17 Ekim 2019 Perşembe

Jose Maurode Vasconcelos - Güneşi Uyandıralım, Zeze

Jose Mauro de Vasconcelos, Güneşi Uyandıralım

Jose Mauro de Vasconcelos, Güneşi Uyandıralım

#JoseMaurodeVasconcelos #GüneşiUyandıralım

Jose Mauro de Vasconcelos, Güneşi Uyandıralım

#JoseMaurodeVasconcelos #GüneşiUyandıralım

#JoseMaurodeVasconcelos #GüneşiUyandıralım

''..Nesnelerin ve varlıkların kaderini kabullenmeliyiz. Seni çok özleyeceğim. Özlemimi, hayatın güzelliğiyle gidermeye çalışacağım; çünkü güzellik bir boşluğu doldurmaya çalışır, şefkat, sevgi denilen basit bir şeyi. Çocuk yüreğinin yumuşaklığını. İşte bunu kimse bulamaz, ne yıldızların güzelliğinde ne ay ışığının yansımasında. Güzellik beni yavaş yavaş yatıştırır, sevginden yoksun kalmanın yüreğime verdiği hüznü bastırır.''
Uzun, upuzun bir iç çektim ve mırıldandım.
''Az önce bir şeyi kanıtlamış oldun. İnsan-hayvanlar, insan-kişilerden çok daha yüce gönüllü, çok daha iyi oluyorlar.''
(Sayfa: 219)
*
''Merak etme. Ağlamayacağım. Yüreğimde büyük bir boşluk bırakacaksın. Gittiğin yerde bütün güzellikler senin olsun.''
(..)
''O zamanlar geçti. Ya da belki de geçen benim, çünkü zaman durağandır..'' (Sayfa: 220)

#JoseMaurodeVasconcelos #GüneşiUyandıralım #Zeze

#JoseMaurodeVasconcelos #GüneşiUyandıralım #Zeze

#JoseMaurodeVasconcelos #GüneşiUyandıralım #Zeze

''Monptit, hayat budur işte. Hep giden birileri olur. Ne yürek unutur ne özlemler ölür. Bunlar sevgimizde yaşamaya devam eder. Ama birileri, zamanı geldiğinde gitmek zorundadır.'' (Sayfa: 255)
*
Neden hayattaki her şey gitmek, gelip geçmek zorundaydı.? Zeze, yalnızca doğmak, yola çıkmak demek olduğundan. Yolculuk, daha ilk dakikada başlar. İlk kez soluk aldığın anda. Hayatın katı gerçeğiyle savaşamazsın.

#JoseMaurodeVasconcelos #GüneşiUyandıralım #Zeze

Mutlu olmak nedir.? Kim bilir.? Mutluluk tıpkı zamana benziyor: O değil, insanlar hareket ediyor, insanlar geçip gidiyor. Geçiyor. Geçiyor. Yıldızlarla dolu bir gece isterdin, Adam. Ayın nehirdeki yansımasında uyumak. Benim gecemde bunların hiçbiri yok, değil mi.? Varsa yoksa genzi yakan, saçları kirleten bu sis. (Sayfa: 273)
*
Aslında kimse başkalarının acıya katlanma gücünü bilemez. Bir tek yüreğimiz bilir. Bu neye yarar.?
(..)
Bu bir tren. Portekizlimi öldüren katil bir tren. Şeker Portakalımın hayallerini biçen bir tren. Büyüyünce sık sık o trene bindim, Adam. Tekerlerinin kederimi, olmayanların yokluğunu tekrar tekrar çiğnediğini kimseler bilmedi. (Sayfa: 274)

#JoseMaurodeVasconcelos #GüneşiUyandıralım #Zeze

*Bir cururu kurbağası
Durmuş nehir kenarında
Bir türkü tutturduysa
Üşümüş demektir, söyleyin kıza..
Üşümüş demektir, söyleyin kıza..
Üşümüş demektir, söyleyin kıza..

Üşümüş demektir, söyleyin kıza.. (Sayfa: 275)

