23 Nisan 2024 Salı

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

 

HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM
*
''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak bir yıl sonra) Aristotales'in MÖ 322'deki ölümüyle başladığı ve Ptolemaios hanedanının son Mısır kraliçesi Kleopatra'nın MÖ 30'daki ölümüyle sona erdiği söylenir. Hellenistik çağda daha gelişmiş bir felsefi ''okul'' fikri ortaya çıkar. Platon'un Akademeia'sı ve Aristotales'in Lykeion'u bazı açılardan birer felsefe okulu sayılabilirse de, Hellenistik çağda doğal dünya, mantık, epistemoloji ve etik alanında az veya çok ayrıntılı yorumlar sunan, birbirleriyle rekabet halinde çeşitli öğretiler geliştirilir. Bu düşünce okulları kuramsal açıdan az veya çok katı bir biçim edinir, başlarında ortak bir kararla seçilen bir lider veya skholarkhes bulunur ve bu liderin ölümünden sonra onu izleyecek halefi de oldukça resmi bir prosedürle belirlenir. Bu dönemin başlıca iki okulu Stoacıların ve Epikourosçuların okullarıdır. Ancak Kynikler ile Kyreneliler gibi daha küçük okulların da var olduğu ve Platon'un Akademeia'sı ile Peripatetiklerin de varlıklarını sürdürdükleri unutulmamalıdır.'' (Sayfa: 13)
*
EPİKOUROSÇULUK, James Warren:
*
Kaynaklar ve Belgeler


Epikouros'un hayatına ve kişiliğine dair birçok ayrıntıyı, müritleri tarafından muhafaza edilmiş mektupları ve felsefi eserleri sayesinde biliyoruz. Bu eserler, Diogenes Laertios'a ait Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri gibi eserlere dahil olmaları veya MS 79'da Vezüv yanardağının patlamasıyla Herculaneum'da bulunan ve sayısız eser arasında Epikouros'un metinlerini de içeren zengin bir kütüphanenin lavların altında muhafaza edilmiş olması gibi tesadüfi nedenlerle günümüze ulaşabilmiştir. Lucretius'un muhtemelen MÖ I. yüzyılda yazdığı De rerum natura (Nesnelerin Doğası Üzerine) adlı, heksametron (altılı ölçü) veznindeki Latince şiir de Epikouros'un eserlerini Roma halkına tanıtmayı amaçlar: Lucretius'un Latin edebiyatı üzerinde kayda değer bir etkisi olduğu gibi (Vergilius'u düşünmek yeterli olacaktır) bu şiir de Epikouros'un doğa felsefesini ve Hellenistik çağda Roma'da nasıl karşılandığını anlamamız açısından önemli bir rol oynamıştır. (Sayfa: 15)
*
Dünya Görüşüne Metodolojik Bir Yaklaşım
*
Epikouros Dünya'nın ve insanların, dünyada kapladığı yerin felsefi yorumunu sunar; ona göre bu yer eksiksiz olmalı ve istikrarlı, mutlu bir hayata erişmeyi amaçlamalıdır. Epikouros'un metodolojik yaklaşımı temelde tecrübidir; Kuşkucuların duyumlarımızın gerçeklik konusunda faydalı bilgiler sunma yetisine dair şüphelerini reddeder ve tüm duyumların Dünya'nın gerçekte nasıl olduğunun en doğru tasviri olduğu konusunda ısrar eder. (Sayfa: 17)

Yasunari Kavabata, Karlar Ülkesi (Türkçesi: Nihal Yeğinobalı)

 

ÇAĞDAŞ JAPON EDEBİYATI VE YASUNARİ KAVABATA
*
''Büyük savaşlar yapan ülkelerin edebiyatı, çeşitli yönleri ve çeşitli eğilimleri bir arada barındırabiliyor. Kendine özgü bir yapı taşıyor. Japon Edebiyatı da, dediğimiz özellikleri taşıyan büyük bir edebiyat. Şimdiye kadar bize küçük hikâye çevirileri, Raşomon, Bir Maskenin İtirafları hariç, Japon romanından pek az eser çevrildi. Halbuki bu ülkenin edebiyatının sorunlarıyla, kendi edebiyatımızın sorunları arasında paralellikler bulunmaktadır. Onlar da kendi gelenekleriyle (gerek yaşamada, gerek yazılı edebiyatta) Batı'dan gelen etkiler arasında bocalamakta, bunlardan birini seçmek yerine ikisini kaynaştırmaya çabalamaktadır. Çoğu yazarları kendi geleneksel kültürleri yanında Batı kültürünü de edindiklerinden eserlerinde ikisinin de izleri görülmektedir.
26 Şubat 1936'da yapılan bir hükümet darbesi, sonradan gelişen olayların başlangıç tarihi sayılabilir. Darbeyle, içte ortaya çıkan krizler etkilerini, çok geçmeden dışarda da göstermeye başladılar. 22 tane genç askerin yaptığı bu d*rbe dikt*törlüğe kaymıştı. Yöneticilerin ilk işi, düşünce özgürlüğünü kısıtlamak oldu. Baskı, birçok örgütlerde ve kişilerde tepkiler doğurdu. Bu ortam içindeki edebiyat eserlerinin amacını tek kelimeyle özetlemek istersek ''insancılık'' (hümanizm) terimini kullanabiliriz. Aynı ortamda yazılanlarda dikkati çeken akımların başında nihilizm gelmekteydi, nihilizm, içinde gizli bir çöküşü saklıyordu.
1933-37 yılları arasını kapsayan dönemdeki eserlerin çoğu ideolojikti, ama bunun yanı sıra cinsel temalara da yer veriliyordu. Rintaso Takeda gibi Saihaku anlayışında erotik hikâyeler yazanlara da rastlanıyordu.'' (Sayfa: 5)
*
Derleyen: Doğan Hızlan

