24 Aralık 2022 Cumartesi

Küçük İskender - Şifalı Rehabilitasyon Ortamı (Kendi el yazısıyla TIPKI BASIM) (Şenol Erdoğan)

 

GÖKYÜZÜ, YERYÜZÜNÜ
FAKLI YENMİŞTİ. HİKÂYE-
LERE SONUÇ BÖLÜMÜ O-
LARAK FEVKALADE BİR
ORGAZMIN TÜM EVRELERİ
YERLEŞTİRİLMİŞTİ. POLİ-
TİK MÜCADELELERE GİRİP
ÇIKMIŞ BİR DİNAZORUN
PARKI OLAMAZDI. GÜZEL
LAF ETMEK SORUN DEĞİL-
Dİ. DİYAR DİYAR HIYAR-
LIK EGZERSİZLERİ..
*
ŞİFALI REHABİLİTASYON
ORTAMI OLARAK SEÇİLEN
YAŞAM BİÇİMLERİ ZOR-
LAMADIR. HERŞEY, OLA-
ĞANDIR. HERŞEY, OLA-
BİLECEĞİNİN ÖTESİNE
GEÇEBİLMEK İÇİN KENDİ
SINIRINI YOKLAR; ARZU-
LAR GENLEŞEBİLİR.
ONURLU İNTİHARLARA
DOĞRU..
*
GÖTLÜĞÜN LÜZUMU YOK.!
ŞEHİR HÂLÂ BİZİM. ŞE-
HİR HÂLÂ SESİNİ ÇIKART-
MIYOR. ŞEHİR SERSERİLE-
Rİ BİZİ ANLAMAYA
YANAŞMIYOR.
SOĞUK.!
YAŞAM KADAR
SOĞUK.!
OLUK OLUK SOĞUK.!
*
''YAZGIMIN AZ YAĞMURLU
SİRKİNDEYİM / YERLER
KAYGAN, KALBİM KAY-
GAN.! / DOKUNABİLSEM
İKİMİZ DE CÜCEYİZ /
BİR SİRKTEN AYRILAMA
YACAK KADAR ARTİS-
TİM / SEN DE ARTİSTSİN
ANNEN MEKTUPTA ÖYLE
YAZMIŞ / UZATSAM ELİMİ
TUTAMAYACAKSIN
KENDİNLE O KADAR
İKİZSİN.!!!''
*
BİLİYORUM
BU ŞEHRİN AZALMIŞ BİR
GURURU VAR / SOKAK-
LARI HAYDUT, BİNALARI
ÇETE, HAVASI ZANLI /
HANGİ KÖŞEYE GİDİP BİR
BİLMECE SORSAM CEVA-
BU BELLİ:
BİZE BU MEMLEKETTEN
TAVŞAN
ÇIKMAZ
ŞAPKAMIZ YIRTIK.! '
*
KİMİ ŞİİRLERİN
FAİDESİ OLDUĞU
KESİNDİR.
ÜÇÜNCÜ
DERECE
İMGE
YANIKLARI
KOLAY
İYİLEŞMEZ.!
*
APTALLIKLARINIZA
KATLANACAĞIMIZI
SANARAK
BİR
APTALLIK
DAHA YAPTINIZ.
SİZİ
KUTLUYORUZ.
KUTSANMAYACAKSINIZ.!
*
ONURLU
İNTİHARLARIN
ALT
YAPISINDA
YAPIŞ
YAPIŞ
REGL
AKAR.!!
*
VÜCUDU ÖNEMSEMEYEN
ENERJİ, SERBEST BİR
YOLCULUKLA ÖDÜLLEN-
DİRİLİR.
GENÇ KAOS, BUNA
ÇOK
UYGUNDUR.
ZEHİR
YERİNİ
BULUR.
*
BOYUTSUZ SEVGİLERİN
TAŞIDIKLARI TEK KAYGI,
KANITLANAMAYIŞTIR.
BU TÜR SEVGİLER TİCA-
RİDİR VE ŞİFALI REHA-
BİLİTASYON ORTAMLARI-
NIN TARİFSİZ PARA-
ZİTLERİDİR. BİLİNÇ,
BURADA GÜCÜNÜ YİTİ-
REBİLİR. DİKKAT.!!
*
BİR TIRNAK MAKASININ
ÇOCUKLUĞU NASIL GEÇ-
MİŞTİR.?
ASLA MERAK ETMEZSİNİZ.
BUNUN BİR
HATA OLDUĞUNUN DA
FARKINDASINIZDIR.
*
OTURUP
UZAKLARA
BAKARSINIZ..
SANKİ
NE
VARDI Kİ
ORADA.?
YALNIZCA
SESSİZLİK.

23 Aralık 2022 Cuma

Zlata Filipoviç - Zlata'nın Günlüğü (Çeviren: Barbee)


