18 Aralık 2022 Pazar

Akgün Akova - Baba Bana Bağırma


BABA BANA BAĞIRMA VE ARKADAŞLARI

*
Baba Bana Bağırma şiirimi yazdığım zaman 90'lı yılların başıydı. Şiir, doğduğu günden bu yana uzun yolculuklar yaptı. 1994'te yayınlanan üçüncü şiir kitabıma adını verdi. İngilizce'ye Cevat Çapan tarafından çevrildi ve Amerika'da yayımlanan bir dünya şiiri antolojisinde kendine yer buldu. Hintçeye çevrilip Hindistan'daki bir edebiyat dergisinde yayımlandığında, Sanskritçe harflere şaşkınlıkla bakarak şiirimi tanımaya çalıştım.! Parçalanan Yugoslavya'daki savaşın bitmesinden kısa zaman sonra yapılan ilk uluslararası şiir günlerinde, yakılmış Saraybosna Ulusal Ktüphanesi'nin çökmüş tavanının altında, kar yağarken Saraybosnalılara okumuştum onu. Yerde kırmızı karanfiller vardı ve kar tabakasının altında yakılmış kitapların külleri yatıyordu. Benden sonra sahne alan sunucu şiirimin Boşnakça çevirisini okuduğunda, bu dili bilmediğim halde derinden etkilenmiştim. Sanki şiiri ben değil bir başkası yazmıştı ve ben donakalmış bir dünyada üzerimdeki buz tabakasını şiirler çözüyor, kitapların külleri arasında kımıldamaya çalışıyordum.
Bir başka gün Hollanda'da bir tiyatro sahnesinde bu kez Felemenkçesi duyuldu Baba Bana Bağırma'nın. Rotterdam'a annesinin elini tutmuş bir yağmur yağıyordu. Kim bilir kaç kez gitarların tellerinde yolculuk yaptı, kalabalıklara okundu Baba Bana Bağırma. Pablo Neruda ve postacısını anlatan Postacı filmindeki ''Şiir yazanın değil, ihtiyacı olanındır.'' tümcesinde olduğu gibi, benden uçtu gitti. Oysa, şiire başladığım günü dün gibi anımsıyorum. Kâğıdın üzerinde üç sözcük vardı yalnızca: ''Baba'', ''Bana'', ''Bağırma''.. Bu üç sözcüğü yan yana getirdiğim an, birlikte yarattıkları anlam beni çarpmıştı. Aylar boyunca üzerinde çalışmış ve şiiri o anlama yakışır bir biçimde yazabilmek için emek harcamıştım.
*
Akgün Akova (Sayfa: 7-8)
*
ESKİ DENİZLERDEN KİM KALDI
*
yani sen de denizsen be Marmara
iki boğazın var diye göl demiyorlarsa sana
canına okurum ben böyle işin
haberin var mı ben altı boğaza birden bakarım
benden sorulur Elif'imin
benden sorulur dört şeytanımın karın tokluğu
Senin İstanbul'un okula gider mi, kağıt kalem ister mi
Çanakkale'nin çocuk felci, yatak yorgan yatması var mıdır
adalarından birinin bile ah Marmara kara mıdır bahtı
*
yani sen de denizsen Marmara
otur hesapla bak, üç kere daha denizim senden
ama bana deniz diyen yok o başka dava
Sarıyer'in oralara mavi bir nokta koyan yok
atlaslara falan da yazılmaz tüh ki adım
ne dersen de dünya tersine dönüyor Marmara
seni boğazlar besliyor iki ucundan
ben de altı boğazı ay ortası biten maaşla
*
kızıp köpürme ama
hiç deniz görmesek yutardık belki Marmara (Sayfa: 11)
*
OYUNCAKLAR
*
ameliyat odasına
alındığında bir çocuk
kapıda
ağlaşarak onu beklerler
yaşamın
kolay bozulan
bir oyun olduğunu bilen
oyuncakları (Sayfa: 15)
*
BABA BANA BAĞIRMA
*
-----yol ıslanmasın diye
-----şemsiye açanlara..
*
baba bana bağırma
bülbülleri kaçırdın ormanlarımdan
kulaklarımın kapılarını havalara uçurdun
kapılar baba kapılar pencereleri alıp gittiler
tenorlar kaçtı ses tellerinden
çevreye saçıldı yavru diktatörler
seni ne sopranolar istedi de vermedik baba
*
baba bana bağırma
bayrak direklerine konan kartalları anlat
-----uzun uzadıya
nasıl da göremediler avcıları
-----o keskin gözleriyle vah hah ha
şans yıldızlara özgü bir yalan baba
yıldızlara tükürüp tükürüp onları gezegen yaptınız
savaşan halklar taktınız dünyanın boynuna
*
yalanları yazdım defterime hiç unutmadım
radyasyonu radyo istasyonu sanan Bakanları
çiğleri, Meclis tavanını çiğ köftelerle çiğneyen
doğum sonrası acılarını cüce ülkeler doğuran kadınların
*
hiç unutmadım
sakallarını yüzlerinde
yüzlerini sakallarında unutan adamları
ve ısırgan tarlalarındaki parçalarını
-----Uğur Mumcu'yu biz yapan bombanın
*
hiç unutmadım
uzak yakın tüm tuzakları baba
yolun ezdiği oyuncak bir kamyonsun sen
bir gam ağacısın
-----kar yüküne dayanamayıp kırılan
ilkbaharı gerzeklere ödünç verdin
geri getirmediler
güneşin başına gelenleri
biz ilkbaharsız nasıl anlarız baba
*
baba bana bağırma
bir kulağımdan giriyor sözlerin
-----öbür kulağımı tıkıyor
Buenos Aires'te olsaydım diyorum içimden
Eva'nın peronunda
karanlıktan kuşlar çalan bir tren
bir bıçak kaçağı
tangonun bacaklarını havaya kaldırdığı kentte
ama iyi ki buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
burada
bilginin bilgisizlikten daha çok acı verdiği yerde
burada, tam karşında
hapisanelerde hintyağı gibi bir şeydi zaman
hastanelerde pıhtılaşmış kan gemisi gibi
-----yol alırdı saatler
karılarının namuslarını dillerinde saklayan
-----adamlar vardı bir taraflarda
televizyon kanallarında yitirilen çocuklar
gökyüzüne düşmemek için denize yapışan balıklar
ve depolara indirilen Lenin heykelleri vardı
-----Sovyet Rusya'da
kafandaki duvarları
niye cebine koymuyorsun sen baba
*
baba bana bağırma
farkında değilsin
arkasını ezilenlerin yaladığı
-----bir posta puludur dünya
bir karadelik yutana kadar uzayda bizi
asansör boşluğuna itilen bir kedisin sen
söylemenin tam sırası
ülkeyi bu duruma senin oy verdiğin
-----partiler getirdi baba
ama ben buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
bir yaşamlık kaygı duruşundayım
-----yakın tarihimiz için
*
baba bana bağırma
bacağından vurulursa bir şiir
nereye kadar gidebilir
bana bağırma baba
kendine bağır
yoksa her şey bitebilir (Sayfa: 16-19)
*
KİME SORMALI
*
kime sormalı
bir fizikçiye mi
yoksa âşıklara mı
daha uzağa
nasıl
gidebildiğini
bir fısıltının
bir çığlıktan
*
kanatların
sonsuz olmadığını
bildiği için mi
kuşların uçmasına
izin veriyor gökyüzü
kime sormalı
özgürlük dedikleri
yalnızca
bize uzatılan
bir avuç yem mi yoksa
*
oyuncağı mı yoksul çocukların
uçurtma dediğimiz şey
yoksa giderek sertleşen
rüzgârın mı
kime sormalı
*
sevgiliyle birlikte
olur a
son istasyonun da
trene binip
gidip gitmediğini
kime sormalı
kulaklarını raylara
dayayanlara mı
geride kalanlara mı
*
yanlış anahtar
içinde döndüğünde
yaralanır mı kilit
kime sormalı
çilingirler mi bilir bunu
hırsızlar mı
kim bilir
içeridekiler
dışarıdakiler
*
denizin nerede bittiğini
kime sormalı
yanıp sönen
yanıp sönen
yanıp sönen fenere mi
parası kum kadarlara mı
batan göçmen botlarına mı
kime sormalı
*
ya eşitsizliğin nedenini
kime sormalı
çivi yazılı tabletlere mi
yoksa
yoksa
aklımızın yeni dadısı
google'a mı
kime sormalı
*
gelip birileri karanlığın içinden
bu şiiri silmeden önce
kime sormalı tüm bunları
bir an önce
kime sormalı (Sayfa: 20-23)
*
EL
*
kızmayın hanımefendi, lütfen kızmayın
çocuk aklı
annesininkilere çok benziyor elleriniz
yük vagonlu
doğum sancılı
bıçak tutmuş, badana yapmış, gün görmüş kadın elleri
onun için sarıldı öptü ellerinizi
onun için iki gözü iki çeşme
*
elini bırakmayın hanımefendi, lütfen bırakmayın
anlasın ki sizinkiler de sevmiş sevilmiş kadın elleri (Sayfa: 24)
*
TÜRKAN