5 Şubat 2024 Pazartesi

İsmet Zeki Eyuboğlu - Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü

 
İKİNCİ BASIMIN ÖNSÖZÜ:
*
''..ülkemizde dilimize karşı ne denli yaygın bir ilginin bulunduğu anlaşıldı. İlk çalışmaya karşı, ilginin yanında, büyük bir tepkinin de yeralması pek şaşırtıcı olmadı. Yaşamı süresince başkalarının çalışmalarını derleyip toplamakla, başkalarının emeklerini sömürmekle bilgin geçinen kimi dilcilerimizin olumsuz s*ldırılarından ürkmedik, uyguladığımız özel araştırma yöntemimizi sürdürdük. Başkalarının çalışmalarından yararlanmakla birlikte onlara bağlı kalmadık, kendi kişisel düşüncelerimize dayalı yorumlarımızı sergilemekle yetindik. Dil gibi çok karmaşık bir sorunlar alanında belli yetkelere bağlanmak, boyuna başkalarının izinden giderek kişisel görüş bildirmekten kaçınmak verimli bir tutum değildir. Türk dilinin kökenlerini araştırmanın birinci koşulu sağlıklı bir dil felsefesi bilgisi edinmek, bu felsefenin ışığında yürümeyi bilmek, araştırılan sorunlara bu felsefenin yöntemiyle yaklaşmaktır.
Dil alanında sağlam bir felsefe bilgisi olmayan kimsenin araştırmaları ne denli kapsamlı, verimli olursa olsun doyurucu içerikten yoksun kalır. Bir topluluğun dilinde, o topluluğun yaşama anlayışını, yaşama biçimini, olaylara, doğaya bakışını yansıtmayan sözcüklerin hepsi yabancı kökenlidir, bunda kimsenin kuşkusu olmasın. Kavramlarını üretirken somuttan soyuta yönelmeyi başaramayan bir toplumun dilinde, soyut varlıkları içeren sözcüklerin bulunması bir olasılıktan öteye geçemez. Bir sözcük kavrama dönüşürken, onu konuşan topluluğun düşünce alanında sağlıklı bir yer edinmesi gerekir. Bir toplumun düşünce ortamında bulunmayan şeyin kavramı da yoktur. Kavramlar düşünsel içeriklerin taşıyıcısıdır. Türk dili, tarihi boyunca hep yabancı uzmanların ilgisini çekmiş, onların verimli bir çalışma alanı durumuna gelmiştir. Dahası, Osmanlı döneminde Türk diline ''Türk dili bile denmemiş, yakıştırma bir ''Osmanlı'' sözcüğüyle yetinilmiştir. Yüzyıldan bu yana Türk diliyle ilgili çalışmaları sürdüren Türk kökenli uzmanların çoğu da Türkiye dışından gelmiştir. Bu kişilerin ''Türk Dili'nden anladıkları da çokluk Orta Asya Türkçesidir. Orta Asya Türk'ü somutu düşünen, soyuttan kaçınan bir varlıktır. Bu, onun, tanrılarını bile ''yer tanrı'', ''gök tanrı'', ''su tanrı'' diye adlandırmasında görülen nesnelleştirmeden anlaşılabilir. Asya Türkünün düşünsel evreninde soyut bir tanrı yoktur demek. İşte bu çıplak gerçeği kavrayabilmek için felsefe öğreniminden geçmek gerekir. Bu nedenle dilcinin bilge olması kaçınılmazdır, dilin gerçeğini ancak, bilge dilci kavrayabilir kanısındayız.'' (..) ''Türk dilinin kökenbilim sözlüğünün eksiksiz olarak ortaya konması, önceleyin Türk düşüncesinin kaynağını, gelişim aşamalarını, içeriğini bilmeyi gerektirir. Türk insanı hangi koşullar altında doğaya yönelmiş, hangi ilkelere göre yaşamını biçimlendirmiş, hangi kurallara dayanarak çevresini kuşatan nesnel varlıkları adlandırmıştır.? Bu soruların yanıtını, felsefe ışığından yararlanamayan bir bilginin, bir uzmanın bulması olanaksızdır. (..) ''Bir sözcüğün yapısına ses düzenine bakarak Türkçe olup olmadığını söylemek kolaydır, güç olan sözcüğün kavrama dönüşürken oluşan içeriğini açıklamaktır. Yabancı bilgin, sözcüğün dış görünüşüne bakarak yargısını verirken, kavramsal içeriğin özelliğini gözden kaçırıyor, daha açığı düşünemiyor.'' (Sayfa: V-VI)
*
''Bir dilci birçok başka dil bilebilir, bu durum kendi dilinin anlamsal içeriğini kavramaya yetmez, o dilde düşünmek, o dilde düşünsel bir ortam oluşturmak temel koşuldur. Bir dilde konuşup yazmak o dili bilmek değildir, önemli olan o dille düşünmek, üretmek, düşünsel bir alan yaratmaktır. (..) Dilin yüzeysel özelliklerine bakarak kökenine inmeye çalışmak yanıltıcıdır, saptırıcıdır. Kökte bulunmayan anlamı, sözcükte aramak da dil bilincinden yoksunluk demektir.'' (Sayfa: VIII)


