığı için boyacının dilinden kurtulmak isteyen bir acemi ve korkak ressamdan başka bir şey değilsiniz demektir.
*
[Orhan Selim / Tan, 20.6.1935] (Sayfa: 137)

***
BÜYÜK ADAM
*
Bir büyük adam demiş ki..
Bir büyük adamın ne dediğini yazmaktan vazgeçtim birdenbire.
Aklım bir yere, şu ''büyük adam'' sözüne takıldı, kaldı. Ne diye, yazmak istediğim düşünceyi söyleyene ''büyük''lük kulpunu taktım.?
Büyük adam kimdir.?
Bunun cevabını vermek zor olmasa da, birçoklarımızın büyüklük tacını yalnız bir kulak dolgunluğuyla, alışkanlıkla kendi taptığı putun kellesine geçirir.
Cılız bir sporcuya göre ''büyük adam'' dağ boylu boksör ''Karnera''dır.
Dumanlı, karanlık ve havasız salonlarda modern karagöze, sinemaya, bayılanlar için ''büyük adam'' Emil Yanings'tir.
Bunu böyle sayıp gidebiliriz.
''Büyük adam''lığı herkes kendi anlayışına göre önüne gelenin boyuna bosuna yakıştırıyor diye gerçekten de ''büyük'' adam yok mudur.? Vardır elbette..
Bana göre büyük adam, odur ki, sanattan politikaya kadar, kendi işinde, en önde yürür, dönemeçleri en önce geçer, olanı kavrar, olacağı sezer ve bu kavrayışla sezişe dayanarak yaratır.
*
[Orhan Selim / Akşam, 29.6.1935] (Sayfa: 147)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

ÇOCUKLARIN DÜNYASI
*
Bir yeğenim var. Adı Hikmet, iki yaşında. İki gündür anasıyla bizdeler. Ben iki gündür yeni bir dünya keşfetmiş gibi sevinç ve hayranlık içindeyim.
Şimdiye kadar sevdiğim, hayran olduğum çocukların sayısı sayılamayacak kadar çoktur. Çocuğu sınırsız severim. Ancak çocuğu anlamak için insanın otuzuna gelmesi lazımmış. Çocuk, güzel bir cildin içinde dört beş sayfalık bir kitaba benziyor. İnsan, cildinin güzelliğinden ve sayfalarının azlığından kolayca okuyup anlayacağını sanıyor. Oysaki, bu kitabı anlamak için yılların geçmesi lazımmış. Ben bunu iki gündür gözümün önünde gülen, ağlayan, uyuyan, kımıldanan, sevinen ve şaşan yeğenime bakarak anladım. Çocuğu anlamadım, ters anlamayın, çocuğu anlamanın güçlüğünü anladım.
Dikkat ettim, o, kâinatın güzelliğini, hareketini ve teferruatını bizden iyi seziyor.
Tulumbadan su çekilirken, onun, akan suyun başında ne büyük bir alakayla durduğunu gördüm.
Yalağa yukardan düşen suyun pırıltısı onun gözleri için sınırsız bir zevk. Ben ki, her gün bu tulumbadan akan suya bir dakika olsun bakmayı aklıma getirmemişimdir.
Dün onun yanında durdum ve iki yaşındaki yeğenimin gözleriyle taş bir yalağa dökülen suyun güzelliğine erişebildim.
Artık hep Hikmet'in üstünde durduğu şeylere ben de dikkat ediyorum. Ve kırmızı tepeli beyaz horozları, bir bardağın camında ışıldayan güneş ışıkları, bir kâğıdın üstüne çizilen şekilsiz kurşunkalem izleri ve bir tahta oyuncağın cilalı yuvarlaklığıyla dolu, ışığı, boyası bol, biçimlerinin arasındaki ayrılıkları sayıya gelmez yeni bir dünyaya giriyorum.
*
[Orhan Selim / Tan, 8.7.1935] (Sayfa: 160)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