bize
kıyılara çıkmayan dalgalar,
---çocukları yutmayan sular borçlusun İstanbul
Boğaz’ı geçen balıkları sayan deli bir muhasebeci
balıkların peşine takılıp Haliç’e giren şaşkın bir yunus
yunusa yalanırken rakı bardağına düşen bir kedi
kediye kaftanlardan kefen diken bir terzi borçlusun
*
bize
dipsiz çöp kutuları borçlusun İstanbul
Kızkulesi’nin ağzına çatal bıçak sokanları
bahçeleri otopark yapanları içine atmak için
atmak için ayakkabı kutularında banka şubesi açanları
İstanbul sen bize
gökdelenlere çarpıp sakat kalan rüzgarın son nefesini
ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde işe devam eden
---bir Tanpınar borçlusun
*
bize
akasya dalına asılı bir dülgerbalığı borçlusun İstanbul
binlerce “Hişt.! Hişt.!”le Ada’da yürüyen bir Sait Faik
nice İstanbullu göz indirmemişken öykülerine
vapurlara, rıhtımlara
ve çapaların denizin dibini kazıya kazıya öpmesine âşık
öfkesi bile güzel bir adam borçlusun
*
bize
bir Mimar Sinan borçlusun İstanbul
İsteseydi bir cami sığdırırdı sarı bir lalenin içine
gök kubbeler kurardı boşluğuna yumurtaların
bıraksalar kim bilir kaç aşk çıkarırdı Mihrimah Sultan’dan
kavrasaydık ruhunu ustalığının
işe bisikletle gidip gelirdi şimdi Belediye Başkanların
*
bize
ak saçlı bir Orhan Veli borçlusun İstanbul
öldüğü gün Boğaz’ın üstünden bir harf sürüsü geçmiş diyorlar
“Vasiyetidir.!” diye düşünmüştür Sabahattin Eyüboğlu
ve mırıldanmıştır senin kulağına eğilerek eminim
“bize Rumelihisarı’ndan göğe uçan
Yaprak adlı bir kayık borçlusun”
*
bize
bir Takiyyüddin er-Râsıd borçlusun İstanbul
bir zaman kuyumcusu
bir ışık düşçüsü borçlusun
ve Samanyolu’nun başımızı döndüreceği geceler
sokaklarından tek tek yıldızların sayılacağı semtler,
gazlanarak söndürülen ateşböceklerinin gözlerini borçlusun
*
bize
“yok etmek istediğini kör eder tarih” diyen
---bir Onat Kutlar borçlusun İstanbul
barbarlara ve onların köpeklerine kucak açtığın
son atımızı kurtlara yedirdiğin için
unutturduğun için ”baharın isyancı” olduğunu bize
geleceğimize ekemediğimiz bir Yasemin borçlusun
*
bize
bulutların arasından geçen bir Hezarfen borçlusun İstanbul
uçmadı diyenler olsa da Galata Kulesi’nden
o hep var olsun isterim gökyüzünde
martılara çırak olsun
ve bıyık altından gülümseyerek softalara,
---yere öyle insin isterim
diyeceğim, İstanbul bir çift kanat da borçlusun bize
*
bize
memleketinde bir Nâzım borçlusun İstanbul
Münevver’in kucağından babasına uzanan bir Memet
Varşova’dan gerisin geriye dönen saman sarısı bir tren
kederi dudaklarla silinmiş bir sonbahar Prag Garı’nda
ve Leipzig’de ölümün ellerinden çıkarılan eldivenler,
ha bir de Anadolu’nun bir köyünde, çınar altında
haksızlıklara kalkmış yumruklar borçlusun
*
bize
Haliç’in ağzında bir Leonardo Da Vinci köprüsü
---borçlusun İstanbul
göl eyledik sandığımız Akdeniz’den okyanusa açılmayı
---başarabilen gemiler
kayıp parçalarını Piri Reis haritasının
babaları seferden sağ dönmüş çocukların sevincini
ve anlatılmamış anılarını
---Endülüs’ten yola çıkan Osmanlı kalyonlarının
başındaki bulutlarla gökyüzüne şunu da yaz
bize havalanan uçaklarını gülümseyerek izleyen
---bir Vecihi Hürkuş borçlusun
*
bize
içinden doğru sevilmiş bir Edip Cansever borçlusun İstanbul
kapı yanında herkesten habersiz ölmekten korkan bir gülcü
şairler çıkıp gittiğinde
---şiir taslaklarını süpürmeyip toplayan garsonlar
saniye kadar sümbüller, sonsuzluk kadar unutmabeniler
ve yere dökülen unun
alın teriyle alınmış ekmeğe geri verilecek sessizliğini borçlusun
*
bize
herkesten çok bir Türkan Saylan borçlusun İstanbul
Olanları ah nasıl da seyrettin
horlanırken aydınlar nasıl gülümsedin bıyık altından
gözaltına alınırken “At Kız”, başka tarafa nasıl çevirdin başını
ruhlarımızın kurutma kağıdısın sen İstanbul
nüfus kâğıdısın toplumsal cinnetimizin
başını karanlığa çarpmışsın çarpmamışsın ne fark eder
geleceğimize binlerce aydın
binlerce Türkan Saylan borçlusun (Sayfa: 26-31)
*
YİTİK CENNET
*
bir tren yolculuğunda
cennetin annelerin ayakları altında olduğuna
beni inandırmak için
saatlerce dil döken küçük Yağmur'a
*
avaz avaz bağırıyor çocuk,
sonuna kadar açık gözlerinin musluğu:
''baba.! baba.!
ayağını kaldır
cenneti eziyo'sun.!''
*
yerde yatan annesi
''keşke olmasaydın kızım,'' diye geçiriyor aklından
acıdan bayılmadan önce
sırtında tekme izleri
yüzü çürükler içinde (Sayfa: 32)
*
ZEVKLER VE RENKLER
*
zevkler tartışılmaz
eyvallah
ama renkler deyince az durun beyler
onlar öyle bir tartışılır ki
*
imza: bir kör (Sayfa: 34)
*
KADINLARI ÖLÜMSÜZ KILAN
*
belki bilmediğimiz bir yerlere gitmiştir İlkbahar
nerede olduğunu haber edecektir bize zamanı gelince
belki eski kocası Kış onu yirmi yerinden bıçaklamamıştır
---Buz Gibi Yalnızlık Sokağı'nın ortasında
belki seyretmemiştir yoldan geçenler cinayeti
---bir macera filmi gibi
belki herifi alaşağı edip kurtarmışlardır İlkbahar'ı
dağılan çantasını toplayıp vermişler
kanayan dizine mendil sarmışlar
bir taksi çevirip yollamışlardır akrabalarının evine
*
belki güvenli bir yerlere gizlenmiştir İlkbahar
nerede olduğunu haber edecektir bize günü gelince
belki Yaz yakmamıştır küçük elini sigara ateşiyle
çamaşır ipiyle boğmamıştır eski sevgilisi
---kezzap dökmemiştir yüzündeki çiçek tarlasına
*
belki biriktirdiği iki kuruş parası için öldürmemiş
---yakıp ormana atmamıştır onu zorba Sonbahar
---kuru yaprakların üzerine
---kupkuru yaprakların üzerine
belki biletini gidiş dönüş almıştır İlkbahar
saati gelince çıkagelecektir birden
belki dalgın dalgın otobüste otururken
---şort giydi diye yüzüne dirsek vurup kaçmamıştır
---korkak mı korkak bir adam
belki onu kurşun yağmuruna tutmamıştır sevgilisi
---barışma bahanesiyle çağırıp
çocuğunu kucağından almamıştır kayınpederi
bir ekmekten parça koparır gibi
belki peşine bir manyak takılmamıştır
satmamıştır babası onu on dört yaşında
belki kimse laf atmamış, sarkıntılık etmemiştir bugün
üç karaltı bir köşeye sürüklememiştir
belki pompalı tüfekle vurmamıştır onu bir ruh hastası
arkadaşlarıyla tren istasyonunda beklerken
*
İlkbahar bilir
saklanan çok daha acı verici söylenenden
gerçek anlatılandan çok daha korkunç
bu derin sessizliğin içinden
yine de çıkıp gelir kanayan bir kırlangıç gibi
sanki gökyüzünü kanatlarıyla biçen bir terzi
---özgürlüğünü prova eder
zalimlere inat uçtukça uçar
kurar çamurdan yuvasını yapayalnız
belki de budur kadınları ölümsüz kılan
bunca kirden pislikten söküp çıkarmak yaşamı
---bir süt damlası kadar beyaz (Sayfa: 38-40)
*
SÖZ VERMİŞTİ BANA, SAĞ DÖNECEKTİ BARIŞ:
*
''.."Söz vermişti bana, sağ gelecekti.." diye ağlayan kadınlar
söz verelim artık, herkes sağ dönsün evine
çift çift dönsün kumrular, mor dağlar, Fırat ve Dicle
sağ dönsün Sinop'taki su perisi, Kaçkarlar'daki arılar
ve Akdeniz'de yelkenlerin özlediği rüzgâr..
sağ dönsün Toroslar'da göç eyleyen Yörüklerin ruhu
Telleri tastamam sazıyla Karacaoğlan
dönsün çayda çıra, harman dalı ve zeybek
Ferhat'la Şirin ve aşkın halayı
sağ dönsün korkmuş ve üşümüş bütün çocuklar
çatlayacak kadar koşan atlar ve Mem û Zîn
kimse yan gözle bakmasın artık diğerine
söz vermişti, tutsun, sapa salim dönsün bu topraklara barış
dönsün yavru kumruları kanatlandıracak o ilkbahar'' (Sayfa: 45)
*
SEZEN:


''bir şarkı daha söyle Sezen
---söyle ki başlangıcı olsun aşk bütün çılgınlıkların
cariyeler padişahları tahtlardan aşağı itsin,
---devirsinler fildişi yatakları'' (Sayfa: 46)
*
EL FENERLERİ
*
4
*
herkes kuşları unutmuşsa eğer
mıçayım UFOlarına (Sayfa: 48)
*
AT
*
- amca
amca atına sorsana
o bilir
kaç at ölmüş Malazgirt Savaşı'nda
*
arabacının hacıyeşili gözlerine
gökdelenin on beşinci katından seslendi çocuk
ve yaşlı adam
kılkeçe heybesinden
eski püskü tarih kitapları çıkararak
doldurdu atının yem torbasına (Sayfa: 49)
*
SAYGIDEĞER ABİCİM:
*
''bence sevişmeden ''seviyorum'' diyenler yalancıdır
---------------saygıdeğer abicim'' (Sayfa: 51)
*
''yaşamak bir uzun çingene şarkısı damarlarımda'' (Sayfa: 53)
*
TARIK AKAN ÖLDÜ DİYORUM


Tarık Akan öldü diyorum film arasında çay içen makiniste
bize yeni replik uydurma Canım Kardeşim diyor
Aşık Veysel ona cennette bir karşılama çalar
sinema denen sihirle birlikte bizimle yaşar
*
Seyit Ali öldü diyorum Yılmaz Güney’e
bir çobanın kepeneğinin altına sığınmıştır o diyor
zemheriye kaval çalıyor, Zine’yi almış sırtına taşıyordur
varır buraya kar Yol’ları kapamadan, merak etme
*
Tarık Akan öldü diyorum kapıda bekleyen yer göstericiye
el fenerini yüzüme tutarak görüyor musun bu ışığı diyor
Nurettin derler bu ışığa Maden’de
daha adını bile öğrenememişsin sen
*
Damat Ferit öldü diyorum Adile Naşit’e
güldürme beni kuzucuğum diyor
kahkaha atarım yoksa ayol, salonda uyuyanlar var
Hababam Sınıfı’ndan cenaze değil düğün çıkar
*
Tarık Akan öldü diyorum Nâzım Hikmet’e
öyle mi sanıyorsun cancağzım diyor
Memleketimden İnsan Manzaraları’nda
---kim varsa haklıdan yana
hepsinin adı o’dur, biraz daha dikkatle okusana
*
Şivan öldü diyorum Tuncel Kurtiz’e
gün gelir görürsün diyor
mumla arayacak onu çoğalıp duran bütün Sürü’ler
onun canı misafirdi zaten bu dünyaya
---Berivan’ın çığlığı kadar
*
Tarık Akan öldü diyorum işkencecilerine
biz de geleceğiz cenazesine diyorlar
utanç içinde, başımız önde
helallik almak için merhametinden (Sayfa: 62-63)
*
MADIMAK OTELİ:
*
Sivastopal, 2 Temmuz 1993,
37 ölü,
milyonlarca şiir yaralı.
*
''türküleri yaktınız şiirleri yaktınız
doğru sözü yaktınız
*
akşamları geçerek önümden gidersiniz evlerinize
yıkıntıma sinsi sinsi gülersiniz
kapıda sizi karşılayan çocuklarınız
onlar da öğrenir bir gün
içindeki insanlarla yaktığınız
bir otelin
sonsuza dek
kül tüküreceğini yüzünüze'' (Sayfa: 71)
*
DEDİKEDİ GÖKDELENİ, NUMARA ELLİ YEDİ:
*
''ey sırtını sabunlatacak kimsesi olanlar
ne kadar şanslısınız
ve kir dediğin öyle kolay çıkıyo'sa
demek şansın sütüne de su karıştı püüü'' (Sayfa: 90)
*
Akgün Akova - Gökyüzünün Düşü:

u
ç
a
k
l
a
r
🕊️🕊️🕊️🕊️🕊️
d
ü
ş
e
r
🕊️🕊️🕊️🕊️🕊️
aklaru
çaklar
ak
laru
çakl
aruç
aklar
uçaklaruçak
laruçaklaruçaklar
uçaklaruçaklaruça
klar
🕊️🕊️🕊️🕊️🕊️
düşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşer
düşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşer
düşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşer
🕊️🕊️🕊️🕊️🕊️
Kuşlar sevinir.. (Sayfa: 94-95)

