10 Ekim 2018 Çarşamba

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Acıyı Bal Eyledik


«pir sultan ölür dirilir» 
*
bak şu bebelerin güzelliğine
kaşı destan
gözü destan
elleri kan içinde
*
kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni
*
damda birlikte yatmışız
öküzü hoşça tutmuşuz
koyun değil şu dağlarda
san kendimizi gütmüşüz
hor baktık mı karıncaya
kırdık mı kanadını serçenin
vurduk mu karacanın yavrulusunu
ya nasıl kıyarız insana
*
sen olmasan öldürmek ne
çürümek ne zindanlarda
özlem ne ayrılık ne
yokluk ne yoksulluk ne
ilenmek ne dilenmek ne
işsiz güçsüz dolanmak ne
gün gün ile barışmalı
kardeş kardeş duruşmalı
koklaşmalı söyleşmeli
korka korka yaşamak ne
*
kahrolasın demiyorum
kahrolma da
gör beni
*
kanadık toprak olduk
çekildik bayrak olduk
döküldük yaprak olduk
geldik bugüne
*
ekmeği bol eyledik
acıyı bal eyledik
sıratı yol eyledik
geldik bugüne
*
ekilir ekin geliriz
ezilir un geliriz
bir gider bin geliriz
beni vurmak kurtuluş mu
*
kör olsan demiyorum
kör olma da
gör beni..

Birhan Keskin - Taş Parçaları

Birhan Keskin - Kışın Bana Yaptıkları



*
seni bir boşluğa attım
gövdemi başka gövdeler bilmeyecek artık
boşluk sesi ol..
hoşluk sesi ol..
sonra dönüp üz beni.
*
yüzüm yüzünü terk edeli kıştı.
yeni yeni kıştı. kollarım kendi
bacaklarımı sarmıştı. fotoğrafta görünmeyen
ışıklar vardı. sandalyenin ucuna oturmuştum.
gözlerim bacaklarıma dolanan kollarıma,
sonra bacaklarıma , sonra daha uzağa, salondan
da uzağa ,
o yok yere bakıyordu.
*
seni bir boşluğa attım
gitmek üzereydim kalktım
boşluk sesi ol..
hoşluk sesi ol..
gözlerimdeki ay ışığı
gözlerinin körlüğü içindi.
*
II

hadi benim umarsızım
ben ölmek üzereyim
yorgunluğum da öyle
sabrımın son parçasını da yedim
az önce.
*
hadi benim suskunum
geçtiğim yılları yaktım ardımda
çocukluğumdan gelirken düştüğüm
o keskin virajdan
sürüklendiğim bu vakte dek
sıkıca tuttuğum
kırık dökük inançlarım bile
ölmek üzere.!
*
hadi benim kırgınım
kışın bana yaptıklarından,
yazın beni öldüren yıldızlarından sonra
yitirdiğim mevsimler değil,
vaktim yok,

baktığım yerleri yaktım
içime ağladığım suları da içtim
az önce..
*
III
*
seni şimdi bir yabancı gibi karşıma alıp
sanki senden bahsetmiyormuşum gibi yapıp
sanki benden bahsetmiyormuşum gibi
hatta bir aşktan bahsetmiyormuşum gibi
fırtınayı ve huzuru anlatacağım sana
*
yılları ve yolları , limanları ve fırtınayı
ve aşkın belki hiç adı geçmeyen kuzeyini
aşkın bu kuzeyden nasıl düşürüldüğünü,
artık sonsuza dek yitirdiğimizi
büyünün bitişini,
*
hiç gerekmeyen yıllarda huzur,
çok gereken yıllarda da fırtına
nasıl yaşanır onu anlatacağım.
*
seni bir yabancı gibi karşıma alıp
bunun dayanıklı bir şey olmadığını
sürekli kılınmadığını , çünkü aşkın
yapılan bir şey olmadığını,
başlangıçta bir melek konduğunu
sonunda bir kelebek öldüğünü,
yani kısacık sürdüğünü , oysa hayatın
bir korkular ve alışkanlıklar bütünü
olduğunu,
bütün bunları sana
nasıl anlatacağım.?
*
IV
kalbim
ölü mevsimler gibisin
bir şeyin görünmeyen iyi yanları gibi
ama bitti mevsim,
bir başka yolcu yok sana
fark etmez gibisin.
*
kalbim
demir masanın küfü , örtünün yırtığı
camın kırığı , patlayan freni hayatımın
kalbim , anla , bitti mevsim
bir başka yolcu yok sana.!

