#OğuzAtay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#OğuzAtay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ekim 2018 Perşembe

Oğuz Atay - Korkuyu Beklerken

ÖNSÖZ:
*
''Korkuyu Beklerken'' öyküsünün kahramanı ''kendi kendisiyle alay etmeyi'' bilmekle övünmektedir. Oğuz Atay'ın kişilerinin başlıca erdemlerinden biri işte.! Özeleştiriyi aşan bir edimi: özalayı gerçekleştirebiliyorlar. Kahramanların söz konusu niteliği Atay'ın anlatımının temel özelliklerinden olan ironi ile örtüşmektedir.
Kendi kendini eleştirmek, alay konusu yapmak yıllarca fazla ciddiye almadığımız eylemler olarak kaldı. Ama toplumsal gelişme bu eylemleri ister istemez gündeme getirdi. 1970'lerde Oğuz Atay'ın bugünkü denli benimsenerek okunması güçtü. Okur kitlesi belli nedenlerle daha çok toplumsal gerçekçi kuramın etkisi altındaydı. Birey, ruh gibi kavramlar küçümsenirdi. Anlatımda Oğuz Atay'ın yaptığı gibi alegoriler, metaforlar kullanmak, düşsel dünyalar kurmak biçimcilik diye suçlanırdı. Bunun içindir ki Oğuz Atay'ın öykülerinde yer yer okura taş atılır, okur suçlanır.'' (Sayfa: 9)



''Elinizdeki kitap ''Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba.?'' sorusuyla bitmektedir.
''Buradayım'' yanıtını verenlerin çoğalması dileğiyle'' (Sayfa: 10)
*
Önsöz / Oğuz Demiralp, Ocak 1987


KORKUYU BEKLERKEN ÖYKÜSÜ'NDEN:
*
Yalnız insanların, kendi içlerinde başlayıp biten eğlenceleri vardır.
*
Bütün hayatım ayıklamakla geçti, gene de bitiremedim süprüntüleri atmayı.(Sayfa: 41)


Bir yerden sevmeye devam edebilir miydim.? Çünkü sevmek yarıda kalan bir kitaba devam etmek gibi kolay bir iş değildi.Ya hiç sevmemişsem bugüne kadar.? Bir kitaba yeniden başlamak gibi, sevmeye yeniden başlamak pek kolay sayılmazdı herhalde. (Sayfa: 63)