16 Aralık 2022 Cuma

Jack London - Âdem'den Önce (İngilizce Aslından Çeviren: Levent Cinemre)


''Jack London bu kitabı yazmaya 1906 yılının Nisan ayında başlayıp yaklaşık iki ayda bitiridi. Kitap aynı yıl Everybody's Magazine dergisinde tefrika edildi, 1907'de de MacMillan tarafından kitap olarak basıldı. Kitapta birçok resim ve bir çizim, daha doğrusu Kocadiş'in dünyasının krokisi bulunuyordu. Elinizdeki çeviride yer alan harita bu kitaptandır.
Charles Darwin'in 1859 yılında yayımladığı Türlerin Kökeni ve özellikle 1871'de yayımladığı İnsanın Türeyişi kitabından itibaren evrim kuramının etkisi, başta bilim camiası olmak üzere bütün dünyaya yayıldı. London'ın takip ettiği İngiliz Thomas Huxley, Alman Ernest Haeckel, ABD'li Asa Gray gibi bilginler evrimin güçlü savunucuları oldular. Bu büyük bilimsel atılım edebiyatta da yankısını buldu. Fransız Rosny Kardeşler, Thomas Huxley'in öğrencisi olan H. G. Wells, Nobel ödüllü Rudyard Kipling gibi evrim konusuna ilgi duyan yazarların öykü ve romanlarıyla birlikte yeni bir edebiyat türü doğmaya başladı. Sonradan prehistoric fiction (''tarihöncesi edebiyatı'' veya biraz zorlayarak ''taş devri edebiyatı'' olarak çevirebiliriz) adını kazanan bu edebi türün kurucu metinlerinden biri de Âdem'den Önce'dir. Bilimsel gelişmeleri yakından takip eden Jack London'ın öğrencilik yıllarından beri insanın evrimi konusunda iyi bilgilendiğini biliyoruz. En yaratıcı kurgularından biri olan Âdem'den Önce'de bu durum gayet güzel anlaşılıyor.'' (Sayfa: 139)
*
Levent Cinemre



 ''Onlar bizim atalarımız, tarihleri bizim tarihimizdir. Sakın unutma, günün birinde ağaçlardan sallanarak inip dimdik yürüdüğümüz ne kadar kuşku götürmezse, çok daha önceki bir başka gün denizden sürünerek çıkıp karadaki ilk zorlu maceramızı başarıyla göğüslediğimiz de aynı ölçüde kesindir.''

*
''..uyurken veya uyku bastırıp içimiz geçtiğinde, boşlukta düşüyor ve tam yere çarpmak üzereyken sıkıntı içinde uyanıyorsak, ağaçlarda yaşayan atalarımızın başına gelenleri ve beyin hücrelerinde meydana gelen değişikliklerle insan ırkının kalıtsal mirasına kazınmış şeyleri hatırlamaktan başka bir şey yapmıyoruz demektir.'' (Sayfa: 10)
*
''Bazılarımız, diğerlerine göre daha güçlü ve eksiksiz bir ırksal belleğe sahiptir. (..)
Kimi insanların reenkarnasyon deneyimleri yaşadıklarına inanmalarına neden olan şeyin, bu diğer kişiliğin; ama benimki kadar güçlü olmayan diğer kişiliğin varlığı olduğunu düşünüyorum.'' (Sayfa: 12)
*
''Mantık silsilesini izleyin. Her içgüdü, bir ırksal hatıradır. Gayet güzel. O halde siz, ben, hepimiz bu hatıralarımızı annemizden ve babamızdan alırız ki onlar da anne ve babalarından almışlardır. Demek ki bu hatıraların kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlayan bir aracı olmalı. İşte bu aracı, Weismann'ın ''germ plazma'' dediği şey.'' (Sayfa: 13)
*
''Böylesine egemen bir yaratık asla bu kadar büyük bir şaşkınlığa uğramamıştır. Şu küçücük ve zayıf Halk'ın kendisini zekâsıyla alt etmesi, gururunu feci kırmıştı.'' (Sayfa: 41)
*
''Onu sadece yumuşak sesler çıkaran ve kavga etmeyen yumuşak bakışlı genç bir dişi olarak görüyordum. Nedenini bilmesem de onunla oynamak, onunla beraber yiyecek aramak hoşuma gidiyordu. Ayrıca ağaçlara tırmanma konusunda ondan bir şeyler öğrendiğimi itiraf etmeliyim. Çok akıllı ve çok güçlü olduğu gibi bedenine yapışıp hareketlerini kısıtlayan etekler de giymiyordu.'' (Sayfa: 79)
*
''Kızılgöz o kış, son karısını taciz ve sürekli dayakla öldürdü. Uzak atalarının zamanından ileri gidememiş, ilkel biri olduğunu söyleyip duruyorum ya, aslında bu olay daha da beterdi, çünkü daha aşağı seviyede olan hayvanlar bile dişilerine böyle kötü davranmaz, onları öldürmez. Bu açıdan baktığımda atalarının zamanından beri ilerleme kaydedememiş olmasına rağmen Kızılgöz'ü insanoğlunun habercisi olarak görüyorum çünkü sadece insan türünün erkeği dişisini öldürür.'' (Sayfa: 101)
*
''Eceliyle ölmek mi.? O çağda şiddet sonucu ölmek, eceliyle ölmek demekti.'' (Sayfa: 110)

Rubén Darío - Bütün Şiirlerinden Seçmeler (Adnan Özer)