AYNALAR
*
Adamoğlunun en özene bezene icat ettiği, icat ettikten sonra da en çok beğendiği nesne aynadır gibi geliyor bana.
İlk aynanın cilalı parlaklığında kendini boydan boya seyreden ilk insanı düşünüyorum. Belki ondan önce durgun bir suda kendi yüzlerinin gölgesini görenler olmuştur. Fakat en durgununda bile bir kımıldanış, bir ürperiş olan canlı bir tabiat unsurunun içinde kendini görmekle, ölü ve esir bir aynanın içinde insanın kendini gururla seyretmesi arasında derin bir ayrılık vardır.
İlk aynada kendini seyreden ilk insanın duyduğu ilk his mutlaka gurur, böbürlenme olmuştur. Ve sanırsam, ''dev aynaları'' bu hissin en son ve en gülünç ifadesini bulduğu sıralarda icat edilmiştir.
Peki ama, diyeceksiniz, ya insanı bir karış, eciş bücüş gösteren aynaları ne yapalım.?
Bunun karşılığını size şöyle verebilirim: Eğer dikkat etmişseniz, görmüşsünüzdür ki, o insanı eğri büğrü, bir karış gösteren aynalar daima dev aynalarıyla beraber, onların yanında ve onlardan önce konulur. İnsan kendini ilkönce bir karış, eğri büğrü görür, fakat bu bir karış insanlar bile kendilerinin bir karış, eğri büğrü olmadıklarına inandıkları için, bu aynanın gösterişine gülerler ve hemen oradan dev aynasına geçerler ve kendilerini oldukları gibi değil, düşündükleri gibi görürler. Böylelikle, o insanı bir karış gösteren aynalar, dev aynalarının dalkavuklarından başka bir şey değildirler.
*
[Orhan Selim / Tan, 11.7.1935] (Sayfa: 164)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3
ÇOCUĞUN KUVVETİ
*
İki yaşındaki çocuk bir lokmacık şeydir. Kediden korkar, köpek havlaması onu ağlatır, bir karış merdivenden çıkamaz.
İki yaşındaki çocuk bütün tabiat kuvvetleri karşısında dalından düşmüş bir kestane yaprağı kadar güçsüzdür.
Yağmurdan sakınamaz, yelden barınamaz, soğuk ve sıcağın içinde ne yapacağını bilmez.
Fakat kediden daha güçsüz, köpek havlamasından ürken, yağmurdan sakınamayan bu bir lokmacık insan yavrusunun, tabiatın en güçlü ve korkunç varlığı insan karşısındaki kuvveti sınırsızdır. Çünkü o, insanları sosyete içindeki tuttukları yere göre ayırmasını bilmez. İki yaşındaki bir çocuk için bir çöpçüyle bir şarbay, bir yoksulla bir milyoner birdir. Onu zorla kucağına almak isteyen ister bir çöpçü olsun ister bir şarbay, ikisinin de yüzünü tırmalamaktan çekinmez.
İki yaşındaki çocuk yemeğini yemeden susmaz. Ve tek bir mantık, tek bir ''icab-ı hal'' ona karnı acıktığı vakit yemek yiyemeyeceğini anlatamaz.
Kediden daha güçsüz, köpek havlamasından ürken, yağmurdan sakınamayan bir lokma çocuğun sınırsız kuvveti işte buradan geliyor.
*
[Orhan Selim / Akşam, 17.7.1935] (Sayfa: 173)
#NâzımHikmetRan #Yazılar3
YALANIN KUVVETİ
*
''Yalancının mumu yatsıya kadar yanar'' diye diye bir atasözü vardır. Mum yakılan devirlerde bu, belki böyleymiş. Fakat şimdi elektrik devrindeyiz.
Mum, eninde sonunda, eriyip kendi kendine söner.
Elektriğin düğmesini çevirmezsen, ampul, alabildiğine yanar, durur.
Yalan en büyük kuvvetini yayılmasından alır. Mum yakılan devirlerde, yalan, ağızdan ağıza, kulaktan kulağa yayılırmış.
Elektrik devrinde yalanın yayılması için telli telsiz telgraflar ve radyolar ''elpençe divan'' duruyorlar.
''Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.'' Hayır. Öyle yalanlar var ki, bunlar, insanların daha mum ışığını bile bilmedikleri devirlerde söylenmiş ve bugüne kadar yaşıyorlar.
İnsanların ay ışığı, güneş, yıldızlar ve kuru ağaç kabuklarının birbirine sürtülmesinden çıkan ateş yalımlarından başka bir aydınlık bilmedikleri devirlerde söyledikleri kuyruklu yalanları bugün bile yıkmak çok güç oluyor..
Yalan, hor görülmemesi gerek olan bir düşmandır.
Her düşmanın büyüğünden korkulur. Oysaki yalanın en korkuncu küçüğüdür. Küçük yalan göze görünmeden işini görür. Küçük yalan tek başına gelmez, gelince, kendisi gibi bir sürü ufak, miskin, aşağılık arkadaşlarıyla beraber gelir.