7 Ekim 2019 Pazartesi

Sophokles - Kral Oidipus

#Sophokles #KralOidipus

Murat Bardakçı - Talât Paşanın Evrakı Metrukesi

(Sadrazam Talât Paşa'nın özel arşivinde bulunan Ermeni tehciri konusundaki belgeler ve hususi yazışmalar.)
*
İkinci Meşrutiyet'in ilânından sonra gazetelerde ve dergilerde yazmaya başlayan Halide Edip'in eğitim konusundaki makaleleri Maarif Nezareti'nin dikkatini çekmiş, 1909'da Dârü'l-muallimât'ın pedagoji öğretmenliğine tayin edilmiş ve vakıf kız mekteplerinde müfettişlik yapmıştı.
1917'de Bahriye Nazırı ve Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa'nın davetiyle Türk kız mekteplerinin umumi müfettişi olarak bu okulları yeniden düzenlemek maksadıyla Beyrut'a ve Şam'a giden Halide Edip, buralarda birkaç yeni okul ve bir de dârü'l-eytam açtı. 1918'de İstanbul'a döndü ve Dârü'l-fünûn'da Garp Edebiyatı dersleri vermeye başladı.
İttihat ve Terakki'nin iktidar yıllarında Türkçü ve Turancı akımlara da ilgi duyan ve partinin lider kadrosundan özellikle Ziya Gökalp, Cavid Bey ve Cemal Paşa ile yakın dostluğu olan Halide Edip, Cavid Bey'e Beyrut'tan gönderdiği bu mektubunda tehcir sırasında Suriye'ye ve Lübnan'a gönderilen Ermenilerin durumunu anlatıyor. 
(Sayfa: 149-151)
*
>>>>>Halide Edip'in mektubundaki abartılı ifadeleri, sanatçı kişiliğine ve romancılığına vermek gerekir.<<<<<<


Halide Edip Hanım'ın (Adıvar) Maliye Nazırı Cavid Bey'e Beyrut'tan gönderdiği mektup (1 Mart 1917)
*
Muhterem Cavid Bey,
Evvelâ yeni senenizi tebrik ederim sonra da nâzırlığınızı. Ben Şam'da iken Talât Paşa Hazretleri'nin Cemal Paşa'ya telgrafına rağmen bu havadise inanmadım. Bütün Suriye vilâyetleri valileri ile suret-i kat'iyyede mübâhaseye giriştim, ''Cavid Bey olmaz, kabul etmez'' dedim. Fakat dün İstanbul'dan gelen bir Tanin'de Muhittin Bey'in ''Cavid Bey dördüncü defa Maliye Nezareti sandalyesine oturuyor'' cümlesini okuyunca iman ettim. Her halde memleket için bunu hayırlı görmüş olacaksınız. Allah muvaffak etsin ve hele dahili siyasetimizde daha liberal bir tahavvüle sebebbiyet verebilirseniz her halde bu bir lutuf olur.
İşte ben de nihayet burada bir eski manastırın Akdeniz ve Lübnan'a bakan açık koridorlarında bir rahibe hayatı yaşıyorum. Kendi hayatımın nasıl geçtiğini pek bilmiyorum. Gündüz, gece, birbirini baş döndürücü bir sür'atle takip eyliyor. Dört mektep birden ve muhtelif yerlerde açtığımız için masabaşı işleri, seyahat bittiği yok. Esasen biterse sıkılıyorum. Suriye'ye pek bedbaht oldukları zaman geldim. Onun için Suriye'yi ve Suriyeliler'i çok seviyorum. Esasen ben bu kadar ince, bu kadar kusursuz güzel bir memleket görmedim. Güzel insanların, sevgili insanların gözleri gibi akşamları ufuklar, dağlar, denizler, insanın kalbini ağlatıyor. Esasen bu memleket bugünlerde hep insanı ağlatacak gibi. Eleminde o kadar derin ve ezilmiş bir şey var. Bilhassa Ermeniler, Cevad Paşa'nın aziz başına Allah'la beraber yemin eden sırf burada yaşamak hakkını bulan bir sürü bedbaht Ermeni var. Mektebe bağlı binada da birçok var. Çöllerde ot yiyerek karınları şiştikten sonra kimi anasını, kimi babasını, birçokları da çocuklarını kaybettikten sonra buraya düşmüşler. Daha doğrusu, Cemal Paşa getirtmiş. Belediye biraz yiyecek veriyor oturuyorlar. (..) bu bedbahtlarla hemen birbirimizi sevdik. Çocuklarıyla, kadınlarıyla ayrıca meşgul oluyorum. Küçüklerine bir sınıf açtık okutuyoruz. Rusya Türkleri'nden beraber getirdiğim bir küçük muallime bu melek gibi fedâkâr ve muhabbetli aralarında çalışıyor. Dışarıdan anası açlıktan ölen, babası yanında öldürülen on iki yaşında bir Ermeni kızı geldi, iltica etti. Mahzun büyük gözleriyle etrafımda dolaşıyor, lüzumlu lüzumsuz elimi öpüp ağlıyor. Bahçede bir facia daha var.! Oğlunu yanında öldürürlerken birdenbire dilini kaybeden bir bedbaht, öteki oğlunu ve ailesini nereye attıklarını bilemiyor. Ayakları çıplak, gözleri elem içinde, mütemadiyen işaretle felâketini haykırıyor. Bâzen geceleri çocuğu ölen bir kadın gibi, başı elleri içinde döğünüyor, döğünüyor. Gündüzleri yazı yazarken bâzen hıçkırdığını işitiyorum. Pencereye koşuyorum, aşağıda bahçede ellerini sallıyor, oğlunun kalbinden kurşun geçerken çıkan sesi göklere uluyor, söylüyor. İşte bunlardan binlerce, yüzlerce var. Yetimhaneler hayatta bir şeyin telâfi edemeyeceği şeyi kaybetmiş yarı aç bedbaht çocuklarla dolu. Ermeniler bana diyorlar ki - Senin Suriye'ye gelmeni iki aydır uykumuz kaçarak bekledik. Bizim için bir şey yap. Dünyada bir Cemal Paşa, bir seni severiz. Ben ne yapabilirim. Her gittiği yerde bana mutlak sefalet manzaralarını gösterip ağlıyorlar. Şam'da beni bir saat eski dar sokaklarda dolaştırdıktan sonra götürdükleri bir yerde kadın, erkek söylediler, söylediler ve birdenbire çok metin görünen bir erkek başını kollarının arasına alarak yüksek sesle ağlamaya başladı. Bu hep böyle.! İşte yeni kabine bu emsalsiz zulüm ve cinayetin hiç olmazsa netâyicini tahfif edemez mi.? Şimdi bugün yaşayanlara insan hakkı vermez mi.? Ben kendi hayatımla bu fena ve çirkin şeyi ödeyebilsem öderdim. Fakat benim hayatım nedir ki.?! Hiç, hem de pek gülünç ve küçük bir hiç.!
Artık tamamen öğrendim ve inkıyâd ettim ki, hayatta insan yalnızdır. Sevdiği ve sevildiği insanlar birer geçici hayaldir. Bunu sâkin düşündüm, hayatı olduğu gibi kabul ettim fakat oğullarımı büyüyünceye kadar kendilerine sahip oluncaya kadar kuvvetli ve itimad edeceğim bir yere bırakabileceğimi hissetmek istiyorum ve bunu pek ciddi bir surette düşünüyorum.
İşte şimdi bu kadar.! Siz ne yapıyorsunuz.? Sizin de hayatınızı da hemen ezber bilirim klüp, nezaret, ev, Beyoğlu madamlarına ziyeret.! Şişli hanımları ile yârenlik.! Değil mi.? Bazen otomobille kar altında beyâbân ve vahşi yerlerden geçerken İstanbul birdenbire gözümün önünden geçiyor. Bu İstanbul hayatı teferruatını düşünüyorum. Çok uzun düşünmüyorum. Bakkal defteri gibi bir defterim var, hemen çıkarıp mekteplerin birine âid eşya listesi yapmaya uğraşıyorum.
Düşünüyorum ki insanın ruhunu hiç bir elem, hiç bir şey mağlup edememeli.! Öldürse, kırsa, ezse, parçalasa, kanları arasından kuvvetli, nâmağlûp bakmalı.!
Bu son seneler harici ve şahsi hepimiz ne ateşli, ne hummalı, ne kasırgalı bir hayat yaşıyoruz. Daha neler yaşayacağız, kim bilir.!
Şimdi biraz mehtab var. Manastırın hurma ağaçlı bahçesinde bir sürü kurbağa ötüyor. Ben de bu kadar uzun ve sıkıntılı şeyleri bizim kabinemizde bir nazıra niçin yazıyorum diye düşünüyorum. Bilmem, göndermeli mi.? Şam'dan gelirken sansürlenmiş bir sürü zarf getirdim, bana böyle hezeyan yaptırıyor. Bon nüi.
*
Halide Edip