III. AZUL (MAVİ, 1888-90):
*
''Şöyle diyordu bu denemesinin bir yerinde Mendes: ''Şiir sanatının sözcüklerine öbür sanatların toprağından taşınmalı, resimden, heykelden, müzikten. (..) ..resmin bir rengi bir sesi çizilmeli, bir gökyüzü cisminin kokusunu, nesnelerin ruhundan bir şeyler saklayıp getirmeli. (..) Papağanların konuşması gibi hep aynı şeyleri tekrarlamamalı, suskun kartallar gibi kalmamalı; ışık ve renk birbirine bağlanmalı, retoriğin bin türlü oyunlarında müziğin gizleri saklı olmalı; bahara yakıştırılmayan yapay güller de yapmalı, benim gizemim buradadır.'' Ve Mendes şöyle ekliyordu: ''Kastilya dilinde Fransızcanın dışına çıkıp bu tarzı izleyen şairler az da olsa var. (..) Her şeye rağmen bu cesarette olanlar var İspanya'da, -Tanrıya şükürler olsun ki- Amerikadakiler de bu yanlışlığa düşmediler.''
Bu cesaretli şairlerden biri de Ruben Dario'ydu, tabii daha çok düzyazı şiirlerinde.'' (Sayfa: 14)
*
IV. AVRUPA, ARDINDAN BUENOS AIRES (1892-96):
*
''Dario New York'ta Jose Marti ile tanıştı. Küba'nın bu yurtsever savaşçısı ve şairi İsmaelillo ve Versos Sencillos (Basit Şiirler) adlı şiir kitaplarını yayımlamıştı. Basit Şiirler'in Dario üzerindeki etkisi daha sonraki yıllarda ortaya çıkacaktır.'' (Sayfa: 15)
*
IX. (ARJANTİN ŞARKISI VE ÖBÜR ŞİİRLER):
*
''Bu kitabıyla Dario şiirsel etkinliğinin tüm kıyılarını oluşturur; son kumsalı Arjantin duyarlılığıdır. Kitap ve ondaki Arjantin bir bütündür. Bu kitap, dediğimiz gibi, bir kumsal ise, ona vuran dalgalar insan sevgisi, barış ilerleme, emek, özgürlükçü düşünce, dahası ütopyadır.'' (Sayfa: 21)
*
''Albert Camus, onun pek çok dizesinde Don Juan'ın komplimanlarındaki gibi davrandığını söylemiştir, hatta sözcükler bile aynıdır.
Dario hep hüzünlü ve melankolik bir Don Juan olarak yaşamıştır. Yaşayan, kanlı canlı bir kadının peşindedir o. Şiir kadar kadını aramak da bir serüvendir onda. Bu serüven ne belli bir yüzün aranışı adınadır, ne de salt duygusal eğilimlerin dile getirilişi uğrunadır. O, gerçek bir kadın istemektedir, ama duyduğu aşk, gerçekliği olan bir aşk olmamıştır hiçbir zaman.'' (Sayfa: 22)
*
Adnan Özer, 1995
*
İLK ŞİİRLER'DEN (PRİMERAS POESIAS, 1880-88):
*
Ey okuyucu: Duyuyorsan tınılarını
benim nacizane arpımın,
gelecek kulağına yankıları;
ama bilmelisin ki benimdir
çiçekleri tatlı mutluluğun. (Sayfa: 24)
*
İLK ŞİİRLERDEN (1880-88)
*
HÜZÜNLÜ DİZELER
*
I
*
''Ah, nice yüz eskiten tecrübe.!
-----Sen söyle ey yürek.!'' (Sayfa: 26)
*
III
*
Ah, ilham, altın perde ve tınlayan tel
-----şimdi nerdeler,
eski aşk şarkılarıma ayarlı
-----lirimdekiler.?
Şimdi nerede o şen nağmeler
-----eski şarkımdan yükselen;
dörtlü, beşli, yığın yığın dizelerimin
-----umut yüklü, hızlı
ateşli tutkumdan bir meltemle esen
-----neşeli haberciler.?
Geçti Bahar. İçini çekmede göl
-----bir mırıltıyla incecikten.
Gölgelenir gökte kara bulutlar.
Gülmek isterim. Neden ağlamaktayım ben.? (Sayfa: 28)
*
TAŞLAMALAR'DAN (ABROJOS, 1887)
*
II
*
Nasıl tarif edersiniz, sevgili dostum.?
Bir ırmak mıdır aşk.? Hiç de tuhaf değil bu.
---Doğrudur bir ırmak olduğu
---yatağından saparak özüyle buluştuğu;
---gider düş kırıklıklarının denizinde yitmeye doğru. (Sayfa: 32)
*
VI
*
Koyardı o şair dizelerine
denizin bütün incilerini,
bütün altınını madenlerin,
Doğu'nun bütün fildişini;
elmaslarını Kalküta'nın
Bağdat'ın hazinelerini,
bir Naib'in sandıklarından çıkarttığı
takı ve mücevherleri.
Ama bir ekmek dahi
yapamadı dizelerden,
yazmayı sürdürmeye kalkınca da
ölüverdi acından. (Sayfa: 35)
*
VIII
*
Ne acılar çekti o fakir,
dinleyen yoktu sefaletini;
dilenmeye kalktığında ise
kovuldu her kapıdan.
---Öldükten sonra o dilenci,
dikiverdiler heykelini..
Olmaz o fanilerin
mideleri ve kemirecek dişleri. (Sayfa: 36)
*
XXX
*
Yüzüme bir bak
ve söyleme ötesini,
çünkü bir sözcük daha
öldürebilir belki de beni. (Sayfa: 37)
*
XXXVII
*
Her kim olursa caddelere
ve evinin karanlığına kandil;
- Çiçekler bulabilir bu taşlamada
ve gözyaşları. (Sayfa: 39)
*
LVIII
*
Neler oldu böyle.? Tat vermiyor
artık sözcükler, itiraf ediyorum.
Ama, bu tuhaf acı
açıklanıyor böylece:
Bin tuzlu gözyaşıyla kalbimi kedere boğan
fırtınalı duygularımın,
ağladıktan sonra
keder kurbanı gibi
izledim gülüşü sızlanışa kadar,
öfkeyle esneyinceye,
hakarete varıncaya söz,
yangına dönünceye bakış;
fırladı ağzın kapısından
zekânın ateşi.
Ve o karanlık gecenin
dipsiz gölgelerinde
şimşek olup çakıverdi fikir
ruhun fırtınasıyla.
Yürüyüverdi dikenler
dizlerimin çiçeklerine. (Sayfa: 44)
*
HAYATIN VE UMUDUN ŞARKILARI, KUĞULAR VE ÖBÜR ŞİİRLER'DEN, 1905
*
BAHARDA HAZAN ŞARKISI


Gençlik, ah ilahi hazine,
gidersin dönmemek üzere.!
Ağlamak ister, ağlayamam bazen..
Bazen de ağlarım hiç istemeden..
*
Kimler yer bulmadı ki
kalbimin kutlu tarihinde.
Bir kız vardı, bu dertli
ve acılı dünya içinde.
*
Şafağın saflığıyla bakardı;
bir çiçek olurdu gülümsediğinde.
Gece ve acı elinden çıkmış saçları
gölgelerin koyu renginde.
*
O zamanlar çocuk gibi utangaçtım.
Bir kadındı o tüm doğasıyla,
pahalı bir kürk gibi geldi ona aşkım,
o Salome ve Herodias'tım.
*
Gençlik, ah ilahi hazine,
gidersin dönmemek üzere.!
Ağlamak ister, ağlayamam bazen..
Bazen de ağlarım hiç istemeden..
*
Daha duyguluydu ikincisi,
eğlerdi gönlümü o dilbaz,
öylesine sevecendi ki,
onun gibisi bir daha bulunmaz.
*
Ama o yorucu şefkati
dönüşüverdi korkunç bir tutkuya.
İsterik biri oluverdi,
varla yok arası bluzlar sırtında.
*
Düşlerime girer hâlâ sarılması,
sanki bir güvercin yavrusuna kuğurur..
Ama öldürdü o küçük, perişan yavruyu
ışıktan ve sadakatten mahrum bırakıp.
*
Gençlik, ah ilahi hazine,
gidersin dönmemek üzere.!
Ağlamak ister, ağlayamam bazen..
Bazen de ağlarım hiç istemeden..
*
Ama o nafile yıllara rağmen
son bulmadı aşka susuzluğum;
ak düşmüş saçlarımla hep ben
bahçedeki güllere yakın durdum.
*
Gençlik, ah ilahi hazine,
gidersin dönmemek üzere.!
Ağlamak ister, ağlayamam bazen..
Bazen de ağlarım hiç istemeden..
*
Böylece altın bir şafağa sahip oldum ben.! (Sayfa: 77-80)

13 Aralık 2022 Salı

Soren Kierkegaard - Kendinizi Sevmeyi Unutmayın (Çeviren: Emre Murat Bozer)

 

Hayat yalnız geriye dönüp bakıldığında anlaşılabilir fakat ileriye dönük yaşanmak zorundadır.
*
Ne olursa olsun kendinle yüzleş çünkü seni değiştirecek şey asıl kendindir. (Sayfa: 5)

*

İnsanlar pak de çok kullanmadıkları düşünce özgürlüğüne karşılık olarak ifade özgürlüğü talep ediyorlar.
*