Her düşmanı göğsünden vurmak aksoyluluktur. Yalanı arkadan, her büklümü bir yılan kuyruğundan örülmüş saçlarından yakalayarak yere çalmazsanız, yenildiniz demektir. Yalan, bir karanlık kaledir ki, çevresi çevrilerek, aç ve susuz bırakılarak yıkılır. Bunun için ise büyük bir sabır, derin bir soğukkanlılık ve çelik gibi sinir sağlamlığı ister.
Yalana karşı yapılan savaşta sinirlenmek yenilmektir.
*
[Orhan Selim / Akşam, 24. 7.1935] (Sayfa: 182)
***
BENİ DOSTLARIMDAN KURTARIN.!
*
Her medeniyet göçerken, kendi doğuşunda, kendinin ileri sürdüğü, öne attığı prensipleri inkâr eder.
İşte bunun için, ekonomide, politikada, sosyal hayatın bütün bölümlerinde liberalizmi, parlamento demokrasisini doğuşunun ve yerleşmesinin ana prensipleri olarak ileri süren bugünkü Avrupa medeniyetinin bu prensipleri doludizgin inkâra başlamış olmasına şaşmamak lazım gelir.
Ve yine eğer bu bakımdan bakacak olursak, faşizm bir yeniden can bulma hamlesi değil, önüne geçilemeyen bir göçüntünün, bir medeniyet yıkılışının ifadesidir..
Her medeniyet göçerken, onun bütün kıymetleri tersine döner. Göçen bir medeniyet çerçevesi içinde yaşayanların, her sosyal bölümde birbirlerine karşı itimatsızlıkları burdan gelir. Bu yalnız teklerin arasındaki münasebette değil, ulusların münasebetlerinde de kendini gösterir.
Örnek mi istiyorsunuz.? İşte Habeş-İtalyan-Japon münasebeti.
İtalya Habeşistan'a saldırmak isterken, Japonya Habeşistan'a dostluk gösteriyor. Japonya Habeşistan'ın dostu.! Çin ülkesinin istilacısı Japonya'nın dostluğuna bir tek aklı başında Habeşlinin inanacağını sanır mısınız.? Yurdunu Beyaz Emperyalizme karşı korumak isteyen her Habeşlinin bu Sarı Emperyalizm dostluğu önünde dünyaya söyleyecek tek sözü vardır:
''Ben düşmanlarımla başa çıkarım, siz beni dostlarımdan koruyun.!
*
[Orhan Selim / Tan, 27.7.1935]
***
YUMUŞAK YÜREKLİ BİR BİLDİK
*
Bir dostum anlattı:
''Geçenlerde Beyoğlu yakasında bir bara gittim. Varyete numaraları dolgun. Arap dansları, yerli dansları, İspanyol dansları.. Derken sahneye dört beş çocuk çıktı. Yaşları sekizle on iki arası. Birisinin dizkapağı kanamış, topunun ayakları kir içinde ve hepsi iskelet gibi, sapsarı. Güçlükle kımıldanıyorlar.. Panayırlarda gezginci sirklerin gösterdikleri hasta ve bakımsız maymun yavrularına benziyorlar. Hele içlerinden bir tanesi bir solo şarkı söyledi, hayatın güzelliğini, çiçeklerin boyasını ve güneşin sıcaklığını anlatan bir şarkı. Gözlerim doldu. İçim burkuldu. Her şeyden önce balıkyağına ihtiyaçları olan bu yavrucakların böyle gece saat onda 'icra-yı lubiyat' (oyun oynama, eğlenme) etmeleri fenama gitti pek.''
Bu yumuşak yürekli bildiğin anlattıklarını olduğu gibi yazıyorum. O çocuklara acımış, haklıdır. Ben de acıyorum. Yalnız ben, sade çocuklara değil, yumuşak yürekli bildiğe de acıyorum.
*
[Orhan Selim / Tan, 2.9.1935] (Sayfa: 238)
***
İKİSİNİN ORTASI
* (..) İlkbaharla sonbahar, yazın başlangıcıyla kışın başlangıcı keçibonuzu gibidir, bence. Bu yıl bölümlerinden, bir damla tat almak için, bir lokma sıcağı ve bir parçacık soğuğu duymak için yığınla posa çiğnemek ister.
İlkbaharla sonbahar, içine yarıdan çok su katılmış süte benzer. İlkbahar, 14 yaşındadır bence, ne çocuk, ne delikanlı. Sonbahar ise 50 yaşındadır, ne genç, ne yaşlı.!
İlkbaharla sonbahar boyalarıyla, kokularıyla ve çizgileriyle cılız, siliktir. Birinde bir başlangıcın şaşkınlığı, öbüründe bir bitişin afallayışı vardır.
İlkbaharla sonbahar yıl bölümlerinde ''ikisinin ortası''dır. Ve ben her sıra geldikçe yazdığım gibi, bundan anlamam.
*
[Orhan Selim / Akşam, 10.9.1935] (Sayfa: 247)
*** BİR FIKRA * Tadına doyulmaz, üstünde derin derin düşünmeye değer bir küçük fıkra işittim. Şöyle ki:
Büyük Savaş'tan önce Alman sosyalistlerinden ama sahici sosyalistlerinden birisi bir kitap çıkarmış. Çıkarır a, bunda yazılacak ne var, demeyiniz. Alman sosyalisti kitabını çıkarır çıkarmaz, başlamış irili ufaklı bütün burjuva ve küçük burjuva matbuatında bir medih, bir bravo, bir aferin vaveylası.
Sosyalist bu meth ü sena karşısında afallamış bir. Almış sakalını ele, başlamış düşünmeye. Ve kendi kendine demiş ki: ''Bu kitabı bunların böyle beğenişlerine bakılırsa ben mutlaka bir hata işledim, bir yanlışlık yaptım.''