9 Ekim 2018 Salı

Aziz Nesin - Demokrasi

Aziz Nesin - Anıtı Dikilen Sinek


Murat, evdeki konuşmalardan, dedesinin şiir yazdığını öğrenmişti. Ama şiirin ne olduğunu bilmiyordu.
Bir ilkyaz sabahı kahvaltıdan sonra dedesiyle balkondaydılar. Dedesi gazete okuyordu.
Murat,
- Dedeciğim, sen şiir mi yazıyorsun? diye sordu.
Başını gazetesinden kaldıran dedesi,
- Evet, aradasırada şiir yazarım... dedi.
Murat, meraklandı. Şiir nasıl birşeydi? Annesi, babası şiir yazmıyordu. Ama dedesi şiir yazıyordu. Öyleyse bütün insanlar şiir yazmıyorlardı. Neden herkes şiir yazmıyordu? Belki de şiir yazmasını bilmiyorlardı. Okula gidip okuma-yazma öğrenince kendisi de şiir yazacak mıydı? Murat'ın kafasını, işte bunlara benzer birsürü soru doldurdu. Merakını yenemedi.
- Dedeciğim, şiir nedir? diye sordu.
Dedesi yine gazeteden başını kaldırdı, gülümseyerek gözlük camlarının üstünden torununa baktı.
- Anlatmak zor... dedi.
Murat kendine güvenle,
- Sen anlat, ben anlarım... dedi.
Dedesi,
- Sen elbette anlarsın, ama benim anlatmam zor... dedi.
Murat, her zamanki gibi üstüste sormaya başladı:
- Neden zor?
- Çünkü şiiri herkes başka türlü tanımlıyor da ondan...
- Öyleyse sen kendin nasıl anlıyorsan öyle anlat... dedi.
Murat'ın sorularından kurtuluş olmazdı. Dedesi Murat'ı kucağına alıp şöyle dedi:
- BANA GÖRE ŞİİR, DOĞRU OLAN BİRŞEYİ GÜZEL DUYGULAR BİÇİMİNDE SÖYLEMEKTİR.
Murat, bu sözden birşey anlayamadı. Ama anlamamış olmak ağır geldiğinden sustu, başka soru sormadı dedesine.
Başka bir günün akşam üzeri, Murat dedesiyle yine evin balkonundaydı. Dedesi,
- Hava kararıyor neredeyse gece olacak. Hadi içeriye girelim... dedi.
Murat, çoktanberi gece ile gündüzün ne olduğunu, niçin gündüz aydınlık, geceleyin de karanlık olduğunu merak ediyordu. Dedesinin sözünü fırsat bilip sordu:
- Dedeciğim, neden geceleri karanlık oluyor? Bu karanlıklar nereden geliyor? Gündüz nasıl aydınlık oluyor?
Dedesi,
-Anlatayım, dedi.
Birsüre düşündükten sonra,
- Anlattıklarımın içinde bilmediğin, anlayamadığın bir şey olursa sorarsın... dedi.
Murat,
- Peki, dedi.
Dedesi anlatmaya başladı:
- Gökyüzünde çok yakışıklı bir delikanlıyla bir d çok güzel bir kız var. Kız öyle güzel, öyle güzel ki, dünya güzeli... O yakışıklı delikanlının gözleri kapkara. Üstelik, yüzünü kara ipekten bir maskeyle kapamış. Giysisi de kapkara kadifeden. Ayaklarında pırıl pırıl parlayan kara deriden çizmeleri, ellerinde kara eldivenleri var. Bu delikanlının sırtında geniş etekli bir pelerin var. Pelerini de koyu kadifeden yapılmış.
Murat merakla sordu:
- O yakışıklı dlikanlı niçin öyle kapkara giyinmiş dede?
Dedesi, bu soruyu şöyle yanıtladı:
- Çünkü o, dünya güzeli kızı seviyor. Hep o kızın arkasından gidiyor, kızı izliyor. Görünmeden yaklaşıp kızı tutmak istiyor. Kız, kendisini görmesin diye de kapkara giyinmiş. Gizlenerek kızın ardından gidiyor. Kapkara giyinmiş ama, giysisi, pelerini, maskesi, hep kadifeden, ipekliden, atlastan... Eldivenleri yumuşacık deriden. Pelerininin etekleri öyle geniş, öyle geniş ki, dünyanın yarısını kaplıyor. Bu yüzden işte, o yakışıklı delikanlının pelerininin eteklerini sürüye sürüye o dünya güzeli kızın arkasından koştuğu için, kendisiyle birlikte karanlık da yürüyüp gidiyor. Böylece yeryuvarlağının öte yanlarında da gece olmaya başlıyor.
Yakışıklı dlikanlı kapkara giyinmiş ama giysisinde, pelerinin de altın düğmeler var. Yakasına, yenlerine sırmalar işlemiş. Göğsüne de altın ve gümüş nişanlar takmış. Pelerininin etekleri pırıl pırıl pullarla süslenmiş. Beline altın ve gümüş bezeli bir kemer takmış. Kemerin tokası da kocaman elmestan. Çizmelerinin gümüş mahmuzları incilerle süslü.
Geceleyin gökyüzünde gördüğümüz yıldızlar, yıldız kümeleri, samanyolu var ya, işte bütün onlar, o kapkara giyinmiş yakışıklı dlikanlının giysisindeki takılar, süsler, altınlar, pırlantalar, elmaslar... Bu delikanlı, o dünya güzelinin arkasından koştukça, karanlığı da kendisiyle birlikte götürüyor. Böylece gece, yeryuvarlağını dolaşıyor.
Murat coşkuyla sordu:
- Ya gündüzler nasıl oluyor dedciğim?
Dedesi gündüzün nasıl olduğunu da şöyle anlattı:
- Bu kapkara giysi içindeki delikanlının yakalamaya çalıştığı kız nasıl? Öyle güzel, öyle güzel ki, dünyada ondan daha güzel kız olamaz. Güzelliğine bakanın gözleri kamaşıyor. Saçları ipek gibi ve altın sarısı. Apak ipekliden bir giysi giyinmiş. Sırtında yine ak atlastan bir harmani var. Boynunda, işlemeli ak tüldn bir atkı... Beline ak bürümcükten bir kuşak dolamış. Ayakkabıları ak kadifeden... Yumuşacık ak deriden eldivenleri, ak ipekten mendili var. Ak çiçeklerle donanmış bir başlığı var; o başlığı kimileyin başına koyuyor, kimileyin çıkarıyor. Başlığını çıkardığı zaman o altın sarısı saçlarını çevreleyen taç görülüyor. Ama nasıl bir taç?... Tacının taşları öyle parlak ki, öyle ışılışıl, öyle pırılpırıl ki, insan bakamıyor. Bu apak giysiler içindki dünya güzeli kızın ak harmanisinin etekleri de öyle geniş, öyle geniş ki, yeryuvarlağının öbür yarısını örtüyor. Delikanlının kara pelerininin eteklerinin örttüğü dünyanın bir yarısı nasıl karanlıkta kalıp oraları gece oluyorsa, dünya güzeli kızın ak harmanisinin eteklerinin kapladığı dünyanın öbür yarısı da aydınlıkta kalıp oraları da gündüz oluyor.
Delikanlı kovalıyor, kız kaçıyor. Gece kovalıyor, gündüz kaçıyor. İşte böylece dünyayı dönüp duruyorlar. Onlar döndükçe, yeryuvarlağının bir yanı gece, öbür yanı gündüz oluyor.
Murat,
- Ama dedeciğim, geceleri her zaman kapkaranlık değil ki... dedi.
Dedesi,
- Haklısın, dedi, kimi geceler lacivert, ya da mavi olur. Sen giysin kirlenince nasıl temizlemek için çıkarır, başka giysi giyersen, o gökyüzündeki delikanlı da, kara pelerini, kara giysisi kirlenince, lacivert ya da mavi giysilerini giyiniyor. O zaman gökyüzü lacivert ya da masmavi olur. Kimileyin de gökyüzü ya da çevren pembeleşir ya da kızıllaşır. Neden öyle olur? Çünkü, delikanlı çok yaklaşıp da tutacakmış gibi olunca, utancından, coşkusundan o dünya güzeli kızın yanakları al al olur, pembeleşir, kızarır. Yanağının alı, kızartısı bulutlara vurur. Çevrene yansır... Hele delikanlının eli eline değerse kız kıpkırmızı kesilir, gök de iyice kızıllaşır.
Gündüzleri havanın biraz kızardığı da olur. O zaman dünya güzeli kız üzülmüş, yüzü gölgelenmiştir d bulutlar karamış, çevren kapanmıştır.
Şimdi anladın mı geceyle gündüzün ne olduğunu?
Murat,
- Anladım... dedi.
Dedesi,
- Bu anlattığım geceyle gündüzün masalıdır... dedi.
Murat geceyle gündüz masalına bayılmıştı. O günden sonra, her fırsat buldukça dedesine bu masalı yinelettirdi. Öyle çok dinlemişti ki bu masalı, artık ezberlemişti. Kimileyin de geceyle gündüz masalını kendisi dedesine anlatıdı.
Aradan bir yıl geçti. Murat büyüdü. Okula başladı. Birinci sınıftan ikinci sınıfa, ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçti. Çalışkan bir öğrenciydi.
Birgün derslikte öğretmen gece ile gündüzün nasıl oluştuğunu ve gündüzün neden aydınlık, geceleyin de neden karanlık olduğunu anlattı. Dünya, güneşin karşısında durmadan dönüyordu. Dünya böyle dönerken, güneşe dönük olan yanı aydınlanıyor, orası gündüz oluyordu. Dünyanın güneşi görmeyen yerleri de karanlık kalıyor, oraları da gece oluyordu. Böylece yeryüzünün her yeri sırayla ışıkta ve karanlıkta kalıyordu. Geceyle gündüzün birbirini izlemesi yeryuvarlağının dönmesinden ileri geliyordu.Yeryuvarlağı, kendisini aydınlatan güneşe göre sürekli değişik konumlar alıyor ve ona göre aydınlanıyordu. Bu yüzden kutuplarda gündüzler altı ay, geceler altı ay sürüyordu. Ekvator bölgesindeyse, gecyle gündüz hep eşit uzunluktaydı. Ekvatorda geceler uzayıp kısalmıyordu.
Öğretmen, salt anlatmakla kalmamış, karatahtaya tebeşirle dünya ile güneşi çizip, gecyle gündüzün nasıl olduğunu resimle göstermişti.
Murat, öğretmenini şaşkınlık içinde dinledi. Öğretmenin anlattığı gündüzle gece, dedesinden dinlediği geceyle gündüz masalına hiç benzemiyordu. Murat düşkırıklığına uğramıştı. Çünkü, dedesinin anlattığı geceyle gündüz masalı, öğretmenin anlattığı gündüzle gecenin oluşundan çok daha güzeldi.
Öğretmeni, çalışkan öğrencisi Murat'ın bakışlarındaki şaşkınlığı ayrımsamıştı. Öğrencilere,
- Anladınız mı? diye sordu.
Arkadaşları,
- Anladık efendim... diye yanıtladılar.
Murat sesini çıkarmadı.
Öğretmeni,
- Sen anlamadın mı Murat? diye sordu.
Murat biraz sıkılarak,
- Anladım ama, dedi, dedem bana geceyle gündüzü başka türlü anlatmıştı.
Öğretmeni,
- Nasıl anlatmıştı deden? Gel buraya da, dedenin anlattığı gibi anlat bize... dedi.
Murat karatahtanın önüne geldi. Yıllardan beri dedsinden dinlediği, kendisinin de sıksık anlattığı geceyle gündüz masalını arkadaşlarına anlattı. Öyle güzel anlatmıştı ki, arkadaşları çıt çıkarmadan onu ilgiyle dinlemişlerdi.
Öğretmeni Murat'a sordu:
- Sen bunlardan hangisine inanıyorsun?
Murat, yanıtı zor bir soru karşısında kalmıştı.
Öğretmeni onlara her zaman ''Doğru olana, size doğru gelene inanın!'' derdi. Bu yüzden Murat,
- Doğru olanına, dedi.
- Sence hangisi doğru? diye yine sordu öğretmeni.
Birsüre düşündükten sonra Murat,
- Sizin anlattığınız bana daha doğru geliyor ama... deyip durdu.
Öğretmen,
- Evet? diye sorunca Murat,
- Dedemin anlattığı daha güzel. Keşke, dedemin geceyle gündüz masalı doğru olsaydı... dedi.
O zaman öğretmeni, dedsinin anlattığı geceyle gündüz masalıyla, kendi anlattığı gündüzle gecenin oluşması arasında öyle bir ayrım olmadığını söyledi. İkisi arasındaki ayrım, anlatış biçiminden ileri geliyordu. Murat'ın dedesi bu olayı süsleyip, masallaştırıp, güzelleştirip, benzetmelerle anlatmıştı. Geceyi, kara giysili, yakışıklı bir delikanlıya, gündüzü de aklar giyinmiş dünya güzeli bir kıza benzetmişti.
Öğretmen ise, doğada olanları olduğu gibi doğruca anlatmıştı.
Okuldan evine dönünce Murat, hemen dedesinin odasına girdi. Öğretmeninin o günkü derste gündüzle gecenin oluşmasını nasıl açıkladığını anlattı. Yine öğretmeninin, ddesinin anattığı gecyle gündüz masalıyla kendi anlattığı arasında özde bir ayrım yok, dediğini söyledi.
Dedesi,
- Evet, dedi, öğretmenin başka biçimde anlatmış, ben başka biçimde anlatmışım, ama ikimizde aynı olayı anlattık.
Biraz durduktan sonra, dedesi şöyle dedi:
- Anımsıyor musun, bana birgün ''Şiir nedir?'' diye sormuştun. O zaman daha küçüktün. Ben de sana '' Şiir, doğru olan bir şeyi, güzel duygular biçiminde anlatmaktır'' demiştim.
Evet, aradan üç yıl geçmişti ama Murat dedesinin o sözünü anımsıyordu. O zaman anlayamadığı o sözü, işte şimdi anlıyordu. Şiir, doğru olan birşeyi, güzel duygular biçiminde söylemekti. Dedesi, öğretmeninin anlattığı bir doğruyu, güzel duygularla masal biçiminde anlatmıştı. Dedesi şairdi.
O günden sonra, Murat da şiir yazmaya çalıştı.