Hayatta var olan en güzel şeyler hakkında duyulacak, okunulacak veya görülecek şeyler değil, bizzat yaşanacak şeylerdir. (Sayfa: 6)
*
İnsan doğruluğu benimsediği zaman kişiliği olgunlaşmış demektir.
*
Çaresizliğin en sık karşılaşılan şekli asıl kendiniz olamamanızdır. (Sayfa: 8 )
*
Esasen önemli olan benim için doğru olan doğruyu, uğruna yaşayıp can vereceğim doğruyu bulmaktır.
*
Aşk, sevgiliyi değiştirmez, kendi kendini değiştirir. (Sayfa: 10)
*
İnsanlar beni o kadar kıt anlıyorlar ki, beni anlamadıklarından yakındığımı bile anlamıyorlar.
*
Hayat çözülmesi gereken bir problem değil, tecrübe edilmesi gereken bir deneyimdir.
*
Yola sağlam adımlarla koyulduysanız savaşın yarısını kazanmışsınız demektir. Önemli olan başlangıcı yapmak ve o yola koyulmaktır. (Sayfa: 11)
*
Kandırılmanın iki türlüsü vardır: ya doğru olmayana inanırsınız ya da doğru olana inanmayı reddedersiniz.
*
Çağımız tutkudan yoksun. Herkes birçok şeyi biliyor, hangi yöne gitmemiz gerektiğini, gidebileceğimiz pek çok farklı yön olduğunu. Öte yandan kimse hareket etmeye gerçekten istekli değil. (Sayfa: 12)
*
Can sıkıntısı tüm kötülüklerin anasıdır, kendi olmayı reddetmenin çaresizliğidir. * Akıl azaldığı oranda kaygı da azalır. (Sayfa: 13)
*
''Tutkumuzla kaybolmamız tutkumuzu kaybetmekten iyidir.
*
Risk almadığınız sürece inancınız imkânsızlığa denktir.
*
Yüzmek istiyorsan önce tüm giysilerini çıkarmalısın. Hakikati amaçlamak için de çok daha içedönük bir anlamda soyunmak, kendini tüm içedönük giysilerden, düşüncelerden, kavrayışlardan, bencillikten arındırmak zorundasın. Ancak bundan sonra yeterince çıplak olursun. (Sayfa: 14)
*
Yobazın gülüp geçilecek özelliği, sonsuz tutkusunun yanlış nesne üzerine atılmış olmasıdır. İlahi özelliği ise tutkuyla cesaret etmesidir.
*
Dâhiler tıpkı şimşek gibidir. Rüzgâra karşı hareket ederler, insanların ödünü patlatırlar ve havayı temizlerler. (Sayfa: 15)
*
Azınlık çoğunluktan her zaman daha güçlüdür çünkü azınlık genellikle gerçekten bir fikri olan insanlardan oluşur.
*
Hayata dair bir kanaate varırken tıpkı bir ilkokul çocuğu gibi davranan birçok insan var. Okuyup içeriğini anlamadıkları bir kitaptan cevapları kopyalayıp hocalarını kandırıyorlar.
*
Acı çekmek medeni cesaret gerektirir, sevinmekse dini cesaret. (Sayfa: 16)
*
Modern dünyanın sorunları için tek bir çare bulabilecek olsam, reçeteye sessizlik yazardım.
*
Hayatı hakiki ve ciddi kılan tekerrürdür. (Sayfa: 17)
*
Tanrılar sıkıldıkları için insanı yarattılar. Adem sıkılmıştı çünkü tek başınaydı, bu sebeple Havva yaratıldı. Haliyle dünyaya sıkıntı adım attı ve nüfusun artışıyla doğru orantılı olarak yayılmaya devam etti. Adem bir başına sıkılmıştı sonra Adem ve Havva birlikte sıkıldılar. Ardından Adem ve Havva'ya Habil ile Kabil de katıldı ve ailecek sıkılmaya başladılar. Yıllar içinde dünya nüfusu arttı ve herkes hep birlikte sıkılmaya devam etti. (Sayfa: 19)
*
Şair kimdir.? İç çekmelerini ve çığlıklarını güzel bir müziğe dönüştüren dudaklara sahip olan, fakat ruhunda gizli acılar barındıran mutsuz bir insan. (Sayfa: 20)
*
Kalabalıkların biriktiği yerde gerçekliği bulamazsınız. (Sayfa: 22)
*
Kişi tuhaf sözler etmediği için rağbet görmeyebilir, bu gayet olağandır. Bu tuhaf ifadeler geçici heveslerin ürünüdür ve bu ifadeleri herkes -en ahmak olanı bile- kullanır. Öte yandan aklında bir fikri olan ve her zaman bir fikri olacak olan kişi her zaman rağbet görmeyecektir. Hiç kendine özel terim kullanmasa da Sokrates'in rağbet görmemesinin sebebi budur. Onun cehaletini kavramak Hegel'in tüm felsefesini anlamaktan daha büyük çaba gerektirir. (Sayfa: 25)
*
Şu dünyaya bir kez adımınızı attınız mı, ölmek için yeterince yaşlısınız demektir. (Sayfa: 33)
*
İnsan dediğimiz, fiziksel olarak hep dışa dönüktür ve mutluluğunu hep dış dünyaya atfeder. Oysa bir gün, iç dünyasına yolculuk eder ve asıl mutluluğun kaynağını orada bulur. (Sayfa: 37)
*
Çoğu insan, mutluluğun peşinden öyle canhıraş koşuyor ki, birden onu geride bırakıveriyor. (Sayfa: 46)
*
Çektiğim acılar, benim kalelerimdir. (Sayfa: 62)
*
Güvenli bir limandan öğüt vermek kolaydır. (Sayfa: 68)
*
Sıkıntılar insanı zayıflatmaz, sahip olduğu gücü gün ışığına çıkarır. (Sayfa: 74)
*
Hiç kimse kendisi olmaya cesaret edemiyor ve herkes beraberlik adı altında gizleniyor. (Sayfa: 81)
*
Yalnızca ticarette değil, fikirlerin dünyasında da çağımız, bir mevsim sonu indirimine gidiyor. (Sayfa: 91)
*
Kusursuz sevgi, seni mutsuz edeni sevmektir.
*
Mutsuzluk, sevilmeksizin sevmek değil, sevmediğinde sevilmektir. (Sayfa: 92)
*
Bir şeye ne kadar çok insan inanıyorsa, o şeyin yanlış olma ihtimali o kadar yüksektir. Doğru olan insan, çoğu zaman bir başına olur. (Sayfa: 93)

12 Aralık 2022 Pazartesi

Virginia Woolf - Kendine Ait Bir Oda (Çeviren: Suğra Öncü)


