11 Haziran 2022 Cumartesi

Yannis Ritsos - Şiirler (Türkçesi: Özdemir İnce, İoanna Kuçuradi, Herkül Milas) (Varlık Şiir)


''Yıllar önce Yunan müziği dinlemeye bile katlanamayanlar, şimdi bu müzikle kendilerinden geçiyorlar. Ama, bu şarkıların çoğunun Ritsos'un şiirlerinden yapılmış olduğunu bilmiyorlar. Olsun.!

Ritsos'un ölümünün ardından yazdığım bir yazı şöyle biter:
*
''Sevda ve aşk yalın ve çıplaktır, saydamdır; baktığınızda kendinizi değil sevdiğinizi gösteren büyülü, gizemli bir aynadır. Seviyorsanız, elinizi korlaşmış demir ocağına sokun, göreceksiniz (yemin ederim ki) yanmayacaktır.''
Aziz Yanni, Agios Yannis yakmadı bizi, aydınlattı.'' *
Özdemir İnce (Sayfa: 5) 
*
''Bir şiir için ifade ettiği anlama göre bir karar veremeyiz. Öncelikli olan onun ilkin şiir olmasıdır. Bir metin şiirse bir şey ifade eder; metnin içinde doğru ve haklı düşüncelerin yer alması onun şiir sayılmasına yetmez.''
*
''Durmadan, hiç durmadan çalışmamız gerek, biz ancak çalışarak kendimizi keşfedebiliriz, kendimizi keşfettikçe de evreni keşfederiz.''
*
''Bir şiir için dize yapısı çok önemlidir. Bir sözcüğün yeri rastgele değiştirilemez. Çeviride de buna dikkat etmek gerekir. Hele benim şiirlerimde.''
*
Bir ozan sadece yapmayı düşündüğünü yaparsa başarıya ulaşmış sayılamaz, yapmayı düşündüğünü aşmalıdır.''
*
Şiirden para kazanmayı hiç düşünmedim. Bana hep utanılması gereken bir şey gibi gelirdi. İnsan Tanrıya dua ediyor diye ödüllendirilmek isteyebilir mi.? Ama 49 yaşımdan bu yana şiirlerimin geliriyle yaşıyorum.''
*
''Bana çok yazdığımı söylüyorlar. Ama Homeros'un kaç dize yazdığını, Aiskhylos'un, Sofokles'in kaç oyun yazdığını düşünmüyorlar. Çalışmak bir Yunan'ın karakteridir, tembel bir Yunan olamaz.''
*
''Kadınların şiirsel içgüdüleri erkeklerden daha güçlüdür.''



''Nâzım gösterişi sevmezdi, alçakgönüllüydü. Somutlaşmış bir iyilikti.''
*
''En çok Dostoyevski'yi severim, onddan sonra Proust, Joyce ve Faulkner gelir.''
*
Fransız dili kemikleşmiştir. Benim şiirime genç Türk dili daha uygundur.''
*
Denizin içini değil, yüzeyini severim. Doğal bir durum. Su insanın doğası değildir. İnsanın doğası topraktır.''
*
''Yunan mitolojisinde çağdaş öğeler vardır. Zaten bütün evrensel mitolojilerde bu özellik vardır. Böyle durumlarda, şiirde, tarihsel transposition'lar yapılabilir. Bu, şiirin okurla sıcak ilişkiler kurmasını sağlar. Evrensel mitoloji şiiri, sanat yapıtını ne kadar açarsa, yerel mitoloji de yapıtı o oranda kapatır, bilmeceleştirir. Ama evrensel Yunan mitolojisinden yaralanmak sadece bizim tekelimizde değildir, bildiğiniz gibi, yüzyıllardır Batı'ya esin kaynağı olmuştur. Yunan-Roma-Hıristiyan kültüründen gelmeyen uluslar için durum biraz zordur, ama Yunan kültürünün en evrensel değerleriyle Anadolu kültürü arasında bazı ilişkiler bulmamız zor olmasa gerek.''
*
Yannis Ritsos (Sayfa: 10-11)
*
''..insan, dünya, evren bir bütündür. Bu bütün içinde ozanın şiirine girmeyecek hiçbir şey yoktur. Cinsellik de insanın ayrılmaz bir parçasıdır, öyleyse ozanın ve şiirin de ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak insan gövdesi öylesine derinlikleri, öylesine yücelikleri olan bir evrendir ki insan ancak yaşlanarak keşfedebilir bunları. Derinin gözeneklerini, tek bir kumral kılı, hasta bir yüreği. Çünkü insan, o zaman, sadece güncel gözüyle değil, bütün geçmiş birikimin gözüyle, binlerce gözle görebilir.''
*
Yannis Ritsos (Sayfa: 12)


''..''Gelin size koltuğumu göstereyim,'' dedi Ritsos.
Akşamın belli saatlerinde deniz kıyısına gelip oturduğunu gören insanlar, rahat etmesi için ona beton bir koltuk yapmışlar. Ama kışın kabaran deniz ilk koltuğu yerinden sökmüştü. Şimdi yeni yaptıkları daha korunaklı bir yerdeydi, birincisinin kalıntısı da yanında duruyordu. Ozan zaman zaman buraya gelip, denizi, günbatımını seyredip dinleniyor, şiir kuruyordu belki. Tıpkı Vitoşa tepesindeki kayasından Sofya'yı seyredip yurtsever şiirler yazan İvan Vazof gbi. Sofyalılar şimdi bu kayayı bir parka getirmişlerdi.''
*
Özdemir İnce (Sayfa: 14)
*
''Olağanüstü bir çarşısı vardır Alaçatı'nın. Mimarisi bozulmamış bir kasabadır. Vasili çok sevindi, kasabasını bilmemiz hoşuna gitmişti. Zaten tanıdıklarımızın çoğu Türkiye kökenliydi. Theodorakis'in annesi Çeşme'liydi. Theodorakis ''Çeşmes'' diyordu. Ressam Yannis Apostolopulos'un babası İzmir'li, annesi Foça'lıydı. Ozan Steilos Geranis'in babası Kuşadalı'ydı. Başka biri Urla'lıydı. Sökeli, Konyalı, İznikli, Ayvalıklı vb.''
*
Özdemir İnce (Sayfa: 15)


''Özellikle uzun şiirlerime çalışırken uyuyamam. Sünger Avcıları'nı yazarken on beş gün boyunca en fazla yirmi saat uyudum. Şiiri bitirdiğim zaman gözlerim görmez olmuştu, ayakta duramıyordum. Uyumamak doğallaşmıştı sanki. Karımın zoruyla uyku hapı aldım yaşamımda ilk olarak. İçtim ve on iki saat uyudum. Gözlerim iyi görür, iyi anlar. Şiirlerimde de görülür bu. Makronissos'ta işkence sırasında en çok korktuğum şey kör olmaktı. Bütün korkuları yenmiştim, ama bu korku hâlâ içimdeydi. Bir gün kafama vurdular, gözlerim görmez oldu bir süre; o zaman, körlüğe de dayanabileceğimi anladım. Gördüğüm şeyleri tekrar düşünmeme engel olamazlardı ve ömrümün sonuna kadar yetecek şeyler görmüştüm. O zaman körlük korkusunu da yendim.''
*
Yannis Ritsos (Sayfa: 15)
*
''..Estetik gerçek sadece bunları değil, bütün duyguları, duygusallıkları ve hatta en katı mantığı da içerir. Eğer bunların tümü yoksa estetik gerçek tamamlanmış değildir. Bu açıdan bakınca üstgerçekçiliğin (sürrealizmin) bir eksiği, bir suçu olduğunu görürüz, bir yanlışı: Mantık'ı yadsıdı üstgerçekçilik. Ve mantığı yadsırken daha katı bir mantık yarattı, sınırlı bir mantık yarattı; mantıksal olmamanın mantığını yarattı. Bununla birlikte ve bu nedenle, üstgerçekçilik dünya şiirine birçok kapı açtı, büyük bir anlatım (ifade) alanı açtı, büyük olanaklar sağladı; ama gerçek bir yapıt, büyük ve özgün bir yapıt yaratamadı. Çünkü yaşamın önemli bir yetisini, mantığı bir kenara bırakmıştı. Sadece düş gördü. Ama başkalarının büyük yapıtı için gerekli hazırlığı yaptı. Bu yapıtlar üstgerçekçiliğin ve birikimlerinin üzerine kuruldu.''
*
Yannis Ritsos (Sayfa: 19)
*
''Çağdaş ozanın kesinlikle sahip olması gereken bütün özellikler, her zaman, her dönemde, bütün çağlar boyunca, bir gerçek ozanın sahip olması gereken niteliklerdir. Yani, bir insan, sadece kendisininkilerle değil, herkesle kardeş olan, bütün insanlarla kardeş olan, herkes olan bir insan. Çok incelmiş bir duyarlığa sahip olmalı, son derece incelmiş. Her hareketle, en uzaktakilerle bile en somut ve aynı zamanda en tanımlanmaz ilişkiler kurabilen biri. Bilincine ve yazısına geçen dünya ile en ince, en kesin, en karmaşık ilişkileri kurup sürdürebilecek sürekli dikkat ve uyanıklığa sahip biri. Geleceği önceden sezebilmek, önceden gerçekleştirebilmek, önceden kurabilmek için dünyanın bütün uygarlıklarını (geçmiş ve şimdiki) bilen, kavrayan biri. Bütün bunlara sahip olabilmek için sabahın erken saatlerinden en derin geceye kadar süren günlük çalışma gereklidir; bu günlük çalışma gerekli ve zorunludur, çünkü dil, anlatım, sözcükler, fiil ve söz, son derece, son derece karmaşık ve ince bir aygıttır. Ve bir sözcüğü başka bir sözcüğün yanına ve bir sözcüğü bir dizeye yerleştirmek başlı başına bir keşiftir. Örneğin çok yalın, çok yalın bir sözcük alalım: ''Masa''. Ama masa sadece masa mıdır.? İlkin bu masanın ağacı vardır, bu ağacın geldiği orman, çırılçıplak ya da çiçek açmış ağaçlar, kesici, oduncu vardır, balta vardır, ağacı taşıyanlar, işçiler vardır, başka işçiler vardır.. Masanın yapıldığı atölyenin atmosferi, onu masalaştıran marangozlar, mobilyacılar vardır. Marangozun başına sıçrayan yongalar vardır. Biraz daha uzak ilişki olarak, tekne vardır, kürek vardır; hatta istersek Argonotlarla bile ilişki kurabiliriz, öyle değil mi.?''
*
Yannis Ritsos (7 Eylül 1981) (Sayfa: 21)
*
''..bir ozanın en önemli özelliği ''sürekli olan''la ''güncel''i bağdaştırmaktır.''
*
Yannis Ritsos (Sayfa: 22)