BİRİNCİ BASIMIN ÖNSÖZÜ:
*
Türk dilinin oluşma çağını, gelişme aşamalarını kesin olarak açıklamak, bundan bilimsel sonuçlar çıkarmak kolay değildir. Bu güçlük, önce ''Türk'' sözcüğünün yeni olmasından, ilk kez 8. yüzyılda Orkun Yazıtları'nda görülmesinden, sonra bu adı alan ulusun tarihi boyunca belli bir yerde değil de çok dağınık ülkelerde, birbirinden uzak bölgelerde yaşamasından kaynaklanır. Kimi tarihçilere göre Türk topluluğu, Orta Asya'da İÖ. 3000 dolaylarında vardı, düzenli bir yaşama biçimi, uyumlu bir topluluk içinde varlığını sürdürüyordu. Ancak, böylesine eskilere giden görüşlere karşın, elimizde bulunan yazılı kaynaklar, yazıyla saptanan belgeler ''Türk'' sözcüğünü 8. yüzyıldan öteye götüremiyor pek. Türk adıyla anılan topluluğun Orta Asya çıkışlı olduğu savı benimsendiğine, Orta Asya'da da çok eski çağlarda insanların yaşadıkları, kazıbilim verilerinden, insanbilim (antropoloji) buluntularından anlaşıldığına göre epey eski olması gerekir. Yine de, bugün bu eksikliğe dayanılarak, Türk dilinin beşbin yıllık bir geçmişi olduğu kanıtlar-belgeler gösterilerek saptanamaz. Dil bakımından saptanması da gerekli değildir. Bir insan topluluğu yaşadığına göre dilinin bulunması da gereklidir, dilsiz bir topluluk düşünme olanağı yoktur. Bu durum yalnızca Türk dili konusunda geçerli değildir, çağımızda yaşayan ulusların çoğunda böyledir. Bugün kimse çıkıp beşbin yıl eskiye giden bir Latincenin, bir Grekçenin varlığından sözedemez, elde böyle bir savı güçlendirecek belge yoktur (yazılı olarak). Buna yazının yeniliği engeldir. Dilin ayakta durmasını, yaşamasını, yayılmasını sağlayan yazıdır. Yazının kullanılmadığı yerde dilin çok dar sınırlar içinde kaldığı, geçerliliğini uzun boylu sürdüremediği açıktır. Bugün Sümer, Akad, Kopt, Çin, Hind, Hitit bg. eski toplulukların dillerinden sözedilebiliyorsa yazıya dayanıldığı tartışma götürmez. Yazıya dayanmadan günümüze kalan bir ilkçağ dili yoktur. Bir deneme olmaktan öteye geçemeyen bu çalışmamızda tek dayanağımız yazılı belgelerdir. Yazıyla saptanmayan, belgelenmeyen görüşlere yer vermedik, vermeyi de gereksiz bulduk. Dil insanla, insan dille vardır, ancak dili yaşatan, geçmişten geleceğe taşıyan yazıdır.
*
Türk dili üzerine çalışan bilginlerin ortaya attıkları değişik görüşlere göre, Türk dilinin kaynağı Orta Asya'dır, Türk insanı oradan çıkmış, dört yana yayılmıştır. Bu yayılma, daha çok, doğudan batıya doğru gerçekleşmiştir. Bilginler bu tarih olayına dayanarak, Türkçenin çok değişik öbekler oluşturduğunu, bunun da sonradan yerleşilen yerlerle bağlantılı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Bugün, elimizde bulunan yayınlara göre, kırkın üstünde Türk dili öbeği vardır. Büyüklü küçüklü birimler oluşturan bu öbeklerin kimi ayrı bir dil niteliğine bürünmüş gibidir (Çavuş, Yakut, Kırgız bg.). Bu değişik öbekleri anlamak, açıklamak yalnızca konuyla ilgilenen uzmanların işidir artık. Günümüzde Asya Türkçesi, Anadolu Türkçesi (bütün komşu ağızlarla bütünlük içinde) diyebileceğimiz iki büyük öbek vardır. Buna daha geniş anlamda, Doğu Türkçesi-Batı Türkçesi diyenler de vardır. Biz, burada, bu öbekler üzerinde durmadık, o ayrı bir araştırma alanıdır. Bizi ilgilendiren, daha çok, ''Türk dili''nden anladığımızdır. Çalışmamızda eski Türkçe (es. tr.) diye nitelediğimiz Orta Asya Türkçesidir, onun gelişim çizgisinde yürüyen Asya öbekleridir.
*
Çalışmamızda, kendimize göre, bir yöntem uygulayarak, iki ilke benimsedik. A- doğal varlıkların çıkardığı seslerden kurulu sözcükler (Türkçe sözcükler). B- baaşka dillerden Türkçeye geçerek değişen ya da olduğu gibi kalan sözcükler (yabancı kaynaklı sözcükler). Birinci bölüme girenler kışkırtmak, böğürmek, uğuldamak, çağlamak, çınlamak bg. sözcüklerdir. Bu tür sözcüklerin açıklanışında, başka bir görüşü benimseyenlerin izini sürmediğimiz gibi kaynak arama gereğini de duymadık. İkinci bölüme girenler ise nereden geldiği çok açıkça bilinen sözcüklerdir. Sözgelişi mendil, kalem, defter, destek, fener, lamba, günlük, kâse, çekiç bg. Bunlar için de kaynak arama gereğini duymadık. Bugün kimse çıkıp kalas, damacana, kandil, iskemle, iskelet gibi sözcüklerin açıklanışında araştırıcıyı kaynak gösterme gereğinde bırakmaz. Araştırıcı bu sözcüklerin geldiği dilleri biliyorsa, başkalarının tanıklığına başvurması işi uzatmaktan öte bir anlam taşımaz. Farsa bilen bir kimse duvar, dost, düşman, ney, şamdan sözcüklerinin Türkçeye nereden geldiğini anlamakta güçlük çekmez. Ancak, bu sözcüklerin kaynağını araştırma gereği duyulursa, o da Farsçanın kökenini konu edinenin işidir. (Sayfa: XI-XII)
*
''8. yüzyıldan beri islamlaşmaya başlayan Türk toplumu, özellikle İran, Anadolu bölgelerinde ski dilini atarak Arap, Fars dillerinden sözcükler almayı hızlandırmıştır. Selçuklu döneminde Farsça, Osmanlı döneminde Arapça Türk diline yeğlenerek başat duruma getirilmiş, kimi padişahların da aralarında bulunduğu yazarlar-ozanlar Türk dilini beğenmemek şöyle dursun kötülemekten bile geri kalmamışlardır. Sözgelişi İkinci Bayezid bir şiirinde:
*
Değme etrak ne bilsün gam-ı aşkı Adli
Sırr-ı aşk anlamağa haylice idrâk gerek
*
diyerek Türkleri (etrak) yermekten kaçınmamıştır. Atayi de:
*
Ser-efraz itmese ilmin tâcı
Türk'ün asılmak olur mi'raci
*
diyerek Türk'ü küçümsemiştir. Sûzî Çelebi ise:
*
Bıçağ irdi sünüge Türk elinden
Koyunun sorma halin gürk elinden
*
dizeleriyle düşüncesini açıklamıştır. Öte yandan Sünbülzade Vehbi:
*
Fârisiden Arabiden iki şehbâl gerek
Tâ ki pervâz-i bülend eyleye anka-yi sühan
*
diyerek şiirde derin anlam bulmanın ancak Arapça-Farsça ile olabileceği düşüncesini sergilemiştir. Hoca Sadeddin Efendi de bu görüşü benimsemiştir:
*
Bâşına tâc aldı çıkdı ol pelid
İtdi bî-idrak Etrakı mürid
*
dizeleriyle Türk'ün anlayışsız, görüşsüz olduğunu vurgulamıştır. Bu örnekleri istediğimiz gibi çoğaltabiliriz. Oysa bu olumsuz tutumun ne denli tutarsız bir sonuç doğuracağını önceden gören Âşık Paşa:
*
Türk diline kimsene bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
İnce yolı ol ulu menzilleri
*
dizeleriyle sergilemekten kendini alamamıştı. 16. yüzyılın başlarında yaşayan Mesihi bu durumu görerek:
*
Mesihi gökden insan sana yer yok
Yüri var gel Arab'dan ya Acem'den
*
dizeleriyle kanısını açıklamıştır. Türk'ün, Türk dilinin böyle küçümsenmesi, yerilmesi, üzerinde durulmaya değer bir konudur. Bunda İslam dinine girmenin yarattığı eğilim açıklığa kavuşmuştur. Nitekim birçok Türk ozanının Arap kökenli olmakla övündüğünü biliyoruz. Ozanlar, Türkçe yazmanın, şiir düzmenin güçlüğünü, anlamsızlığını söyleyerek Arap-Acem dillerine yönelmekte yarar görmüşlerdir, bunu açıklamakta da bir sakınca olmadığını ileri sürmüşlerdir. Anadolu Türkçesinde, özellikle 13. yüzyılda, Türk diline karşı çıkılmış, Mevlânâ neredeyse yüzaltmışbini aşkın dizesinde hep Farsçayı yeğlemiştir. Onun şiirlerinde geçen Türkçe dizeler bir iki dörtlükten öteye geçmez. Bu durumu gören Karamanoğlu Mehmed Beğ işe elkoyup bütün yönetim kurumlarında Türkçe konuşulmasını, yazılmasını bir buyrultu ile yasallaştırmıştır..'' (Sayfa: XVII-XVIII)


''..üzerinde durulması gereken konu Türk dilinin yapısıdır. Araştırıcılar, Türk dilinin Ural-Altay dilleri öbeğinden olduğunu öne sürerler. Bu dil öbeğinin başlıca özelliği, sözcük köklerinin çekimle değişmemesi, bütün çekimlerin köke getirilen eklerle sürdürülmesidir. Oysa Hint-Avrupa dillerinde sözcük kökleri çekimle değişir, başka bir biçime girer. Durum Arapçanın içinde bulunduğu dillerde de öyledir. Arapçayı iyi bilmeyen bir kimse ''istiklâl'' kavramının ''kılle''den türediğini anlayamaz. Latince'nin yapısına yabancı bir kişi''ratio'' sözcüğünün ''reor''dan oluştuğunu göremez. Grekçe'nin özünü öğrenemeyen bir uzman da ''logos'' kavramının ''lego'' ile bağlantısını bulamaz. Acemce konusunda yeterli dil bilgisi olmayan bir aydın ''kâr''ın ''kerden''den türediğini anlayamaz. Alman dilinin gelişim aşamalarını öğrenmeyen bir düşünürün ''Staat'' (devlet) sözcüğünün ''stehen'' (ayakta durmak) eyleminden kaynaklandığını bilmesi olanaksızdır. İşte Hint-Avrupa dillerinin başlıca özelliği budur. Kavramları oluşturan sözcük türleri, ilk bakışta anlaşılamayacak biçimde değişir.
Türk dilinde yukarıda açıklanan özellikler yoktur, sözcük köklerinin kavranamayacak nitelikte başkalaşması söz konusu değildir. Sözgelişi ''bil'' kökünden türeyen bütün sözcüklerde bu kök olduğu gibi kalır, türetme işlemi yalnızca birbirini izleyen eklerle sağlanır. Eylemin çekiminde kök özelliğini, yapısını korur.'' (Sayfa: XVIII-XIX)
*
''Dilin korunması, onunla yaratıcı olmayı, ürün vermeyi, geliştirici bir atılımla ilerlemeyi gerektirir. Eski alışkanlıkların etkisinde kalarak dilde üretici olmayı engellemek, dili savunmak değildir. Dili savunmak, dilin yapısı gereği yapılacak olanı bilmektir. (Bk. Eugene A. Nıda, Dilbilim Üzerine Tartışmalar, çev. Özkan Başkan, İstanbul 1973)'' (Sayfa: XXIII)
*
''..Osmanlı aydını Türkçe sözcüğü atıp yerine Arap-Acem kökenli bir sözcük alırken onun da yapısını değiştirmekte sakınca görmemiştir. Sözgelişi ''etrâk'' sözcüğü ''Türk''ün arapçalaştırılmış biçimiyle ''Türkler'' demektir. Osmanlı Türkler demeye yanaşmıyor, arapçalaşan etrak'ı kullanıyor, sonra dönüyor yine sözcükle ''etrâk-ı bî idrâk'' (anlayışsız Türkler) demekte sakınca görmüyor. Bu tür olaylar, dilde karşıt doğrultuda bir gelişmeye yol açıyor. Bu yol bırakılmıyor, Tanzimat aydını, Osmanlı aydınının izlediği dil yolunda yine Türkçeye aykırı bir yürüyüşe geçiyor. Fransızcadan sayısız sözcük aktarıyor, bu sözcüklerle ''gazel'' yazanlar bile çıkıyor.'' (Sayfa: XXIV)
*
''..çok iyi bilinen birtakım kaynakları ileri sürerek, onları bizim bilmediğimiz kanısını uyandırmak düşüncesiyle boy göstermeye kalkacaklara da sözümüz var: O kaynakların, daha kesin, daha doğru, daha güvenilir olduğunu hangi bilimsel yetkenize dayanarak söylüyorsunuz.? Dahası var; Türk ulusunun en az beş bin yıllık bir geçmişi olduğunu söyleyenlerin, böyle eski bir topluluğu altıyüz yıllık Arap-Acem kırması Osmanlıcayla konuşturmadaki amaçları nedir.?'' (Sayfa: XXIV-XXV)