Arka Kapak

*
Kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan biri olan Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf'un belki de en kolay okunan kitabıdır. Kolay okunur, çünkü konu çok somuttur: "Kadın ve edebiyat". Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları "ezeli" ve de "ezici" bir soru vardır: "Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz.
Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız.?"
İşte Virginia Woolf bu "yakıcı" soruya, tarihsel ilişkilerin kökenine inip kütüphane raflarında şöyle bir gezindikten ve de kısa bir kadın edebiyatı tarihçesi çıkardıktan sonra esaslı bir yanıt getiriyor. Ve şöyle sesleniyor kadınlara: "Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın.!"
**
**
''Hak ettiğinden daha onurlu bir sözcükle adlandırdığım aklım, oltasını nehre sallandırmıştı. Dakikalar birbiri ardından gelip geçtikçe, o da yansımaların ve yeşilliklerin arasında, kendini sulara bırakmış, bir batıyor, bir çıkıyor, bir o yana, bir bu yana sallanıyordu, ta ki -o tür bir zorlanmayı siz de bilirsiniz- sonunda ucuna bir düşünce takılana dek.'' (..) ''Çimenlerin üzerinde yürümeye, yalnızca üniversite öğrencilerine ve öğretim üyelerine izin vardı; benim yerim çakıllı patikaydı.'' (Sayfa: 7-8)
*
''..birden, koruyucu bir melek gibi, ama beyaz kanatlar yerine siyah bir cüppenin dalgalanmasıyla yolu kapayan kır saçlı, kibar ama bana küçümseyerek bakan bir beyefendi karşımda belirip eliyle geri dönmemi işaret ederek alçak bir sesle, hanımların ancak bir fakülteli eşliğinde ya da tavsiye mektubu ile kitaplığa kabul edilebileceklerini üzüntüyle belirtmek zorunda olduğunu söyledi.'' (Sayfa: 10)
*
''Duvara dayandığımda, üniversite gerçekten de bana, kumların üzerinde varolma savaşı vermeye bırakıldıklarında, kısa süre sonra yok olacak ender tipleri saklayan bir barınak gibi göründü.'' (Sayfa: 11)
*
''Suçu savaşta mı aramalıyız.? 1914 Ağustosu'nda silahlar ateşlendiğinde, kadınların ve erkeklerin yüzleri, birbirlerini bütün çıplaklığıyla görmüşlerdi de aşk ölmüş müydü.?'' (Sayfa: 18)
*
''..Oxbridge gezim ve yenen yemekler kafamda sürüyle soru oluşturmuştu. Neden erkekler şarap, kadınlarsa su içiyordu.? Neden cinsiyetlerden biri öylesine varlıklı, öbürü ise yoksuldu.? Yoksulluğun kurmaca yazın üzerindeki etkisi neydi.? Sanat yapıtlarının ortaya çıkmasında gerekli olan koşullar nelerdi.? Binlerce soru birden belirmişti.'' (Sayfa: 29)
*
''Bir yılda kadınlar üzerine yazılan kitapların sayısı üzerine hiç bilginiz var mı.? Bunlardan kaçının erkekler tarafından yazıldığını biliyor musunuz.? Kendinizin, evrenin belki de en çok tartışılan canlısı olduğunuzun farkında mısınız.? Ben buraya elimde bir defter ve bir kalemle, sabahı okuyarak geçirip, sabahın sonunda gerçeği defterime kaydedeceğim varsayımıyla gelmiştim. Ama bütün bunlarla başa çıkabilmek için bir fil sürüsü ya da örümcek yığını olmam gerekirdi, diye düşündüm, umutsuzca en uzun yaşayan ve en çok gözü olan hayvanlara gönderme yaparak.'' (Sayfa: 30-31)
*
''Samuel Butler neden ''bilge erkekler kadınlar üzerine düşündüklerini hiçbir zaman söylemezler,'' der.? Görünüşe bakılırsa, bilge erkeklerin bundan başka işleri yok. Ama, diye sürdürdüm, iskemlemin arkasına yaslanıp altında tek, ama artık yorgun düşmüş bir soru olarak durduğum koca kubbeye bakarak, ne yazık ki bilge erkekler kadınlar üzerine hiçbir zaman aynı şeyleri düşünmüyorlardı. İşte Pope:
Çoğu kadın kişilikten tümüyle yoksundur.
Ve işte La Bruyere:
Kadınlar hep aşırı uçta gezinirler. Erkeklerden ya daha iyi ya daha kötüdürler.'' (Sayfa: 33-34)
*
''Birbirlerinin çağdaşı olan bu keskin gözlemcilerin arasında doğrudan bir çelişki vardır. Kadınlar eğitilebilir mi, eğitilemez mi.? Napolyon eğitilemeyeceklerini düşünüyordu. Dr. Johnson ise tersini. Ruhları var mıydı, yok muydu.? Kimi ilkeller, olmadığını söylüyor. Başkalarıysa tam tersine, kadınları yarı kutsal görüp bu nedenle onlara taparlar. Kimi ermişler kadınların kıt akıllı olduklarını; kimileriyse bilinçaltlarının daha derin olduğunu ileri sürerler. Goethe kadınlara hayrandı; Mussolini onlardan nefret ediyor. Nereye bakılırsa bakılsın, erkekler her zaman kadınlar hakkında kafa yordular.''
*
Dr. Johnson:
*
''Erkekler kadınların daha üstün bir rakip olduklarını bildiklerinden en güçsüz ya da en bilgisiz olanını seçerler. Böyle düşünmeselerdi, kadınların kendileri kadar çok şey bilmelerinden hiçbir zaman korkmazlardı.'' (Sayfa: 34)
*
''Nedeni ne olursa olsun, bütün bu kitapların benim amacım açısından değer taşımadıklarını düşündüm, masanın üzerindeki yığını gözden geçirirken. Başka bir deyişle, bilimsel açıdan değersizdiler, oysa insansal yönden yol gösterici bilgiler, ilgi, can sıkıntısı ve Fiji Adaları'nda yaşayan halkın alışkanlıkları üzerine acayip gerçeklerle doluydular. Bunlar, gerçeğin beyaz ışığı yerine duyguların kırmızı ışığında yazılmışlardı.'' (Sayfa: 37)
*
''Kadınlar yüzyıllardır, erkek görüntüsünü gerçek boyutlarının iki katında gösterebilen enfes bir güce sahip büyülü birer ayna görevini yerine getirmişlerdi. Bu güç olmasaydı, belki de dünya hâlâ bataklıktan ve sık ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarımızın parlak zaferleri bilinmezdi. Koyun kemiklerinin üzerine geyik resimleri çizip koyun derisi karşılığında çakmak taşı ya da gelişmemiş zevkimize yönelik herhangi bir süs eşyası alıyor olurduk.'' (Sayfa: 40)
*''Kadının eleştirisi karşısında duydukları tedirginliği ve bir kadının herhangi bir eleştiriyi, bir kitabın kötü, bir resmin yetersiz olduğunu ya da başka bir şeyi, aynı eleştiriyi getiren bir erkekten çok daha fazla acı vermeksizin söylemesinin olanaksızlığını da açıklar. Çünkü kadın gerçeği söylemeye başlarsa erkeğin aynadaki görüntüsü küçülmeye başlar; yaşam karşısındaki uyumluluğu yok olur. Erkek sabah kahvaltısında ve akşam yemeğinde kendini gerçek boyutlarının en az iki katında göremezse, kararlar vermeyi, yerlileri uygarlaştırmayı, yasalar koymayı, kitaplar yazmayı, özenle giyinip yemekli toplantılarda konuşmalar yapmayı nasıl sürdürecektir.?'' (Sayfa: 41)
*
''Sekiz çocuk doğurmuş bir hizmetçi kadın dünyanın gözünde yüz bin pound kazanmış bir avukattan daha mı değersizdi.?'' (Sayfa 45)