Arka Kapak

*
Zlata, Saraybosna'da yaşayan 11 yaşında mutlu bir kız çocuğuydu. Günlük tutmaya başladığında bir gün bunun bir belgesel niteliği taşıyacağını hiç tahmin etmemişti.
Sonra savaş başladı. Zlata'nın mutlu yaşamı her an bir bombanın hedefi olma korkusu, çevresindeki insanların ölümleri ile altüst oldu. Susuz, elektriksiz, yiyeceksiz bir yaşam başladı.
Tıpkı Anne Frank gibi.
Zlata artık Paris'te yaşıyor ve özgür. Ama onun görebildiği gerçekleri politikacıların nasıl olup da göremediğini hala anlamıyor.
*
''Zlata felaketin başladığı günden kurtulduğu güne kadar, hatıra defterinde Saraybosna'da hala sürüp giden cehennemi yazar. Kendi algıladığı biçimde..''
*
TEMPO
*
''Daha iyisi, daha güzeli için insanoğlu çabasını sürdürür. Sen de onun soylu bir örneğisin Zlata.. Zlata Filipoviç'in Saraybosna günlüğü küçüklerden büyüklere acı dersler veriyor.. Politika yapan ve kendini büyük sanan herkes bu günlüğü okumalı.!''
*
Hasan Cemal
*
*
Perşembe, 18 Haziran 1992:
*
''Evet biliyorum, aslında bütün bunlardan politika sorumlu. Politikanın beni ilgilendirmediğini söylemiştim, ama bir cevap bulabilmem için biraz da olsa bilgi edinmem gerekiyor. Bana sadece bölük pörçük bir şeyler söylüyorlar, herhalde bir gün çok daha fazlasını keşfedip daha çok şey anlayacağım.'' (Sayfa: 58-59)
*
Perşembe, 19 Kasım 1992:
*
''Niye politika bizi mutsuz yapıyor, bizleri birbirimizden ayırıyor.? Biz kimin iyi, kimin kötü olduğunu pekala biliriz. İyiyle birlikte olurken kötüden kaçınırız. Kötünün arasında olduğu gibi, iyinin arasında da Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanlar bulunuyor. Bir türlü ne yapmaya çalıştıklarını anlamıyorum. Tabii ki ben ''çok küçüğüm'' ve politika ''büyüklerin'' elinde. Ama biz ''küçüklerin'' bu işi daha iyi becereceğini sanıyorum. Eminim ki savaşı bir çözüm yolu olarak seçmezdik.'' (Sayfa: 96)
*
Cumartesi, 17 Nisan 1993:
*
''Bence politik durum da, hareket halindeki bir aptallık. Kocaman BÜYÜÜÜK bir aptallık. Bu yaşama ve acı çekmeye devam mı etsem, yoksa bir ip alıp.. İşi bitirsem mi bilemiyorum. Eğer durum böyle devam ederse, birkaç yıl sonra 20 yaşında olacağım. Eğer bir başka ''Lübnan''a dönüşürsek (dedikleri gibi), 30 yaşında bile olurum. Çocukluğum, gençliğim ve hayatım gelip geçecek demektir. Öldüğümde bile bu savaş hâlâ devam ediyor olacaktır.'' (Sayfa: 122)
*
Salı, 4 Mayıs 1993:
*
Sevgili Mimmy,
Yine politikayı düşünüyorum. Halkı Sırp, Hırvat ve Müslüman diye gruplara ayırmak ne kadar aptalca, çirkin ve mantıksızca olsa bile , bunu yapan politika. Hepimiz bir şeyler bekliyoruz, bir şeyler ümit ediyoruz, ama ortada hiçbir şey yok. Vance-Owen barış planı bile işe yaramayacağa benziyor. Haritalar çizilip duruyor, insanları birbirlerinden ayırıyorlar, ama o ayrılan insanlara hiç kimse bir şey sormuyor. Bu ''yumurcaklar'' gerçekten bizimle oyun oynuyorlar. Normal halk bu bölünmeyi istemiyor, çünkü bu hiç kimseyi mutlu etmeyecek -ne Sırplıyı, ne Hırvatı, ne de Müslümanı. Ama normal insana kim soru soruyor ki.? Politika sorularını, sadece politikacılara soruyor.
*
Zlata
*
Yumurcaklar: Politikacılar için kullanılan güncel bir sözcük (Sayfa: 126)
*
Cumartesi, 8 Mayıs 1993:
*
''Bugün müzik okuluna giderken pazar yerini gördüm. Orada her şey var. İnsanın aklına gelebilecek her şey. İnsanlar her şeyi satıyor.
Bütün bunların nereden geldiğini merak ettim, sonra aklıma savaşın ilk başladığı günlerdeki Saraybosna sokakları geldi. Kırık vitrinleri ve ortadan kalkmış malları hatırladım. Cevap bu muydu acaba.? (..) ..ama işin en kötüsü bütün bu malları şimdi de o kadar pahalıya satmaktı.. O güzelim yiyecek maddelerini görmeliydin.! Bu arada açlığı çeken bizleriz, bulduğumuz her yiyecek maddesi için Tanrı'ya şükrediyoruz.'' (Sayfa: 128)
*
Pazartesi, 2 Ağustos 1993:
*
''Bazı insanlar beni Anne Frank'la karşılaştırıyor. Bu beni korkutuyor, Mimmy. Sonumun onunki gibi olmasını istemiyorum.''
*
Zlata (Sayfa: 152)

22 Aralık 2022 Perşembe

Ali Şeriati - Bilinç ve Eşekleştirme (Tercüme: Prof. Dr. Murat Demirkol)


Büyük Aldanış:

*
Size söylemek istediğim temel konu, ilmî bir mesele değil, fikrî bir meseledir. Benim dile getirmek istediğim, ancak açıklama ve yoruma ihtiyaç duymayan en önemli mesele şudur: ''Kendimizi ilmî açıdan tatmin etmekle fikrî bakımdan doyum hissedemeyeceğimizi bilelim: Bu günümüz okumuşlarına ve aydınlarına özgü çok sahte bir doyum ve büyük bir aldatma türüdür. Bu okumuş veya aydın, ilmî bakımdan doyuma ulaşınca, yüksek kazanımlar, ilmî açıdan geniş bilgiler ve çok seçkin dereceler kazanınca, büyük hocalar ve kitaplar görünce ve son derece orijinal teoriler öğrenince kendinde gurur ve hoşnutluk hisseder ve fikrî bakımdan bilge bir insan derecesine yükseldiğini sanır. Bu, sıradan bir insanda bile en az alim bir insan olduğu hissi uyandıran bir aldanmadır. Bir üstat, bir mütercim, bir filozof, bir büyük sufî, bir edebiyatçı, bir tarihçi genellikle fikrî bakımdan tamamen sıfır olabileceğini, şuur açısından en düşük derecedeki bir cahil seviyesinde kalabileceğini ve bilinç, öz bilinç, toplum bilinci ve zaman bilinci açısından gözü hiç yazı görmemiş olan bir cahilden daha aşağı olabileceğini düşünmez.'' (Sayfa: 9-10)
*
Belirleyici Seçim:
*
''..Fanon'un ifadesiyle geri kalmış toplumlar benzer bir kadere, benzer dert, ihtiyaç ve seçime sahiptirler. (..) ..yola hızlı bir Batı taklitçiliğiyle koyulan, öz bilinç ve sosyal bilinçten mahrum olan, ideolojisi bulunmayan, sadece Avrupa medeniyetini kullanmada sahte bir uyanışla yetinen toplumlar, Batı'nın tüketicisi olmuşlar, onun esaret ve zillet boyunduruğu altında kalmışlardır. Bunun örneklerini bizzat siz kendi zihninizde bulabilirsiniz.'' (Sayfa: 14)
*
Sarsıntı:


''İnsanın gündelik hayatında yıktığı, elden çıkardığı ve feda ettiği ilk şey isyandır. İnsanı dünyada Tanrı benzeri yapan isyanı kaybediyor.'' (Sayfa: 20)
*
Bilinç ve Eşekleştirme