#MuratBardakçı #TalâtPaşanınEvrakıMetrukesi #HalideEdpAdvar #CavidBey

29 Eylül 2019 Pazar

Gonca Vuslateri - Ölmeden Önce Uyunulması Gereken Bir Gece


Bugün, bütün gün
uykuyu düşündüm.
*
Sığ yorganlar
kısa yolun provası.
Hani tersinden okuyunca da
- aynı.
Mesaisi bitmemiş bir yalnızlıkla
Değ edip durdum ayaklarıma..
*
İyice yanmadan içi
demlenemiyor insan.
Dem ile koyu
ve cılız savaşların tarihine
not edilmeyen
veremli bir er kokusu
ile
*
Toplayıp yerden
bütün pireleri
kamburuma çelenk yaptım
*
Köksüz çiçekler
tabutlara yaslanır
ve daima büyük harf taşır
üstünde.
Sen karanfili düşündükçe
bir delik daha ister
kemerin.
*
Bolluğun içinde
âşık ara farkla döndüm.
*
Cebime gömdüğüm soğuk el
bugün benim
tek bahşişim
*
Düşük yüzüyle
uyku tutmayan
âşıklığına
romantik bir komedi filmiyle
çare bulmuş anneler gibi.
Zenginleştim duygumda.
*
Ellerim cebimde.
Ya soğuksa hava şimdi rüyada.?
*
Silkeledim üstümden çocukluğumu
kendime İstanbul'dan kısacık bir etek diktim.
Ten desenli.
*
Hoşluktan esinlenen
şairler gibi
kırılan kalbimin sesinde
kendime kadifeden bir şiir yazdım
ve
dönüp yatağımda..
*
Biraz da zamanla..
*
Kendi kışıma alıştım.