''Bir ulus, bir kişi, hangi dille konuşuyorsa, hangi dille yazıyorsa ondandır. Dil, kişinin ne olduğunu, hangi kaynağa bağlanması, hangi topluluktan sayılması gerektiğini bildiren en saygın, en sağlıklı kanıttır. Kişi konuşup yazdığı dilin dışında değil, içindedir, yeter ki onu görecek göz, kavrayabilecek anlayış yeteneği ola. Anadolu toprağı üzerinde ortaya konan, doğan, gelişen uygarlık ürünlerinin, Antalya'daki Karain Mağarası'ndan çıkan buluntuları da sayarsak, yirmibin yıllık bir geçmişi vardır. Bu geçmişte birçok topluluk yaşamış, kendilerine göre birer dille konuşmuş, hepsi de Anadolu uygarlığının bütününü oluşturmuştur. Anadolu uygarlığı, en eski geçmişinden günümüze değin gelen, bir bütündür. Bu bütünde, Anadolu'da yaşamış bütün insanların katkıları emekleri vardır. Onlardan işine geleni almak, gelmeyeni atmak, yirmibin yılı aşkın Anadolu uygarlığının evcilleştiremediği yaratıkların işidir. Dilin ayrı olması uygarlık alanında (birlikte yaşanan topraklar üzerinde) birbirine yabancılaşmayı gerektirmez. Uygarlık yalnızca konuşulan dilin birliğinden değil, ortaya konan ürünler üzerindeki, emek ortaklığından beslenir. Yöresel bir dil, onu konuşanlarda toplumsal anlaşmayı sağlar, oysa ortak yaratma eylemine katılarak emeğinin ürünlerini ortaya koyan diller, uygarlık alanında bütünleşme olanağı yaratır. Bu nedenle Anadolu uygarlığı, bu eski tarih sürecinde belli bir dilin değil, dillerin ürünüdür. Uygarlık alanında dil ayrılığı, yaratı ürünlerinde türlülüğü sağlar, bu ürünler de hangi toprak üzerinde ortaya konmuşsa onun damgasını taşır. Buna karşın, dil ayrılığı bencil, bütünlüğün özüne aykırı, başat bir nitelik taşıma eğilimi gösterirse, uygarlıktan beklenen sonuç alınmamış demektir. Yeryüzünde tek dille ortaya konmuş, tek dille beslenip yaratıcı olmuş bir uygarlık yoktur. Anadolu uygarlığının bütünlüğü, görkemliliği; onun toprağından beslenenlerin yaratmalarındaki türlülükten doğan birlikteliktir.'' (Sayfa: XXV)
*
''Bu çalışmada beni Pazartesi Toplantılarında karşılaştıkça gönendiren, özendiren Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyuboğlu, Şadi Çalık, Azra Erhat gibi canların adlarını saygıyla anar, ilk çalışmalarımı çıkardığı Yeni Ufuklar dergisinde yayımlayan Vedat Günyol'a, basımı üstlenerek ağır bir yük altına giren Enver Aytekin'e yürekten sevgilerimi sunarım..''
*
İsmet Zeki Eyuboğlu (Sayfa: XXVI)


ACI
*
es. tr. açığ (tatlı olmayan) dan acı. Ac/aç kökü Türk dilinde, iki nesnenin birbirinden uzaklaşması, arada bir boşluğun oluşması eylemini içeren bir köktür. Birbirinden ayrılan, kopan, uzaklaşan iki nesnenin, insanla ilişkili durumda, yarattığı etki acı'dır. Acı/açığ sözcükleri açılmak eyleminden doğan tepkiyi, ezikliği, üzüntü uyandıran etkiyi dile getirir. (Bk. Acımak, acıkmak, acınmak, acıtmak).. Gr. axos, sanskr. amlâk, fr. amer, lat. amarus, itl. amare, isp. amargo, alm. bitter.. fars. telh, ar. mürr.. (Sayfa: 6)
*
AÇIKSAMAK:
*
''Acı (bk.) sözcüğü Asya Türkçesinde açığ/açıg/ açık biçiminde de söylenir; bu durum g/ğ/k sesleri arasında olagelen dönüşümden kaynaklanıyor. Anadolu Türkçesinde acı denen nesneye Asya Türkçesinde açığ/açıg/açık deniyor (Kâş, Uyg. Söz)
Açığ(k) sözcüğüne getirilen sa-mak ekleriyle ekşiye istek duymak eğilimi açıklığa kavuşuyor. Bu sa/se ortaekleri Türk dilinin anlam genişleme olayını yaratan başlıca etkendir.'' (Sayfa: 7)
*
AÇMA
*
tr. açmak (bk.) aç-a/açma (çalılık, işlenmemiş yerin kazılarak, ayıklanarak tarla durumuna getirilmesi, tarla.)
Anadolu'nun kırsal kesimlerinde kıraç, verimsiz çalılıklar kazılarak tarlaya dönüştürülür; Bu tür tarlaya da açma denir. 1950'den sonra, seçimlerde oy toplama amacıyla, ormanların ortadan kaldırılarak tarlaya dönüştürülmesi hızla yaygınlaştı, bu nedenle açma denen ekilir toprak türü çoğaldı.'' ''Ahmed'in tarlası açmadır, eskiden ormandı, kütük (tapu) öyle diyor''..
Açma, evlerde oklava ile açılan hamur, bu hamurdan yapılan tatlı. (Sayfa: 8 )
*
ADAM
*
sanskr. Adamas (insan)dan adam. Önce Arap-Fars dillerine, daha sonra İslam dininin etkisiyle, Türkçeye geçtiği düşünülürse de başka bir yorum daha vardır. Özellikle Arapçaya İbrani dilinden geçtiğini benimsemek daha doğrudur. İbrani dilinde Adam sözü İslam dininde geçen yalvaç Adem'in karşılığıdır. Sanskritçe-İbranca benzerliği bu sözün eş-köklü olduğunu göstermeye yeter. İbrani inançlarına göre Adam (Adem) ilk yaratılmış insan anlamındadır, Âdem Peygamberin adıdır. Türkçeye Arap-Acem dillerinden geçmiştir. Adem (adam) erkektir, dişinin karşılığı değildir. Bundan dolayı adam denince yalnız erkek anlaşılır. Adam (adem) sözü bütün Batı dillerinde Adam biçiminde, bir peygamber adı olarak geçer. Türkçede anlamı epey değişiktir. Biri bilinen yalvaç, ötekiler ise, erkek, insan, kişi, olgun, yetişkin bg. değişik anlamları içerir. Bundan ''adam olmak'' türünden deyimler de türemiş. Bu deyimlerin peygamber Adem adıyla ilgisi yoktur. (Sayfa: 9)
*
AHTAPOT
*
gr, okhtapodi (sekiz ayaklı)-den ahtapot. Gr. okhta (sekiz), podi (ayak), okhtapodi.
Alm. Polyp, fr. polyp, isp. polipo, fars. heştpâ (sekiz ayaklı.. (Sayfa: 15)
*
ALLAH
*
ibr. eloah (tanrı) dan el-ilah/Allah.
Mezopotamya dillerinde tanrı anlamına gelen sözcüklerin çoğu il, ul ile başlar. Arap dilinde, daha önce Allah kavramını oluşturacak bir sözcük yoktu. Ar. ilah (tanrı) sözcüğü de ibr. dilindendir.
Ak. ilu (tanrı), Babil dilinde il, el (tanrı), ak. eli, elitu (en yüce, en yüksekte olan), Tevrat'ta adı geçen, sonra Arapça söyleyişle islam uluslarınca benimsenen dört kutsal varlığın: Azra-il, Cebra-il, İsraf-il, Mika-il, adlarının sonunda görülen il sözcüğü tanrı demektir.
Alm. Got, lat. deus, gr. theos, ing. god, isp. dios, itl. dio, fr. dieu, fars. hudâ, sanskr. devâh, süm. dıngıt (tr. tanrı sözcüğünün kökeni, bk. Tanrı), tr. tanrı.. (Sayfa: 26)
*
ALMAK:
*
''Al-el sözcükleri arasında sesi değiştiren, ikisini birbirinden ayrıymış gibi gösteren a/e bağlaşımıdır. Tr. de bu iki ses sürekli olarak dönüşür, ağız ayrılıklarına göre biçimlenir. Tengri-tingri-tingiri-tengiri-tanğrı-tanrı dizininde dönüşme e'den a'ya doğru.'' (Sayfa: 26)
*
''Türk dilinde, ağızların birbirinden çok uzak kalmaları yüzünden, ses değişmelerini kesinlikle belirleme olanağı yoktur, buna bir de Türklerin tarihleri boyunca başka ulusların yazılarını kullanmaları eklenirse durumun karışıklığı daha kolay anlaşılır.'' (Sayfa: 27)
*
AMASYA