''Bir kurt bilgin şöyle dedi:
- Her şeyden önce, onları rahatça yiyebilmemiz için, koyunları bir araya toplamamız gerekir.
Başka bir kurt bilgin de,
- Çok doğru, dedi, bütün canlılar gibi, koyunlar da ancak bir tehlike karşısında kalınca bir araya gelir, toplanırlar. Bunun için, bir tehlike uydurmalıyız. Gerçekte var olmayan bir tehlike, var olan tehlikeden çok daha korkunç olarak anlatılabilirdi. Çünkü, var olan bir şey az ya da çok bilinir ama var olmayan bişey bilinmez. Koyunları tehlikede olduklarına inandırmalıyız. Örneğin bu tehlike Galapintop olabilir.'' dedi. Dinleyen kurtlar, Galapintop tehlikesinin ne olduğunu sordular. Kurt bilgin, böyle bir şeyin olmadığını, uydurduğunu söyledi.'' *
#AzizNesin #AnıtıDikilenSinek
#BüyükKoyunİmparatorluğu

Yannis Ritsos - Barış



Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.
*
Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba
elinde yemiş dolu bir sepet;
ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak testi gibi
ter damlalarıyla alnında...
barış budur işte.
*
Evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman
ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara,
yangının eritip tükettiği yüreklerde
ilk tomurcukları belirdiği zaman umudun,
ölüler rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık,
boşa akmadığını bilerek, kanlarının,
barış budur işte.
*
Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda
yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi
ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece.
Barış, açılan bir pencereden, ne zaman olursa olsun
gökyüzünün dolmasıdır içeriye;
gökyüzünün, renklerinden uzaklaşmış çanlarıyla
bayram günlerini çalan gözlerimizde.
Barış budur işte.
*
Bir tas sıcak süttür barış ve uyanan bir çocuğun
gözlerinin önüne tutulan kitaptır.
Başaklar uzanıp, ışık! Işık! - diye fısıldarlarken birbirlerine!
Işık taşarken ufkun yalağından.
Barış budur işte.
Kitaplık yapıldığı zaman hapishaneler
Geceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türkü
ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından
cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi;
barış budur işte.
*
Geçen her gün yitirilmiş bir gün değil de
bir kök olduğu zaman
gecede sevincin yapraklarını canlandırmaya.
Geçen her gün kazanılmış bir gün olduğu zaman
dürüst bir insanın deliksiz uykusunun ardı sıra.
Ve sonunda, hissettiğimiz zaman yeniden
zamanın tüm köşe bucağında acıları kovmak için
ışıktan çizmelerini çektiğini güneşin.
Barış budur işte.
*
Barış, ışın demetleridir yaz tarlalarında,
iyilik alfabesidir o, dizlerinde şafağın.
Herkesin kardeşim demesidir birbirine, yarın yeni bir dünya
kuracağız demesidir;
ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle.
Barış budur işte.
*
Ölüm çok az yer tuttuğu için yüreklerde
mutluluğu gösterdiğinde güven dolu parmağı yolların
şair ve proleter eşitlikle çekebildiği gün içlerine
büyük karanfilini alacakaranlığın...
barış budur işte.
*
Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların
sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın.
Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir.
*
Ve toprakta derin izler açan sabanların
tek bir sözcüktür yazdıkları:
Barış
Ve bir tren ilerler geleceğe doğru
kayarak benim dizelerimin rayları üzerinden
buğdayla ve güllerle yüklü bir tren.
Bu tren, barıştır işte.
*
Kardeşler, barış içinde ancak
derin derin soluk alır evren.
tüm evren, taşıyarak tüm düşlerini.
Kardeşler, uzatın ellerinizi.
Barış budur işte.

8 Ekim 2018 Pazartesi

Birhan Keskin - Su


Konuşmam artık, ağır sözler söylemem
bir düş için sabahları göğsüme sedeften
bir çiçek işlerim..
*
Hiç bilmedim, konuştuklarımdan ne anladın,
ormanın korkunçluğunu söyledim,
ovanın serinliğini sustum,
sen uzun bir uykuyu uyudun, ben düş gördüm..
*
Durmadan bir yoldan söz ettim:
suyum ben, adımı unutmadım,
dolanıp, bir gün yanına düştüğüm
bir dağdan söz ettim;
dünyanın işine karışmadım,
beni avutmaz dünya, beni tutmaz da,
dolanıp içinde kirinin
yine temiz geldim..
*
Göğsümde sedeften bir çiçek taşırım:
bir büyü bu, hayata karşı yaptırdım
konuşmam artık, kalbini kırdımsa senin
bil ki yanına düştüm..