Gonca Vuslateri - Hiç Çatlamamış Bir Elden

#MasalDergisi #GoncaVuslateri #HiçÇatlamamışBirElden

I.
*
Gün bizim günümüz gibi gelirken
gök, ısrarlı yüzümde
gürbüz bir şüphe.!
*
Durgun içimin
düşünceli devrimi.!
Sıradan yürüyüşüm benim.
*
Kesseler avuçlarını
iç'lerinden
ne Allah'lar kusacak duaları
kim bilir..
*
Tüm tanıdık tecrübeler
patlamış ödümden
bir pasta.!
Ve bir orman gibi yanan
binlerce mumla.!
- karşımda.
*
Ah.!
*
Coşkuyla tüküreceğim mutluluğu bir gün.
Bekliyorum
ben de.
*
Elbet bir evlilik olacak
soyağacımın adında.
*
- KABUL EDİYORUM.!
*
- EVET.!
*
Böyle böyle büyürken
bileceğiz aslında
adımlarımız ayaklar altında.
*
Nasıl ki
hissettiğini söylerken bile
hayal etmeye devam ederse,
kusursuz olur insan.
*
Nasıl ki
en çok da kendine inanandan korkar,
hele biraz da
safsan.
*
Sen de eğir atın gözlerini kalbine.
İki yana dağılmışken bile
bir tek önünü görsün.
Al dizgini eline.
Yolun tepeden tırnağa.
Senin yolun bu:
Baştan aşağıya.!
*
Irzına geçilmiş bir kumru edasıyla:
Aşk olsun iffetine senin
Yolun gocunması da yok sana.!
*
II.
*
Anlamsız gibi
görünse de..
*
Biz.
*
Seninle.
*
Bazen.
Yan yana.
Ve bu şık hayatımızla:
Akrostiş bir telaşı yaşıyoruz demektir
anlasana.
*
AH.!
Kışın bir de
daha kalın bir yürekle seversek
tam oturacağız ayağa.!

22 Eylül 2019 Pazar

Milan Kundera - Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

#MilanKundera #VarolmanınDayanılmazHafifliği
Yaşamlarımızın her saniyesi sonsuz kere yineleniyorsa, İsa'nın çarmıha çivili olduğu gibi biz de sonsuzluğa çivelenmişiz demektir. Bu, insanı dehşete düşürecek bir olasılık. Sonsuza kadar yinelenme dünyasında her attığımız adıma dayanılmaz bir sorumluluğun ağırlığı gelir çöker. İşte Nietzsche, sonsuza kadar yinelenme düşüncesine bunun için yüklerin en ağırı demiştir.
Sonsuza kadar yinelenme yüklerin en ağırıysa, bizim yaşamlarımız bu ağırlığın karşısında göz kamaştırıcı bir hafiflik içinde belirmektedir.
Peki, ağırlık gerçekten nefret edilesi, hafiflik de göz kamaştırıcı mıdır.?
Yüklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık. Öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde, kadın erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler. O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek, daha içten olur.
İşi tersten ele alırsak; bu yükten mutlak biçimde yoksun olmak insanoğlunu havadan daha hafif kılar; göklere doğru kanat açar insan, bu dünyadan ve dünyasal varlığından ayrılır, yalnızca yarı yarıya gerçek olur, devinimleri önemsizleştiği ölçüde özgürleşir.
Hangisini seçmeli o halde.? Ağırlığı mı, hafifliği mi.?
Parmenides aynı soruyu MÖ altıncı yüzyılda atmıştı ortaya. Dünyayı çifter çifter karşıtlıklara bölünmüş görüyordu: Aydınlık/karanlık, incelik/kabalık, sıcak/soğuk, varlık/yokluk. Karşıtlıklardan her birinin bir yarısını da olumsuz olarak nitelendiriyordu. Bu olumlu ve olumsuz kutuplaştırmasını çocukça denecek kadar basit bulabiliriz. Yalnız bir sorun var: Hangisi olumlu; ağırlık mı, hafiflik mi.?
Parmenides şu karşılığı veriyordu: Hafiflik olumludur, ağırlık olumsuz.
Doğru bilmiş miydi, bilmemiş miydi.? İş burada. Bir tek şundan emin olabiliriz; hafiflik/ağırlık karşıtlığı bütün karşıtlıkların en gizemlisi, en çift anlamlısıdır. (Sayfa: 13-14)
***
Eğretilemelerle oyun olmaz. Tek bir eğretileme aşkı doğurabilir. (Sayfa: 19)
***
Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyulur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu). (Sayfa: 23)
#MilanKundera #VarolmanınDayanılmazHafifliği
İçinde yaşadığı yeri terk etmek isteyen kişi mutsuz kişidir. (Sayfa: 36)
*
Çünkü sevecenlikten daha ağır bir şey yoktur dünyada. Kişinin kendi acısı bile, başkasıyla başkası için hissettiği, imgelemle yoğunlaşan ve yüzlerce yankıyla uzadıkça uzayan bir acı kadar ağır çekmez. (Sayfa: 41)
*
Her okullu oğlan, değişik bilimsel hipotezleri sınamak üzere fizik labaratuvarında deneyler yapabilir. Ama insan, yaşanacak hayatı yalnızca bir tane olduğu için, tutkusunun (sevecenliğinin) peşine düşsün mü düşmesin mi, bunu sınayacak deneyler yapamaz.
(Sayfa: 43)
*
Eğer anne, ''özveri''nin cisimleşmiş haliyse, o zaman kız çocuk da onarılması mümkün olmayan ''kabahat''ti demek ki.
(Sayfa: 54)
*
Birbirinin tıpatıp eşi, ruhları görünmez olmuş bedenlerle dolu uçsuz bucaksız bir toplama kampından başka bir şey değildi yaşadığımız dünya. (..) ruhu -kederli, ürekek, göze görünmemek için elinden geleni yapan ruhu- bağırsaklarının ta derinliklerinde bir yere gizlenmişti, kendini göstermekten utanıyordu.
(Sayfa: 57)