Bilinç, beni daima dışarıdan ve beni kendisine kurban eden sürekli uğraşlardan kendime çağıran bir şeydir. Beni, ikide bir kendimi görmem için sürekli aynanın karşısına geçirir. Kendi gerçek tasavvuru gözünün önünde olan hiçbir kimse yoktur. Hatta günde üç dört saat aynanın önünde duran kimseler bile kendilerini bir kere dahi görmemişlerdir.!
Bilinç yani kendini bilme, felsefe bilgisinden, ilim bilgisinden, teknik bilgisinden daha üstündür. Bunlar bilgidir, bilinç değildir. Yani beni kendime gösteren, hakkımda çıkarsama yapan, beni bana tanıtan, ne kadar değerli olduğumu anlamamı sağlayan bir şey. Herkes kendine olan imanı ölçüsünde değerlidir. Bizi ne kadar aşağılıyorlar.! Toplum ve eğitim sistemine bir bakın. Aileden itibaren en son merhalesine kadar aynı şekildedir. Bizi öyle küçük görüyorlar ki birtakım şeyleri kendi gücümüzün imkanları olarak bile tanımıyoruz. Hatta hayvan yavruları bile kendilerini bu kadar âciz görmezler. Öyle ki kendimiz hakkında konuşmaktan, kendimizi eleştirmekten ve kendimize sormaktan bile âciziz. Varlığımız baştan aşağı âcizliktir. Küçük bir işi yapabilmek dahi tasavvurumuza sığmaz. İşte kendi şahsiyetimize karşı bu kadar inançsızız ve küçüğüz.! Kendi kendisini küçük gören bir insan, bir nesil, kesinlikle küçüktür.! Başkasını kendi kölen haline getirmek için onu önce kendisinin aşağı ırk ve aşağı aile olduğuna inanacak şekilde aşağılamalısın. O zaman aşağılık, onun için ürperti verici ve kötü bir şey olmak bir yana tamamen bir aşk, arzu ve dilek haline gelir. Senin kölen olur, senin efendiliğine sığınır. (Sayfa: 26-27)
*
Daha Küçük, Daha Daha Küçük:
*
''İnsan, şuursuzluğuyla, bilgisizliğiyle ve unutmasıyla bu kadar iftihar edebilir mi.? Çok ilginç.! Batının dilini almakla, kendi dilini unutmakla ve bazı şeyleri bilmemekle övünüyor.! Bu derece aciz ve zelil.! Tıpkı Sourdel'in diyalektiği gibi. Sourdel diyalektiği, çocuk diyalektiğidir. Çocuk, annesi tarafından kovulduğunda, azarlanıp aşağılandığında üzülür; annesinin saldırılarından emin olmak için yine ona sığınır. İşte bu, Sourdel diyalektiğidir. Üstün ırk, üstün millet ve hatta üstün insan bir kavmi, bir milleti veya bir insanı kendi güç ve otoritesi altına almak için onu aşağılar. O kadar ki onun dinini, imanını, edebiyatını, düşüncesini, önemli şahsiyetlerini, geçmişini ve her şeyini aşağılar. Böylece o, bu itham ve hakaretlerden, sürekli suçlama vesilesi yapılan bu yerden kurtulmak için bizzat onun himayesine sığınır; artık bir daha onun suçlamalarına maruz kalmamak için kendisini ona benzetir.'' (Sayfa: 28)
*
Mihnek:
*
DİPNOT: Peygamberler ne filozof, ne teknisyen, ne edebiyatçı, ne şair, ne estetikçi, ne de sanatçı idiler. Avam içinden çıkmış birer ümmi idiler. Ama zamanın bilincine sahiptiler. Bunun için de her filozoftan, her düşünür, bilgin, yazar ve edebiyatçıdan daha çok ve daha iyi tarihin seyrini belirlediler, harekete geçirdiler, medeniyet kurdular ve toplumlarının kaderini değiştirdiler. Bu peygamberane bilince okumamış bir insan da sahip olabilir. Bunun aksine bir insan aklî veya naklî, yeni veya eski ilimler alanında alim olmasına rağmen bu peygamberâne sosyal bilinçten mahrum olabilir. (Sayfa: 30-31)
*
''Günümüzde o kırbaç, sandığa sevk etmek için bu işçinin kafasının içindedir. Hem de onu, canının istediği kimseye özgürce oy verecek şekle sokar. Ama bunun nasıl olacağı belli değildir. Bu işçinin gönlü Goldwater'e mi yoksa Jeanson'a mı oy vermek istiyor.? Evet, hiç kimse ona karışmaz, özgürdür. Ama gönlü sadece bu ikisini ister. Öyle ki hangisine oy verirse versin sonuç aynıdır.'' (Sayfa: 31)
*
Mavi Oyuncak:
*
''..bir göz bağlamayla üretmeleri ve pazara sürmeleri gibi insan ve nesil icat ediyorlar. Psikolog, sosyal psikoloji uzamanı, tarihçi, sosyolog, antropolog, ekonomist, eğitimci bir araya geliyor, sermaye ve güç de arkalarında:
- Proje üretin.!
- Baş üstüne. Fakat ne istiyorsunuz.? Siz buyurun ki biz de üretelim.'
- Şu Afrikalı, Asyalı ve Latin Amerikalı toplumlarda başına sürekli kına yakan geri kafalı ve eski bir nesil istemiyoruz. Zira bizim satacak kınamız yok. Biz onun makyaj malzemeleri tüketmesini istiyoruz.
(..)
Birden Tahran'da 1945'ten 1955'e kadar on yıl içinde Avrupaî makyaj malzemelerinin ve güzellik salonlarının 500'e ulaştığını görüyoruz.
(..)- Bize öyle bir nesil lazım ki geleneksel hayat tarzından nefret etsin (..) artık ayran değil pepsi kola içsin. Bu kadar.! Sadece bu kadar.! Eğer daha fazla değişirse zahmet, sıkıntı ve kargaşaya sebep olur; bizim için daha çok masraf açar. Bu kadarı yeter.!''
(..)