''Yaşamımda sadece dostlarıma değil, düşmanlarıma da minnettarım. Onların, düşmanlarımın işkenceleri, haksızlıkları, sömürüleri sayesinde kendi varlığımın derinliklerinin bilincine vardım; orada sondaj yaptım, petrol sondajı, su sondajı gibi, sadece kendi varlığımın değil, bütün evrenin. Dış baskıya karşı koyabilmem için bütün uyuyan iç güçlerim seferber oldu, başkaldırdı. Baskı oranı arttıkça karşı koymam da çoğaldı, yoğunlaştı ve baskının düzeyini, yüzeyini aştı, aşıp geçti ve doruğa doğru yükseldi. Goethe'nin dediği gibi, 'dipte doruğun bilincine varırız. Doruğun dipteki insan için bir önemi vardır, doruğa yakın biri için doruk birkaç metreyle ölçülebilen bir mesafedir. Ama unutma bu program değil bir gerekliliktir. Günlük yaşamın peşine düşen insanlar bu dorukların ve çukurların farkında değildir. Ozanın görevi bunları, yani dorukları, derinlikleri ve çukurları bu insanlara göstermektir.
*
''Karanlıkta gülümsedi bir adam,
belki çünkü karanlığı görmüştü,
belki çünkü karanlıkta görmüştü.''..''
*
Yannis Ritsos (Sayfa: 23)


''Yıllar önce Pablo Neruda için yazdığım bir şiirde şöyle bir dize var: En büyük yük sırtımızda taşıyıp da başkalarına veremediğimiz ışıktır.
Çünkü önemli olan aydınlığa sahip olmak değil, onu dağıtmak, sunmak ve paylaşmaktır. Ozanın politikası işte budur, bir başka politikası yoktur. Bu görevi ozan içtenlikle, ''familiarite'' (içtenlik, teklifsizlik, senli-benlilik, içli-dışlılık) ile sağlayabilir. ''Familiarite'' şiirimin en önemli öğesidir. En olmayacak, en ciddi şeyleri hiçbir şey olmamış gibi ''familiarite'' içinde söylerim. Belagat yok, tumturaklılık yok, basitlik ve yalınlık var.''
*
Yannis Ritsos (Sayfa: 24)
*
''..Ben ozanım, Yunanistan'ı severim. Yunanistan'ı hümanizmanın vatanı olduğu için severim. Kendi dilimde konuşmadığım zaman, bir yabancı dilde konuştuğum zaman, ahmaklaşır gibi olurum, duygu ve düşüncelerim yoksullaşır. Her ozan bu tedirginliği duyar. Nâzım da öyleydi. Yazabilecek kadar iyi Fransızca ve Rusça bildiği halde Türkçeden başka bir dil kullanmamıştır. Ancak çevirmenlerine bir yardım söz konusu olduğu zaman Rusça ve Fransızca bilgilerini kullandı.''
*
Yannis Ritsos (Sayfa: 25)


''Nâzım'dan çevirdiğim şiirler altı-yedi baskı yaptı. Prag karşılaşmamızı hiç unutmam onunla. Radyoda karşılıklı bir konuşma yapmamızı söylediler. O, 'İlkin Ritsos'a sorun soruyu,' dedi, 'hem yaşı benden küçük, hem de şiiri benden büyük.' Onun bu alçakgönüllü davranışı büyüledi beni, hayranlığım daha da arttı. O sırada ününün doruklarındaydı, bense onun kadar tanınmış bir ozan değildim. Hayatımda rastladığım en yüce gönüllü, alçakgönüllü, kıskançlık nedir bilmeyen biriydi. Başka ozanlara karşı hiç kıskanç değildi. Beğeniyorsa, seviyorsa hiç sakınmazdı bu duygularını belli etmekten. El değmemiş, çocuksu bir yanı vardı. Çağımızın en büyük ozanlarından biriydi.''
*
Yannis Ritsos (Sayfa: 25-26)
*
''..Büyük bir düşüş var Fransız şiirinde. Michaux'un karısının ölümünden sonra yazdığı şiirleri çok severim. Evet Özdemir, ozan karanlıkta görebilen insandır. Şiir ise, yani ozanın serüveni, yakalanmayanı, dile gelmeyeni ele geçirmektir. Şiire erişmek için, çok çok çalışmalıyız. Çok.!''
*
Yannis Ritsos (Sayfa: 26)
*
Gösteri Dergisi'nin 13 ve 14. (Aralık 1981, Ocak 1982) sayılarında yayınlanan, Özdemir İnce'nin Yannis Ritsos'la yaptığı söyleşiden.
*
ÖNSÖZ'den:
*
''Yannis Ritsos, ülkesinin tarihine sıkı sıkıya bağlıdır. Alman işgali boyunca, ulusunun faşist baskılar altında çektiği acıları dile getiren şiirler yazdı. Yunan direnme hareketini övdü, yürekten destekledi:
*
''Aynı gece, tutukladılar Aleko'yu.
Kimseyi ele vermedi Aleko. Üç gün
üç gece asılı kaldı. Kimseyi ele vermedi.
Bir militan gibi öldü Aleko.
Gerçek bir yoldaş gibi öldü. Son anında
haykırdı: 'Binlerce yıldız var içimizde bizim.
Öldüremezsiniz ki onları.'
Ve Aleko yıldızları savaş bayrağına verdi.'' (Sayfa: 32)