Kitabı bir daha gözden geçirmiş. Ve hakikaten yanlış bir halt karıştırdığını anlamış. Kitabı toplatmış piyasadan. Hatasını düzeltmiş ve yeniden çıkarmış. Bu sefer eski meth ü senayı yapanlar küfürü, kalayı basmışlar.
Ve bu küfür yağmuru altında neşesini bulan üstat: ''İşte şimdi hatasız bir eser yazdığımı anlıyorum'' demiş..
Fıkra bu kadar..
*
[Orhan Selim / Tan, 1.10.1935] (Sayfa: 270)
*** GÖZ BOYAYICILIK
*
Dikkat ettiniz mi.? Her satıcı sattığı malı ona şatafatlı bir ad takarak, onu olduğundan başka, daha tatlı, daha güzel bir nesneye benzeterek satmak ister.
Dutçu dutunu ''çiğ bal'' diye adlandırır. Kestaneci kestanesini kebaba benzetir. Karpuz kurabiye olur; zeytin, havyardır; hıyar, badem.
Hele kavun satıldığını bir türlü anlayamazsınız. Çünkü, bunlar ''reçel kutuları'' diye sürülürler.
Bu, kendi malını olduğundan başka bir nesneye benzetip sürmek illeti yalnız gezici esnafın başvurdukları bir kurnazlık değildir. Düşünce, sanat, politika meydanında ve işlerinde de bu basit, fakat ölçüleri büyüdükçe göz boyayıcı hokkabazlığa müracaat kılındığı vakidir.
*
[Orhan Selim / Tan, 17.10.1935] (Sayfa: 287)
*** SEVMEK
*
En geniş anlamında sevmesini, doludizgin, dörtnala, karanlıksız ve ıvır zıvır sevmesini bilmeyen adamda hayır yoktur, bence.
Bir şeyi, bir nesneyi, bir düşünceyi, bir hareketi, bir canlıyı sevmemiş, sevememiş olan adam, bütün ömrünce ne bir şarkının tadını duyabilmiş, ne bir heyecanın hamlesiyle yükselebilmiş, ne de, göğsünü gere gere haykırabilmiş demektir.
Sevmeyen adamın yüreği, kafası, kolu kısırdır. Sevmeyen adam yaratamaz, doğuramaz, anlayıp inanamaz.
Diyeceksiniz ki: ''Doludizgin, dörtnala, uçsuz bucaksız sevenler, kurnazlıklarından, ne bilelim, belki de biraz zekâlarından kaybederler.''
Bu sözünüz bir bakıma doğru, bir bakıma yanlıştır.
Seven adam, öğrenip, anlayıp,bilip sevememişse, sevgisinde yalnız heyecanı ve yüreği konuşmaktaysa, dediğiniz doğru olabilir. Ve bu çeşit sevgilerin inkisarları (kırılma) korkunçtur.
Fakat, seven, öğrenip, bilip, anlayıp, inanarak sevmişse, bu sevgide kafa da yürek kadar dümeni tutuyor demektir.
Sevmek, öğrenip, bilip, anlayıp, inanıp sevmek.! Bence, yaratıcı insanın en büyük, en derin, en ayırt edici kendine benzerliği burdadır.
*
[Orhan Selim / Tan, 24.10.1935] (Sayfa: 291)
*** UNUTMAK
*
Unutmak, unutabilmek bazı insanlar için bir morfin şırıngası, bir uyuşturucu zehirin sarhoşluğu gibi aranan, istenen bir nesnedir.
Unutmadıkları, unutamadıkları için çırpınanları, kıvrananları görmüşümdür.
Unutulması istenen hatıraları, yüzleri, manzaraları unutmak, bir duvardan çivi söker gibi, kafanın, yüreğin içinden çekip çıkarmak onları ve bu işi öyle yapabilmek ki, çivinin yeri bile kalmasın.!
Bana öyle geliyor ki, unutmaktan yardım umanlar, unutmanın karanlığında rahatlamak isteyenler kuvvetsiz, güçsüz insanlardır.
Kuvveti ve kendine ve yaptığı işe inancı, güveni olan insan, bir kerecik olsun, unutmak denilen lastikle, kendisi için çok dayanılmaz nesneler de olsa, geçmişi silmek istemez.
*
[Orhan Selim / Tan, 26.10.1935] (Sayfa: 294)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3
ÇİSELİYOR
*
Sokağa çıkmadan önce pencereden baktım, hava puslu, hava ıslak, fakat yağış yok.
Sokağa çıktım. Bir iki adım attım atmadım iliklerime kadar ürperdim birdenbire. Omuzlarım sırılsıklam. Yağmur mu.? Hayır, yağmıyor. Çiseliyor. Yağmur çiseliyor yalnız. İnce ince, sinsi sinsi, kurnaz kurnaz çiseliyor.
Çiseleyen yağmur alçaktır, korkak, yalancı ve sinsidir..
Şakır şakır, bol yağan bir yağmur saldırısıyla, gözle görülmeyecek kadar ince ince inen bir çiseleyiş arasındaki ayrılık insan karakterleri arasında da vardır.
Şakır şakır yağan yağmurlara benzeyen insanlara, düşmanım da olsalar saygı duyarım. Fakat içlerinde çiseleyen bir yürek taşıyan, yaşayışları, düşünüşleri, kavgaları, çiselemek biçiminde olan insanlardan yılan görmüş gibi tiksinirim.
*
[Orhan Selim / Akşam, 5.11.1935] (Sayfa: 301)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