''- Baş üstüne. Tam da sizin istediğiniz gibi yaparız.
Yapıyor.! Hem de öyle yapıyor ki darbımesel oluyor. Eskimoya buzdolabı satıyor. Bir Afrikalı kabile reisine tamamen altın olan bir ''Renault'' satıyor. Yurdunda iki kilometre cadde bulunmayan bir kabile reisine. Renault'u deveye yükleyip getiriyorlar, kale kapısının ağzına bağlıyorlar. Başkalarına karşı övünsün diye. İşte böyle yapıyorlar.'' (Sayfa: 32-33)
*
''Pekiyi, bütün bunlara karşılık nelerimizi kaybettiğimizi ve bizim için nelerin meçhul kaldığını bize kim anlatacak.? İnsana bu derece taklitçi olduğunu, bu ölçüde her üretileni tükettiğini ve karşılığında neleri kaybettiğini ancak öz bilinç anlatabilir. Toplumun kaderinin hangi çengeller karşısında esir olduğunu ona anlatabilecek tek şey sosyal bilinçtir.'' (Sayfa: 34)
*
Şikayet Acentesi:
*
''Modern kölelik ile klasik kölelik arasında ne fark vardır.? İster modern cariyelik, isterse klasik cariyelik olsun, aralarında fark yoktur. Sadece sunum farklı. Öteki ''zaife'' derken beriki ''latife'' diyor. Her ikisi de ''insan olmamak'' anlamına geliyor.'' (Sayfa: 37)


''Bir evde yangın varken -iyi dikkat edin- seni namaza ve Allah'a dua etmeye çağıran kimsenin daveti haince bir davettir. Başkasının işi onun umurunda değildir. (..)
Burası insanın gafil olduğu yerdir. İnsanın işin güzellik ve iyiliğini kavraması gereken asıl yer burasıdır. Ama o, anlaması gereken şeyden habersiz olur. Olması gereken sahnede bulunmaz. Bu, dolaylı eşekleştirmedir.'' (Sayfa: 39-40)
*
''..Mısır, İran ve Roma'yı kendileri için fethetmiş bir imparator olan Ömer'in savaş ganimeti olarak alınan kumaşlardan diğer sahabilerinkine göre biraz unun bir gömlek giydiğini görünce (Zira ganimetlerin eşit bölüştürülmesi gerekiyordu; ister dünyanın doğu ve batısının büyük imparatoru ve komutanı olan Ömer olsun isterse bir asker) ''Senin gömleğin niçin daha uzun.?'' diye itiraz ediyorlardı. Halk, İran'ı ve Roma'yı fethettiği için onu övmek, dualar okumak ve taktir etmek yerine ilk iş olarak onu muhakeme ettiler ve niçin senin gömleğin diğerlerininkinden daha uzun ve neden senin aldığın ganimet ötekilerinkinden daha fazla; sen ayrımcılık yaptın, diye yakasına yapıştılar.
Toplumun hassasiyetine bakın.!'' (Sayfa: 40-41)
*
Abbasiler zamanı geliyor. Abbasilerin Cafer Bermekî ile evlilik gecesinde o kadar yemek yapmışlar ki yemek artıkları birkaç gün Bağdat'ın dışında yığılıyor ve Bağdat dışında bir artık yemek dağı meydana geliyor. Bir süre hayvanlar ve kuşlar ondan yiyorlar. Geride kalanlar bütün Bağdat'ı öyle kokutuyor, insanların sağlığını öyle bir tehlikeye sokuyor ki çok sayıda adam kiralayıp bu yemek dağını şehrin dışına götürüyorlar. Bütün müslüman toplum içindeki âlim, fakih, şair, bilgili, bilgisiz, filozof, imam ve cemaatten biri çıkıp da bu kadar yemek dini bakımdan israftır dememiş. Bir tek kişi bile itiraz etmemiş.! Tabii, sosyal meseleler ve sosyal bilinç ortada yoktu.'' (Sayfa: 42-43)
*
EŞEKLEŞTİRME ÇEŞİTLERİ
*
''Sapık din, benim toplum karşısındaki sorumluluklarımı iki şekilde köreltir. Birincisi, benim elimden alınan ve mahrum bırakıldığım birtakım ihtiyaçlarım var. Benim insan olmam ve insani bilinç taşımam sebebiyle onları geri almam gerekir. Aynı şekilde adalet arayışına olan ihtiyacım nedeniyle zulmü kabul etmemem gerekir. Din beni zulüm ve gasp yükü altına girmeye zorluyor, susmaya ve sabretmeye çağırıyor, durumumu Hz. Abbas'a havale ediyor ve sorumluluğu üzerimden kaldırıyor.
İkincisi, öte yandan toplumun kaderine karşı günah işliyorum, hainlik ediyorum, cinayet işliyorum; insani sorumluluk ve sosyal bilinç beni ister istemez bunları telafi etmeye, halka hizmet etmeye ve haklarını geri vermeye zorluyor. Şu ana kadar onlara hainlik ettimse ve karşılarında ilgisiz kaldımsa şimdi bu kusuru, bu hataları telafi ediyorum. Fakat din, bu sapık şekliyle beni aldatıyor:
''Hırsızlık yaptığın, cinayet işlediğin, halkın geleceğini başkalarına sattığın doğru. Ama bunun telafi yolu geri vermek değil ki. Zaten geri verilmez de. Bunun daha basit bir yolu var. Nedir.? Şu duayı kıbleye dönerek altı kez oku; artık işin tamamdır. Şu yediğin paradan biraz da bize ver. Artık iş bitmiş, günahların bağışlanmıştır. Yani şefaat, bağışlama ve af.! Böyle bir dinin Tanrı'sı bütün kötülüklere ve çirkinliklere göz yumar; günahların, çöldeki kum, göklerdeki yıldız ve denizlerdeki köpük kadar çok dahi olsa bir üflemede yok eder.!''
*
DİPNOT: Eşekleştirici din ile sapık dini, hakim dini, para ve güç ile işbirliği yapan dini, remi bir sınıf ve mütevellileri olan dini kastediyorum. Mütevellilerinin kartları, kazanma cevazları ve bu dinin, tekellerinde olduğuna dair özel alametleri bulunan bir din. Yani onlar tebliğ ederler ve başka iki ortakla iş birliği yaparlar. (Sayfa: 46-47)
*
''Bunun yolu, sıkıntısız, baş ağrısız, harcamasız, zahmetsiz, bilinçsiz, düşüncesiz ve tamamen sorumsuz bir şekilde cennetin anahtarlarını insanın eline veren ''dua kitabı'ndan geçer. Bir koyun adaman, bir seyide veya mollaya bir şey vermen, birisini sevindirmen veya bir gönül alman her şeyi telafi eder; bütün sosyal sorumlulukların yerine getirilmiş olur. İşte bu, eşekleştirici dindir.'' (Sayfa: 48)
*
Şükür:


''Sürekli olarak ''Allahım, bundan daha beteri olmadığı için sana şükürler olsun.!'' derler. Her zaman senden aşağıda olanlara bak. İyi de karar böyleyse başka birisi niçin ileri gitsin.? Madem karar böyle; biz Afganistan'a bakalım, Afganistan Yemen'e baksın, Yemen Mozambik'e baksın. O zaman niçin yerimizden kıpırdayalım.? Böyle bir şükür gerileme felsefesidir, büyük bir felakettir.'' (Sayfa: 56)
*
Danışıklı Dövüş:
*
''Yeni ve eski şiir savaşı; çarşaf ve mini etek savaşı; sakallı ve sakalsız savaşı; Latin ve Arap alfabesi savaşı; muhafazakar ve yenilikçi savaşı. Bütün bunlar yalancı ve tâli savaşlardır.
Hepsi de asıl mesele ortaya çıkmasın diye yapılan horoz savaşı.!
1941-1951 yılları boyunca İran'da petrol ortaklığı meselesi gün yüzüne çıkmasın diye on sekiz yirmi savaş yapıldı. Sömürgeciliğin etkilerinin zirveye ulaştığı 19. yüzyılda İslam ülkelerinde böyle bir meselenin ortaya çıkmaması ve bilinmemesi için Çin'den İran'ın Buşehr'ine kadar, on iki on üç yıl arayla tam on yedi mehdî zuhur etti.'' (Sayfa: 64)
*
''19. yüzyılda Hûri Kolyayî savaşı.! Avrupa'da işçilik savaşının, kapitalizm savaşının, üretim savaşının, burjuvazi savaşının, sendikacılık savaşının olduğu bir çağda bu adam gelip burada Hûri Kolyayî savaşını çıkarıyor. (..)
Toplumda bir çatışma gündeme geldiğinde, bu çatışmanın insanî ve toplumsal bilinçle mi alakalı, yoksa saçma bir şey mi olduğuna bakmak gerekir.'' (Sayfa: 65)
*
Özet:
*
''Çevremizde oluşan gerek bireysel, gerek toplumsal, gerek ilmî, gerek edebî şekildeki her mesele, sanat, felsefe, estetik, din ve dinsizlik ile ilgili her mesele eğer insanî bilinç yani kendini anlama yolunda ve toplumsal bilinç, yani zamana, topluma ve kendine karşı sorumluluk hissetme yolunda olmadığını görürse adı ve unvanı ne olursa olsun, ne kadar hak ve kutsal olursa olsun eşekleştirmedir. Ya eski tip eşekleştirme ya da yeni tip eşekleştirme.'' (Sayfa: 78)