TAŞLAR

BASİT VE ANLAŞILMAZ ŞEYLER
*
Yeni bir şey yok - diyor. İnsanlar öldürülüyorlar ya da ölüyorlar,
daha çok da
yaşlanıyorlar, yaşanıyorlar, yaşlanıyorlar - dişler, saçlar, eller, aynalar.
O camı kırık lâmba - gazeteyle yamadık.
Ve en kötüsü: biraz değdiğini öğrendiğin her şey - geçmiş bile.
O zaman büyük bir dinginlik oluyor. Yaz geliyor. Ağaçlar
büyük ve yeşil - son derece kışkırtıcı. Ağustosböcekleri bağırıyorlar.
Akşam dağlar mavileşiyor. Oradan yukardan iniyor
karanlık adamlar. İnerken topallıyorlar (topallarmış gibi yapıyorlar).
Ölü köpekleri ırmağa atıyorlar, ve sonra, üzgün ve kızgınmış gibi
keten torbalarını katlıyorlar, oralarını kaşıyorlar
ve sudaki aya bakıyorlar. Yalnız
tek bir şey var yaptıklarında açıklanamayan: kimse kendilerini
görmediği halde topalcılık oynamak.
*
25.V.68 (Sayfa: 45)
*
İYİMSERLİK YÖNTEMİ
*
Hınçlı - hep karanlık noktaları ansıyordu - bunların altını çiziyordu,
genelleştiriyordu da, keyfince biraz ve inandırıcı aynı zamanda -
bir yöntem
derin, karanlık ve kuşkusuz önsezili. Her şey - koyu,
karanlık neredeyse -
mobilyalar, yüzler, pencereler, zaman. Ama hep aynı kalıyordu
gizli bir mutluluk yayılmış yüzü - belki de ayrıcalığı sayesinde
karanlıkta görmenin, karanlığı görmenin, üstelik
o dipte parlayan dört bronz yuvarlağı, büyük yatakta
iki güzel ölünün dinlendiği sevişme durumunda.
*
26.V. 68 (Sayfa: 46)
*
Gece
*
Ulu okaliptüs geniş bir ayla.
Bir yıldız titriyor suda.
Gök beyaz, gümüşten.
Taşlar, soyulmuş taşlar taa yukarıya kadar.
Yanda, sığ sularda duyuldu
ikinci, üçüncü sıçrayışı balığın.
Şaşakalmış, büyük yetimlik - özgürlük.
*
21.X.68
Partheni siyasal tutuklular kampı, Leros Adası. (Sayfa: 53)
*
FLÜTÇÜ
*
Güzeldir delikli kamış - güzelim sesini sunar bize
özlediğimiz pınarın ve rüzgârın. Şu ah sözcüğü, söylenmiş olan
avuntu ve gülümseme.
-----Ama kamışı üfleyen
çok çirkinleşir; yanakları şişer, kısılır gözleri;
sevgi çağrısı; başkaları duyar onu, başkalarına verirler
flütçünün istediği sevgiyi
-----Ve o zaman
atar kamışını suya; arkasını döner; - kimse yok.
Yüzüne bakar kaynakta, yalnızlıklı, dipte titreşen
flütün çizdiği, bıçak gibi parlayan flütün.
*
29.X.68 Siyasal sürgünler kampı, Partheni, Leros Adası (Sayfa: 74)
*
PARMAKLIKLAR
*
KAPALI SİRK
*
İlk ay, ulaşımı ve eğlence yerlerini yasakladılar.
---Tek bir gemi görünmedi.
En çok kapalı sirk sıkıntı çekti doğal olarak aramızda. Bir gün,
iki küçük palyaço çıktı dışarı, her zamankinden daha bol,
renk renk eşkenar dörtgenler dolu giysileri, pudralı burunları ve
---gözyaşı makyajlarıyla;
gösteri yapıyorlardı sokak ortasında, tefleriyle para topluyorlardı
ama kimse gülmüyordu. İşte o zaman ağlıyorlardı gerçekten,
gözyaşları yüzlerine bulaştırıyordu boya gözyaşlarını.
Bir akşamüstü, tutukladılar onları, ellerini bağladılar ve çektiler
---büyük yapının içine. Ertesi gün,
uyandığımızda bulutlar vardı, alandaki yerlerinde yoktu çadırlar,
---kafesler, arabalar.
Yalnız, ağaçların altında, ıslanmış bir takma sakal buldu bir çocuk.
Çenesine taktı çekine çekine: ''Noel Baba için
---saklayacağım bunu'', dedi.
*
6.11.69 (Sayfa: 96)
*
VASİYET
*
Şiire, aşka, ölüme inanıyorum, dedi,
işte bu yüzden inanıyorum ölümsüzlüğe. Bir dize yazıyorum,
dünyayı yazıyorum; ben varım, dünya var.
Bir ırmak akıyor ucundan serçe parmağımın.
Gök yedi kez mavi. Bu arılık
ilk doğrudur yine, son dileğim benim.
*
3.III. 69 (Sayfa: 105)
*
PAZARTESİ
*
''Şeylerin tam anlamını bilmek -dedi-
tüzedir.'' (Sayfa: 112)
*
BOYUN EĞMEYEN ÜLKE
*
RİTSOS'UN UZUN YÜRÜYÜŞÜ:
*
''1978 Ağustos ayıydı, yazlarını geçirdiği Karlovassi'deki (Sisam adası) evinde konuşuyorduk.
- Üstadım, demiştim, gördüğüm kadarıyla ülkenizde bir ''Ritsos mitosu'' var, bu şiir'in mi, yoksa insan'ın mı mitosa dönüşmesi sizce.?
Kısa bir süre düşündükten sonra, bu soruma şöyle yanıt vermişti:
- Benim yaşamım, politik yaşamım şiirim kadar önemlidir. Sözünü ettiğiniz gibi bir ''Ritsos mitosu'' varsa, bu sadece şiirden oluşmamıştır.''
*
Albaylar Cuntası 21 Nisan 1967 günü Yunanistan'da iktidara el koymuş ve aynı gün saat beşte Ritsos'u tutuklayıp Yaros adasına göndermişti. Gene aynı gün, kitapları, şiirlerinden yapılan besteler ve plakları yasaklandı. Tutuklanışından beş ay sonra Leros adasındaki Siyasal Sürgünler Kampı'na aktarıldı. 1968'in Ağustos ayında, Leros adasının askeri doktorları kanser kuşkusuyla Ritsos'u Atina kanser merkezine gönderdiler. Doktorların bu kuşkuları doğrulanmadı ama ozan çok hastaydı; bir değil, birçok hastalığı vardı, ama buna karşın Leros adasına geri gönderildi. Bunun öğrenilmesi üzerine, dünyanın birçok ülkesinde aydınların, yazar ve sanatçıların, politikacıların imzaladığı bildiriler yayınlandı; baskıya dayanamayan Cunta, ozanın Karlovassi'deki evinde gözaltında yaşamasına karar verdi: evinde yaşayacak ama kimseyle görüşmeyecek ve yazışmayacaktı. Kendisine ''günaydın'' denilmesi bile yasaktı.
Ritsos, 1970 yılında Spoleto'da yapılacak olan İki Dünya Festivali ile Londra'da yapılacak olan Büyük Britanya Sanat Kurulu Şiir Kongresi'ne konuk olarak çağrıldı. Bu iki çağrı üzerine Cunta'ya tekrar dış baskı başladı. ''Kimmiş bu adam.?'' diye merak eden Cunta'nın başkan yardımcısı Stelios Pattakos, ozanı Sisam adasından Atina'ya getirtti. Ritsos'la Pattakos içişleri bakanlığında karşılaştılar. İkisi de birer cümle söyledi.
Pattakos: Siz bir ozansınız. Niçin politikaya karışıyorsunuz.?
Ritsos: Bir ozan ülkesinin en büyük vatandaşıdır, işte bu yüzden de politikayla ilgilenmek onun görevidir.
Konuşma bu iki cümleyle sona erdi ve Ritsos ''mevcutlu'' olarak Sisam adasına geri gönderildi. Fakat uluslararası baskının daha da artması üzerine kendisine pasaport verildi. Ritsos artık yurt dışına çıkıp bu iki toplantıya katılabilir, iyi bir hastaneye yatabilir, bireysel özgürlüğüne kavuşabilir, isterse Yunanistan'a dönmeyip bir başka ülkede bir ''kahraman'' gibi yaşayabilirdi; ama o, özgürlüğünün yurt içinde sınırlandırılmasını ve faşist cunta yönetimini protesto etmek amacıyla ülke dışına çıkma olanağını geri çevirdi.'' (Sayfa: 123-124)
*
''1926 güzünde, tekrar Atina'ya dönünce, Baro'da kütüphaneci yardımcısı olarak çalışmaya başlar. Ama hastalık peşindedir, Ocak 1927'de Papadimitrou kliniğine, oradan da Sotiria (Atina'da) sanatoryumuna kaldırılır. On yedi yaşında girdiği bu sanatoryumdan yirmi bir yaşında çıkar ozan. Ne var ki, dört yıl kaldığı sanatoryum Ritsos'a bir okul olmuştur. Çünkü Sotiria'da, aydınlar, yazarlar, sanatçılar ve işçi önderleri de bakım görmektedir. Ritsos, şiirin bireysel doyum ve sözcük oyunu sorunu değil de uzun bir çalışma yaşamı olduğunu burada bulgulamıştır. Yaşamının ve şiirinin öznel koşullarını Monemvassia ve ailesi belirlemiştir. Nesnel koşullara gelince, çevresinde yepyeni bir dünya vardır. Anadolu bozgunu, ülkede şok etkisi yapmış, düşünce dizgeleri ve toplumsal yapılar alt üst olmuştur. Çok küçük, ama bununla ters orantılı ölçüde savaşımcı bir işçi sınıfı oluşmaktadır. Anadolu Rumlarının göçü, kentleşmeyi, proleterleşmeyi hızlandırmış ve bunların ardından işsizlik, grevler, ayaklanmalar ve baskılar sökün etmiş, göçün yarattığı bu yeni sınıf büyük toplumsal bunalımlara yol açmıştır. Duygusal ve ideolojik bağlamda, 17 Ekim'in yansıması için verimli bir toprak oluşmaktadır. Öte yandan, silahlanan Avrupa'da faşizmin yükselişi de başlamıştır. Böylesine öznel ve nesnel bir ortamda, onurlu bir insan, hakça, kardeşçe, eşit ve barışçıl bir dünyanın yaratılması düşüncesinden başka neye bağlanabilir.? Yukarıda da belirttiğim gibi, Sotiria sanatoryumu kapalı bir dünya değildi; verem bir yoksul hastalığı olduğu kadar bir aydın hastalığıydı. bu yüzden de dış dünyanın nesnel koşulları tüm keskinlikleriyle sanatoryuma da yansıyordu.'' (Sayfa: 124-125)
*
''1936: Büyük bir grev Selanik'i felce uğrattı. Metaxas polisi göstericileri üzerine ateş açtı: 30 ölü, 300 yaralı. Ertesi gün ''Rizospastis'' gazetesinde bir fotoğraf yayınlandı: Oğlunun sokak ortasındaki cesedinin başında ağlayan anne. Ritsos bir gazete alıp evine gitti. İki gün iki gece evden çıkmadı, üçüncü günün sabahında, Anne'nin yirmi ağıtından oluşan ''Yazıt'' (Epitafiyos) hazırdı artık. Bu şiir Ritsos için olduğu kadar Yunan şiiri için de bir dönüm noktasıdır (hatta Theodorakis yıllar sonra bu şiiri besteleyerek üne kavuşacak ve ''Yazıt'' devrimciler için ikinci bir ulusal marş olacaktır).'' (..) ''..''Yazıt'', ''Rizospastis'' gazetesinde parça parça yayınlandıktan sonra 10.000 adet basıldı. Bu kitabın, Metaxas'ın diktatörlüğünü ilan ettikten sonra, Atina'nın Zeus Tapınağı sütunları arasında Marx, Goki ve Anatole France'ın kitapları arasında yakılmış olması, halk üzerindeki büyük etkisini kanıtlamaktadır.'' (Sayfa: 125)