5 Ekim 2018 Cuma

Barış Bıçakçı - Baharda Yine Geliriz

'' Yolculuk..'' diyorum,
Mahir başını sallıyor, '' İçimizdeki taşlar yerine oturuyor'' diyor. (Sayfa: 9)
***
Herkes Masum
*
Üçüncü haftanın başında, eğitimden burunları, kulakları kıpkırmızı döndüklerinde duyulmuştu haber: ''Bulgar Askeri''nin cüzdanı çalınmıştı. Ona bu adı, yedek subay okuluna geldikleri ilk gün, berberdeki sıranın uzunluğu yüzünden saçını kestiremeden üniforma giydiğinde takmışlardı. Çocuğun sarıya yakın düz saçları şapkasının arkasından taşıp ensesine dökülüyordu. Çipil gözlü, açık tenliydi. Ama sonradan, ilk günkü görünüşüne zıt bir tutum sergilemişti: Kurallara hemen uyum sağlamıştı. Yürüyüşü, selam verişi kusursuzdu. Tekmil verirken, bütün varlığını belirsiz düşmenlere karşı savaşmak üzere orduya adamış gibi bağırıyordu. Her fırsatta, önceki dönemlerin eğitim, tören fotoğraflarının asıldığı panoyu inceliyordu. Ama ne olursa olsun o, ''Bulgar Askeri''ydi ve acemi eğitiminin daha ilk ayı dolmadan cüzdanı çalınmıştı.
Akşam yemeği içtimaından hemen önce ''Bulgar Askeri''nin koğuşunun önünde beş altı kişi toplanmıştı, her tarafı iyice arayıp aramadığını, cüzdanda neler olduğunu sormuşlardı.
''PARA VARDI AMA ÖNEMLİ DEĞİL O'' DEMİŞTİ ''BULGAR ASKERİ'' ''ASIL ÖNEMLİSİ KİMLİKLER. BİR DE İÇİMİZDE BÖYLELERİNİN OLDUĞUNU BİLMEK...''
Koğuşların sıralandığı uzun koridor boyunca eğilmiş botlarını bağlayanlar, koridorun koğuş kapıları dışında her yerini kaplayan çelik dolapların önünde durmuş palaskalarını takan, güneşten yanan yerlerine krem sürenler, olayı kulaktan kulağa duymuştu. Akşam güneşi koğuşların açık kapılarından koridora doluyor, herkes, her şey koyu bir gölge olarak görünüyordu.
''Bulgar Askeri''nin koğuşunun önünde toplananlardan biri, ''Şimdilik aramızda kalsın. Bölük komutanına söylemeyelim. Yemekten sonra konuşuruz'' dedi. Sesini bütün koridora duyurmak ister gibi söylemişti. Gölgeler yavaş hareketlerle koridoru boşalttı. Işık demetlerinin içinde tozlar oynaşıyordu.
Yemekten sonra ''Bulgar Askeri'' nin koğuşunda toplandılar. Bölüğün çoğu oradaydı. Bir kısmı ranzaların üzerine oturmuş, bir kısmı da kapının ağzında birikmişti. Dışarıdan nöbetçi subay görebilir diye geniş pencerenin önünü boş bırakmışlardı, yine aynı endişeyle koğuşun ışığı da açılmamıştı. Koridordan gelen ışık hepsinin bir yanını karanlıkta bırakıyordu.
Çeşitli öneriler vardı. Kantinde sürekli satranç oynayan işletme mezunu çocuk, bölük kıdemlisinin hırsızlığı bölük komutanına bildirmesini önerdi; satranççı arkadaşları da onu destekledi. Bu işi çözse çözse komutan çözerdi !. Başkalarını bilmiyordu ama, kendisi zan altında bulunmaktan hiç hoşnut değildi. Hemen itirazlar yükseldi. ''O zaman bütün bölük çekeriz cezasını'' dedi kepı aralığında erkete gibi duran biri. ''Dün nasıl süründürdü hepimizi!'' Mırıldanarak onayladılar. Ağustos güneşinin altında toprak futbol sahasını baştan sona sürünerek geçmişlerdi.
''Hafta sonu görüş iznini de kaldırabilir !'' Bunu söyleyen Ankaralıydı, her hafta sonu ailesi ve nişanlısı geliyordu onu görmeye. Son geldiklerinde kocaman iki kavun getirmişler, çocuk da bölük arkadaşlarına dağıtmıştı. Öteki Ankaralılar telaşla destek verdiler. Ankara'ya bu kadar yakınken, geceleri ışıklarını görüyorken, eşlerinden dostlarından mahrum kalmak istemiyorlardı.
'' BULGAR ASKERİ''NİN ÖNERİSİ OLAYIN ÜZERİNİ KAPAMAYA YÖNELİKTİ. SESİNE DUYGUSAL BİR HAVA VEREREK KONUŞTU. CÜZDANI, HAYIR ÇALAN DEMEYE DİLİ VARMIYORDU, CÜZDANI ALANI BÖYLE BİR ŞEY YAPTIĞI İÇİN HİÇ AFFETMEYECEKTİ. AMA CÜZDANINI GECE KOĞUŞ KAPISINA BIRAKIRSA OLAYI DAHA FAZLA BÜYÜTMEYECEKTİ. PARALARIN YERİNDE OLUP OLMADIĞINA BAKMADAN BU OLAYI UNUTACAKTI. ONA ASIL DOKUNAN ARALARINDA BÖYLE İNSANLARIN OLDUĞUNU BİLMEKTİ.''
Kendi ranzasında bulunmanın rahatlığıyla uzanmış yatan Çukurtümsek, '' Senin bu dediğin olmaz ki !'' diye itiraz etti, ''Bir gören olur korkusuyla hırsız senin bu dediğini yapmaz.'' Dişlerinin arasında kürdan varmış gibi konuşuyordı; kısık sesliydi, heyecanlı biriydi. Bölüktekiler soyadıyla dalga geçmek için ona Çukurtümsek diyordu. Bir gece ışıklar söndükten sonra Çukurtümsek koğuş arkadaşlarına, aralarındaki yakınlığın çok özel bir yakınlık olduğunu, onlarla birlikte olduğu sürece kurada güneydoğu çekse bile üzülmeyeceğini, aksine birlikte savaşmaktan mutlu olacağını söylemişti.
'' Doğru'' dedi bölük kıdemlisi '' gören olur korkusuyla bırakamaz cüzdanı... Bence en iyisi bütün koğuşları ve dolapları arayalım.''
Bu öneri üzerine koğuştakiler hep bir ağızdan konuşmaya başladı. Aramanın çok uzun süreceğini düşünenlervardı, bir grup da bunun onur kırıcı bir şey olduğunu söylüyordu.
İlk banyo gününde hamamda çıplak dolaşan birkaç kişiyi sert bir biçimde uyaran iri yarı çocuk, '' Bütün bölük, Kuranıkerim'e el basalım'' dedi yüksek sesle. Dini bir melodiyle söylemişti bu cümleyi ve yeşil gözlerinin soğuk parıltısı yarı karanlıkta bile seçliyordu.
Sonra kimsenin itiraz etmeyeceğinden emin bir biçimde göğüs cebinden küçük bir kitap çıkarıp ortaya doğru uzattı.
***
Şehir Rehberi
*
Şehrimizdeki yoksulların tam sayısını bilmiyoruz. Ama çoklar. Gecekondularda yaşıyorlar. BAYRAMLARDA ULAŞIM ARAÇLARI PARASIZ OLUNCA ORTAYA ÇIKIYORLAR. Caddelerde, alışveriş merkezlerinde dolaşıyorlar. Geçtiğimiz bayram, şehir tiyatrosunda onlar için ''TEMİZLİK İMANDAN GELİR'' adlı oyun, YİNE ÜCRETSİZ SERGİLENDİ. Konusunu yüzyıllar önce Anadolu'da yaşanan bir savaştan alan bu oyunda, TÜRK ASKERLERİNİN MİSVAK DALLARIYLA DİŞLERİNİ FIRÇALADIĞINI GÖREN DÜŞMAN GÖZCÜSÜNÜN, '' TÜRKLER BİZİ ÇİĞ ÇİĞ YİYECEK !'' DİYE BAĞIRARAK SAKLANDIĞI YERDEN FIRLAYIP KAÇTIĞI SAHNE, YOKSULLAR TARAFINDAN ÇILGINCA ALKIŞLANDI.
*
Bazen yağmur şimdiki bir yağmur olarak yağar şehrin üzerine, bazen de daha önceki bir yağmur olarak. Minareler, vinç kuleleri, çatılardaki antenler pusun ardında silikleşir. Her şey birbirine karışır. Çıkıp bir sokakta yürüsek, şehrin boğazına kaçmış gibi oluruz. Binalar, kaldırımlar, tabelalar, belediyenin işlek caddelerin kenarına diktiği cılız ağaçlar, püskürtmek istercesine üzerimize gelir. Evde kalsak, komşunun oğluna Türkçe dönem ödevi için yardım etmemiz gerekir. Zavallı çocuk bizim ağzımızdan, içinde ''UMARSIZ'' sözcüğü geçen bir dolu cümle yazar, sonra da umarsızlık içinde bir bize bir yazdıklarına bakar.
*
Milattan sonra 1884 yılında inşa edilen şehrimizin tek saat kulesi hâlâ ayakta. Ama kulenin yaklaşık bir metre çapındaki saati ne yazık ki 1977 yılında bozulmuş. O tarihten bu yana saati öğrenmek için şehir halkı olarak başka yöntemler geliştirdik. Sabahları işimiz kolay. Askeri bölgenin dikenli tel boyunca kırıtarak yürüyen mini etekli, fileli çoraplı ''askeri bölge güzeli''ne güveniyoruz. Saçları sarıya boyalı, yetmişine merdiven dayamış bu kadın, her sabah dokuzda yaptığı iç gıcıklayıcı yürüyüşüyle bizim için bir saat işlevi görüyor. Akşamlarıysa yoldan geçen birilerini durdurup '' Affedersiniz saatiniz kaç acaba?'' diye soruyoruz.
***
Anlamayan Kadınlar
*
''..Bir kitap yazmak istediğimi söylemiştim. ''İçinde öyle bir cümle olsun istiyorum ki, kitabı okuyan biri o cümleye geldiğinde kitabı birden kapatıp sımsıkı göğsüne bastırsın.'' Ağzından salyalar akan bütün yazar müsveddeleri gibi ben de okuyucu olarak bir kadını, onu düşlüyordum işte.!
''Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum'' demişti o. Sonra da bana dönüp sormuştu: '' İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir.?''
***
Pastanede
*
''..''Yıldızlar nasıldı.?'' diye sordu adam, kadının yardımına koştu. ''Geceleri ziyaretine geliyorlar mıydı?''
Kadın ıslak gözleriyle başını sallayıp gülümsemeye çalıştı. Salep fincanıyla ilgileniyor göründü. Sonra birden sırtını dikleştirdi, gülünç bir toparlama hareketi yaptı. Yıldızı bol bir gece iş arkadaşlarıyla sahilde oturup sabaha kadar konuştuklarını söyledi. Anlatmaya başladı. Adam, dört kişi arasında geçen bu konuşmayı ilgiyle dinliyor, kadının söylediği adları aklında tutmaya çalışıyordu. Sandviçinin son lokması elinde, sandalyesine yaslanmıştı.
Bir ara öne doğru eğilip, ''Ona mı.. Yani Meral'e mi söyledin.?'' diye sordu, kadının anlattıklarına bir hayli kaptırmıştı.
''HAYIR.!'' DEDİ KADIN OLANCA YUMUŞAKLIĞIYLA. ''ONA DEĞİL SANA SÖYLEDİM.. BEN.. YILLARDIR YALNIZCA SENİNLE KONUŞUYORUM.''
***
Şiir'dir az kelimeyle çok şey anlatma sanatı. Nesir'de şimdiye kadar böylesini okumamıştım. Belki vardır ama en azından ben bilmiyorum.
Barış Bıçakçı'nın kaleminde, insanı dinlendiren ama düşünmekten de alıkoymayan bir tılsım var sanki. Kitabın başından sonuna hep şu duyguyu yaşattı: ''Her halde devam edecek. Burada kalmaz ki..''
Alışmışız sanırım giriş-gelişme- sonuç bölümlerine. Çok küçük bir giriş, ondan biraz daha kapsamlı gelişme ama sonucu okuyucuya bırakılan yazılardan oluşuyor.
Kelime kalabalığından uzak, sade, dingin, samimi, incelikli yazılarıyla yüreğe dokunuyor. Yaşanan çevre içinde, çoğu atlanan, belki umursanmayan ya da üzerinde durulmayan olayları kaleme aldığı kısa yazılar... Hafiften Yusuf Atılgan'ı hatırlattı.
Kitabın arka kapağında yazılan:
''Şu gürültülü zamanda, gevezelikten ve ''farfara''dan gına getirenlerin sığınacağı bir kuytu köşe, Barış Bıçakçı'nın anlatıları. Minimalizmin duru güzelliği var onun her kitabında.'' sözleri özeti olsa gerek.