DÜŞMANI ÇOK OLMAK
*
Düşmanı çok olmak iyi şeydir. Düşmanı çok olanın her vakit dostu da çok olur mu.? Bilmem. Fakat düşmanı çok olanın dostları sağlam olur; bunu bilirim.
Çeşit çeşit düşmanı vardır insanın. Göz göze kavga edeni, arkadan çelme takmaya çalışanı, irilisi, ufaklısı, güçlüsü, güçsüzü.
Göz göze kavga edenle çarpışmak tatlıdır. Arkadan çelme takmaya çalışanla uğraşmak baş ağrısı gibi bir meseledir. İrisine karşılık verirsin ufağına aldırmazsın.
Bir de manyak soyundan düşman vardır. Kendini dev aynasında, bütün dünyayı dürbünün tersiyle görür. Seni hiçe saydığını söyleyerek saldırır, hızını alamaz bir daha atılır üstüne, yana çekilirsin yuvarlanır.!
Bu soy düşmanla kavga tatsızdır, çünkü karşında dev aynası vurmuş bir gölgeden başka bir şey yoktur.
Düşmanı çok olmak iyidir. İnsana kuvvet verir. İnsana, insan gibi, düşünerek, inanarak yaşadığını anlatır.
*
[Orhan Selim / Akşam, 20.11.1935] (Sayfa: 315)