*
''Eğer Ritsos bugün Yunanistan ve dünyanın en büyük ozanlarından (Aragon'a göre en büyük ozanı) olarak kabul ediliyor, her yerde sevgi ve saygıyla karşılanıyorsa, bunun nedeni, Yunan halkının kırk yıllık özgürlük ve demokrasi savaşımının, umutlarının ve hayal kırıklıklarının, yitik bir kuşağın boğuntularının ve kavgalarının, onun sesinde yansımasındandır, şiirsel araştırmalarını biçim ve öz olarak kırk yıl boyunca diri tutabilmesindedir. İşte bu yüzden, dünya şiiri söz konusu edildiği zaman, adı Pablo Neruda'nın, Nâzım Hikmet'in, Nicolas Guillen'in adlarıyla birlikte yazılmakta, adı onların adlarıyla birlikte anılmaktadır.'' (Sayfa: 127)
*
Özdemir İnce, Ankara, Ekim 1979
*
KARARMIŞ ÇÖMLEK:
*
''..ötekiler gülümseyip ''böyle şiirleri
biz de yüzlerce yazabiliriz'' diyecekler. Bizim de istediğimiz bu işte.
Çünkü şarkımız insanlardan ayrı sivrilmek için değil, kardeşim,
insanları birleştirmek içindir şarkımız.'' (Sayfa: 134)
*
''..Şimdi geniş, kil bir çömlektir yüreğim
kaç kez ateşlere sürülmüş
binlerce kez yemek pişirmiş yoksullar için
emekçiler, gezginler için
işçiler için ve küçük birimleri için
aç güneş için, dünya için - tüm dünya için
-işini gereği gibi yapan yoksul, islenmiş, kararmış bir çömlektir
otlar ve arada bir parça et kaynatır içinde
aç kardeşlerim altta karıştırırken ateşi
-her biri odununu katar
her biri payını bekler.
*
Oturmuşlar koyunlarıyla, büyükbaşlarıyla birlikte
şimdi tıpkı sizin oturduğunuz gibi çepeçevre
havadan söz ediyorlar, güneşten, yağmurdan, barıştan
her geçen gün bakanları çoğaltan işaretten
hiçbir rüzgârın söndüremediği o yıldızdan söz ediyorlar
ölüler de tablamızın çevresinde toplanıyor
paylarını bekliyor, onlar da.'' (Sayfa: 137)
*
''Tahta sırada oturup bekleyenler
yoksullar, bizimkiler, güçlüler,
emekçiler, proleterler
-bir bardak şaraptır onların her sözü
bir lokma kara ekmektir
kayanın yanında bir ağaçtır
bir penceredir güneşe açılmış.
*
Bizim İsalarımızdır onlar, bizim Ermişlerimiz.'' (Sayfa: 138)
*
''Ölümse bir yapraktan başka bir şey değildir
yükselen bir yaprağı beslemek için düşen.'' (Sayfa: 140)
*
(Siyasal tutuklular toplama kampı. Kontopouli,
Lemnos adası, Aralık 1948-Şubat 1949)
*
BOYUN EĞMEYEN ÜLKE
*
I
*
''...Anımsa, anacığım.
Bisikletine binmiş bir çocuk geziyor. Parıldıyor tekerlekler;
sağır mahalleye sevinci taşıyacak iki güneş gibi. Dur.
Çocuk çok büyüdü. Ağır başlı ve üzgün. Nereye.?
Aynı düş boyunca birlikte yürümüştük bir zamanlar.
Silah seslerinin duyulduğu o zamanlar
umudun bükülmüş dirseğine birlikte gizlerdik başımızı. Anımsa.''
*
''Evrenin yeri nerededir gözlerimizde, sesimizde, ekmeğimizde,
uykumuzun dört köşesi içinde, üzgün parmaklarımızın
sevginin kuru kırıntılarını ufaladığı ceplerimizde.?
Anımsayın kardeşlerim. Anımsayın.
Anımsayın ülkemizi.
*
Ülkem, sevgili ülkem
yıldızların sofrasından sonra dudakların parlıyor yağla
gözlerin parlıyor gözyaşlarıyla çocukların
ve mavi tulumunda makine yağı ve kan lekesi
şekiller, şekiller - dikkat edip seçebilseler
evrenin haritası tulumunun üzerinde.
*
Ülkem, tünaydın, sevgili ülkem.'' (Sayfa: 146)
*
II
*
''Sen, bensin
sen ve ben, biziz.
Sinirlerini iyice germiş yaylar
ve daha söylenmemiş nice şarkılar var.
Kim sorumlu şarkımızın yokluğundan.?
Sen ve ben ve biz.'' (Sayfa: 148)
*
III
*
''Bir er ağlıyor. Tüfeğine akıyor gözyaşları.
Bir çocuk aç. Anası susmuş - gözleri
iki açılmış yara. Her yara soruyor: Neden.?'' (Sayfa: 149)
*
IV
*
''Güneşi boğazlayan kimdir bilmez misiniz.?
Gecenin kuyruğuna tenekeleri bağlayan kimdir
akarsuyun kollarını kavuşturan kimdir
buğdayın tekerlerini durduran kimdir.? - Bilmez misiniz.?
Güllerin bile ateşi var - yoklayın yürek atışlarını
Yoksun olduğunuz ekmeğe sorun
Sakatın arabasına sorun
Sokak basamaklarında belkemiğini kıran gölgeye sorun
Karanlık geçitteki çocuğun gözlerine sorun
Annenin dizlerinde donmuş ellerine sorun
Döşeğini kirleten kötürüm aşka sorun.'' (Sayfa: 152)
*
''Ve ay, işçinin geniş göğsüne yapışmış doktorun kulaklığı gibi
buz gibi yapışmış ülkemin üstüne.''
(..)
''Analar, tekneler sizi bekliyor yoğurmak için
barış ekmeğini. Kulak verin kapı gıcırtısına
Kulak verin güneşin tekerlerinin gıcırtısına.'' (Sayfa: 153)
*
V
*
''Bu yaşamda her birimizin belli bir yeri var
numaralı, numaralı evet
büyük, uzaklardan seçilen bir kırmızı numara
yük vagonları gibi bir trenin.
Ve bir gün gidince bizler adımıza tutulacak yerlerimiz
sürdürecek işini tarihin içinde
kömür ve buğday ve meyve taşıyarak
taş ve demir taşıyarak kentler kurmak için
yüce şarkılarını taşıyarak gençliğe zafer borularının.
Bu yolda ölen yok.'' (Sayfa: 154)
*
VIII
*
''- Hiç gördünüz mü iki gözün bir gülümseyişi çektiğini
iki köpek bir kemiği nasıl çekiştirirse.? Neden geç kaldı otobüs.?'' (Sayfa: 161)
*
XI
*
''Uzun sürdü bu düşmanlık. Gel sık elimi.
Avucumla dokunuyorum yarana. İşte bu da benimki. Barış.'' (Sayfa: 168)
*
''...Yakın ışıkları.
Işıldasın insanların umudu. Bekliyor herkes.
Herkesin beklediğini biliyoruz biz.
Hiçbir zaman tek başımıza değiliz. Onlar bunu bilmiyor.
Sen at ilk adımı. Buluşacaksınız, Barış.
Barış, Barış. Borular çalsın.!
Hiç kimse tek başına olamaz. Ver elini, kardeşim.'' (Sayfa: 169)
*
XII
*
''- (bir şey eksik). Ve insanlar böylesine bölünmüş
görevle korku arasında
yalnızlıkla sevgi arasında
öfkeyle acı arasında - böylesine bölünmüş.
Bir şey eksik bu dünyada. Bir şey eksik.'' (Sayfa: 170)
*
XIII
*
''Benzemeyin onlara. Onlara benzemeyin.'' (Sayfa: 173)
*
''Boşverin ayrı düşürenlere bizi
sizi birleştiren bunca şey dururken.'' (Sayfa: 175)
*
XIV
*
''Tersine dönmüş bir tosbağa ne arar yolun ortasında.?
Ezebilir otomobiller. Kalkmanın zamanıdır.
Sırtı yerdeyken yürüyemez hiç kimse.
Ve bekleme ki biri gelip kaldıracak seni. Zamanıdır.'' (Sayfa: 176)
*
''Sen kardeşim, korkunun ceplerine sokup saklarsın ellerini
gölgenin parmaklıkları berisine sokup saklarsan başını
tüm pencerelere parmaklıklar yerleştirilir o zaman.'' (Sayfa: 177)
*
XV
*
''Kocaman bir hızar gibi uğulduyor gece.
Evsizlere eşya hazırlıyor.
Yıldız kırpıkları kayıyor havada.
İkiye bölünmüş simit, kardeşim, doyurmuyor bizi-
tüm dünya için bir düş doyuruyor.'' (Sayfa: 179)
*
''Ötede tarlalar. Başaklar omuz omuza - dostlar.
*
Dostuz biz. Yaslan omzuma. Bak -
dirseklerini dürtüyor ağaçlar, gözleriyle uzakları gösteriyorlar -
bir bulut el arabasını sürüyor çiçek dolu
soluk soluğa güvercin varmak üzere bize.'' (Sayfa: 181)
*
XVI
*
''Sevgili ülkem, başlarını sokacak bir damları yok bu insanların
ekmekleri, şarapları hiç yok. Kaç kez vuruştular, yara aldılar kaç kez,
kaç kez öldüler. Hiç ölmediler. Ölümden ölüme,
*
darağacından darağacına -işte gene- el ele, konuşmadan,
karanlığın içinde eğik alınlarının halkası,
yürek yüreğe - konuşmadan,
savunmak için evreni - konuşmadan.'' (Sayfa: 182)
*
''Ben de dostlarım, ülkemiz için
bir türkü görüyorum düşümde,
*
Bir türkü ki evsizlere çatı olsun
açlara ekmek gibi olsun
tutuklulara özgürlük gibi
hakkı yenmişlere hak -
*
Bir türkü ki kurulmuş sofra gibi
bırakabilirsiniz üzerine
ekmeğinizi, bardağınızı,
yumruğunuzu,
dirseklerinizi,
alınlarınızı,
umutlarınızı,
insanlık inancınızı,
bırakabilirsiniz
bir testi soğuk suyu
ve beş kırmızı karanfili -
*
Türkülerin anası türküyü
sevinci, güveni,
ülkemizin çocuğu olacak türküyü
ülkemizi koltuğundan tutacak türküyü.
*
İşte tarih, dostlarım
bir yığın demir kirişlerin üstüne oturmuş bekliyor
sosyalizmin halk evleri için ayrılmış
yığınlarca çimentonun yanı başında.
*
Bir türkü ki dostlar, mutluluğun kuruluşuna yardımcı olsun
bir türkü ki daha dürüst, daha güzel,
daha güzel kılsın tüm dünyayı,
bir türkü, dünyayı özgür kılacak bir türkü.'' (Sayfa: 184-185)
*
XVII
*
''geniş çıplak ayaklar, toprak parmaklar, tunç pazular
- bir tek ses; ekmek.'' (Sayfa: 186)
*
''Bakanlık koridorlarında kuyruklar,
öncelik istiyorlar, aldatmacalarla, rüşvet vererek -ön sırayı istiyorlar-
Yazıhaneler kalabalık - masaların cilasında
işsizlerin sarı, uzun yüzleri,
mürekkep hokkası çıplak çene -
yangın külleriyle madalyalarını parlatıyor Bakanlar -
karşı damda yumruğunu dayamış güneş
ve yakınıyor insan kuyruğu - yerini bırakmasın kimse. -
Nasıl yaşayacaksınız.?'' (Sayfa: 187)
*
''İşçi sendikalarının merdivenlerinde
- kocaman bir ses; ekmek, ekmek. Ve üst katın
camlarından bakıyor patronlar
- ne bağırıyorlar.?
- ekmek, ekmek.
Sesler, küfürler, kanlar kavuşuyor - tek bir ses:
temizleyelim kanları.''
(..)
''Oksijene yeni vergiler,