#MilanKundera #VarolmanınDayanılmazHafifliği
Gereklilikten doğan, olmasını bekleiğimiz, günbegün yinelenen her şey dilsizdir. Sadece rastlantı bir şeyler söyler bize. Onun diyeceklerini Çingenelerin kahve falı bakması gibi karineyle çıkarırız. (..) Gereklilik büyülü çözümler tanımaz -bunlar rastlantının işidir. Bir aşk unutulmaz olacaksa eğer, küçük rastlantılar Assissili Francesco'nun omuzlarına konan minik kuşlar gibi hemen o an kanat çırpa çırpa gökten aşağı doğru süzülmelidir. (Sayfa: 59-60)
*
Kendisi farkına varmasa da, birey en sıkıntılı anlarında bile güzelliğin yasaları uyarınca örer yaşamını. (Sayfa: 62)
*
Gündüzdü; akıl ve güç, ikisi de yerli yerindeydi. (Sayfa: 69)
* Gözü ''daha yükseklerde bir yerde'' olan herkes günün birinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır. Nedir göz kararması.? Düşme korkusu mu.? Peki ama gözetleme kulesinin sapasağlam tırabzanları da olsa bu korkuya kapılırız; neden.? Yok, göz kararması düşme korkusundan farklı bir şey. Bizi çağıran, bizi kışkırtan, altımızdaki boşluğun sesidir göz kararması; düşme arzusudur, bu arzunun karşısında dehşete kapılır, kendimizi korumaya çalışırız. (Sayfa: 70)
*
''Kaldırın beni,'' demek ister durmadan düşen bir kişi.
(Sayfa: 72)
*
Ama güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca, güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundaydılar.
(Sayfa: 86)
*
Göz kararmasına güçsüzlerin esrimesi de diyebiliriz. Güçsüzlüğün farkına varan bir kişinin güçsüzlüğüne karşı çıkmak yerine ona boyun eğmeye karar vermesi.. Güçsüzlükten sarhoştur, daha güçsüzleşmek ister, kentine en büyük meydanında herkesin gözü önünde yere yuvarlanmak, daha da alçalmak, aşağının aşağısı olmak ister. (Sayfa: 87)
*
İnsan henüz epeyce gençse ve yaşam denen müzik parçası hâlâ açılış notalarındaysa, yaşamın şurasını burasını değiştirip yeniden yazabilir, karşısındakiyle motif değiştokuşu yapabilir. (Sayfa: 99)