#NâzımHikmetRan #Yazılar3

DENİZİN HÜCUMU
*
(..) Onun dilinden anlamayıp, altlarında çürük bir tekne, göğüslerinde korkak bir yürekle dalgalarını aşmak isteyenleri bir iki tokatta deviriveriyorsa kusur onda mı.? Onu anlamayanlarda mı.?
Deniz, en küçük bir ihmali, en ufak bir bilgisizliği bağışlamaz. Deniz bizden bilgi, cesaret, ustalık ve kendine karşı saygı ister. Deniz, ahlaki anlamıyla, ne kahpedir, ne kancık.! Onda her fırtına, patlak vereceğini önceden bildirir. Eğer bu bildirişin dilini anlamıyorsanız, sizi apansız yakaladı diye denize değil, kendi cahilliğinize kızınız.
Denize açılan adamın elleri titrek, yüreği karmakarışık olmamalı. Titrek bir el ve bulanık yufka bir yürekle denize açılanlar boğulurlar. Denizin kanunu budur.
*
[Orhan Selim / Akşam, 12.12.1935] (Sayfa: 325)

Cengiz Aymatov - Toprak Ana (Çeviri: Refik Özdek)

#CengizAymatov #ToprakAna #ÇeviriRefikÖzdek

(..) O yazın şafakları aslında bizim aşkımızdı.
Hergün pırıl pırıl yeniden doğan aşkımızın şafakları.
Birlikte yürürken gözümüzde bütün dünya değişirdi ve biz bir masal âleminde yüzerdik. Ve, her tarafı sürülmüş boz toprak, dünyanın en güzel tarlası olarak görünürdü bize. (..) 
(Sayfa: 12)

#CengizAymatov #ToprakAna #ÇeviriRefikÖzdek

(..)
- Suvan, mutlu olacağız değil mi.?
Cevap verirdi:
- Toprak ve su insanlar arasında eşit olarak paylaştırılınca, kendi tarlamız olunca, kendi tarlamızı sürüp eker, kendi ürünümüzü kaldırınca, biz de mutlu olacağız. İnsanın çok büyük bir mutluluğa ihtiyacı yoktur Tolganay. Bir çiftçi için mutluluk, kendi tarlasını sürüp ekmek ve ürün almaktır. (..) (Sayfa: 13)

#CengizAymatov #ToprakAna #ÇeviriRefikÖzdek

(..)
- Kara toprak, sevgili Toprak Ana, hepimizi sinesinde barındıran sensin.! Bizlere mutluluk vermeyeceksen neye yarar senin Toprak Ana oluşun.? Dünyaya niçin geliyoruz.? Biz senin çocuklarınız, bize mutluluk ver, bizi mutlu kıl Toprak Ana.! (..) (Sayfa: 14)
***
(..) Benim anladığım gerçek mutluluğun da bir rastlantı sonucu olmadığını, yaz yağmuru gibi birdenbire başımıza düşmediğini söylemeliyim. Gerçek mutluluk, yavaş yavaş, azar azar gelir ve bu bizim hayata bakış açımızla, çevremizle, çevremizdekilere karşı davranışımızla doğrudan doğruya ilgili ve orantılıdır. Mutluluk, birbirini tamamlayan ufak tefek şeylerin birikmesinden doğuyor. (..) (Sayfa: 22)