yurt dışından yeni darağaçları için yeni bir öneri.
Bu sesi bastıramazsın: ekmek -
ve güneş bir ekmektir.'' (Sayfa: 188)
*
XIX
*
''Biliyoruz - ekmekten önce ışık yok. Şakıyın.
Burada. Burada. Burada.'' (Sayfa: 195)
*
XX
*
''Bir işçi yıkanmış tulumuyla. Dünyanın doğuya bakan
yanına yeni basılmış bir afiş yapıştırıyor. Merhaba arkadaş.
(..)
Gözlerde yaş kalmadı.
Gözlerde başka duvar kalmadı. Merhaba.
Düşlerimiz ülkemizdir.
Ülkemiz dünyadır.
Hey, ülke, hiç evimiz kalmadı.
İşte evimiz.
Kuşağımızda ışıktan bir anahtar. Merhaba.
Yarının kenar mahallelerinden yükselmekte küme küme ışık.
Dalga dalga dalgalanıyor halkların bayrakları.'' (Sayfa: 196)
*
Atina, Ağustos 1952-Şubat 1953
*
AYŞIĞI SONATI (1956 Ulusal Şiir Ödülü)
*
''Biliyorum, biliyorum, herkes tek başınadır aşkta
şan-şöhrette de ölümde de tek başınadır.
Biliyorum. Geçtim o yoldan. Deney ne işe yarar.'' (Sayfa: 202)
*
''bu tür konuşmalardan korkmam ben, çünkü sık sık başıma gelir
böyle ilkyaz akşamları bana görünen Tanrı'yla konuşmak
sisle ve benzersiz ayışığının görkemiyle taçlı Tanrı'yla,
sayısız delikanlı kurban ettim ona, senden çok daha yakışıklıydılar.'' (Sayfa: 204)
*
''- bilirsin, kimi zaman, hayran olunca unutur hayran olduğu nesneyi
insan, yetinir salt hayranlığıyla, -'' (Sayfa: 205)
*
''derler ki pişmanlık acısı tahta ayakkabılar giyermiş'' (Sayfa: 206)
*
''ve ay, evrenin kafasında bir delik - bakma ona,
insanı çeken manyetik bir güç var - bakma, hayır,'' (Sayfa:209)
*
TANIK ŞİİRLER (Türkçesi: Özdemir İnce, İoanna Kuçuradi)
*
''Şiir, gerçekten şiirse, kendisi hakkında bizden çok daha yetkin konuşur.'' (Sayfa: 215)
*
Ozanın 15 Ekim 1962 günü Prag radyosunda yaptığı konuşma.
*
SABAH
*
Panjurları açtı kadın. Pencere pervazına serdi çarşafları. Günü gördü.
Bir kuş baktı gözlerinin içine. ''Yalnızım'' diye mırıldandı kadın.
''Yaşıyorum''. Odaya girdi. Ve ayna da bir penceredir
Atlasam oradan, düşerim kendi kollarıma. (Sayfa: 223)
*
DELİ
*
Denizin karşısında durdu araba,
altı demir fıçı yüklenmiş, kırmızı
ve bir tane daha, şaşırtıcı yeşil. At
otluyordu çayırda. Arabacı
meyhanede içki içiyordu. Adanın delisi
durdu dalgakıranın üzerinde ve bağırdı:
''Sizi işte şu yeşille yeneceğim ben.''
Ve gösterdi yedinci fıçıyı, bilmeksizin
içindekini ve bilmeksizin kimdir sahibi. (Sayfa: 229)
*
YALINLIĞIN ANLAMI
*
Basit şeylerin arkasına gizleniyorum beni bulasınız diye;
beni bulamazsanız, eşyayı bulacaksınız,
dokunacaksınız elimin dokunduğu yere,
birleşecek ellerimizin izleri.
*
Ağustosun ayı parlıyor mutfakta
kalaylı tencere gibi (size söylediğim şeyden dolayı böyle oluyor)
aydınlatıyor boş evi ve evin diz çökmüş sessizliğini -
her zaman diz çökmüştür sessizlik.
*
Bir yola çıkıştır her sözcük
bir buluşma için - sık sık vazgeçilen -
ve bir sözcük gerçektir ancak, bu buluşmada direttiği zaman. (Sayfa: 233)
*
YALNIZLIK
*
Dağa tırmandı, doğrulup dikildi, çevresine bakındı, bağırdı.
Aşağıya yuvarlandı taşlar, taşlara çarptılar.
*
Leros, 21.XII. 67 (Sayfa: 234)
*
ŞAŞKINLIK
*
Taşın üzerine bir dilim ekmek koymuşlar.
Kuş durdu, gagaladı. Yaşlı kadın geri döndü:
''Senin için bırakmadım'', dedi ona. Ekmeği aldı,
attı ufalaya ufalaya.
Gözlerinin içine baktı kuş. Yemiyordu.
*
Leros, 21.XII.67 (Sayfa: 235)
*
TEMEL NESNELER:
*
''Ölüm varsa da, her zaman, ikinci gelir.
*
Çünkü özgürlük her zaman en başta.'' (Sayfa: 238)
*
ÖTEKİ KENT:
*
''...Yıllardır ozanalar oturur
bu kentte. Sessizce yürürler, kolları çapraz,
belirsiz, unutulmuş olaylar, sözcükler, görünümler anımsarlar,
köpeklerin, insanların, güvelerin, farelerin, yıldızların kovaladığı,'' (Sayfa: 242)
*
BENZEŞİM
*
Yıldızlar karmakarışık sarnıçta
sarnıç eski avlunun ortasında
kapalı odanın aynası gibi.
*
Sarnıcın çevresinde güvercinler
ayın çevresinde çiçek saksıları kireçle boyanmış
yaramızın çevresinde türkülerimiz şarkılarımız. (Sayfa: 246)
*
KASTANIA
*
Yukarda, tıpkı yarın gibi, kurşuna dizdiler kırkını.
Yirmi yıl geçti. Kimse ağzına almadı adlarını.
Anlıyorsun hayatımızı. Her yıl,
böyle bir gün, titrek kavakların altında buluruz
kırık bir kiremit, iki sönmüş kömür, bir parça günnük,
bir sepet üzüm, bir bal mumu,
siyah fitilli. Biraz yanmış, rüzgâr söndürmüş hemen.
İşte bu yüzden, akşam vakti, eski ikonalar gibi
oturur kapı eşiklerinde yaşlı kadınlar,
İşte bu yüzden çabucak irileşti çocuklarımızın gözleri,
bu yüzden başka yere bakarmış gibi yapıyor köpeklerimiz
geçerken jandarmalar. (Sayfa: 247)
*
HEPSİ BU
*
Bir şey söyleme bana. Ölüme inanmıyorum.
Bilmezliğimden değil. İyi bilirim onu. Ama boyun eğmiyorum.
*
Bugün, önünden geçerken komşu bahçenin,
yaşamın dört nala kalkmış olduğunu gördüm
yaldızlı gövdesinde bir portakal ağacının
ve uzaklara baktığını. Hepsi bu, söyleyecek
---başka bir şeyim yok sana. (Sayfa: 248)
*
ÖNCEKİ BASKILARDA BULUNMAYAN ŞİİRLER (Türkçesi: İoanna Kuçuradi, Özdemir İnce)
*
ÇEVRİM
*
Denizin büyük görünümü, baş eğmez ufuk,
mutluluğu yok oluşun - yoruyordu onu bunlar. Sırtını döndü
utkusuna suların ve yürüdü bir gizli içe dalışla
sessiz patikaya bağların arasındaki
görmek için gün batımının görkemini, üzerinde
----- kanlı pencere camlarının,
evlerin duvarları üzerinde, derin yansıma, düşünceli, uysal,
şu dikdörtgen alçakgönüllülüğüyle yaşlı insanların.
Bir zavallı bostan dolabı üstlendi tüm açıklamasını dünyanın
yuvarlak sabrının acı veren, kutsal kitapsal gıcırtısıyla. (Sayfa: 251)
*
SON YARGI
*
Uzun bir kafile halinde gelir ölüler.
Çevrelerine bakarlar, anahtarları denerler, kapıyı açarlar
eve girerler, sağı solu yoklarlar karanlıkta; bir şey bulamazlar.
Sen, yatağın altındasındır. Hani şu üzerinde
yatman gereken yatağın. Perdenin arkasında,
haça gerilmiş gibi durur pencerenin gölgesi.
Artık niçin öldüklerini bilmiyor ölüler. (Sayfa: 259)
*
OLAĞAN TANSIKLAR
*
Büyük mumları ağaçların altına çıkardılar.
Yıkadılar kiliseyi. Koyu bir nem
yayılıyordu dışarda, güneşli basamakların,
beyaz döşeme taşlarının üzerinde. Kovadan su
içmek için yaklaşan köpeğe bir tekme
savurdu zangoç. Bu sırada Cebrail göründü kilisenin eşiğinde
iki görkemli kırmızı kanadıyla bu Baş Melek,
eğilip köpeğe iki avucuyla su içirdi.
Böylece yürümeye başladı beş kötürüm ertesi gün.
*
Atina, 23.10.72 (Sayfa: 264)
*
BARIŞ
*
Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir
barış.
*
Gözlerinin içinde uçsuz bucaksız bir gülümseme
elinde yemiş dolu bir zembil
ve alnında ter tomurcukları
-pencerede suyu soğutan testideki damlalar gibi-
akşamüstü eve dönen babadır
barış.
*
Dünyanın yüzünde yara izleri kapanırken
ağaçlar diktiğimizde havan mermilerinin kazdığı çukurlara
yangının kavurduğu yüreklerde ilk tomurcuklarını açarken umut
ve ölüler kanlarının boşa gitmediklerini bilerek
yana dönüp içerlemeksizin uyuyabildiklerindedir
barış.
*
Barış yemek kokusudur tüten akşamleyin
arabanın yolda durmasının korkutmadığı
kapı çalınmasının dost demek olduğu
ve pencereyi saat başı açmanın,
renklerinin uzaktaki çanlarıyla
gözlerimizin bayram etmesini sağlayan
gökyüzü demek olduğu zamandır
barış.
*
Barış bir bardak sıcak süt ve bir kitaptır uyanan çocuk önünde.
Başaklar birbirlerine eğilip ''İşte, ışık.! ışık.! ışık.!'' dedikleri
ve ufuk çemberi ışıkla dolup taştığı zamandır
barış.
*
Hapisaneler onarılıp kitaplıklar yapıldığı zaman
eşikten eşiğe bir türkü yükseldiği zaman geceleyin,
cumartesi akşamları mahalle berberinden çıkan yeni tıraş olmuş
---bir işçi gibi
baharda ay buluttan çıktığı zamandır
barış.
*
Geçmiş gün
yitirilmiş bir gün olmadığı
sevinç yapraklarını akşamın içine salan bir kök
ve kazanılmış bir gün, hak edilen bir uyku olduğu zaman
acıyı kovmak için zamanın dört bir bucağından
güneşin hemen ayakkabılarını bağladığını duyduğun zamandır
barış.
*
Barış ışınlar demetidir yaz ovalarında
iyilik alfabesidir tanın dizlerinde.
''Kardeşim'' dediğin -''Yarın kuracağız'' dediğin zaman
kuracağız dediğimizi kurunca türkü çağırdığımız zamandır
barış.
*
Ölüm yüreklerde az yer kapladığında
ve güvenli parmaklarla mutluluğu gösterdiği zaman bacalar,
ikindi vaktinin büyük karanfilini
ozan ve proleter aynı şekilde kokladığı zamandır
barış.
*
İnsanların sıkışan elleridir barış
dünyanın masasındaki ekmektir
gülümsemesidir annenin.
Budur yalnızca.
Başka bir şey değildir barış.
*
Ve toprakta derin karıklar açan sabahlar
tek bir sözcük yazarlar:
Barış. Başka bir şey değil. Barış.
*
Dizelerimin rayları üzerinde
buğday ve güller yüklenmiş
geleceğe doğru yol alan trendir
barış.
*
Kardeşlerim,
barış içinde derin derin soluk alıyor
tüm dünya bütün düşleriyle.
Verin elinizi kardeşlerim,
işte budur barış. (Sayfa: 277-279)