18 Aralık 2022 Pazar

Akgün Akova - Baba Bana Bağırma


BABA BANA BAĞIRMA VE ARKADAŞLARI

*
Baba Bana Bağırma şiirimi yazdığım zaman 90'lı yılların başıydı. Şiir, doğduğu günden bu yana uzun yolculuklar yaptı. 1994'te yayınlanan üçüncü şiir kitabıma adını verdi. İngilizce'ye Cevat Çapan tarafından çevrildi ve Amerika'da yayımlanan bir dünya şiiri antolojisinde kendine yer buldu. Hintçeye çevrilip Hindistan'daki bir edebiyat dergisinde yayımlandığında, Sanskritçe harflere şaşkınlıkla bakarak şiirimi tanımaya çalıştım.! Parçalanan Yugoslavya'daki savaşın bitmesinden kısa zaman sonra yapılan ilk uluslararası şiir günlerinde, yakılmış Saraybosna Ulusal Ktüphanesi'nin çökmüş tavanının altında, kar yağarken Saraybosnalılara okumuştum onu. Yerde kırmızı karanfiller vardı ve kar tabakasının altında yakılmış kitapların külleri yatıyordu. Benden sonra sahne alan sunucu şiirimin Boşnakça çevirisini okuduğunda, bu dili bilmediğim halde derinden etkilenmiştim. Sanki şiiri ben değil bir başkası yazmıştı ve ben donakalmış bir dünyada üzerimdeki buz tabakasını şiirler çözüyor, kitapların külleri arasında kımıldamaya çalışıyordum.
Bir başka gün Hollanda'da bir tiyatro sahnesinde bu kez Felemenkçesi duyuldu Baba Bana Bağırma'nın. Rotterdam'a annesinin elini tutmuş bir yağmur yağıyordu. Kim bilir kaç kez gitarların tellerinde yolculuk yaptı, kalabalıklara okundu Baba Bana Bağırma. Pablo Neruda ve postacısını anlatan Postacı filmindeki ''Şiir yazanın değil, ihtiyacı olanındır.'' tümcesinde olduğu gibi, benden uçtu gitti. Oysa, şiire başladığım günü dün gibi anımsıyorum. Kâğıdın üzerinde üç sözcük vardı yalnızca: ''Baba'', ''Bana'', ''Bağırma''.. Bu üç sözcüğü yan yana getirdiğim an, birlikte yarattıkları anlam beni çarpmıştı. Aylar boyunca üzerinde çalışmış ve şiiri o anlama yakışır bir biçimde yazabilmek için emek harcamıştım.
*
Akgün Akova (Sayfa: 7-8)
*
ESKİ DENİZLERDEN KİM KALDI
*
yani sen de denizsen be Marmara
iki boğazın var diye göl demiyorlarsa sana
canına okurum ben böyle işin
haberin var mı ben altı boğaza birden bakarım
benden sorulur Elif'imin
benden sorulur dört şeytanımın karın tokluğu
Senin İstanbul'un okula gider mi, kağıt kalem ister mi
Çanakkale'nin çocuk felci, yatak yorgan yatması var mıdır
adalarından birinin bile ah Marmara kara mıdır bahtı
*
yani sen de denizsen Marmara
otur hesapla bak, üç kere daha denizim senden
ama bana deniz diyen yok o başka dava
Sarıyer'in oralara mavi bir nokta koyan yok
atlaslara falan da yazılmaz tüh ki adım
ne dersen de dünya tersine dönüyor Marmara
seni boğazlar besliyor iki ucundan
ben de altı boğazı ay ortası biten maaşla
*
kızıp köpürme ama
hiç deniz görmesek yutardık belki Marmara (Sayfa: 11)
*
OYUNCAKLAR
*
ameliyat odasına
alındığında bir çocuk
kapıda
ağlaşarak onu beklerler
yaşamın
kolay bozulan
bir oyun olduğunu bilen
oyuncakları (Sayfa: 15)
*
BABA BANA BAĞIRMA
*
-----yol ıslanmasın diye
-----şemsiye açanlara..
*
baba bana bağırma
bülbülleri kaçırdın ormanlarımdan
kulaklarımın kapılarını havalara uçurdun
kapılar baba kapılar pencereleri alıp gittiler
tenorlar kaçtı ses tellerinden
çevreye saçıldı yavru diktatörler
seni ne sopranolar istedi de vermedik baba
*
baba bana bağırma
bayrak direklerine konan kartalları anlat
-----uzun uzadıya
nasıl da göremediler avcıları
-----o keskin gözleriyle vah hah ha
şans yıldızlara özgü bir yalan baba
yıldızlara tükürüp tükürüp onları gezegen yaptınız
savaşan halklar taktınız dünyanın boynuna
*
yalanları yazdım defterime hiç unutmadım
radyasyonu radyo istasyonu sanan Bakanları
çiğleri, Meclis tavanını çiğ köftelerle çiğneyen
doğum sonrası acılarını cüce ülkeler doğuran kadınların
*
hiç unutmadım
sakallarını yüzlerinde
yüzlerini sakallarında unutan adamları
ve ısırgan tarlalarındaki parçalarını
-----Uğur Mumcu'yu biz yapan bombanın
*
hiç unutmadım
uzak yakın tüm tuzakları baba
yolun ezdiği oyuncak bir kamyonsun sen
bir gam ağacısın
-----kar yüküne dayanamayıp kırılan
ilkbaharı gerzeklere ödünç verdin
geri getirmediler
güneşin başına gelenleri
biz ilkbaharsız nasıl anlarız baba
*
baba bana bağırma
bir kulağımdan giriyor sözlerin
-----öbür kulağımı tıkıyor
Buenos Aires'te olsaydım diyorum içimden
Eva'nın peronunda
karanlıktan kuşlar çalan bir tren
bir bıçak kaçağı
tangonun bacaklarını havaya kaldırdığı kentte
ama iyi ki buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
burada
bilginin bilgisizlikten daha çok acı verdiği yerde
burada, tam karşında
hapisanelerde hintyağı gibi bir şeydi zaman
hastanelerde pıhtılaşmış kan gemisi gibi
-----yol alırdı saatler
karılarının namuslarını dillerinde saklayan
-----adamlar vardı bir taraflarda
televizyon kanallarında yitirilen çocuklar
gökyüzüne düşmemek için denize yapışan balıklar
ve depolara indirilen Lenin heykelleri vardı
-----Sovyet Rusya'da
kafandaki duvarları
niye cebine koymuyorsun sen baba
*
baba bana bağırma
farkında değilsin
arkasını ezilenlerin yaladığı
-----bir posta puludur dünya
bir karadelik yutana kadar uzayda bizi
asansör boşluğuna itilen bir kedisin sen
söylemenin tam sırası
ülkeyi bu duruma senin oy verdiğin
-----partiler getirdi baba
ama ben buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
bir yaşamlık kaygı duruşundayım
-----yakın tarihimiz için
*
baba bana bağırma
bacağından vurulursa bir şiir
nereye kadar gidebilir
bana bağırma baba
kendine bağır
yoksa her şey bitebilir (Sayfa: 16-19)
*
KİME SORMALI
*
kime sormalı
bir fizikçiye mi
yoksa âşıklara mı
daha uzağa
nasıl
gidebildiğini
bir fısıltının
bir çığlıktan
*
kanatların
sonsuz olmadığını
bildiği için mi
kuşların uçmasına
izin veriyor gökyüzü
kime sormalı
özgürlük dedikleri
yalnızca
bize uzatılan
bir avuç yem mi yoksa
*
oyuncağı mı yoksul çocukların
uçurtma dediğimiz şey
yoksa giderek sertleşen
rüzgârın mı
kime sormalı
*
sevgiliyle birlikte
olur a
son istasyonun da
trene binip
gidip gitmediğini
kime sormalı
kulaklarını raylara
dayayanlara mı
geride kalanlara mı
*
yanlış anahtar
içinde döndüğünde
yaralanır mı kilit
kime sormalı
çilingirler mi bilir bunu
hırsızlar mı
kim bilir
içeridekiler
dışarıdakiler
*
denizin nerede bittiğini
kime sormalı
yanıp sönen
yanıp sönen
yanıp sönen fenere mi
parası kum kadarlara mı
batan göçmen botlarına mı
kime sormalı
*
ya eşitsizliğin nedenini
kime sormalı
çivi yazılı tabletlere mi
yoksa
yoksa
aklımızın yeni dadısı
google'a mı
kime sormalı
*
gelip birileri karanlığın içinden
bu şiiri silmeden önce
kime sormalı tüm bunları
bir an önce
kime sormalı (Sayfa: 20-23)
*
EL
*
kızmayın hanımefendi, lütfen kızmayın
çocuk aklı
annesininkilere çok benziyor elleriniz
yük vagonlu
doğum sancılı
bıçak tutmuş, badana yapmış, gün görmüş kadın elleri
onun için sarıldı öptü ellerinizi
onun için iki gözü iki çeşme
*
elini bırakmayın hanımefendi, lütfen bırakmayın
anlasın ki sizinkiler de sevmiş sevilmiş kadın elleri (Sayfa: 24)
*
TÜRKAN