#MilanKundera #VarolmanınDayanılmazHafifliği

Kadın olmak Sabina'nın seçmediği bir yazgıydı. Seçmediğimiz bir şeye kendi erdemimiz ya da başarısızlığımız gözüyle bakamayız. Sabina, seçmediği yazgısına karşı en doğru tavrı almak gerektiğine inanırdı. Kadın olarak doğmaya isyan etmek ona göre bundan gurur duymak kadar aptalca bir şeydi.
(Sayfa: 100)
*
İlk ihanet onarılmazdır. Başka ihanetlerden oluşan bir zinciri harekete geçirir ve bunlardan her biri bizi ilk ihanetimizden uzaklara, daha uzaklara götürür. (Sayfa: 103)
*
''Gürültünün iyi bir yanı var. Sözcükleri boğuyor.'' (Sayfa: 105)
*
Müzik cümlenin olumsuzlanmasıyla, müzik, sözcüğün karşıtıydı. (Sayfa: 105)
*
Aşırı uçlar, ardında yaşamın sona erdiği sınırlar demektir ve sanatta da politikada da, aşırılığa duyulan tutku, ölüme duyulan örtük bir özlemdir aslında. (Sayfa: 106)
*
Ama onun için, karanlık sonsuzluk demek değildi; onun için, gördüğü şeyle uyuşmamak, gördüğü şeyin olumsuzlanması, görmeyi reddetmekti. (Sayfa: 106)
*
Her bir mezarın başucunda küçük evler, minyatür şapeller duruyordu bu mezarlıkta. Sabina, ölüler başuçlarına saray taklitleri kondurulmasından neden hoşlansınlar ki, diye düşündü. Mezarlık, kendini beğenmişliğin taşa dönüşmüş haliydi. Ölünce akıllanacaklarına, mezarlık sakinleri yaşadıkları zamankinden daha da ahmaklaşmışlardı. Anıtları, ne kadar önemli kişiler olduklarını belirtmek için dikilmişti. Burada gömülü olanlar babalar, kardeşler, oğullar ya da nineler değil, yalnızca kamusal önemi olan kişiler; unvanları, dereceleri, nişanları olan kişilerdi; şuradaki postacı bile seçtiği meslekle, toplumsal yeriyle -saygınlığıyla- gösteriş yapıyor, övünüyordu. (Sayfa: 137)

#MilanKundera #VarolmanınDayanılmazHafifliği

Modern helalarda klozetler yerden yukarı doğru beyaz nilüferler gibi yükselir. Beden ne kadar değersiz olduğunu unutsun, insan sifondaki su, bağırsaklarından çıkan artıkları silip götürdükten sonra bu artıkların başlarına gelenleri bilmezlikten gelsin diye mimar elinden geleni yapar. Lağım boruları yapışkan kollarıyla evlerimizin ta içine dalsa da, özenle gözlerimizden gizlenir bunlar ve bizler banyolarımızın, yatak odalarımızın, dans salonlarımızın ve parlamentolarımızın altında yatan bu görünmez bok Venediklerinden habersiz memnun mesut yaşarız. (Sayfa: 170)

#MilanKundera #VarolmanınDayanılmazHafifliği

Orta Avrupa'daki komünist yönetimlerin sadece mücrimlerin eseri olduğunu düşünenler temel bir gerçeği göz ardı ediyorlar demektir; suç üzerine kurulu bu yönetimler mücrimler değil, cennete giden tek yolu bulduklarını sanan coşkulu yandaşlar tarafından kurulmuştur. Bu yolu öylesine yiğitçe savundular ki bunlar, sürüyle insan öldürmek zorunda kaldılar. Sonraları ortada cennet filan olmadığı anlaşıldı, demek ki coşkulu yandaşlar birer katilden başka bir şey değildiler.
Derken herkes komünistlere bağırmaya başladı: Ülkemizin başına gelenlerden (yoksullaşmış, çoraklaşmış ülke), onun özgürlüğünü kaybetmesinden (Rusların eline düşmüştü), adalet önünde işlenen suçlardan sizler sorumlusunuz.!
Suçlananlar cevap verdi: Bilemedik.! Aldatıldık.! Bizler gerçekten inananlardık.! Yüreklerimizin derinliklerinde bizler masumuz.!
Sonunda tartışma gelip tek soruya dayandı: Gerçekten bilememişler miydi, yoksa öyleymiş gibi mi yapıyorlardı yalnızca.?
Tomas tartışmayı yakından (On milyon Çek'le birlikte) izliyordu; yaşanan acımasızca olaylardan habersiz olmayan komünistler vardı mutlaka (devrim sonrası Rusya'sında işlenen ve hâlâ işlenmekte olan korkunç suçlardan habersiz olamazlardı) ama o, komünistlerin çoğunluğunun gerçekten bunlardan habersiz olduğu görüşündeydi.
Ama, diyordu kendi kendine, haberli ya da habersiz olmaları değil asıl sorun; asıl sorun, insanın habersiz olduğu için masum sayılıp sayılamayacağı. Tahta çıkmış bir budala sırf budala olduğu için bütün sorumluluklardan arınmış mı demekti.?
Diyelim ki, 1950'li yılların başında masum bir adamın idamını isteyen Çek savcısı, Rus gizli polisi ve kendi ülkesinin yönetimi tarafından oyuna getirilmiş olsun. Ama şu anda hepimiz suçlamaların saçma olduğunu idam edilen kişinin masum olduğunu bildiğimize göre, nasıl olur da bu savcı kalkıp yumruğunu göğsüne vurarak, ''Benim vicdanım temiz.! Bilmiyordum.! Ben inananlardandım.!'' diyerek kalbinin temizliğini öne sürebilir.? Bu, ''Bilmiyordum.! Ben inananlardandım.!'' sözlerinin ta kendisi değil midir onarılması imkânsız suçunun temelinde yatan.?
Tomas, Oidipus hikâyesini bu bağlamda görüyordu işte; Oidipus anasının yatağına girdiğini bilmiyordu ama olup bitenlerin farkına varınca, kendini suçsuz saymadı. ''Bilmeyerek'' neden olduğu felaketleri görmeye dayanamadığı için gözlerini kör etti ve o kör haliyle Tebai'den çıktı gitti.
Tomas, komünistlerin kalbimiz temiz diye bağırarak kendilerini savunduklarını duydukça kendi kendine, ''Sizin 'bilmemeniz' sonucu bu ülke özgürlüğünü kaybetti, daha da yüzyıllarca kazanamayacak belki, hâlâ kalkmış kendinizi suçlu bulmadığınızı nasıl söyleyebiliyorsunuz.?'' diyordu. ''Yaptıklarınızı görmeye nasıl dayanabiliyorsunuz.? Nasıl oluyor da dehşete kapılmıyorsunuz.? Görecek gözünüz yok mu.? Gözünüz olsaydı, gözünüzü kör eder, Tebai'den çıkar giderdiniz.!'' (Sayfa: 190-191)