Khaled Hosseını - Bin Muhteşem Güneş

- '' Bunu öğren, kafana iyice sok kızım.'' dedi Nana. Pusulanın hep kuzeyi gösteren ibresi gibi, bir erkeğin suçlayan parmağı da daima, mutlaka bir kadını gösterir. Her zaman. Bunu hiç unutma Meryem.'' 
(Sayfa: 7 )
***
- Nana, Meryem'i doğurduğu günü anlatırken, yardımına hiç kimsenin gelmediğini söyledi. Dediğine göre, onu 1959 baharında, gri, yağmurlu bir günde doğurmuştu; Kral Zahir Şah'ın genellikle olaysız geçen, kırk yıllık saltanatının yirmi altıncı yılında. Celil bir doktor, hatta bir ebe çağırma zahmetinde bulunmamıştı; hem de vücuduna cin girebileceğini, doğum sırasında malum nöbetlerinden birini geçirebileceğini bile bile. Kulübenin zemininde, tek başına yatmıştı, yanında bir bıçakla tere batmış bedeniyle.
'' Sancılar arttığında, yastığı ısırıyor, sesim kısılıncaya kadar bağırıyordum. Yine de bir Allah kulu gelip yüzümü silmedi, bir bardak su vermedi. Sana gelince, Meryem co, hiç acele etmedin kızım! O soğuk taş bir zeminde tam iki gün yatırdın beni. Ne bir şey yedim, ne de uyudum; sürekli ıkınıyor, bir an önce gelmen için tanrıya yakarıyordum.''
'' Özür dilerim Nana:''
'' Göbek bağımızı kendim kestim. Bıçağı yanıma onun için koymuştum.
'' Özür dilerim.''
Tam burada, her seferinde, Nana'nın yüzünde ağır, dertli bir gülümseme belirirdi; bitmek bilmeyen bir yakınmanın mı, yoksa zoraki bir bağışlayıcılığın mı ifadesiydi, Meryem bir türlü çıkaramazdı. Kendi doğum şekli yüzünden özür dilemenin haksızlığını, buradaki adaletsizliği değerlendirmek, genç Meryem'in hiç aklına gelmedi. '' (Sayfa: 11-12 )