es. an. Ameseia (bir kişi adın)dan Amasia/Amasya (ama- kökü eski Anadolu dillerinden olup geniş, genişlik, sevgi bildirir. Sümerce ama köküyle bağlantılıdır).
Amasya'nın hangi yılda kurulduğu kesinlikle bilinmiyorsa da çevresinde yapılan kazılardan çıkan buluntular bu yörenin İÖ 3000 yıllarına giden bir yerleşme yeri olduğunu göstermektedir. Septimus Severus'la ilgili bir paranın üzerinde ''Ermes ktıcac then polin/ilin kurucusu Hermes'' yazısından anlaşıldığına göre, il, tanrı Hermes adına kurulmuştur. (Sayfa: 29)
*
AND:


moğ. anda (kan kardeşi, amca, dayı) dan and.
Ar. yemin, fars. sevgend, lat. jurandum, alm. schwören, fr. serment.
Bu sözcükler, ayrıca, and içmek anlamını da içerir.
Andiçmek, Moğol töresi gereğidir. Moğol töresine göre, iki ayrı boydan olan kimse, birer damla kanını bir kaba damlatır, şerbetle karıştırır, karşılıklı içerler. Bu durumda ikisi de kankardeşi olur, buna andiçmek denir. Bu olay, bugün Anadolu'nun kimi yörelerinde uygulanır, bunu yapanlara 'kardaşlık' (bir anadan süt emmiş iki ayrı kişide olan durum gibi), kankardeşi denir.
*
Başunda kara başluk
Gel olalum kardaşluk
Tükendisa haşluğun
Vereyim sana haşluk
*
-Kar.- (Sayfa: 31)
*
ANKARA


gr. ankyra (çapa)dan Ankara.
Bu ilin kurucusu olarak Kral Midas gösterilir. (Sayfa: 32)
*
ANTAKYA


Antiokhos adından Antiokheia (Antiokhos ili) dan Antakya, Antakya ili, İÖ. 307 dolaylarında, İskender'in ölümünden sonra bu yöreye egemen olan bir komutanın buyruğu üzerine, şimdiki yerinden birkaç kilometre uzakta kurulmuştur.. (Sayfa: 33)
*
ANTALYA


Anadolu dillerinden, Bergama kralı II. Attalos (İ.Ö. 2. yüzyıl) adından. İli kuranın adına oranla Attaleia (Attalos ili), sonra halk ağzında Antalya biçimine girdi. İlin tarihi boyunca, Attos, Ataleia, Atalia, ar. da Antaliye, Türklerin eline geçtikten sonra Adalya bg. adı değişik biçimlerde söylenip yazılmıştır. (Sayfa: 33-34)
*
ARAB, ARAP
*
ak. aribu (göçebe, konar-göçer)den arebu/arab.
Araplar, başlangıçta, yerleşik düzende yaşamayı bilmez, çölde konar-göçer topluluklar oluşturarak barınırlardı. İslam dininin yayılışından sonra, kimi Arap toplulukları illerde, yerleşik düzende yaşamaya koyuldular. İlde yaşayanlara medenî (İbr. il anlamına gelen madina'dan medine) dendi, Medine adından dolayı, çölde yaşayanlara da badiye (çöl)den dolayı bedevî adı verildi.
Ak. aribu sözcüğünün tr. karşılığı yörük (dolaşan, yürüyen, konup göçen).. (Sayfa: 35)
*
ARUZ


şiir ölçüsü, acemi deve, yöre, Mekke-Medine yöreleri, bulut, dar yol, at (Ter. Kam.).
*
Aruz denen şiir ölçüsünü, İmam Halil adlı birisinin, deve yürüyüşündeki uyumu örnek alarak, düzenlediği kanısı yaygındır. Oysa bu kanı doğru değildir. Aruzun islamlıktan çok önce çölde yaşayan konar-göçer Arap ozanlarınca kullanıldığı biliniyor. Bu nedenle İmam Halil gibi kimsece bulunması olanağı yoktur. Aruz kavramının içerdiği şiir ölçüsü, İ.Ö. 1250'de yazıya geçirilip bir örneği elimizde bulunan Gilgameş Destanı'nda uygulanmıştır. Bu ölçüyü uygulayan ozanın adı da Sin Likke Unnini'dir. Adı geçen yapıtın ölçüsü ''recez bahri''den, aruzun bölümlerinden biridir. (Gilg. Des. S. 7, 1944, Landsberger). Ayrıca (TDD, sayı 310, ÖAA.).. (Sayfa: 41)
*
ASILMAK:
*
''Il-mak ekleriyle: basmak'tan bas-ıl-mak/basılmak, kırmak'tan kır-ıl-mak/kırılmak, sarmak'tan sar-ıl-mak/sarılmak.. Eylemin özneye yönlenmesinde ''ıl'' ortaekinin etkinliği. Eylemi yöneten öznede kendi kendine dönüş var, ancak neden öznenin dışındadır. Kişi kırılır'ken kırılma nedeni dışta kalıyor.'' (Sayfa: 42)
*
AŞIK II:


''tr. aşuk (aşmak'tan)tan aşık. Türk dilinde, genellikle, aşık kemiği biçiminde söylenir. Topuğun dışa taşan, kabarık kemiğine verilen ad. Bu adı almasının nedeni, kemiğin dışa doğru çıkık, aşkın olmasıdır.'' (Sayfa: 44)