19 Eylül 2019 Perşembe

Nâzım Hikmet Ran - Kan Konuşmaz

#NâzımHikmetRan #KanKonuşmaz

#NâzımHikmetRan #KanKonuşmaz

Gökyüzü şimdi kurşuni bir kâğıda kömür ve tebeşirle çizilmiş bir deniz resmi gibiydi. Usta bu resme baktı ve her nedense birdenbire Gâvur Cemal Hocanın bir sözü geldi hatırına:
''Gökyüzüne melekleri çıkaran da biziz, kanatlarını takan da biz.'' (Sayfa: 10)

#NâzımHikmetRan #KanKonuşmaz

''Öyle insanlar vardır, bilirim, başkalarının acılarıyla alakadar olurlarken öyle derine dalarlar ki ağızlarındaki cıgarayla kendi dudaklarını yakacak kadar gülünç olurlar.'' (Sayfa: 11)

#NâzımHikmetRan #KanKonuşmaz

- Bak odaya girer girmez, ''Tez elden bir kahve pişireyim,'' dedim. Halbuki niçin kahve içeriz.? Hiç düşündün mü Nuri Usta.? Tadı için, desen, değil. Tadı için kahve içeceğine limonata iç.. Kokusu için mi.? O da değil.. Turunç şerbetinin yanında bu bulaşık suyunun kokusu nedir ki.? Sinirleri tembih edermiş. Lâf.! Rakı ne güne duruyor.? Hazımmış. Palavra.. Yemeklerden sonra elma ye.! Öyleyse niçin şu meredi içeriz.? Çünkü, evvela, biz kahve içmezsek kahveciler kahvelerini kime satacaklar.? Sonra, alışkanlık denen nesneyi bilir misin, Nuri Usta.? Bilir misin ki insanoğlunun hem en büyük kuvveti, hem en büyük kepazeliği bu alışkanlık denen nesnedir.! Biz kahve değirmeniyle, kahve cezvesiyle, kahvesiyle eviyle, minderiyle, hukukuyla, felsefesiyle kendimize bir ikinci dünya yaratırız. Sonra bu yarattığımız dünyanın esiri oluruz. Başlar o bizi yaratmaya.
Artık o eskiyip onun içinden bir yenisini doğurana kadar bir kavga, bir gürültü.. Aslanı kafese alıştırmak için onu yavruyken tutup içeri atarlar.. Bizi kırk yaşında kafese koysalar, üçüncü günü yerimize alışırız. Ve on sene kafeste kaldıktan sonra dışarı salsalar on yıl yattığımız yeri üç haftada unutuveririz.. Bilir misin ki, Nuri Usta.. (Sayfa: 12-13)

#NâzımHikmetRan #KanKonuşmaz

- Ne o.? Daldın yine, usta.?
- Seni düşünüyorum, Hocam.
- Gâvurluğumu mu.? Sakalımı mı.?
- İkisini de..
- İki şeyi birden düşünmek zaaftır, usta. İnsan tek bir şeyi kuvvetle düşünmeyi öğrenmeli. Delilerin o zincirleri kıran kuvveti nereden gelir, bilir misin.? Sabit bir tek fikir taşımalarından. Tarihin bütün büyük adamları bir tek fikrin ağrısıyla kıvranmışlar, bir tek fikrin acısıyla doğurmuşlardır.