28 Mayıs 2022 Cumartesi

Ursula K. Le Guin - Yazma Üzerine Sohbetler (Söyleşi: David Naimon) (Çeviren: Özde Duygu Gürkan)


 ''İyi söyleşi iyi bir badminton maçına benzer: O topu birlikte havada tutabileceğinizi hemen anlarsınız, tek yapmanız gereken topun uçuşunu izlemektir.'' (Sayfa: 12)

*
Ursula K. Le Guin, 6 Ekim 2017
*
''İnsanın iyi şeyler okuyup onlar gibi yazmaya çalışarak öğrenmesi lazım. Bir piyanist hiç başka bir piyanisti dinlememiş olsa, ne yapacağını nasıl bilebilir ki.? Bence taklidi aslında kullanılabileceği gibi kullanmıyoruz.'' (Sayfa: 21-22)
*
''Hafızanın ve deneyimin altında, hayal gücünün ve icatların altında, kelimelerin altında hafızanın, hayal gücünün ve kelimelerin uyduğu ritimler vardır; yazarın işi bu ritmi hissedecek kadar derinlere inmek ve onun hafızayı ve hayal gücünü kelimeleri bulmak üzere harekete geçirmesini sağlamaktır.'' (Sayfa: 22-23)
*
''Okullarda çok daha az okuma yapılıyor ve çok az dilbilgisi öğretiliyor. Bir yazar için, daha aletlerin adlarını örenmeden ya da onları bilinçli bir şekilde eline almadan bir marangozhaneye atılıvermek gibi bir şey bu. (..) İnsanlara yazmaları için gerekli olan donanımı vermiyoruz, onlara sadece ''Sen de yazabilirsin.!'' diyoruz, ya da ''Herkes yazabilir, otur da başa hadi.!'' Ama herhangi bir şeyi yapabilmen için öncelikle onu yapmanı sağlayacak aletlerinin olması lazım.'' (Sayfa: 26)
*
''1968'de ''onlar'' zamirini kullanmak gibi bir seçenek yoktu; hiçbir editör kitabı basmazdı. (..)
İngilizcede cinsiyetten bağımsız bir ''o'' yok. Finlandiyalılara ve sanırım en azından bazı açılardan Japonlara gıpta ediyorum, cinsiyet belirtmeden konuşabiliyorlar.'' (Sayfa: 31)
*
David Naimon: ..David Mitchell'ın Kemik Saatler kitabı hakkında Guardian'da çıkan eleştirinizde bu şimdiki zaman kipi meselesini tartışıyorsunuz.Harika bir eleştiri yazısı. Virginia Woolf'un bilinç akışı yöntemini Mitchell'ın ''özbilinç akışı'' dediğiniz yöntemiyle kıyaslıyorsunuz. Ayrıca zamanla ilgili meselelere de değiniyorsunuz. Yazıda şöyle diyorsunuz:
''Burada, Zamanla derinden ilgilenen bir romanda, geçmiş zaman kipi yok gibi bir şey. Artık birçok kurmaca okuru şimdiki zaman kipini sorgusuz sualsiz kabul ediyor çünkü okudukları her şey şimdiki zaman kipinde, ama böyle uzun bir romanda bu biraz zorlayıcı olabiliyor. Geçmiş zaman kipinde anlatım önceki zamanları ima etmeyi ve dilek kipinin, şart kipinin, gelecek zamanın sisli menzillerine uzanmayı kolayca başarır; ama kesintisiz bir tanıklık varmış gibi yapmak zamanları göreli ve olayların birbiriyle bağlantılı olmasına pek izin vermez. Şimdiki zaman kipi karanlıkta dar huzmeli bir fener ışığıdır, görüntüyü bir sonraki adımla sınırlar şimdi, şimdi, şimdi. Geçmiş yoktur, gelecek yoktur. Bebeklerin, hayvanların, belki de ölümsüzlerin dünyası.'' (Sayfa: 35-36)
*
''..insanlara Woolf'un Deniz Feneri gibi kitaplar okuyup yazarın zihinden zihine dolaşarak ne yaptığını görmelerini tavsiye ediyorum. Ya da Tolstoy'un Savaş ve Barış'ı tabii. Hem de nasıl. Tolstoy bir bakış açısından başka birine, sen daha perspektifin değiştiğini anlamadan geçiverir -çok zarif yapar bunu. Nerede olduğunu, dünyayı kimin gözüyle gördüğünü bilirsin, ama bir yerden bir yere savruluyormuş hissine kapılmazsın. Bir zanaata hâkim olmak böyle bir şey işte.'' (Sayfa: 37)
*
Charles Dickens'ın Kasvetli Ev Kitabı için:
*
''Kitabın yarısı şimdiki zaman kipinde yazılmış; o dönem için oldukça sıradışı bir durum. Ve bu pasajlar yazarın bakış açısıyla yazılmış, neredeyse bir kartal bakışının keskinliğiyle -tüm zamanlar için ender rastlanan bir durum. Olağanüstü bir kitap.'' (Sayfa: 39)
*
''Edebiyat mit ve efsanelerle ve Odysseia gibi mitolojiye dönüşen Kahramanlık hikâyeleriyle başladı. Ama bazı türlerin edebiyattan dışlanması artık geçmişte kaldı sanırım. Yine de benim için bu çerçevede konuşmayı bırakmak zor çünkü çok uzun zaman onların da Gazap Üzümleri kadar edebiyat olduğunu savunmak durumunda kaldım. Tabii ki çoğu Gazap Üzümleri kadar iyi değil, ama gerçekçi edebiyatın çoğu da onun kadar iyi değil. Edebiyatı türe göre yargılamak yanlış - aptalca, ziyankâr bir tutum. Artık çoğu kişi bunu biliyor.'' (Sayfa: 42)
*
''Bazı insanlar sanatın kontrolle ilgili olduğunu düşünür. Ben daha çok kendini kontrolle ilgili olduğunu düşünüyorum. Şöyle bir şey: İçimde anlatılmak isteyen bir hikâye var. O benim amacım. Ben onun aracıyım. Eğer kendimi, egomu, istek ve fikirlerimi, zihinsel çöpümü bir kenarda tutabilir, hikâyenin odağını bulabilir ve hikâyeyi takip edebilirsem, hikâye kendi kendini anlatacaktır..'' (Sayfa: 44)
*
Şiir Üzerine:
*
''..şiirler kendi farklı yöntemleriyle geliyor. Etraflarında bir tür hale olan birkaç kelime, hatta sadece bir ritim beliriyor ve burada bir şiir olasılığı olduğunu anlıyorsun. Bazen çok kolay geliyorlar, ama şiirde romanlarda olduğu gibi dikte aldığımı hiç hissetmedim; roman yazarken içimden gelen ses ne söylemek istediği konusunda o kadar emindir ki tartışmak zorunda kalmam.'' (Sayfa: 55)
*
Günün Geç Vakitleri'nin Önsözünden:
*
''Bilim dışarıdan isabetli bir tasvir yapar, şiir ise içeriden. Bilim açıklar, şiir ima eder. İkisi de tasvir ettiği şeyden övgü ve takdirle bahseder. Hem bilimin hem de şiirin dillerinin bizi, cehaletimize veya sorumluluğumuza derman olmayan sonsuz ''enformasyonu'' salt istiflemekten kurtarmasına ihtiyacımız var.'' (Sayfa: 63)

Gabriela Mistral

Duvar * Basit, sıradışı duvar, ağırlıksız duvar, renksiz, havada bir parça hava. * Kuşlar geçiyor içinden meylederek; ışığın titreşimleri, kışın bıçak sırtı, yazın iç çekişleri geçiyor. Fırtınanın savurduğu yapraklar ve cisimli gölgeler geçiyor. * Ama nefes geçemiyor içinden, kol kavuşamıyor uzanan kollara, sine buluşamıyor sineyle asla. * Gabriela Mistral * Mistral gibi birisi daha yok, nevi şahsına münhasır biri ve Neruda'nın -Nobel'i alan o diğer Şili'li şairin- bütün ilgiye mazhar olması çok yazık. Ama işte erkekler genelde daha kolay ilgi odağı oluyor, kadınları erkeklerin görüş alanı içinde tutabilmek için biraz uğraşmak gerekiyor. Neruda çok iyi bir şair ama Mistral'in bana söyleyeceği çok daha fazla şeyi var. (Sayfa: 71-72)
*
''Ne de olsa diktatörler şairlerden daima korkar. Şairlerin politik bireyler olmadığını düşünen pek çok Amerikalıya tuhaf görünüyor bu, ama Güney Amerika'da ya da herhangi bir diktatörlükte hiç de tuhaf görünmüyor.'' (Sayfa: 76)
*
İşletim Kılavuzu'ndan:
*
''Hayal gücü insanlığın sahip olduğu en ama en faydalı araçtır. Bükülebilen başparmağı bile döver. Başparmaklarım olmadan yaşamayı hayal edebiliyorum ama hayal gücüm olmadan edemiyorum.'' (Sayfa: 93)
*
Çeviri: Tuncay Birkan, Zihinde Bir Dalga İçinde, s. 189
*
''Şehirlerde yeryüzünde başka canlılar yokmuşçasına yaşayabiliyoruz. İnsanların kayıtsızlaşmasına ve bir türün yok olmasını önemsememesine şaşmamak lazım. Hayvanlarla temas halinde olmak gerekiyor ve biz değiliz. Bence edebiyat, çocuklara yönelik hikâyeler ve hayvan hikâyeleri en azından temas halinde olmanın yaratıcı bir yolu. Dolayısıyla çok önemliler. Ama benim fikrimi paylaşan çok fazla edebiyatçı yok. Bir hikâye hayvanlar hakkındaysa muhtemelen duygusaldır diye düşünüyor edebiyatçılar. Ve duygusallık da olabilecek en kötü günah.'' (Sayfa: 97)
*
''Yok Olan Büyükanneler''den:
*
İstisnai Kılınma:
*
''..“Sessizlik, sürgün ve kurnazlığı'' seçen Joyce korunaklı bir hayat sürmüş, kendi yazıları ve kariyeri dışında hiçbir sorumluluk almamıştı. Woolf ise kendi ülkesinde düşünsel, cinsel ve siyasi açıdan aktif olan insanlardan oluşan sıradışı bir çevrede dolu dolu yaşamıştı ve yetişkin hayatı boyunca başka yazarları tanımış, okumuş, eleştirmiş ve eserlerini yayımlamıştı. Burada kırılgan olan Joyce, çetin ceviz olan Woolf’tur; kült nesnesi ve talihin jesti olan figür Joyce, birçok yazarı etkilemeye devam eden ve yirminci yüzyıl romanında merkezi bir yere sahip figür ise Woolf’tur.”
Ama kanonu oluşturanların bir kadın yazara bahşedeceği son şey merkezi bir yerdir. Kadınlar çeperde bırakılmalıdır.
Bir kadın romancının birinci sınıf bir sanatçı olduğu kabul edildiğinde bile dışlama teknikleri yine de işbaşındadır. Jane Austen'in geniş bir hayran kitlesi vardır, ama çoğu zaman tipik bir örnekten ziyade benzersiz, taklit edilemez bir figür olarak düşünülür - talihin harikulade bir jesti. Yok olması sağlanamaz ama tam olarak dahil de edilmez.
Bir yazarın yaşadığı sürece küçümsenmesi, görmezden gelinmesi ve istisnai kılınması, öldükten sonra yok olması için bir hazırlıktır.'' (Sayfa: 105)
*
''Kadınların edebiyatta ve başka bir yerde hiçbir şekilde sesi yokken erkekler binlerce yıl kadınlar adına konuştu. Bu da hâlâ devam ediyor.'' (Sayfa: 107)

26 Mayıs 2022 Perşembe

Virginia Woolf - Romanları Tekrar Okuma Üzerine (Çevirenler: Kübra Kavasçinay - Özgür Cem Oğuzbıçak)


 ''..''kitabın kendisi'' gördüğümüz biçim değildir, hissettiğimiz duygudur ve yazarın duyguları ne kadar yoğunsa kelimelere aktarılan anlam da o kadar sorunsuz olur.'' (Sayfa: 14)
*
''..hem yazıda hem okumada tüm metotlar arasında duygunun önce gelmesi durumu hakkında ısrarcı olmalıyız.'' (Sayfa: 15-16)
*
''Asıl malzememiz duygudur fakat duyguya ne kadar önem veriyoruz.? Kısa hikâyede olmayan kaç farklı duygu, kaç farklı yapı vardır; kaç farklı elementten oluşmuştur o kısa hikâye.? Yani aslında duyguyu alabilmemiz için gerekli olan şey ilk adımdır. Onu sorularla deneyip sırrını çözmemiz gerekiyor. Geriye işe yarar hiçbir şey kalmazsa her şeyi bırakıp onu çöp kutusuna gönderin. Geriye bir şeyler kalırsa da onu alıp evrenin mucizelerinin arasına koyun.'' (Sayfa: 16-17)