***
- Nana önce, kulübenin etrafında dönenip durdu, yumruklarını bir sıkıp bir açıyordu.
'' Sahip olabileceğim onca kız varken, Tanrı neden bana senin gibi bir nankörü verdi? Senin uğruna katlandığım onca şeyden sonra! Ne cüretle.? Beni böyle terk etmeye nasıl cüret edersin, seni küçük hain, seni harami.!''
Sonra alaya başladı.
'' Senin kadar sersemini görmedim.! Seni umursadığını, evine kabul edeceğini sanıyorsun, ha.? Seni kızı gibi görüyor.. evine alacak öyle mi.? Bak sana ne diyeyim. Bir erkeğin kalbi fesat, habis bir şeydir, Meryem. Bir ananın rahmine hiç benzemez. Kanamaz, sana yer açmak için genişlemez..'' 
(Sayfa: 29-30)
***
- Meryem elleri dizlerinin arasında, kanepede yattı, camın önünde girdap gibi dönen, çevrilen tipiyi seyretti. Aklına Nana'nın bir keresinde söylediği şey geldi; her bir kar tanesinin, dünyanın bir yerinde haksızlığa uğrayan bir kadının ağzından dökülen bir ah olduğunu. Bütün bu iç geçirmeler gökyüzüne yükseliyor, bulutlar halinde toplanıyor, sonra minicik parçalara bölünüp sessizce aşağıya, insanların üstüne yağıyordu. 
Bizim gibi kadınların neler çektiğinin göstergesi, demişti. Başımıza gelen her şeye nasıl sessizce katlandığımızın.  (Sayfa: 95) 
***
- Babi, daha küçüklüğünde Leyla'nın kafasına sokmuştu. Hayatında en önemsediği şey, kızının önce güvenliğini sağlamak, sonra da okutmaktı. 
Daha çok küçüksün biliyorum, ama bunu şimdiden anlamanı ve iyice öğrenmeni istiyorum, demişti. Evlilik bekleyebilir, eğitim beklemez. Sen çok, çok zeki bir kızsın. Gerçekten öylesin, istediğin her şey olabilirsin, Leyla. Seni tanıyorum. Ayrıca, bu savaş bittikten sonra Afganistan'ın erkekler kadar, belki daha da çok, sizlere gereksineceğini biliyorum. Çünkü bir toplumun, kadınları eğitimsiz olduğu sürece başarıya ulaşma şansı yoktur, Leyla. Hiç yoktur. '' (Sayfa: 118)
***
- Anne'nin karyolasının altından, Ahmet'in ayakkabı kutusunun ucu görünüyordu. Anne arada bir çıkarır, içindeki eski, buruşuk gazete kesiklerini, el ilanlarını gösterirdi Leyla'ya; Ahmet isyancı gruplardan ve Pakistan'da üslenmiş olan direniş örgütlerinden toplamıştı bunları. Leyla fotoğraflardan birini çok iyi anımsıyordu; uzun, beyaz paltolu bir adam, bacakları olmayan bir çocuğa lolipop uzatmaktaydı. Resmin altında şöyle yazıyordu: Sovyet kara mayınlarının hedefi çocuklar. Makalede, Sovyetler' in patlayıcıları, parlak renkli oyuncakların içine gizledikleri belirtiliyordu. Çocuk eline alınca, oyuncak patlıyor, parmakları hatta elinin tamamı kopuyordu. Bu durumda çocuğun babası cihata katılamıyordu, evde kalması, sakat çocuğabakması gerekiyordu. Ahmet'in kutusundaki bir başka makalede, genç bir mücahit, Sovyetler'in köyüne, insanların derisini kavuran, gözlerini kör eden gaz bombaları attığını söylüyordu. Annesiyle kız kardeşinin can havliyle, kan tükürerek dereye koştuklarını görmüştü. (Sayfa: 125)
***

''Vatanımızın adı bundan böyle Afganistan İslam Emirliği'dir. Bunlar da bizim koyduğumuz, sizin uyacağınız yasalar:
Bütün vatandaşlar, günde beş vakit namaz kılacaktır. Namaz vakti başka bir iş yaparken yakalanan, kırbaçlanacaktır.
Bütün erkekler sakal bırakacaktır.Meşru ölçü, çenenin altında, en az bir sıkılı yumruk uzunluğundadır. Bu emre uymayanlar, krbaçlanacaktır. 
Bütün erkek çocuklar türban takacaktır. Birinciyle altıncı sınıf arasındakiler siyah, daha yukarı sınıftakiler beyaz türban takacaktır. Bütün erkek çocuklar islami kılıklar giyecektir. Gömlek yakaları iliklenecektir. 
Şarkı söylemek yasaktır. 
Dans etmek yasaktır. 
İskambil oynamak, satranç oynamak Kumarın her türü ve uçurtma uçurmak yasaktır.
Kitap yazmak, film izlemek, resim yapmak yasaktır. 
Evinizde kuş beslerseniz, kırbaçlanacaksınız. Kuşlarınız öldürülecek. 
Çalarsanız, eliniz bilekten kesilir. Bir daha çalarsanız, ayağınız kesilir. 
Müslüman değilseniz, müslümanların görebileceği yerde dua etmeyin. Bunu yapanlar kırbaçlanacak ve hapse atılacaktır. Bir Müslüman'ı kendi dinine döndürmeye çalışan kişi, idam edilecektir. 
Kadınların dikkatine:
Evinizden dışarıya çıkmayacaksınız. Kadınların sokaklarda amaçsızca dolaşması, caiz değildir. Dışarıya çıkarsanız, yanınızda mutlaka bir mahrem, erkek akrabanız bulunacak. Sokakta tek başına yakalanan kadın dövülecek ve evine gönderilecektir. 
Her ne şart altında olursa olsun, asla yüzünüzü göstermeyeceksiniz. Dışarıdayken burka'yla örtüneceksiniz. Aksi halde şiddetle kırbaçlanacaksınız. 
Makyaj malzemeleri yasaktır.
Mücevher yasaktır.
Çekici, gösterişli giysiler giymeyeceksiniz. 
Sizinle konuşulmadan konuşmayacaksınız. 
Erkeklerle göz göze gelmeyeceksiniz. 
Uluorta gülmeyeceksiniz. Gülenler kırbaçlanacaktır.
Tırnaklarınızı boyamayacaksınız. Boyarsanız, bir parmağınız kesilecektir. 
Kızların okula gitmesi yasaklanmıştır. Bütün kız okulları derhal kapatılacaktır.
Kadınların çalışması yasaklanmıştır. 
Zinadan suçlu bulunursanız, taşlanarak öldürüleceksiniz. 
Dinleyin, iyi dinleyin. İtaat edin. Allah-u Ekber.''' (Sayfa: 284-285)
***
- Kazmalı baltalı adamlar, bakımsızlıktan dökülen Kabil Müzesi'ne daldılar, İslam öncesi heykelleri parçaladılar. Mücahitler tarafından çoktan yağmalanmamış olanları elbette. Üniversite kapatıldı, öğrenciler evlerine gönderildi. Resimler duvarlardan indirildi, kılıçlarla parçalandı. Televizyon ekranları tekmelendi.. Kitaplar, Kur'an dışında, yığınlar halinde yakıldı, kitap satan dükkanlar kapatıldı. Halili'nin, Pejvak, Ensari, Hacı Dehkan, Eşraki, Beytab, Hafız, Nizami, Rumi, Hayyam, Beydel ve daha çoklarının yapıtları kül oldu. '' (Sayfa: 287)
****
- Kerabat, Kabil'in kadim müzik mahallesi susturuldu. Müzisyenler dövüldü, hapse atıldı, rubabları, tamburları, armonikaları ayaklar altında çiğnendi. Taliban, Tarık'ın en sevdiği şarkıcının, Ahmet Zahir'in mezarına kurşun yağdırdı.
'' Öleli nerdeyse yirmi yıl oluyor'' dedi Leyla Meryem'e. '' Ölmek bile yetmiyor mu?'' (Sayfa: 288)
****
- ''Yaa'' dedi Tarık '' Flamingolar''
Taliban resimleri bulunca, diye sürdürdü anlatmayı, kuşların uzun, çıplak bacaklarına bozulmuş. Kuzenin ayaklarını bağlayıp falakaya yatırmış, kan revan içinde bırakmış, sonra da bir seçenek sunmuşlar: Ya resimleri yok edeceksin ya da flamingoları edepli bir hale getireceksin. Bunun üzerine, kuzen eline fırçasını almış, kuşlara, her birine, tek tek pantolon giydirmiş.
'' Al sana müslüman flamingo'' dedi Tarık. (Sayfa: 341)
****
- Kuşkuluyum, dedi genç Talib. ''Allah bizi farklı yaratmış; siz kadınlarla biz erkekleri. Beyinlerimiz farklı. Sizler bizim gibi düşünmeyi beceremezsiniz. Bunu batılı doktorlar bilimsel olarak kanıtladı. İşte, tek bir erkeğin tanıklığına karşılık iki kadın tanık istememizin nedeni de bu.'' (Sayfa: 376)

Bavul Dergisi - Kasım 2016, Sayı:14 (Sabahattin Ali)