ATEŞ:


fars. âteş (parlaklık, aydınlık. Doğrusu âtış'tır) ten ateş.
Anadolu Türkçesine, eski Zerdüşt inançlarının etkisiyle, ateşin kutsal sayılması, onunla ilgili adak yerlerinin, ocakların yapılması sonucu geçti. Eski Türklerde de od/ot (ateş) kutsaldı. Bugün Anadolu'da da ateş, ocak, kutsal sayılır, saygı görür.'' (Sayfa: 48)
*
AYESER
*
yun, Aya Sergios (Ermiş Sergios) adından Ayeser (Trabzon yöresinde Ağustos ayında düzenlenen bir dernek). Çalgılı-eğlenceli, içkili olarak düzenlenen bu dernek yörede yaşayan Hıristiyan azınlıklardan kalmıştır, günümüzde de eskisi gibi sürdürülür, ancak yörede Hıristiyan kalmadığından yalnız Müslümanlarca kutlanır. (Sayfa: 55)

AYIRAN


tr. ayırmak (bk.) tan ay-ı-ran/ayıran (özellikle fizikte ışınların yalın öğelerine ayrılmasını sağlayan araç.) Bu sözcük yoğurtla yağın birbirinden ayrılması sonucu oluşan ayran (bk.) dediğimiz sözcükle özdeştir. Biricik ayrım ayran'ın içecek nesne olmasındadır. Nitekim ayran sözcüğünün doğrusu da ayıran'dır, 'ı' sesi düşmüştür.
Ayırıcı, ayırım, ayırma (hepsi de ayırmak'tan).. (Sayfa: 56-57)
*
AYNEN
*
ar, ayn (göz, kaynak, tıpkı)dan ayn-en/aynen olduğu gibi, gözle görüldüğü gibi, kaynakta olduğu gibi).
Ar.da en, an ekleri özdeşlik, ilgi, görelik bildirir (sözgelişi: şifahen/sözlü olarak, tahriren/yazılı olarak, ahiren/sonradan, gıyaben/arkasından, o yokken).. (Sayfa: 57)

BAKLAVA


ar. bakl/bakla (bk.) dan bakla-vi/baklavi/baklava (kök anlamı: bakla biçiminde kesilip pişirilen Anlam genişlemesiyle bilinen hamur tatlısı.).
Türkçede baklağı, baklağı, baklavı gibi söylenişlerine aldanılarak tr. sanılmıştır, oysa Türk dilinde bakl/bakla sözcükleri yemeklik yeşil bitki anlamına gelen ar. bakl'dan alınmıştır.
Baklavacı, baklavacılık, baklavalık.. (Sayfa: 68)
*
BANKINOT/BANKANOT
*
ing. bank-note (banka belgesi, bankanın verdiği geçerli belge) tan bankınot/bankanot (Anadolu Türkçesinde kâğıt para karşılığı söylenir). (Sayfa: 72)
*
BANYO
*
itl. bagno (yıkanma) dan, banyo. Okunuş biçimi değişmedi. Fr. bain yıkanma, baigner (yıkanmak), alm. Bad (en), tr. yunma, yıkanma, çımma. (Sayfa: 72)
*
BARAK
*
tr. bar (büyük, iri) dan bar-a-k/barak (anlam genişlemesiyle: çok tüylü, büyük tüylü köpek.).
Anadolu Türkçesinde barak/tüylü, kıllı, çuha, kebe. Tüylü av köpeği, ağaçlara dolanan büyük asma (TS).
Barak/bağlarda yaşayan bir bitki asalağı, böcek, tırtıl. Çiçek bozuğu, çopur. Katışık (SDD).
Barak Baba (öl. 1308) Anadolu'da yaşamış, şaşırtıcı giyimi, davranışlarıyla ilgi toplayan bir eren. Bu adı alması, çok köpek beslemesinden olsa gerek (saçını, sakalını, bıyığını, kaşlarını kazıdığından ''tüylü'' anlamına gelemez).. (Sayfa: 73)

BARTIN


gr. bartanos (kızoğlan kız) tan Bartın.
İlkçağda, Bartın ilçesinin kurulduğu yerde, tanrıça Diana'ya adanmış bir tapınak vardı. Tanrıçanın niteliklerinden biri olan ''kız'' sözcüğünün gr. karşılığı olan bartenos'tan dolayı, ilçeye, sonraları Bartın dendi. (Sayfa: 74)

BEKTAŞILIK


tr. bektaş (bk.) tan bektaş-ı-lık/bektaşılık (bektaş sözcüğüne getirilen ''î'' sesi ar. fars. kökenlidir: bektaş-î/bektaşî/Hacı Bektaş Veli'nin yolunda giden, onunla ilgili olan demektir.)
Bu sözcüğün doğrusu Bektaşlık'tır. (Sayfa: 83)

BODRUM


gr. upodrome (temel, alt geçit) bodrum (evin altı, alttaki kat, evin temelindeki kat).
Anadolu Türkçesinde, Anadolu'da konuşulan rum. dan halk ağzıyla geçti.
Hipodromos (sığınan, liman), hüpo (hipo) alt, upodrome (konuşurken 'h' sesi eklenerek, hupodrome/hipodrome), 'u' (i okunur) sesinin düşmesiyle (u)-podrome-podrom-podrum/bodrum.. (SYB).
Alm. Keller, fr. sous-sol, cave, isp. subsuelo, ing. subterranean cave, fars. zîhr-i zemin, ar. taht-al-ard.. (Sayfa: 94)

BORAN


moğ, boran (fırtına, GD) dan boran (birden boşalan yağmur, fırtına). Dilimizde erkek adı olarak da söylenir. (Deli Boran adıyla anılan bir halk ozanı vardır). Boran (sis, karışıklık, yaban güvercini, sebze fideleri yetiştirme yastığı, SDD). (Sayfa: 96)

BURSA


es. an., Bitinya kralı Prusias adında Prusia-Prusa/Bursa. Tarih kaynaklarına göre, ili Bitinya kralı Prusias kurmuş, ona kendi adını vermiş (İ.Ö. 550). İlkçağda ilin adı Prusa olarak biliniyor, Ortaçağda, özellikle Osmanlı döneminde Bursa diye anılırdı. Prusias, Prusa sözcükleri eski Anadolu dillerinden olup Grek-Latin dillerine sonradan geçmiştir. (Sayfa: 108)

4 Şubat 2024 Pazar

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Kandan Kına Yakılmaz, Kızılırmak

 