*
''..Profesör Trevelyan'ın İngiltere'nin Tarihi'ni aldım. Bir kez daha ''Kadınlar'' maddesine baktım ve ''Kadınların Durumu'' konusunun bulunduğu sayfaları açtım. ''Evli kadınların kocalarınca dövülmesi erkeklerin yasal hakkıydı ve bu hak, yüksek sınıflarda olduğu gibi aşağı sınıflarda da utanç duymadan uygulanırdı.!'' diye okudum. Tarihçi şöyle sürdürüyordu sözü: ''Aynı biçimde, anne babasının seçtiği beyefendiyle evlenmeye karşı çıkan kız çocuk, kamuoyunda hiçbir tepki uyandırmadan odaya kilitlenip dövülebiliyor, yerden yere savrulabiliyordu. Evlilik, özellikle 'şövalye' (nezaket ve cömertlik) niteliklerine sahip yüksek sınıflarda, kişisel bir beğeni olayı değil, ailesel açgözlülük meselesiydi.. Evlenecek taraflara çokluk beşik kertmesi yapılır, evlilikse çocukluktan çıkar çıkmaz gerçekleştirilirdi.!'' 1470 yıllarında, yani Chaucer'ın yaşadığı çağın hemen sonrasında durum böyleydi.'' (Sayfa: 48)
*
DİPNOT: Kadınların neredeyse Doğu'ya özgü biçimde odalık ve köle olarak tutuldukları Athena'nın kentinde, tiyatro sahnesinin Clytemnestra ve Cassandra, Atossa ve Antigone, Phedre ve Medea gibi kişileri ve ''kadın düşmanı'' Euripides'in her bir oyununda öne çıkan tüm öbür kadın kahramanları yaratmış olması çok garip ve neredeyse açıklaması olanaksız bir durum olarak kalmaktadır. Ama gerçek yaşamda saygın bir kadının tek başına sokakta zar zor görülmesine karşın sahnede erkeğin eşiti olarak ortaya çıkması ya da ona üstün gelmesi hiçbir zaman doyurucu biçimde açıklanamamış bir paradokstur. Modern trajedilerde de benzer ağır basma durumlarına rastlanır. Her durumda, Shakespeare'in yapıtlarının şöyle bir incelenmesi, bu ağır basma durumunun, yani kadınların insiyatifi ellerinde tuttukları olgusunun Rosalind'den Lady Macbeth'e nasıl sürüp gittiğini ortaya çıkarmakta yeterlidir. (..)'' (Sayfa: 49)
*
''Düşsel yaşamda kadın son derece önemlidir; gerçek yaşamda ise tümüyle önemsiz. Şiiri bir baştan öbür başa kaplar; tarihte hiç görülmez. Kurmaca yazında kralların ve fatihlerin yaşamlarına hükmeder; gerçek yaşamda ailesinin parmağına bir yüzük geçirdiği herhangi bir oğlanın kölesidir. Kurmaca yazında en esin dolu sözler, en derin düşünceler onun dudaklarından dökülür; günlük yaşamda hemen hemen hiç okuyup yazamaz ve kocasının malıdır.'' (Sayfa: 50)
*
''19. yüzyıl kadar geç bir dönemde bile kadınların gerçek adlarını saklamaları, bekaret anlayışının kalıntılarıydı. Yapıtlarının kanıtladığı gibi içsel bir çatışmanın kurbanları olan Currer Bell, George Eliot ve Gerorge Sand erkek adı kullanarak faydasız yere kendilerini gizlemeyi denemişlerdir.'' (Sayfa: 57)
*
''Yazın, başkalarının düşüncelerine mantığın ötesinde aldırmış kimselerin enkazlarıyla kaplıdır.''
*
''..Shakespeare üzerine bu denli az şey bilmemizin nedeni, duyduğu kinlerin, kızgınlıkların ve nefret ettiği şeylerin bizden saklanmış olmasıdır. Bize yazarı anımsatan herhangi bir açıklama ile yolumuzdan alıkonmuyoruz. Karşı koymak, yol göstermek, bir haksızlığı açığa vurmak, bir şeyin öcünü almak, bir güçlüğe ya da acıya dünyanın tanıklık etmesini sağlamak arzusunun tümü onun bedeninden kovulmuş ve hazmedilmiştir. Bu yüzden dehası hiçbir engelle karşılaşmadan, özgürce ortaya dökülebilir. Yeryüzünde yapıtını eksiksiz dile getirebilmiş biri varsa o da Shakespeare'dir, diye düşündüm..'' (Sayfa: 64)
*
''..elden düşme kitap satan dükkânlarda, bir elma bahçesindeki üzerleri kabarcık dolu hastalıklı elmalar gibi etrafa saçılmış yatan kadın yazarların kitaplarını düşündüm. Onları çürüten tam orta yerlerindeki aksaklıktı. Kadın yazarlar kendi değer ölçütlerini, başkalarına uymak adına değiştirmişlerdi.'' (Sayfa: 83)
*
''Kişinin kendisine: ''Yazını da satın alamazlar ya, yazın herkese açıktır. Din görevlisi de olsanız, beni çimenlerden uzaklaştırmanıza izin vermeyi reddediyorum. Kitaplıklarınızı istediğiniz kadar kapatıp kilitleyin; ama benim aklımın özgürlüğüne vurabileceğiniz hiçbir kilit, hiçbir kapı, hiçbir sürgü yoktur,'' diyebilmesi için bir ateş parçası olması gerekirdi.'' (Sayfa: 84)
*
''Yeniden kitaplığa giderek, peki ama kadınların ruhsal durumu üzerine, bir kadın tarafından yazılmış o ayrıntılı incelemeyi nerede bulacağım diye sürdürdüm düşüncemi. Futbol oynamaktaki beceriksizlikleri nedeniyle, kadınlar tıp okumaktan alıkonulacaksa..'' (Sayfa: 87)
*
''Kişi, kadının ve erkeğin birlikteliğinden en büyük doyumun, en katışıksız mutluluğun doğduğu kuramından yana, akıldışı ama çok derin bir içgüdüye sahiptir. Ama taksiye binen iki kişinin görüntüsü ve bunun bana sağladığı doyum, aynı zamanda beni, bedenlerdeki cinsiyet farklılığı gibi zihinlerde de iki ayrı cinsin varolup olmadığını ve katışıksız bir doyum ile mutluluğu sağlamak için onların da bir araya gelmek isteyip istemediklerini sormaya yöneltti. Ve amatör bir anlayışla, ruhun, biri eril biri dişil iki gücün içinde bir arada varolacağı bir tasarım çizmeye koyuldum. Erkeğin aklında, erkek kadına baskın çıkıyor, kadınınkindeyse, kadın erkeğe baskın çıkıyor. Her ikisi bir arada uyum ve tinsel işbirliği içinde yaşarlarsa normal ve rahat bir ruh hali ortaya çıkar. Kişi erkekse, aklının kadın olan bölümü de etken olmalıdır ve bir kadın da aynı ölçüde içindeki erkekle ilişkide bulunmalıdır. Belki de Coleridge üstün bir aklın çifte cinsiyetli olduğunu söylerken bunu kastetmişti. Ancak bu iç içe geçme gerçekleştirilirse akıl tam anlamıyla verimli olabilir ve tüm gücünü kullanabilir.'' (Sayfa: 109)
*
''..bir kitap ikna etme gücünden yoksunsa aklın yüzeyine ne denli güçlü çarparsa çarpsın, içlere sızamaz.'' (..) ''..bir bedende iki baş, yaşam süresini uzatmaz.'' (Sayfa: 115)
*
''..demokrasimizle böbürlenebiliriz ama gerçekte, yoksul bir çocuğun İngiltere'de, büyük yazınsal yapıtları doğuran zihinsel özgürlüğe kavuşma bağımsızlığını elde etmekte ancak Atinalı bir kölenin oğlundan biraz daha fazla umudu vardı.'' (Sayfa: 120)
*
''Kısaca ve açıkça, kişinin olduğu gibi görünmesinin her şeyden daha üstün sayılacağını söylüyorum. Coşturucu bir biçimde söylemesini bilseydim, başkalarını etkileme düşleri kurmayın derdim. Her şeyi kendi içinde olduğu gibi düşünün.'' (Sayfa: 123)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...