2 Ekim 2018 Salı

Postmodern bir avangard: Oğuz Atay | Tekin Budakoğlu


Postmodern bir avangard: Oğuz Atay | Tekin Budakoğlu
****************************************************************
“Ne acı: Tıpkı Tutunamayanlar’daki asli karakterlerden Selim Işık gibi, romanını yazdıktan sonra yalnız kalmış bir aydın olarak yaşamak zorunda kalacaktır Oğuz Atay. Bu yönüyle Selim Işık’ı, yazarının üstünde etkisi olan, kendisi kadar onun da kaderini tayin eden bir karakter olarak görür ve yazarıyla kahramanını birbirine benzetirim.”
*
Sanatın, günlük yaşamın baskısından ve ezici zorluklarından bir kaçış, bireyselliğin istenen düzeyde yaşanabildiği bir özgürlük alanı olmasından kaynaklanıyor sanırım: İster ömrünü bu alana adamış üretken bir sanatçı; isterse kırk yılın başı tiyatroya giden, ucundan kıyısından bir roman okumuş, yahut gözucuyla birkaç resim incelemiş hemen hemen herkes, sanatın belirginleşmiş sınırlarıyla oynandığı en ufak bir hamlede, bu hamleyi özgür alanlarına yapılmış saldırı olarak algılayarak, anlaşılması zor bir refleksle, karşıt saf oluşturuyor: Sanatın, varlığını sağlam temellere dayandırabilmesi için yeniliğe ve dönüşüme her zaman açık olmasını belki göz ardı ederek, belki hiç farkında bile olmadan; üstelik çoğunlukla, ellerinde karşıt bir saf oluşturacak yeterli materyal ya da görüş olmamasına rağmen.
*
Belki tam burada, görüntüdeki ironinin altını çizmekte fayda var: Öyle ki sanat, -sanat eserinin biricik olması gerekliliğinden hareketle- sanatçının kendisini ifade edebildiğine inandığı her görüş veya kendini yansıtma şekliyle var olabilme serbestisine sahip olmalıdır. Kaldı ki bir ülkedeki sanatsal kalitenin, -en minimal ölçekte- ürünlerin çokluğundan ya da çeşitliliğinden önce, sanatın yüzünü yeniliğe ne derece çevirdiğiyle ölçülebileceğine inanırım. Oysa ‘yeni’, ‘değişik’ olarak adlandırılabilecek kavram ya da ürünlere bizde geliştirilen bu bilinçli/istemdışı negatif tavır sebebiyle, sanatta ya da daha özele indirgendiğinde edebiyatta, yeni bir ses olarak ortaya çıkmak büyük bir külfet halini alıyor.
*
Yeni olanın yadırgandığı, ötelendiği durumlara pek de yabancı değiliz aslında. Huzur’la modernitenin en uç ve sağlam örneklerinden birini veren, mükemmel bir zekâ ve kurmaca gücünün ürünü olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’yle de postmodernitenin ilk işaretçisi Tanpınar’ın, yaşadığı süreçte doğru etüt edilemeyişi ve ancak günümüzde yeni yeni hak ettiği değerin ismine teslim edilmeye başlanması, belki de en bilinen örnek. Yazarların ölümünden sonra adına yapılan anma törenleri, okuma toplantıları, paneller bir ölçüde iyimser görünebilir; ancak doğru tavır, geneldeki olumsuz tepkiyi ilk anda silip atmaktan; yaşadıkları, hatta ortaya çıktıkları anda bu değerleri desteklemekten geçer: Yeniliğin öncüsü sanatçıların kendi kabukları içinde devinmesi ve çok uzun yılların ardından ne dediklerinin anlaşılması hastalığı yerine, yaşadıkları döneme ve hatta çağa önayak olmalarını sağlayacak, yeni bir düşünce/sanat/romancı profilinin ortaya çıkması adına gerekli olan hamle budur.
*