#NâzımHikmetRan #KanKonuşmaz

- Usta, dedi, şu etrafa bir göz gezdir. Her şey öyle gıcır gıcır, tertemiz ki insanın canını sıkıyor. Benim başım, pek intizamla, temizlikle hoş değildir diye söylemiyorum. Fakat bu aydınlığı ölçülü, renkleri dürüst, güneşi yemişe ve denizi rahat bir yatağa benzeyen manzara, insanı, kör kör parmağım gözüne, düpedüz dolaba sokmak istiyor. ''İşte ben böyle edebli, böyle terbiyeli, böyle muvazeneliyim,'' diyerek içinde yaşayan insanların ağrısını, sızısını, açlığını, rezaletini, alçaklığını örtbas etmeye kalkışıyor. Öyle değil mi hele.? Şuraya bak.! (Sayfa: 63)

#NâzımHikmetRan #KanKonuşmaz

..Talih denilen şey tesadüf. Tesadüf her şey. Ve biz tesadüflerin oyuncağıyız.. Hayatın tesadüfleri romanların tesadüflerinden daha mantıksız. Fakat bu mantıksızlıklar hayatın mantığını yapıyor.. (Sayfa: 145)

#NâzımHikmetRan #KanKonuşmaz

..Talih denilen şey tesadüf. Tesadüf her şey. Ve biz tesadüflerin oyuncağıyız.. Hayatın tesadüfleri romanların tesadüflerinden daha mantıksız. Fakat bu mantıksızlıklar hayatın mantığını yapıyor.. (Sayfa: 145)
İşsizin yirmi dört saati, sabah, öğle, ikindi, akşam, gece, gece yarısı diye birinden ötekine hissedilmeden geçilen altı paraya bölünmez. İşçinin yirmi dört saati birbirinden bıçakla ayrılmış üç ayrı dünyadır. Sabah: Evden çıkarken, hava yağmurlu, kapalı, karlı da olsa işsiz için aydınlık bir dünya vardır.. Akşam: Evin kapısından girerken dışarda güneş, renkler, ışıklar, şarkılar içinde rahat ve bahtiyar batsa da, işsizin bu ikinci dünyası karanlıktır, rüzgârlıdır, yağmurludur. Ve gece: İşsizin bu üçüncü dünyası, içinde tek söz konuşulmayan bir dilsizler memleketidir.
Gâvur Cemal, eski yıllarda, bir gün Nuri Usta'ya demişti ki:
- Bir Amerikalı yazıcının romanını okudum. Herif güzel bir söz etmiş, diyor ki: ''İki türlü hapislik vardır. Birincisinde insan içerde, hapishanede olur, fakat dünyanın nimetleri dışarda, hür ve serbest.. İkincisinde, insan dışarda, hür ve serbesttir, fakat dünyanın nimetleri içerdedir, hapistedir.. Ve bu iki hapislikten ikincisi birincisinden kötüdür.''
Gâvur Cemal bunu ''güzel bir söz'' diye söylemişti. Nuri Usta, bunu mühim bir söz diye dinlemişti. Fakat şimdi fırınlarda, bakkal dükkânlarında, mağazalarda, manavlarda hapsedilmiş dünya nimetleriyle kendi arasındaki camdan, kepenkten ve bazen sadece iki adımlık bir mesafeden yapılmış aşılmaz hapishane duvarlarını gördükçe bu sözün mühimlikten başka bir sıfatı da olduğunu anlıyor. (Sayfa: 163)
#NâzımHikmetRan #KanKonuşmaz
- Korkak mısın.?
Nuri Ustayı bu apansız, acayip sual şaşırttı.
- Ne diye sordun.?
- Hiç, sen cevap ver.. Çocuk değisin ya.. İnsan kendini bilir, korkak mısın.?
Usta düşündü, sonra yavaşça, adeta fısıldar gibi cevap verdi:
- Hayır..
- ''Hayır'' çok yumuşak çıktı ama..
Usta güldü:
- Korkak olmadığıma eminim de ondan.. Biraz şüphem olsaydı bağırarak ''Hayır'' derdim. (Sayfa: 173)
#NâzımHikmetRan #KanKonuşmaz
- Senin solluğun bir ucundan sağla birleşiyor. Zaten sizin gibi küçük burjuva münevverlerinin felaketi budur, dedi. Sözde en sol oldukları vakit pratikte en sağa yanaşmıştırlar.. Ama tabii kendileri de böyle bir hokkabazlığa kurban gittiklerini farketmeyerek..
Gâvur Cemal'in:
- Münevverleri böyle beğenmiyorsun da.. diye başladığı sözü usta yarıda kesti:
- Her münevveri değil, dedi. Ben topyekün münevver düşmanı değilim.. Böyle bir düşmanlık da bir küçük burjuva solluğu olur. Bak benim oğlan da avukat olacak, münevver olacak, ama bize faydalı münevver..
(Sayfa: 207)
#NâzımHikmetRan #KanKonuşmaz
#NâzımHikmetRan #KanKonuşmaz

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...