Bu yazı ''Filiz Hiç Üzülmesin'' Kitabı'ndan, Filiz Ali tarafından okurlarımızla paylaşılmıştır.
*
Son Yolculuk
*
Babam, Edirne'ye peynir yüklemeye gidiyor hesapta. Ancak yanına şoför muavini olarak Ali Ertekin diye birini alıyor. Ali Ertekin Yugoslav göçmeni, ordudan silah kaçırdığı gerekçesiyle astsubaylıktan atılmış biri. Bulgaristan'a adam kaçırdığı, hatta Emniyet'le ilişkisi olduğu sonradan ortaya çıkan bilgiler arasında. Ali Eryekin olay ortaya çıktıktan sonra sorgu yargıçlığında verdiği ifadede şöyle söylüyor:
'' Kızılcadere köyünde kamyondan indiklerini, şoför Salim'i geri gönderdiklerini, gece Üsküp ile Yündolan arasında Sazara köyü istikametine yürüdüklerini ve işte bu sırada Sabahattin Ali'nin Marko Paşa gazetesinin sahibi olduğunu, Bulgaristan'a geçerek oradan da Moskova'ya gideceğini öğrendiğini..''
Bu durumda milli hislerin galeyana geldiğini, birdenbire iradesini kaybettiğini ve elindeki sopa ile kitap okumakta olan Sabahattin Ali'nin kafasının sol tarafından yüzüne doğru şiddetle vurduğunu itiraf ediyor Ali Ertekin. İfadesine '' ... suratı, gözlüğü, kulağı kan içinde kalmıştı, arkasından aynı yere şiddetle bir daha vurdum. Bu iki darbeden sonra Sabahattin Ali sol tarafına doğru yere yıkıldı. Ağzından burnundan kanlar boşandı. Dikkat ettim. Hafif hafif nefes alıyordu. Bu defa üçüncü bir darbeyi ensesine vurunca nefesi tamamen kesildi. Ölmüştü.'' diyerek devam ediyor.
2 Nisan 1948, Sabahattin Ali kitap okurken öldürülmüş ve öldüğü yerde, dere yatağında öylece bırakılmış. Babamdan haber alamamamız annemi çok tedirgin etmiyor, Rasih Nuri İleri eliyle gönderdiği mektupta babam ''... bu mektubu aldığın zaman ben İtalya, Fransa veya İngiltere'de olacağım. Filiz'in okulu bitince sizi yanıma aldıracağım...'' dediğine göre meraklanacak bir şey yok.
Ben Haziran ayında Mimar Kemal İlkokulu'nu bitiriyorum. Diploma törenimiz çok güzel geçiyor. Annemin diktiği pembe organze tuvaletim ile Johann Strauss'un valsleri eşliğinde peri kızları gibi dans ediyorum. Sonra da milli giysilerimizle Tamzara ve Harmandalı oynuyoruz. Sükse bin beş yüz. Ne var ki ilk kez yaz tatilini Ankara'da geçiriyoruz. Ne kadar bunaltıcı bir yaz bu... Sonbaharda Ankara Kız Lisesi'ne kaydımı yaptırıyor annem. Babamdan hala haber yok. Okulda özellikle ingilizce dersim çok iyi, Hocam Lamia Hanım'a bayılıyorum. Okulun müdürü Perihan Hanım babamın İstanbul Yüksek Muallim Okulu'ndan arkadaşı, beni kolluyor o da.
Yanılmıyorsam 1949 yılının Ocak ayı. İngilizce dersi yaparken sınıfa lise bir öğrencisi koşucu Üner Teoman giriyor ve Lamia Hanım'ın kulağına bir şeyler fısıldıyor. Gazeteciler gelmiş, avluda beni bekliyorlarmış, babamla ilgili bir konu varmış. Üner Teoman'la avluya çıkıyorum. Gazeteciler bana bir şey söylemeden aniden fotoğraflarımı çekmeye başlıyorlar. Rüyada gibiyim.
O akşam eve iki genç gazeteci gelip anneme '' Sabahattin Ali'nin Bulgaristan'a kaçarken öldürüldüğü iddia ediliyor ama doğru değil, bu konuda ne söyleyeceksiniz?'' gibi sorular sorup gidiyorlar. Ertesi günkü gazetelerde benim fotoğrafın altında ''Öldürülen Sabahattin Ali'nin küçük kızı Filiz'' yazısı, manşette ise '' Sabahattin li'nin karısı Aliye Ali ' Kocamın başına ne geldiyse kitapları yüzünden geldi'' dedi cümlesi. Annem panik içinde. Avukat dostumuz İsmail Hakkı Balamir bu sözleri tekzip ediyor hemen. Dostlar evde kalmamamıza karar veriyorlar. Ortalık sakinleşinceye kadar gazeteci Emin Karakuş'un evinde kalıyoruz birkaç gün.
Kapkaranlık, dipsiz bir kuyuda gibiyim. Kendimi bildim bileli her akşam uyumadan dua ediyorum. Bu duadan annemin de babamın da haberleri yok. Yazları annemin anneannesinin Suadiye'deki evinde gaz lambası ışığında her gece bana ezberletmeye çalıştığı ''Rabbi esir, velatu asir...'' diye başlayan duayı '' Allahım ne olur ben iyi bir çocuk olayım, annemi ve babamı üzmeyeyim, annem ve babam ölmesinler'' diye bitiririm. Ne var ki Allah benim bu duamı kabul etmemişti işte. Dünyada en çok sevdiğim varlığı, babamı elimden almıştı. Bunda besbelli benim de suçum olmalıydı ki cezalandırılmıştım. Yeterince iyi bir çocuk olamamıştım demek ki. İnatçıydım, kıskançtım, anneme istediği kadar yardım etmiyordum, ama babamın ölmesine neden olacak kadar büyük bir suç ne olabilirdi?
Babamın ölümünü izleyen günler, haftalar aylar ve yıllar boyu çözemediğim bu suçluluk duygusuna bir de çevrenin baskısı eklenirse o yıllar yaşanan kabusun korkunçluğu daha iyi anlaşılabilir. Sabahattin Ali öldürüldüğüne göre suçluydu. Suçu neydi? Komünist olmak. Ben kimdim? Komünistin kızı. Kimlerle konuşuyor, hangi kitapları okuyordu bu komünistin kızı? Komünistin kızının arkadaşı olmak da tehlikeliydi. Onu yapayalnız bırakmak, cüzamlı gibi tecrit etmek gerekiyordu.
'' Sabahattin Ali'nin öldürülüşü aylarca sonra resmen açıklanınca, bütün burjuva basını en ağır karalamalar, sövgüler ve suçlamalarla Sabahattin Ali'ye saldırdı. Onunla ilgili çirkin hikayeler uydurdu. Öylesine bir baskı, korku ve yılgı havası yaratıldı ki kimse Sabahattin Ali'yi göze alamadı, gerçeği açıklayamadı.''
Sabahattin Ali'nin suçu ne idi? Sabahattin Ali kendi suçunu itiraf ediyor aslında öldürülmeden bir yıl önce:
'' NAMUSLU OLMAK NE ZOR ŞEYMİŞ MEĞER. BİR GÜN ALMANLARIN PABUCUNU YALAYAN, ERTESİ GÜN İNGİLİZLERE TAKLA ATAN, DAHA ERTESİ GÜN DE AMERİKA'YA KAVUK SALLAYAN SOYSUZLAR GİBİ OLMAK İSTEMEDİK. YALNIZ VE YALNIZ BİR TEK MİLLETİN ÖNÜNDE SECDEYE VARDIK. O DA CEFAKEŞ MİLLETİMİZDİR. MEĞER NE BÜYÜK GÜNAH İŞLEMİŞİZ! KANUNLU, KANUNSUZ BASKILAR ALTINDAEZİLE EZİLE PESTİLE DÖNDÜK. BUGÜNÜN İTİBARLI KİŞİLERİ GİBİ, KESE DOLDURMADIK, MAKAM PEŞİNDE KOŞMADIK. İÇ VE DIŞ BANKALARA PARA YATIRMADIK, HAN, APARTMAN SAHİBİ OLMAK, SAĞDAN SOLDAN VURMAK VE MİLLETİ KASIP KAVURMAK EMELLERİNE KAPILMADIK. BÜTÜN KAVGAMIZDA KENDİMİZ İÇİN HİÇBİR ŞEY İSTEMEDİK. YALNIZ VE YALNIZ BU YURDUN BÜTÜN YÜKÜNÜ OMUZLARINDA TAŞIYAN MİLYONLARCA İNSANIN DERDİNE DERMAN OLACAK YOLLARI ARAŞTIRMAK İSTEDİK. BU NE AFFEDİLMEZ SUÇMUŞ MEĞER! NEREDEYSE, YOLDAN GEÇERKEN MİDE UŞAKLARI ARKAMIZDAN BAĞIRACAKLAR. ' GÖRÜYOR MUSUN ŞU HAİNİ! İLLE DE NAMUSLU KALMAK İSTİYOR VE AHENGİMİZİ BOZUYOR... '
ÇALMADAN, ÇIRPMADAN, BİZE EKMEĞİMİZİ VERENLERİ AÇ, BİZİ GİYDİRENLERİ DONSUZ BIRAKMADAN YAŞAMAK İSTEMEK BU KADAR GÜÇ, BU KADAR MİHNETLİ, HATTA BU KADAR TEHLİKELİ Mİ OLMALIYDI?! NAMUSLU OLMAK NE ZOR ŞEYMİŞ MEĞER! BEREKET, ZORA KATLANMASINI BİLEN BU MİLLET DE NAMUSLU.''
Bugün bu yazının altına imzasını atmaktan kaçınacak herhangi bir aydın var mıdır acaba? Ne gariptir ki aradan geçen elli yılın, Sabahattin Ali'nin yazdıklarını doğruladığını görüyor ve tarihin tekrarlanmasına hep birlikte bugün de tanık oluyoruz.
Babamı kitap okurken öldürüp (kim öldürdüyse) Kırklareli'nin Üsküp Nahiyesi'ne bağlı Hedye köyü yoluna elli metre mesafede orman içindeki çatağa öylece bırakan katil veya katiller, aylarca sonra bulunan tanınmaz haldeki bu cesede bir mezarı bile çok gördüler. Kemikleri bir torbaya konup oradan oraya teşhis için dolandırıldı. Gömüldüğü yerden çıkarılıp tekrar incelendi. Sabahattin Ali'nin canını almak yetmedi, ölüsünü de rahat bırakmadılar bu gözü dönmüş vampirler ve dünyada hiç iz bırakmasın diye kemiklerini bile yok ettiler.
Ama Sabahattin Ali, sanki canilerin onu mezarsız bırakacaklarını çok önceden sezmiş gibi ve
'' BENİM MESKENİM DAĞLARDIR'' diyerek şiirini yazmıştı.
***
Gerçek Gazetesi, 22 Şubat 1950
Asım Bezirci, Sabahattin Ali, Gözlem yayınları, İstanbul 1974
Ali Baba, 1. sayı, 25 Kasık 1947