Kitap Nasıl Okunmalı.?
*
İlk olarak başlıktaki soru işaretinden bahsetmek istiyorum. Bu soruya cevap verebilecek olsam bile o cevap size değil sadece bana uygun olurdu. Çünkü birinin başkasına okuma ile ilgili verebileceği tek gerçek tavsiye, tavsiyelere kulak asmamak ve iç güdülerini takip edip, kendi yolunu izleyerek kendi sonuçlarına varmak olurdu. Bu konuda hemfikirsek birkaç öneri ve fikir sunmak istiyorum çünkü bu fikir ve önerilerin bir okurun sahip olabileceği en önemli özelliği olan özgürlüğünüze pranga vurmasına izin vermeyeceksiniz. Sonuçta, kitaplar hakkında ne çeşit yasalar koyulabilir ki.? Evet, Waterloo Muharebesi, belirli bir günde yaşandı, bunda herkes hem fikir, ama Hamlet'in Lear'dan daha iyi bir oyun olup olmadığını kimse bilemez. Herkes bu soruya kendi cevabını bulmalı. Otoriteleri kütüphanelerimize alıp, onların bize neyi okuyup neyi okuyamayacağımızı ya da okuduğumuz esere vermemiz gereken değeri söylemelerine izin verirsek o kütüphanelerin temelindeki özgürlük fikrini yok etmiş oluruz. Evet, bütün dünya kurallar ile yönetiliyor olabilir ama kütüphaneler, asla.
Özgürlüğün tadını çıkarmaya devam edebilmek için -basma kalıp lafları görmezden geleceğinizi umarak söylüyorum- kendimizi kontrol etmeliyiz. Gücümüzü çaresizce ve cahilce boşa harcamamalıyız. Gül fidesini sulayacağız diye evi su altında bırakmamalıyız. Bu yüzden, kendimizi işte tam olarak burada eğitmeliyiz. Tabii bu, bizi kütüphanede karşılayacak ilk zorluklardan biri olabilir. ''Tam olarak burası,'' nerede.? Kütüphane; sadece kafa karıştıran devasa bir yer değildir. Şiirler, romanlar, tarih kitapları, sözlükler ve her türlü cinsiyetten, ırktan ve dilden yazarlar tarafından yazılmış kitaplar vardır. Ve dışarıda ise anıran eşekler, çeşme başında dedikodu yapan kadınlar ve etrafta koşturan taylar. Peki, nereden başlayacağız.? Bu kaosu nasıl düzene sokup, bir anlam çıkararak okuduğumuz şeyden zevk alacağız.? (Sayfa: 25-27)
*
Biyografiler ve Anı Kitapları Üzerine:
*
''Kendimize sormalıyız: Bir kitap, yazarının hayatından ne kadar etkilenir.? Yazara nereye kadar güvenmeliyiz.? Yazarın içimize bıraktığı hislere nereye kadar direnmeliyiz.? Yazarın yarattığı karakter yeterince anlayışlı mı.? Bunlar yaşamları ve mektupları okurken sormamız gereken sorulardır ve kendimiz için cevaplamalıyız, çünkü hiçbir şey bu kadar kişisel bir konuda başkalarının tercihlerini kılavuz olarak kullanmaktan daha ölümcül değildir.
Böyle kitapları okurken amacımız, önemli kişileri tanımak veya edebiyat dünyasına ışık tutmak değil de kendi yaratıcı kaslarımızı gevşetmek de olabilir.'' (..) ''Her edebiyat türü, geliştikçe, eski aksanlar, bilinmeyen ve karmaşık diller ile yazılmış, çöp kitap örnekleri biriktirir. Ama kendinizi bu çöp kitapları okumaya, onlardan zevk almaya eğitebilirseniz o tozlu raflardan çıkan şeyler sizi şaşırtabilir.'' (Sayfa: 34-35)
*
Şiir:
*
''Zamanla çöp kitapları okumaktan bıkarız. Wilkinson'ların, Bunbury'lerin ve Maria Allen'ların bize vermeye çalıştığı mesajı çözmeye çalışmaktan yorulabiliriz. Çünkü onlarda ustalaşma ve hükmetme gücü yoktu; kendi yaşamları hakkında bile tüm gerçeği söyleyemediler; öyleyse düzgün olan hikâyeyi bile deforme ederler. Gerçekler bize verecekleri her şeydir ve gerçekler çok düşük bir kurgu biçimidir. Böylece, ayrıntıdan habersiz, yoğun ve genelleştirilmiş bir ruh durumu içine gireriz, bunun doğal ifadesi şiirdir ve böylece sıra şiir okumaya gelir.. şiir yazacak seviyeye geldiğimiz zaman tabii.'' (Sayfa: 36-37)
*
''..kitabı zihninin içinde tartışmayı, kitabı bıraktığında bile onu okumaya devam etmeyi ve bir kitabı diğeri ile uygun bir şekilde karşılaştırabilecek kadar okumuş olmak, işte bu zordur.'' (Sayfa: 42)
*
''Her türden kitapla -şiir, kurgu, tarih, biyografi- oburca beslendikten sonra okumaya ara verip bir süre dünyanın çeşitliliklerine bakarsak, beğenilerimizin değişmeye başladığını fark edeceğiz. Artık daha seçici oluruz.'' (Sayfa: 43)

21 Mayıs 2022 Cumartesi

Sabahattin Ali - Bir Cinayetin Sebebi


Bir Cinayetin Sebebi adlı öyküde, bir katilin mahkeme savunmasını dinleriz. Kurbanı zannedilen nedenden değil, başka bir nedenden öldürdüğünü öğreniriz. Bu öykü, Sabahattin Ali'nin 20 yaşında kaleme aldığı bir öykü. Belki de ilk öyküsü.. (Sayfa: 9)

*
Bir Siyah Fanila İçin Öyküsü'nden:
*
''..kuvvetli bir kafanın sevince çeviremeyeceği ıstırap yoktur.'' (Sayfa: 30)
*
Değirmen Öyküsü'nden:
*
''..ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kâfi mazeretler tedarik etmiştir.'' (Sayfa: 76)
*
''..bu bir kolu olmayan kızı seviyorum. Onu alamam, onu kaçıramam.. Halbuki o da beni seviyor. Bunu bana evvelsi gün ağlayarak söyledi. Gel; dedim, beraber kaçalım. Acı acı güldü, 'Ağam,' dedi, 'ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun.?' Onu nasıl sevdiğimi anlattım: 'Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,' dedim, 'bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir.?'..'' (Sayfa: 85)
*
''..sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi, kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.'' (Sayfa: 92)
*
1929
*
BİRDENBİRE SÖNEN KANDİLİN HİKAYESİ ÖYKÜSÜ'NDEN:
*
''..bu iskelet bize o kadar yakındır ki, ondan korkmak için ancak bir insan kadar kör ve düşüncesiz olmalıdır.'' (Sayfa: 101)
*
''Ey her tarafımdan yavaş yavaş çekilen hayat, yalnız kafama ve gözlerime birik.!'' (Sayfa: 108)
*
KURTARILAMAYAN ŞAHESER ÖYKÜSÜ'NDEN:
*
''..''..Güzel yazıyorsun ey şair, derin ve azametlisin, fakat Fuzuli daha derin, Goethe daha azametli değil miydi.? Söyle, ihtiras ve çılgınlıkta Shakespeare'i, istihza (üzüntü, mutsuzluk) ve ıstırapta Dante'yi geçebilir misin.?''
Ve genç şair anlıyordu ki, bu büsbütün başka bir mahluktur. Kadınları hayran eden, çeken şeylerin buna tesiri yok. Çünkü bu kızın gözleri baktığı şeyleri görüyordu ve sinirlerinde hissetmek, kafasında düşünmek kabiliyeti vardı.'' (Sayfa: 114)
*
''Sakız gibi çiğnenmiş güzelliklerden, bir dua kadar çok tekrar edilmiş yeni fikirlerden eser bulunmayan bu çölde hiçlik ve.. güzellik hüküm sürüyordu.'' (Sayfa: 122)
*
BİR DELİKANLININ HİKAYESİ ÖYKÜSÜ'NDEN:
*
''Odamda beni kitaplarım bekler. Bu yegane tesellidir. Her eşyasını ayrı ayrı ve gayet iyi tanıdığım bu odada yalnız onlar her zaman için yen bir koku taşırlar. Her zaman söyleyecek birçok lafları vardır.'' (Sayfa: 133)
*
KIRLANGIÇLAR ÖYKÜSÜ'NDEN:
*
''Yarın öldüğümüz zaman birisi bize sorsa, 'dünyada neler gördünüz.?' dese herhalde verecek cevap bulamayız. Koşmaktan görmeye vaktimiz olmuyor ki..'' (Sayfa: 171)
*
''Yaşadığımızın farkına varmayacak olduktan sonra ne diye yaşıyoruz.?'' (Sayfa: 172)

16 Mayıs 2022 Pazartesi

Şükran Kurdakul - Nâzım'ın Bilinmeyen Mektupları (Broy Yayınları)


NÂZIM'IN BİLİNMEYEN MEKTUPLARI

*
''Nâzım Hikmet'in Adalet Cimcoz'a yazdığı mektuplardan, elimizde bulunan otuz dokuzu Bursa Hapishanesi'ndeki son beş yılına tanıklık ediyor. 1945-1950.
(..)
İçerde de içindeki özgürlüğü duyanlardan Nâzım.
Denizi, ormanları, şehirleri, yolculukları, eve dönüşleri, kadınları ile yaşamın uzağındayken bile, varlığının özünde saklı yaşamsal cevahir coşkusunu tazeliyor O'nun.
Sevgi ve coşku.. Görülmemiş iki kaynak gibi, her koşulda -karamsarlıkta bile- birbirini tamamlayacak soluğunu güçlendirme nedeni olup çıkıyor. Sevgi, inançla birlikte, hem düşünsel, hem duygusal bir dünya kurmuş içinde çünkü.
Kurulu düzenin olumsuzlukları, insanı yabancılaştıran etkilerden uzak bir dünya bu. O düzen ki, İkinci Dünya Savaşı'nın en zorlu, en çıkmaza düşüldüğü sanılan evrelerinde bile, Nâzım Hikmet'in kurduğu bu düşün ve duygu dünyasını karartmaya yetmiyor. Yitip giden milyonlarca insanın, yakılan kitapların, mahvolan şehirlerin acısını yüreğinde duyarak dünyasını korumasını biliyor.
İlk hastalandığı günlerde, Mehmet Ali Cimcoz'a elyazısı ile yazdığı mektup bu direnci somutluyor bize:
Hayat güzeldir, ümitlidir
ve hapishanede de olsa, anginle de olsa
aşk ve şevkle, bütün insanlıkla birlikte
yaşanmalıdır.
*
Aynı günlerde yazdığı anlaşılan başka bir mektup da şu satırlarla bitiyor:
Günler geçiyor dedim ya, bu sekiz sene hapislikte hiçbir şey öğrenemedimse sevmeyi, sabretmeyi, ümit etmeyi ve dünyayı olduğu gibi, ne fazla ne eksik görebilmeyi öğrendim. Böyle bir kazanç sekiz yıllık hapse değer. Şaka etmiyorum, sahi söylüyorum.
Hadi güle güle ve güzel günlere.!'' (Sayfa: 5-6)
*
Çok uzaklardan geliyoruz
----çok uzaklardan
Kaybetmedik bağımızı çok uzaklarla
Bize hâlâ konduğumuz mirası hatırlatır
Bedrettin Simavi'nin boynuna inen satır.
Engürülü esnaf Ahilerle beraberdik.
Biliriz
-----hangi pir aşkına biz
Sultan ordularına kıllı göğüslerimizi gerdik.
Çok uzaklardan geliyoruz,
Alevli bir fanus gibi taşıyoruz ellerimizde
ihrak binnaz edilen Galile'nin
-----dönen küre gibi yuvarlak kafasını.
*
Okuduğumuz, çok genç yaşlarda yazdığı, Kablettarih (1929) şiirindeki dizelerde de görüldüğü gibi eskimeyen aşkıyle bütünleşmeye çalıştı.
Bir yazısında da bu konudaki görüşünü özetleyerek tarihsel olanın bütünlüğüne şöyle dikkat çekmişti Nâzım:
Ben şiirde realiteyi bütün mürekkepliği, mâzi, mal, istikbal unsurlarıyle ve hareket halinde veren bir realizme ulaşmak istiyorum.
*
(Her Ay, 20 Nisan 1937) (Sayfa: 7-8)
*
Adalet Cimcoz'a Yazdığı Mektup:
*
''Annem geldi. Sevinçliyim. Gönderdiğin parayı aldım, teşekkür ederim. Sana yakınlarda perde yollayacağım, pencerelerine takarsın ve dışarıyı onun renkleri arasından görürsün. Sonra şimdi ben abajur da yapıyorum, sana bir tane de abajur göndereceğim.'' (Sayfa: 11)
*
Adalet Cimcoz'a Yazdığı Mektup:
*
''Ben bildiğin gibiyim: çalışıyorum, yani tercüme yapıyorum. Manzaraları işliyorum, sevgililerimi düşünüyorum, tepeden tırnağa hasret, tepeden tırnağa hasret, tepeden tırnağa ümitten ibaret bir halde, kâh öfkeden köpürüp, kâh keyiften ağzım kulaklarımda, kâh 15 yaşında bir delikanlı gibi içli ve lirik, kâh 60 yaşında bir bakkal gibi realist, kâh mâruf tabiriyle, kuşlardan hür, kâh ağaçlardan esir, kâh yirmi dört saati bir dakikada, kâh bir dakikayı yirmi dört saatte yaşayıp günlerimi geçiriyorum. Hakkım olan, benim olan şeyleri bekleyen, ayak seslerine kulak vermiş, gözleri uzakları, yakınları, dört bir yanı araştıran, dehşetli seven, korkunç derecede nefret eden bir hâlim var. Bazan yüreğimde, gözlerini bile görmediğim milyonlarca insanın acısı, ümidi, bazan bir tek kadının yumuşak, sıcak dudakları var. Hâsılı, sana kendimi tarif edeyim diye bir yığın şey yazdım, yine de tarif edemedim, meğerse bendeniz ne komplike bir mahluk imişim.'' (Sayfa: 17)