ÖNSÖZ GİBİ
*
Otuz yaşımın olanca korkusuzluğu, yerinde duramazlığı ve sevinciyle oturuyordum söğütlerin altında. Çocuklar çakıltaşlarıyla, çığlık çığlığaydılar akan suda. Temmuz sıcağı tütüyordu. Harman sarıları, dizlerimdeki sayfalardan kalkıp, yamaçlara ağıyordu. Kırlangıçlar geçiyordu Ağlasun'un göklerinden. Dereboylarından bin renkli türküler yükseliyordu.
Kimdin sen.? Adını duymuş muydum.?
Yıllar önce bir tek, o eşsiz ağustos şiiri'ni okuduğum zaman Dost'ta, deprem yaşamıştım uğuldayan kanımın hızlıca akışında.
''Kimsin.?'' diye sormuştum sana.
Çocuklarımın yörük karası gözlerinden, güneşi ince ince süzen salkımsöğüdün dallarına kadar, evreni bir bir taramış, meydan okumuştum:
''Benim olmalısın.!'' demiştim.
Dünya, bir devrimin eşiğindeydi sanki.
Sen;
*
''gürün'de doğdum
------dedin mektubunda-
mutlu günlerin dışında
ekmek kavgasının içinde doğdum
tutsak sabahlar yaşadım masmavi
-----[özlemlere kandım
artmadı bulgur
kavak yapraklarında sakız gibi güneşler
yitik bereketler arkasında çırçıplak
---düşlerde savrulup gitti çalınmış
-----[çocukluğum
gezdim
---sevdim
okudum
topraktan kaldırıp elimi
---alnıma koydum
yangın yerlerinde güneşe karşı
öfkeyle gülen gözler
---yıpranmış yalın eller
----kitaplar çekmiş perdeleri kapkara
-----[gördüm
acıydı sevinçti korkuydu hınçtı
kerem’di garip’ti karacaoğlan’dı
yunus’tu sinan’dı mustafa kemâl’di
destanlar ortasında çalkandım durdum
zorlu dağlar
zorlu beller
yorgun tarlalarda zorlu acılar
onların yüzlerinde gördüm ağrımın
-----[aynasını
-----gözbebeklerimde yaşadım
insan dedim
barış dedim
vurun demedim
bir kancık dönemeçte bir ölümlü gün
-----yirmiüç baharımda
kelepçe değil kollarımda
yiğitler anası memleketim.!''
*
dedin.
Yirmi yıl, başka bir şey sormadım sana.
Zaten, çetin bir bileğitaşıydın, bundan böyle, benim için. (Sayfa: 9-10)
*
Kimi zaman, bir kavga adamının yanıbaşında yaşadığımı, en acımasız boyutlarıyla algılardım. Kimi zaman da, bir devrimcinin sukatılmadık coşkularını olduğu kadar, bir eski zaman bilgesinin o derin çilesini duyumsatırdın bana.
Senin yakınlarında yirmi yıl dönenmiş bir kadın olarak; ille de senin güzel, çok güzel bir ozan olduğuna hem inanan, hem de bunu bilen bir şiir tutkunu olarak, seni hep okumak, seni anlayarak okumak, elbette boynumun borcuydu, senin o gür şiir soluğunu duya duya..
Sen ki bu dünyayı şiir gibi yaşardın.!
Tükenmez bir merak ve sevgiyle bakardın, insan denen doruktaki karmaşaya. Ve yazarken, o çok insanca, o çok evrensel gönül yükleriyle ve yaşıyor olmanın ölçüsüz sevinciyle dolar taşardın ve dünyayı alay ya da öfke fırtınasının önüne katıp süpürmek istediğin zamanlar bile, sevginin altın yolu, sonsuzmuş gibi uzanırdı önünde ve tutkuyla öfkelenir, öfkeyle severdin.
*
''uzatın ellerinizi ellerinize
kaldırın güneşe kollarınızı
durun duvar duvar
durun yapı yapı
---dostlarım
-----direnin karanlığa
sevmek yapabilir bu dünyayı yeni baştan.!''
*
demiştin sen. (Sayfa: 13)
*
Seni şimdi ben, ''bu dünyadan çekip gitmişler''le bir, düşünebilir miyim, buna kim dayanabilir.! (Sayfa: 14
*
Ve sonra elinden, atardın kalemi, yeniden yeniden almak üzere:
*
Bedrettin Cömert'e adadığın şiirinde;
*
''sen aşk şiiri yazamazsın
hasan hüseyin''
*
demiştin; belki en güzel aşk şiirini böylece yazdığını biliyor muydun.? (Sayfa: 15)
*
azime korkmazgil
ankara, 19 kasım 1984

ÇOCUKLARYA


dünyanın her yerinde çocuklar
ardarda gelen sözcükler gibidirler
birbirine çok yakışan uyaklardır çocuklar
---ezgide sesler gibidirler
yürüyenle yürürler/otururlar oturanla
---ve uçarlar uçanla
dünyanın her yerinde çocuklar
mutlaka şarkılar mırıldanırlar
el çırparlar mutlaka
---hızdan kanat taktıkça
*
bu fırsat geçmez ele bir daha
yalvarırım bırakın çocukları
bırakın çocukları koşsunlar
koşup koşup düşsünler / bırakın
bırakın ellesinler ateşi
böcek soksun ellerini / bırakın
*
salıncak şarkıdır çocuklara
---uçurtma şarkı
koşmak biraz şarkıdır çocuklara
---fırtına biraz şarkı
koşan geyik koşan at
uçan gemi motosiklet
yüzmek biraz şarkıdır
suda balık biraz şarkı
bindirin yalvarırım
bindirin çocukları arabalara
ürke korka sürmeyin arabaları
el çırpsınlar çocuklar
---çığlık atsınlar
bu fırsat geçmez ele bir daha
*
şarkı söylemek demek
---kanatlanmak demektir
atlara uçaklara kuşlara yellere uçurtmalara
uçan kaçan bir şeylere binmek demektir
hele bakın şu bizim kocamanlara
yola çıkar
---türkü söyler
ağaca çıkar
---türkü söyler
ata biner
---türkü söyler
*
doluşur kara trenlere otobüslere
biner gider türkülere
---şarkılara bizimkiler
*
yalvarırım uçurun çocukları
uçan kaçan bir şeylere
---bindirin çocukları
bırakın denesinler kanatlarını
bu fırsat geçmez ele bir daha (Sayfa: 19-21)
*
SALDIRAN KÖR YOKSULLUK
*
yüzleri yıkanmamış bu çocukların
açılmamış gözleri aydınlıklara
*
tabanca
---zincir
----muşta
bilmemişler bundan başka
---tanımamışlar
*
ağaç görmüş
---yakmışlar
kanat görmüş
---kırmışlar
şimdi de düşmüşler insan izine
nerde insan
---nerde ışık
---vurmuşlar
*
bilmiyorlar
---ipler kimin elinde
kim oynatır bu kuklayı
---bildikleri yok
cepte mangır
---elde silah
vuruyorlar yarın için çırpınanları
vuruyorlar vurur gibi açlığı
vuruyorlar vurur gibi yokluğu
vuruyorlar kendi kardeşlerini
*
yüzleri yıkanmamış bu çocukların
açılmamış gözleri aydınlıklara
*
(1979) (Sayfa: 22-23)

SANDIKLI FOTOĞRAF


canlarım
güzellerim
neden öyle boynu bükük
neden öyle çarpık çurpuk
---tepelenmiş güller gibi duruyorsunuz
neden öyle
örselenmiş güllersiniz gözlerinizde
*
biliyorum
---yaşamak güç
kolay değil eğrilmemek sapmamak
satılmamak kolay değil canlarım
dik tutmak kolay değil
---şu güzel başı
*
bir biz miyiz yiğitlerim
---yolunu yanlış seçen
bir biz miyiz bu çetin güzellikte
---yanlış yolda taban tepen.?
sular da hırçın akar yanlış yollarda
---bulur en sonunda yataklarını
-----vura vura başlarını taşlara
bir biz miyiz canlarım
---yanlış giden bu yollarda.?
*
ne taşız biz
---ne de toprak
bir tohumuz karanlıkta
yürürüz eğri büğrü
yürürüz yoklayarak
---çıkarız aydınlığa (Sayfa: 24-25)

ÖLÜM UCUZ OLMAMALI:


''ölüm ucuz olmamalı bu çağda
sayrılıksa yenilmeli
açlıksa kovulmalı dünyadan
savaşsa durdurulmalı
neyimiz var kardeşler şu kısa konuklukta
---sevmekten ağlamaktan gülmekten başka'' (Sayfa: 30)