Ayşe Kulin - Bora

''Bana ne güzel bir gün başlıyordu yine! Ne kadar şanslıydım. Yok hayır, şanslı değil, şansını dönüştürmeyi başarmış biriydim. Tuttuğumu koparmıştım. Hayatın dizginleri avucumun içindeydi.! O dizginleri sımsıkı tutmuş, önce yokuş yukarı tırmanmış, derken düzlüğe erişmiş, sonra da dolu dizgin koşmaya başlamıştım. Başımda serin İstanbul Havası.. Ah Nazım, geç tanıyıp tanışır tanışmaz vurulduğum kadersiz şair, bazıları bey konağında doğar, mahpuslarda çürür, doğup doğacağına pişman olur senin gibi, bazısının da benim gibi şansı yaver gider, zindanından kurtarır kendini, dünyaya kanat açar diye düşündüm ve yanından geçmekte olduğum ağaca üç kere tık tık vurdum parmaklarımı bükerek.!''
''İnsanın nazarı en çok kendine değer demişti anam, aslanlar gibi dört erkek çocuğuyla başlık parası getireceği kesin akça pakça iki kızının ardından Cemile'yi doğurduğunda.! Kız olması yetmezmiş gibi bir de kalça çıkığı sorunuyla doğmuştu kardeşim. Kumayı eve, işte bu doğumdan sonra getirmişti babam.! Bizim oralarda olağan bir işti, sakat çocuğun ya da ikinci üçüncü kızın doğumundan sonra eve yeni bir fırın alır gibi kuma getirmek. Onlar değil miydi erkek ya da sağlıklı çocuk doğurmayı beceremeyenler; kadınlar hatalarını bilir, ister istemez boyun eğerdi.! Sadece kadınlar değil, toprağı, davarı ya da dini sıfatı olmayan erkekler de bilirdi haddini.! Herkes yerini, haddini bilirdi. Gücün karşısında boyunlar hep eğik olurdu.!'' (Sayfa: 4-5)

***
''Cemile, en sevdiğim kardeşimdi.! Dinlemeyi bilirdi, ondan esirgenen merhameti etrafına cömertçe saçardı..'' (Sayfa: 10)
***
''Tecavüzler, dayaklar, dayağın aşırı kaçtığı evlerde kazara ölümler olağandır çünkü! İnsanlık halidir.! İnsanlığın bu halde olduğu yerde en büyük ayıp ise aile içi olayları şikayet etmektir.! Kol kırılır yen içinde.! Atalarımızın bu sözünü bilmek için Kör Hoca'ya derse gitmeye gerek yoktu. Her evin aile reisi belletirdi bunu kendi evinin halkına.'' (Sayfa: 43)

***
''Onu alır İstanbul'a getiririm, evime yerleştiririm. Hatta yeni bir ev bulurum belki, bir fazla odası ve balkonu olan. Balkonda Cemile'nin elleriyle sulayacağı, bakıp büyüteceği çiçekler, fesleğen saksıları.. Bir kafeste bir çift sarı kanarya, çocukluğundan beri çok istediği..
Bir çift kanaryayı olsun niye alamamışız acaba ona.?
Paramız olmadığından mı, hoyrat ve sevgisiz olduğumuz için mi.? Yoksa yoksullukla hoyratlığın, sevgisizliğin arasında gizli bir bağ mı var.?'' (Sayfa: 141)

***
''Bak Recep, ruhumu öldürmemek için geçmişimi öldürdüm ben.!'' (Sayfa: 155)

***
'' Patron kızmaz bana,'' dedim.
''Şanslısın, Benim patron benim ağzıma sıçıyor.''
''Evet şanslıyım, o bakımdan.''
''O bakımdan şanslı olabilirsin ama bir başka bakımdan değilsin. Bak benim şimdiden içime dert oldu, akşama Hüsam döner de ben sana gelemezsem, aklım sende kalacak. Halbuki manitan evli olmasa seni ona emanet edebilirdim. Gelir beklerdi başını, yalnız kalmazdın.!''
''Ulan Recep, ben çocuk muyum.? Niye biri başımı beklesin ki.!''
''Kederi olan kişi dertleşmek, içini dökmek için birini ister yanında. Öyle herhangi biri de olmaz yani.. Yakını olacak, seveni olacak, halinden anlayan, derdini bilen biri olacak. Şimdi sen bu akşam yine içmeye kalksan kim toplayacak kıçını.? Sigaranı düşürdüğün yerde bırakır, yangın bile çıkarırsın ulan evde.!''
(Sayfa: 190)
***
''Yatağıma girdim yine. Bu sefer yatak örtüsünü çekmedim başıma. Örtüyü katlayıp koltuğun üzerine bıraktım, ışığı kapattım, yorganın altına girdim. Daha derin, daha sıcak bir mezara yatar gibi.. Ve merak ettim ana rahmi de böyle bir yer midir diye.?
Nasıldır hakikaten.?
Sıcak, karanlık ve derin bir yalnızlık içeren.. Anaya mesafeli, anadan uzak.! Tıpkı benim anam gibi, cismen var, ama manen yok olan.. Sevmeyen, korumayan, oralı olmayan, analık görevi yavrusunu doğurduğu an biten bir ananın döl yatağı böyle olmalı.
Ben anamın bir kalbi olduğunu ancak, atışını saat gibi tık tık duyduğumda bilmiş olmalıyım. Rahmindeyken. Keşke hep orada kalsaymışım. Anamın kalbine yakın.'' (Sayfa: 207)


Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...