#CengizAymatov #ToprakAna #ÇeviriRefikÖzdek

(..) Hayatımda pek çok yıl, hasadın ilk gününde ilk üründen yapılan ekmeği yedim. Her defasında ilk lokmayı ağzıma götürürken bir ibadeti, kutsal bir görevi yerine getirmiş gibi duygulanmışımdır. (..)  Bu, emekçi oğlumun nasırlı ellerinden çıkan ekmekti. Tarlayı süren, buğdayı yetiştiren, hasadı kaldıran, tarlada çalışan insanlarımızın, halkımızın ekmeğiydi. Kutsal ekmek.! (..) (Sayfa: 27)
***
(..) ..bir ananın mutluluğu, milletin mutluluğundan doğuyor, aynı kökten olan ağacın dalları gibi bir kökten geliyor. Kaderi de onun kaderiyle bir oluyor. (..) (Sayfa: 28)
***
(..) Gözlerimi kapayabilir, kulaklarımı tıkayabilir, ama düşünmeden edemezdim. (..) (Sayfa: 40)
***
(..) Bazıları ağlıyordu, bazıları da zil zurna sarhoştu. Boşuna dememişler ''Halk bir denizdir, derin yeri de vardır, sığ yeri de..'' (..) ..daha sonra hepsi birden ''Katyaşa''yı söylediler. (..)
(Sayfa: 42)
***
(..) - Bak Tolganay, sen ve ben kim idik.? Halkımız sayesinde büyüyüp adam olmadık mı.? Öyleyse iyi ve kara günlerde beraber olacağız, mutluluğu da felaketi de paylaşmasını bileceğiz. (..) (Sayfa: 43)
***
(..) Savaşa giden demircinin önce örsü ve çekiciyle vedalaştığını söylerler. (..) (Sayfa: 44)
***
(..) Bu dünyadan insanlar göçüp gider ama yaptıkları iyi şeyler kalır. (..) (Sayfa: 67)
***
(..) İyilik, yola düşen, yoldan toplanan bir şey değildir. Tesadüfen ele geçen bir şey değildir. İnsan iyiliği ancak başka bir insandan öğrenir. (..) (Sayfa: 68)
***
(..) Bir insanın kaderi, dağdaki patika gibidir: Bazen çıkar, bazen iner, bazen de dibi görünmeyen bir uçurumun başına gelip durur. İnsan tek başına böyle bir yolda ilerleyemez, ama birleşenler, birbirine omuz verenler her engeli aşarlar. (..) (Sayfa: 70)
***
(..) Demiri nasıl tavında dövmek gerekiyorsa, çekiç darbelerini nasıl soğutmadan indirmek gerekiyorsa, her kelimeyi de öyle tam zamanında söylemek gerekiyordu. O anı geçirince söz soğuyor, katılaşıyor, insanın yüreğine taş gibi oturuyor ve bu ağırlığı kaldırıp atmak hiç de kolay olmuyordu. (..) (Sayfa: 75)

#CengizAymatov #ToprakAna #ÇeviriRefikÖzdek

(..) Söyle bana Toprak Ana, gerçeği söyle: İnsanlar savaşmadan yaşayamazlar mı.?
- Çok güç bir soru sordun Tolgonay. Nice nice milletler savaş sonunda yok olup gittiler, nice nice şehirler yanıp kül oldu ve toprak olarak üzerimde insan ayağının izini görmek için yüzyıllarca beklediğim çağlar oldu. İnsanlar ne zaman bir savaş başlatacak olsa, onlara şöyle diyordum: ''Durun.! Kan dökmeyin.!'' Şimdi de tekrar ediyorum: ''Ey dağların, denizlerin öbür tarafındaki insanlar, siz ki mavi göğün altında yaşıyorsunuz, savaş neyinize gerek.? Ben toprağım, bana bakın.! Ben, herbiriniz için aynıyım ve siz de benim gözümde eşitsiniz. Benim için önemli olan sizin sözleriniz değildir. Ben sizin dostluğunuza muhtacım, çalışmanıza, beni işlemenize.! Saban izine bir çekirdek, bir tohum tanesi atın, size yüz katını vereyim, küçük bir fidan dikin kocaman çınar vereyim.! Evler kurun, temel olayım.! Derinim, yükseğim, büyüğüm, ucum bucağım da yok.. hepinize yeterim ben..'' Sen de bana insanlar savaşmadan yaşayamaz mı diyorsun Tolgonay. Bu bana bağlı değil ki. Siz insanlara, niyetinize, irade ve bilgeliğine bağlı. (..) (Sayfa: 77)
***
(..) İki insan birbiriyle tam bir uyum içinde yaşarsa, konuşmadan ya da yarım sözcüklerle bile anlarlar birbirlerini. (..) (Sayfa: 98)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...