Doğru reaksiyonu gösteremediğimiz bir diğer önemli yazar da elbette Oğuz Atay. Doğru reaksiyonu gösteremediğimiz: Anlaşılabildiğini göremeden, çağının ötesinde olmanın boynuna ‘suç’ olarak yüklendiği, düşünce yalnızlığı içinde ölenlerden yani. Neden anlaşılamadığıyla ilgili pek çok somut düşünce üzerinde fikir yürütülebilir. Ancak görmezden gelinemeyecek en belirgin nokta, bahsettiğim hazır bulunuşluğun, ne eleştirmen ne de okurlar tarafından geliştirilememiş olmasıdır. Ne acı: Tıpkı Tutunamayanlar’daki asli karakterlerden Selim Işık gibi, romanını yazdıktan sonra yalnız kalmış bir aydın olarak yaşamak zorunda kalacaktır Oğuz Atay. Bu yönüyle Selim Işık’ı, yazarının üstünde etkisi olan, kendisi kadar onun da kaderini tayin eden bir karakter olarak görür ve yazarıyla kahramanını birbirine benzetirim.
*
“Oğuz Atay edebiyatımızın geleneksel ağırlığının dışına çıkmayı elbette tasarlamıştı, ama çevresini kuşatan bu ağırlığın altından kalkacak gücü kendinde nasıl bulduğunu bilmek kolay değil. İlk akla gelen sıradan nedenler değil aradığım, ama şu anlaşılıyor ki, 1960’lardan sonraki on yıl içinde oluşmuş toplumcu edebiyat kültürünün gölgesi, tam o anda içinde bulunulan askeri darbe rejiminin baskısı, edebiyatımızın son yarım yüzyıl boyunca dokuduğu kumaştan dikilmiş tek tip elbise dayatması sanki bütün kapıları pencereleri sımsıkı kapatmıştır ve Tutunamayanlar’ın yılı 1971’de, Oğuz Atay’a bacadan çıkmak düşmüştür.” Semih Gümüş’ün bu düşüncesine, özellikle ‘bacadan çıkmak’ deyimine katılmamak mümkün değil; ancak bir hatırlatma: ‘Tutunamayanlar’ın yılı’ vurgusunu lügat anlamıyla almakta fayda var: Zira 1971, Tutunamayanlar’ın yazıldığı yıl olmuştur, anlaşıldığı yıl: Asla.
*
Kendisini anlayacak bir alt kültürün, yeniliğe açık bir sosyal/kültürel refleksin olmayışını, 1972 tarihli bir röportajında, eleştirmenlerin Tutunamayanlar konusunda suskun kaldıklarının hatırlatılması üzerine, “Eleştirmenlerimizin, daha doğrusu uzun süredir yazmayanların dışında olanların kafasında belirlenmiş, sınırları çizilmiş bir roman tanımı var sanıyorum. Bu yüzden bir kitabı, bu ölçülere uyup uymamasına göre değerlendiriyorlar. Belki de benim yazdığım bir bakıma karmaşık ve alışılmadık sayfalar için henüz bir kalıp bulamadılar,” diyerek gözler önüne serer Oğuz Atay.
*
Halbuki eleştirmenlerden teknik konularda, özellikle Batı’daki gelişmeleri takip etmeleri, romancılardan çok daha önce bu alanda bilgi sahibi olmaları; Tutunamayanlar’daki gibi bir farklılaşma, sınırları zorlama anında eseri ve yazarını savunmaları beklenmez mi? Belki de burada biraz olsun, günümüz eleştirmeninin yöntemi, mantığı, bakış açısı… konularına değinerek biraz soluklanmak gerekir; fakat başka bir yazının konusu bu.
*
Öyle ya, Tutunamayanların kaleme alınmasıyla birlikte, Tanzimat yıllarından 1970’lere kadar salt bir çizgi üzerinde ilerleyen ve kendini yenilemeyi hiç düşünmeyen Türk romancılığının (içerikte özellikle toplumsal dalgalanmalara göre kısmi değişimler süregelmiştir; fakat daha önce böylesine belirgin tekniksel değişimlere rastlamak mümkün değil) kalıpları kırılmıştır. Tek bir ifadeyle özetlemek gerekirse ‘kültürel bir devrim’ gerçekleştirir Oğuz Atay. Batı’da gelişimini sürdüren postmodern-avangard roman anlayışını, Türk roman geleneğine tek nefeste uyarlamaya çalışacak kadar güçlü, iddialı bir hamledir bu.
*
Tutunamayanlar, döneminde bir romandan beklenen pragmatist tavırdan, yol gösterme anlayışından adamakıllı sıyrılarak bireyi merkeze alan söyleminin dışında, tekniksel açıdan da yeni bir roman formatını savunur; öncü olmasının, postmodernitenin bizdeki miladı sayılmasının nedeni de budur: İçerik, kurgu, yazım teknikleri, dünyayı algılama tarzı… olarak; yani her yönüyle yepyeni bir roman.