DİL


bu toprağın dilinden
onu sürüp eken anlar/sen anlamazsın
bu demirin dilinden
onu söküp döven anlar/ sen anlamazsın
çile dedik yüzyıllardır
acı dedik ağrı dedik/ sen anlamazsın
vurduk başlarımızı taşlara türkülere
geldik ta oralardan ta buralara
acılar şu gözünde heybemizin/ tatlılar şu
umutsa bülbül olmuş
---şakır durur dalımızda
--en eski acıları
yüklenmişler paraları/ kalmışlar altında insansızlığın
yüklenmişler silahları/ kalmışlar korku
---[cehenneminde
ne uykuları uyku/ ne dışlıkları dışlık
çok sürmez göreceksiniz
---başlarlar ateş etmeye
--kendi gölgelerine
okunurlar tarih kitaplarında
biz biliriz bunları çok eskilerden
böyle böyle dikmişlerdir nalları
---bugün tarih olan çağlarda
dil demek kolay elbet
ama bu dil değil ki
yoncada eşek dili harmanda öküz dili
bu dil insanın dili
---ta maymundan hitit'ten yunus'tan beri (Sayfa: 38)

KANDAN
KINA YAKILMAZ


vurma dedim vurulursun
kandan kına yakan var mı
kandan kına bre yezit
---yakınıp da onan var mı
sen yarını ne sanırsın
yarın vuran bre yezit
---bu dünyada barınır mı
*
nasıl kıydın şu sabaha
---ürkmedi mi ellerin
ellerin bre yezit
---ekmekten korkmadın mı
nasıl kıydın şu insana
kolların bre yezit
---kırılıp sarkmadı mı
*
kanlı el kanlı ekmek
sofra değil leşbaşı bu
sofra değil bre yezit
---sardı dünyayı kokusu
sevmek ağlamak gülmek
hakkın değil bre yezit
---seninki kahpe korkusu
*
akrep desem yılan küser
yılan desem sırtlan kızar
soyun sopun bre yezit
---soyun sopun nerde yazar
bu susar o susar
susmaların bre yezit
---elbette ki bir sonu var
*
nasıl kıydın şu güzele
yok mu senin sevenin
sevenin bre yezit
---şu dünyada tek sevenin
nasıl kıydın şu cana
sevilenin bre yezit
---sevilenin yok mu senin
*
yaratanım dünya dünya
yaşatmaktan bıkılır mı
kan dökerek bre yezit
---el içine çıkılır mı
nasıl kıydın şu yarına
kandan kına bre yezit
---kandan kına yakılır mı
*
(1978) (Sayfa: 39-40)

DUR BİRAZ DA
BEN SORAYIM


adımı ne sorarsın
---bilmez gibi bilmez gibi
yolumu ne sorarsın
---görmez gibi görmez gibi
bu bataklık bu sinek
bu karanlık bu korku
ben önümü görüyorum ey kentsoylu
-----ya sen nerdesin
solundan medet kesik
---sağın kum çölü
delirmek saldırmak boşuna bugün
---o masmavi çaylar bugün kan gölü
.....................................
.....................................
davul çalın davul çalın çocuklar
uyandırın fırtınayı çocuklar
---dağıtın karanlığı
bu sessizlik bu susku
bile bile lades bu
bu güzellik korkusu
davul çalın davul çalın çocuklar
halay çekin halay çekin çocuklar
şarkı türkü gürültü
çalkalayın bataklığı çocuklar
dağıtın karanlığı çocuklar (Sayfa: 41)

KİTAPLAR

Çizim: Sevdakâr Çelik

kitaplar da bizim gibi
doğuyorlar büyüyorlar ölüyorlar
doğan ölür bir gün elbet/ ne kuşku
*
ne var ki öyle değil kazın ayağı
---öyle değil işte kurdun kuyruğu
bizler nasıl doğuyorsak
nasıl büyümüyorsak/ nasıl ölmüyorsak
---kendi toprağımızda
kitaplar da bizim gibi
---yakılıp gidiyorlar düşman ellerde
doymadan gençliklerine/ yaşamlarına
*
okuduk bunlar ta ilkokul kitaplarında
okuduk bunları tarih belgelerinde
ve yaşadık bunları acılı günlerimizde
*
üşüttüler karakışta/ yak dediler kitabı
yak dediler kitabı/ yaktık ısındık
kömürler yattı yerde/ madenler yattı yerde
sular öylece aktı/ güneş baktı öylece
---en eski penceresinden
*
nerden nere gelmişiz biz/ kim söyler
söylemek bir şey değil elbet/ kim kalkar tanık olur
---bu korkunç cinayete
*
beyin sığmaz olmuş kafatasına
öfke sığmaz olmuş can kafesine
---peki ama nerde o kuş.?
*
(1978) (Sayfa: 47-48)

AH ŞU LANET BAŞAĞRISI


yine başladı başım
yine dünyam kapkaranlık
*
ne aspirin ne novaljin ne şurup
eczanelik ağrı değil bu benimkisi
değil dostlar
---beyin değil
----işte elektrosu
yürekse
saatli bomba sanki mübarek.!
*
''ağrısız baş
---taş altında'' diyorlar
anlıyorum domuzuna
---anlıyorum it gibi
ama işte dindirmiyor ağrımı
---algılamak bu gerçeği
*
yıllar var ki şu ülkede
şöyle sıcak şöyle mutlu
---şöyle yürek soğutan
-----tek bir haber değmedi kulağıma
-----tek bir olay yaşamadım
hep kan gölü hep gözyaşı hep kargış
sanki yunus yaşamamış bu topraklarda
hacıbektaş diye biri geçmemiş buralardan
*
toprakları sürecektik kardeşçe
ekip biçip harmanlayıp kardeşçe
denizler ki yok bir eşi dünyada
göller ki ırmaklar ki çaylar ki
madenleri sökecektik kardeşçe
yeşillere saracaktık kırları kıraçları
okullarlı yuvalarlı parklarlı
---geniş güzel caddelerli kentler kardeşçe
*
yine başladı başım
yine dünyam kapkaranlık
hep de böyle güzel düşler kurarken
hep de kulak kabartırken tv'de haberlere
bakarken başlıklarına gazetelerin
tam da eğilirken yüzüne sevgilimin
---öperken alnından bir güzel başarıyı
belki yalan
belki doğru
ama insanca
---bir öykü anlatırken dostlara
bir kadeh bir şeycikler bir kuytu köşecikte
-----iki fiskos ederken
yem atarken balkonda serçelere
sardunyaya kızarken niçin açmadın diye
filistin'i düşünürken otobüs durağında
dalmışken kavak dallarının sabah ışıltısına
yıldızları gagarin'ce görüp gözlerken
sıvazlarken enflasyonu etsiz soframda
düşte deve görmeyi yorumlarken yatakta
sesine kapılmışken telefonda birinin
gülümserken suratına asalak devrimcinin
şiirini deşelerken çöplüksel bir olayın
kaçırılmış fırsatlara ağlarken türkülerde
ve sessizce ölüşünü bir koca kelebeğin
---saksıda sarmaşığın güneşe gülüşünü
-----çokboyutlu izlerken
ortasında alnımın
---birdenbire bir ağrı
*
neye vursam
---hangi taşa bu başı
kime sövsem
---hangi puşta
---hangi soysuza.!
onursuzluk batağının yarınsız yaratıkları
---bu insan kılıklılar
gözdeki pırıltının
---alındaki ışığın
-----sevginin saygının güzelin düşmanları
*
değil dostlar
---bu değil
güzel günler görünürde yok daha
bunak düzen kan istiyor
---su değil
suçlu sen ben
suçlu şu bu
---o değil
suçu vurmak gerekiyor dostlarım
---suçluyu değil.!
*
bu inatçı başağrısı böyle bu
değil dostlar
değil dostlar
---başımın suçu değil
ne zaman ağrısa erciyes karlı başım
bakıyorum ağrıyor
---erciyes'e dönmüş başı
-----şu güzelim ülkenin
*
(1975) (Sayfa: 59-63)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...