bize
kıyılara çıkmayan dalgalar,
---çocukları yutmayan sular borçlusun İstanbul
Boğaz’ı geçen balıkları sayan deli bir muhasebeci
balıkların peşine takılıp Haliç’e giren şaşkın bir yunus
yunusa yalanırken rakı bardağına düşen bir kedi
kediye kaftanlardan kefen diken bir terzi borçlusun
*
bize
dipsiz çöp kutuları borçlusun İstanbul
Kızkulesi’nin ağzına çatal bıçak sokanları
bahçeleri otopark yapanları içine atmak için
atmak için ayakkabı kutularında banka şubesi açanları
İstanbul sen bize
gökdelenlere çarpıp sakat kalan rüzgarın son nefesini
ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde işe devam eden
---bir Tanpınar borçlusun
*
bize
akasya dalına asılı bir dülgerbalığı borçlusun İstanbul
binlerce “Hişt.! Hişt.!”le Ada’da yürüyen bir Sait Faik
nice İstanbullu göz indirmemişken öykülerine
vapurlara, rıhtımlara
ve çapaların denizin dibini kazıya kazıya öpmesine âşık
öfkesi bile güzel bir adam borçlusun
*
bize
bir Mimar Sinan borçlusun İstanbul
İsteseydi bir cami sığdırırdı sarı bir lalenin içine
gök kubbeler kurardı boşluğuna yumurtaların
bıraksalar kim bilir kaç aşk çıkarırdı Mihrimah Sultan’dan
kavrasaydık ruhunu ustalığının
işe bisikletle gidip gelirdi şimdi Belediye Başkanların
*
bize
ak saçlı bir Orhan Veli borçlusun İstanbul
öldüğü gün Boğaz’ın üstünden bir harf sürüsü geçmiş diyorlar
“Vasiyetidir.!” diye düşünmüştür Sabahattin Eyüboğlu
ve mırıldanmıştır senin kulağına eğilerek eminim
“bize Rumelihisarı’ndan göğe uçan
Yaprak adlı bir kayık borçlusun”
*
bize
bir Takiyyüddin er-Râsıd borçlusun İstanbul
bir zaman kuyumcusu
bir ışık düşçüsü borçlusun
ve Samanyolu’nun başımızı döndüreceği geceler
sokaklarından tek tek yıldızların sayılacağı semtler,
gazlanarak söndürülen ateşböceklerinin gözlerini borçlusun
*
bize
“yok etmek istediğini kör eder tarih” diyen
---bir Onat Kutlar borçlusun İstanbul
barbarlara ve onların köpeklerine kucak açtığın
son atımızı kurtlara yedirdiğin için
unutturduğun için ”baharın isyancı” olduğunu bize
geleceğimize ekemediğimiz bir Yasemin borçlusun
*
bize
bulutların arasından geçen bir Hezarfen borçlusun İstanbul
uçmadı diyenler olsa da Galata Kulesi’nden
o hep var olsun isterim gökyüzünde
martılara çırak olsun
ve bıyık altından gülümseyerek softalara,
---yere öyle insin isterim
diyeceğim, İstanbul bir çift kanat da borçlusun bize
*
bize
memleketinde bir Nâzım borçlusun İstanbul
Münevver’in kucağından babasına uzanan bir Memet
Varşova’dan gerisin geriye dönen saman sarısı bir tren
kederi dudaklarla silinmiş bir sonbahar Prag Garı’nda
ve Leipzig’de ölümün ellerinden çıkarılan eldivenler,
ha bir de Anadolu’nun bir köyünde, çınar altında
haksızlıklara kalkmış yumruklar borçlusun
*
bize
Haliç’in ağzında bir Leonardo Da Vinci köprüsü
---borçlusun İstanbul
göl eyledik sandığımız Akdeniz’den okyanusa açılmayı
---başarabilen gemiler
kayıp parçalarını Piri Reis haritasının
babaları seferden sağ dönmüş çocukların sevincini
ve anlatılmamış anılarını
---Endülüs’ten yola çıkan Osmanlı kalyonlarının
başındaki bulutlarla gökyüzüne şunu da yaz
bize havalanan uçaklarını gülümseyerek izleyen
---bir Vecihi Hürkuş borçlusun
*
bize
içinden doğru sevilmiş bir Edip Cansever borçlusun İstanbul
kapı yanında herkesten habersiz ölmekten korkan bir gülcü
şairler çıkıp gittiğinde
---şiir taslaklarını süpürmeyip toplayan garsonlar
saniye kadar sümbüller, sonsuzluk kadar unutmabeniler
ve yere dökülen unun
alın teriyle alınmış ekmeğe geri verilecek sessizliğini borçlusun
*
bize
herkesten çok bir Türkan Saylan borçlusun İstanbul
Olanları ah nasıl da seyrettin
horlanırken aydınlar nasıl gülümsedin bıyık altından
gözaltına alınırken “At Kız”, başka tarafa nasıl çevirdin başını
ruhlarımızın kurutma kağıdısın sen İstanbul
nüfus kâğıdısın toplumsal cinnetimizin
başını karanlığa çarpmışsın çarpmamışsın ne fark eder
geleceğimize binlerce aydın
binlerce Türkan Saylan borçlusun (Sayfa: 26-31)
*
YİTİK CENNET
*
bir tren yolculuğunda
cennetin annelerin ayakları altında olduğuna
beni inandırmak için
saatlerce dil döken küçük Yağmur'a
*
avaz avaz bağırıyor çocuk,
sonuna kadar açık gözlerinin musluğu:
''baba.! baba.!
ayağını kaldır
cenneti eziyo'sun.!''
*
yerde yatan annesi
''keşke olmasaydın kızım,'' diye geçiriyor aklından
acıdan bayılmadan önce
sırtında tekme izleri
yüzü çürükler içinde (Sayfa: 32)
*
ZEVKLER VE RENKLER
*
zevkler tartışılmaz
eyvallah
ama renkler deyince az durun beyler
onlar öyle bir tartışılır ki
*
imza: bir kör (Sayfa: 34)
*
KADINLARI ÖLÜMSÜZ KILAN
*
belki bilmediğimiz bir yerlere gitmiştir İlkbahar
nerede olduğunu haber edecektir bize zamanı gelince
belki eski kocası Kış onu yirmi yerinden bıçaklamamıştır
---Buz Gibi Yalnızlık Sokağı'nın ortasında
belki seyretmemiştir yoldan geçenler cinayeti
---bir macera filmi gibi
belki herifi alaşağı edip kurtarmışlardır İlkbahar'ı
dağılan çantasını toplayıp vermişler
kanayan dizine mendil sarmışlar
bir taksi çevirip yollamışlardır akrabalarının evine
*
belki güvenli bir yerlere gizlenmiştir İlkbahar
nerede olduğunu haber edecektir bize günü gelince
belki Yaz yakmamıştır küçük elini sigara ateşiyle
çamaşır ipiyle boğmamıştır eski sevgilisi
---kezzap dökmemiştir yüzündeki çiçek tarlasına
*
belki biriktirdiği iki kuruş parası için öldürmemiş
---yakıp ormana atmamıştır onu zorba Sonbahar
---kuru yaprakların üzerine
---kupkuru yaprakların üzerine
belki biletini gidiş dönüş almıştır İlkbahar
saati gelince çıkagelecektir birden
belki dalgın dalgın otobüste otururken
---şort giydi diye yüzüne dirsek vurup kaçmamıştır
---korkak mı korkak bir adam
belki onu kurşun yağmuruna tutmamıştır sevgilisi
---barışma bahanesiyle çağırıp
çocuğunu kucağından almamıştır kayınpederi
bir ekmekten parça koparır gibi
belki peşine bir manyak takılmamıştır
satmamıştır babası onu on dört yaşında
belki kimse laf atmamış, sarkıntılık etmemiştir bugün
üç karaltı bir köşeye sürüklememiştir
belki pompalı tüfekle vurmamıştır onu bir ruh hastası
arkadaşlarıyla tren istasyonunda beklerken
*
İlkbahar bilir
saklanan çok daha acı verici söylenenden
gerçek anlatılandan çok daha korkunç
bu derin sessizliğin içinden
yine de çıkıp gelir kanayan bir kırlangıç gibi
sanki gökyüzünü kanatlarıyla biçen bir terzi
---özgürlüğünü prova eder
zalimlere inat uçtukça uçar
kurar çamurdan yuvasını yapayalnız
belki de budur kadınları ölümsüz kılan
bunca kirden pislikten söküp çıkarmak yaşamı
---bir süt damlası kadar beyaz (Sayfa: 38-40)
*
SÖZ VERMİŞTİ BANA, SAĞ DÖNECEKTİ BARIŞ:
*
''.."Söz vermişti bana, sağ gelecekti.." diye ağlayan kadınlar
söz verelim artık, herkes sağ dönsün evine
çift çift dönsün kumrular, mor dağlar, Fırat ve Dicle
sağ dönsün Sinop'taki su perisi, Kaçkarlar'daki arılar
ve Akdeniz'de yelkenlerin özlediği rüzgâr..
sağ dönsün Toroslar'da göç eyleyen Yörüklerin ruhu
Telleri tastamam sazıyla Karacaoğlan
dönsün çayda çıra, harman dalı ve zeybek
Ferhat'la Şirin ve aşkın halayı
sağ dönsün korkmuş ve üşümüş bütün çocuklar
çatlayacak kadar koşan atlar ve Mem û Zîn
kimse yan gözle bakmasın artık diğerine
söz vermişti, tutsun, sapa salim dönsün bu topraklara barış
dönsün yavru kumruları kanatlandıracak o ilkbahar'' (Sayfa: 45)
*
SEZEN:


''bir şarkı daha söyle Sezen
---söyle ki başlangıcı olsun aşk bütün çılgınlıkların
cariyeler padişahları tahtlardan aşağı itsin,
---devirsinler fildişi yatakları'' (Sayfa: 46)
*
EL FENERLERİ
*
4
*
herkes kuşları unutmuşsa eğer
mıçayım UFOlarına (Sayfa: 48)
*
AT
*
- amca
amca atına sorsana
o bilir
kaç at ölmüş Malazgirt Savaşı'nda
*
arabacının hacıyeşili gözlerine
gökdelenin on beşinci katından seslendi çocuk
ve yaşlı adam
kılkeçe heybesinden
eski püskü tarih kitapları çıkararak
doldurdu atının yem torbasına (Sayfa: 49)
*
SAYGIDEĞER ABİCİM:
*
''bence sevişmeden ''seviyorum'' diyenler yalancıdır
---------------saygıdeğer abicim'' (Sayfa: 51)
*
''yaşamak bir uzun çingene şarkısı damarlarımda'' (Sayfa: 53)
*
TARIK AKAN ÖLDÜ DİYORUM


Tarık Akan öldü diyorum film arasında çay içen makiniste
bize yeni replik uydurma Canım Kardeşim diyor
Aşık Veysel ona cennette bir karşılama çalar
sinema denen sihirle birlikte bizimle yaşar
*
Seyit Ali öldü diyorum Yılmaz Güney’e
bir çobanın kepeneğinin altına sığınmıştır o diyor
zemheriye kaval çalıyor, Zine’yi almış sırtına taşıyordur
varır buraya kar Yol’ları kapamadan, merak etme
*
Tarık Akan öldü diyorum kapıda bekleyen yer göstericiye
el fenerini yüzüme tutarak görüyor musun bu ışığı diyor
Nurettin derler bu ışığa Maden’de
daha adını bile öğrenememişsin sen
*
Damat Ferit öldü diyorum Adile Naşit’e
güldürme beni kuzucuğum diyor
kahkaha atarım yoksa ayol, salonda uyuyanlar var
Hababam Sınıfı’ndan cenaze değil düğün çıkar
*
Tarık Akan öldü diyorum Nâzım Hikmet’e
öyle mi sanıyorsun cancağzım diyor
Memleketimden İnsan Manzaraları’nda
---kim varsa haklıdan yana
hepsinin adı o’dur, biraz daha dikkatle okusana
*
Şivan öldü diyorum Tuncel Kurtiz’e
gün gelir görürsün diyor
mumla arayacak onu çoğalıp duran bütün Sürü’ler
onun canı misafirdi zaten bu dünyaya
---Berivan’ın çığlığı kadar
*
Tarık Akan öldü diyorum işkencecilerine
biz de geleceğiz cenazesine diyorlar
utanç içinde, başımız önde
helallik almak için merhametinden (Sayfa: 62-63)
*
MADIMAK OTELİ:
*
Sivastopal, 2 Temmuz 1993,
37 ölü,
milyonlarca şiir yaralı.
*
''türküleri yaktınız şiirleri yaktınız
doğru sözü yaktınız
*
akşamları geçerek önümden gidersiniz evlerinize
yıkıntıma sinsi sinsi gülersiniz
kapıda sizi karşılayan çocuklarınız
onlar da öğrenir bir gün
içindeki insanlarla yaktığınız
bir otelin
sonsuza dek
kül tüküreceğini yüzünüze'' (Sayfa: 71)
*
DEDİKEDİ GÖKDELENİ, NUMARA ELLİ YEDİ:
*
''ey sırtını sabunlatacak kimsesi olanlar
ne kadar şanslısınız
ve kir dediğin öyle kolay çıkıyo'sa
demek şansın sütüne de su karıştı püüü'' (Sayfa: 90)
*
Akgün Akova - Gökyüzünün Düşü:

u
ç
a
k
l
a
r
🕊️🕊️🕊️🕊️🕊️
d
ü
ş
e
r
🕊️🕊️🕊️🕊️🕊️
aklaru
çaklar
ak
laru
çakl
aruç
aklar
uçaklaruçak
laruçaklaruçaklar
uçaklaruçaklaruça
klar
🕊️🕊️🕊️🕊️🕊️
düşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşer
düşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşer
düşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşerdüşer
🕊️🕊️🕊️🕊️🕊️
Kuşlar sevinir.. (Sayfa: 94-95)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...