*
İlk köklerini, az önce bahsettiğim üzere Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne kadar götürebileceğimiz bu algı, geri planda 1950 kuşağından beslenmiştir. Özellikle içe dönük öz dili, anlatıcı çoğulluğu ve çok katmanlı kurgu metinleriyle Bilge Karasu, benzer algısını varoluşçu metinlerine sızdıran Demir Özlü, Anayurt Oteli ve Aylak Adam’ın ayrıksı yazarı Yusuf Atılgan, çoğunlukla hikâyeleriyle tanınan Leyla Erbil gibi yazarlar, edebiyatın var olan algısında yer yer, kısmi oynamalar yapmışlardır. Ne var ki hem materyal hem de teknik anlamda bu sınırları zorlayan, yüksek sesle eleştiren, kendi mantığını oturtmaya çalışan ilk roman Tutunamayanlar’dır ve ilk olma ayrıcalığı da buradan gelir. İşte tam da bu sebeplerden –yani 1950 kuşağının hissettirdikleri ışığında- denilebilir ki; günün eleştirmeni, Tutunamayanlar’a hazırlıklı olmalıydı.
*
Genel çerçevede sıkça bahsettiğim yeniliklerin ne olduğuna kabaca değinmek doğru olacaktır: Öncelikle konu seçimi değişiktir Tutunamayanlar’ın; dayatmacı bir anlayışla toplum için önemli olan birey yerine, yalnızca bireyi konu edinir. Özde insan vardır: Sadece kendisi olduğu için değerli görünmesi gereken, hayata tutunabilmeye çalışan bir insandır bu. Dolayısıyla daha baştan, büyük doktrinlere, pahalı söylemlere, bir başkası için var olmak gerekliliğine karşı çıkar Oğuz Atay. Hayat zaten karmaşıktır, onu bir daha büyük söylemlerle iyice içinden çıkılmaz bir hale sokmanın anlamı yoktur.
*
İnsanı birey olarak anlatmak, onun ruh halini, psikolojisini de anlatmayı gerektirir: Bu yüzden okur sıkça, anlatıcının aradan çekilişine tanık olur ve kahramanların psikolojilerine, bizzat kendi anlatımlarından tanıklık eder. Bu da anlatıcı çoğunluğunu, dış dünyanın ve bireyin psikolojisinin birbirine girmesini tetikler. Kısacası hayatın karmaşasının gerçekliği, metnin karmaşası düzlemiyle hissettirilir.
Bunların yanı sıra, tekniğiyle de apayrıdır Tutunamayanlar. Daha önce cılız birkaç denemesi olan bilinç akışı tekniğinin, yetmiş sayfadan fazla, sırf kahramanı daha iyi anlatmak adına; belirli bir hız olmaksızın, noktalamasız içiçe geçmiş düşünceler şeklinde görmek mümkündür. İç diyalogların ve iç monologların fazlalığı, dildeki ironi ve kurmacadaki oyunlaştırma, metin içerisinde şiir, tiyatro gibi öteki metinleri kullanma yöntemi gibi, anlatmaya ayrıca bir inceleme konusu olarak devam etmek gereken daha detaylı teknikler, Tutunamayanlar’daki başkaldırının ölçülebilir aykırılıklarıdır.
*
Oğuz Atay’ın karşılaştığı en önemli eleştiriyse, onun öncelikle Batı’da gördüğü bu yöntemleri henüz yeterince özümsemeden, yalnızca kendini kullanmak zorunda hissettiği için, yapaylıkla işlediği görüşüdür ki, Tutunamayanlar’daki sabit bir merkeze bağlı kalmama anlayışı, bu eleştirinin dayanak noktasıdır. Oysaki, birbirinden kopuk izlenimi veren olay ve anlatı parçalarından beslenen bir bütün oluşturma fikri, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’daki ana malzemesidir. Bu yönüyle denilebilir ki dağınık olmak; onun bütüncül olma anlayışıdır.
*
Dikkat etmeli: Tutunamayanları edebiyatımızın kilometre taşlarından biri yapan ve postmodern yazarlar arasında Oğuz Atay’ın bir milat, Tutunamayanlar’ın da başucu kitabı olarak görülmesini sağlayan da yazarın bu aykırıkları, ‘beyaz mantolu adam’ duruşudur.

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...