Nâzım Hikmet, Adalet Cimcoz'a yazdığı mektuplardan ikisinde Mayakovski'den etkilendiği yolundaki savlara şöyle değinmiştir:
*
Ben Mayakovski'yi şahsen tanıdım. Bir kere, bir yılbaşı gecesi, bir şairin evindeki toplantıda kendisine takdim edildim. Sonra şiir okurken de dinledim, fakat hâlâ en az tanıdığım şair O'dur. Sonra tersine, üstadı bizde tercüme etselerdi, aramızda ne kadar az benzerlik olduğu o zaman meydana çıkardı. Kısaca söyleyeyim: Üstad, bir çeşit müstezatlı aruzla yazar, bendeniz böyle müstezatlı bir ölçü kullanmam. Üstatta kafiye meselesi, edindiğim, edinebildiğim bilgiye göre ön planda geliyor, bendeniz ise bunu ancak gerektiği zaman bir unsur olarak kullanırım. Hazrette ferdiyetçilik de vardır, yani bir tarafı anarşisttir galiba, bendeniz değilim. Ama bütün bunlara rağmen, üstadın ve soydaşlarının dilinden henüz yirmi kelime bilirken, o devirde bilhassa onun yarattığı; sanat havasının ve sosyal muhitinin içine, ömrümün en büyük talihi, saadeti olarak düşmüş bulunmamın elbette ki üzerimde, çok şükür, büyük tesiri olmuştur.
*
Elyazısı ile yazdığı başka bir mektubunda da Tolstoy'dan etkilendiği yolundaki savları tartışırken gene anar Mayakovski'nin adını:
*
Gelelim Tolstoy'a, sana tuhaf bir şey söyliyeyim mi, ben Tolstoy'u şöyle sindire sindire ancak şu Harp ve Sulh romanını tercümeye başladıktan sonra okumuş oldum. Yani demek istediğim, üzerimde, tesiri olmuşsa ancak şu son senelerde olmuştur. Mamafi bunu da zannetmiyorum. Yalnız bir mesele var: Tolstoy'dan sonra yazı yazan ve insanları, sanat hokkabazlıklarına başvurmadan ve sade şekiller içinde oldukları ve hattâ olacakları gibi vermeğe çalışan her yazıcıda, Tolstoy'u isterse hiç okumamış olsun mutlaka izlerini bulursun. Çünkü bu dehşetli adam bir sanat devrinin başlangıcıdır, hem de kemale ermiş bir başlangıç. Bilmem derdimi anlatabildim mi.? Mesela başka bir bakımdan, şiirde Mayakovski de öyledir. Fakat değil mi onu da ancak şu sıralarda ara sıra okuduğum halde, aynı şeyi, yine onun tesiri altında kaldığımı da söylediler. Halbuki muayyen bir devirde, tabir caizse akıl için yol bir, benim ve daha bir sürü yazıcının talihsizlikleri Tolstoy'dan ve Mayakovski'den sonra yazı yazmaya başlamış olmalarıdır -eğer bu meselede talihsizlik mevzu bahis ise. Şimdi sana daha tuhaf bir itirafta bulunayım. Ben eğer Tolstoy'u ve Mayakovski'yi meselâ bundan on sene evvel şöyle iyice, derinden derine okumuş olsaydım ve tesirleri altında kalmak, yani onlardan bir kültür ve sanat kaynağı olarak faydalanmak bahtiyarlığına ulaşsaydım, belki de çok daha iyi bir yazıcı olurdum. (Sayfa: 25-26)
*
''İnsan hasrete erince sükûti oluyor.'' (Sayfa: 27)


EN MÜHİM MESELE
*
Yaprakları arslan pençeli çınarlar
--------------------------bin yıl yaşamakta
Kestaneler üç bin
Ve serviler beş bin sene ayakta.
Kavaklar bile yediyüz yıl yeşil ve beyaz-
Halbuki biz
-----ne kadar az yaşıyoruz, kardeşlerim,
----------ne kadar az yaşıyoruz,
---------------ne kadar az.
Beygirle bir ayardayız henüz
---------------bu en mühim meselede,
Hattâ onun kadar bile doyamıyor dünyasına
-----beygirden çok yük taşıyan çoğunluğumuz. (Sayfa: 27)
*
12 Ekim 1945
*
Kale kapısından çıkarken ölümle buluşmak üzere
dönüp baktığımızda son defa şehre,
sevgilim, şu sözleri söyleyebileceğiz:
''- Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü,
çalıştık gücümüzün yettiği kadar
--------------------seni bahtiyar
--------------------kılalım diye.''
Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişim,
--------------------devam ediyor hayat..
İçimiz rahat,
Gönlümüzde hakkedilmiş ekmeğine doymuşluk,
Gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi
-------------------işte geldik gidiyoruz
---------------------şen olasın Halep şehri
*
Nâzım Hikmet Ran (Sayfa: 28)
*
''Şiir dediğin nesne yılan gibi olmalı, hem her parçası ayrı ayrı yaşayabilmeli, hem de bütünü bir kat daha kuvvetle hayatiyet kazanmalı.'' (Sayfa: 33)
*
''..söz söylenmeğe değer olacak, sonra bunu en uygun, en mükemmel kalıba döküp, o kalıbın mükabil tesirinden de faydalanarak söylenecek. Yani sahici, okunmağa değer ve ''bu yazılmasaydı yazık olurdu'', denilecek şiiri döktürmek çok zor iş. Ben kendi payıma bir iki iyice şiir yazdımsa, bunların hepsinin muhtevasını önceden iyice pişirdim, sonra en uygun şekillerini, ne çeşit kafiye ile, ne çeşit vezinle yazılacağını, uzunluğunun aşağı yukarı ne olabileceğini, dilinin edasını, çeşnisini peşinen kestirmeğe çalıştım, yani çok zor bir mesaiden sonra işe koyuldum. Bundan dolayı da iyice şiirlerim, maalesef, gayet azdır.'' (Sayfa: 40)
*
''..ne severim o şarkıyı; kış geldi firak açmadadır sinede yâre, şu bizim şehirli ve köylü halk sanatkârının ''yara''ya ''yâre'' demesi pek hoşuma gider.'' (Sayfa: 41)


''Bak sana bir şey söyliyeyim mi, hani ölmez sağ kalır da çıkmak nasip olursa, Hazreti Mevlana'ya taş çıkartan aşk şiirleri yazacağım.
Mamafi, Hazreti Süleyman kadar, bu işi beceremeyeceğimi itiraf ederim. Eğer çoktandır okumadınsa, Süleyman'ın neşideler neşidesini hemen bulup oku. Mehmet Ali'ye de söyledim ya, onun ayarında bir aşk şairi ne gelmiş ne gelecek.'' (Sayfa: 47)
*
''Nâzım Hikmet tarihsel maddeci dünya görüşünü benimsedikten sonra bu felsefi görüşe karşı olan düşünür ve yazarları alaya alan yergi şiirleri yazmıştır. Bu kişilerden Berkley (Georges, 1685-1753) idealist felsefenin kurucusu sayılmaktadır. Madde'yi reddederek bilginin görevinin doğayı yaratanın (Tanrının) dilini çözmeye çalışmak olduğunu ileri süren Berkley'i, ''Behey onsekizinci asrın filozof piskoposu/felsefeden tüten günlük kokusu/başımızı döndürmek içindir.'' dizeleriyle yargılarken, ''filozof katil'', ''sermayenin altın sesi'', ''karar kuşaklı keşiş'', ''tilkilerin şahı tilki'', ''bir karış boyuna bakmadan Karpat'ları inkâr eden cüce'' vb. nitelemelerle mahkûm eder. (Berkley, 835 Satır).'' (Sayfa: 73)

29 Nisan 2022 Cuma

Ferenc Molnár - Pal Sokağı Çocukları (Çeviren: Tarık Demirkan)


Pásztor kardeşlerin Nemecsek ve arkadaşlarının bilyalarına el koydukları Müzi’de Péter Szanyi’nin heykel grubu.

*

(Fotoğraf: Tarık Demirkan)

*
''Hayatta tesadüflerin önemli yeri vardır. Örneğin, bundan yüz yıl önce romanın yazarı Ferenc Molnár'ın edebiyat öğretmeni, bir gün lisede mütevazı bir okul edebiyat gazetesi yayımlamaya girişmese, bugün belki de Pal Sokağı Çocukları romanı olmayacaktı. Edebiyat hocası Kornel Rupp okulda öğrencileriyle birlikte bir gazete yayımlamaya karar verince, eski öğrencilerinden de destek almaya çalışır. Bir gazeteci ve hikâye yazarı olan 29 yaşındaki Ferenc Molnar'ı bulur, gazete için onun da bir şeyler yazmasını ister. Molnar da lise yıllarındaki sevgili hocasını kıramaz, onca işi arasında edebiyat hocasının hatırı için ''bir şeyler'' yazmak amacıyla oturduğu masadan Pal Sokağı'nın birinci bölümünü yazarak kalkar. Sonraki haftalarda da diğer bölümler gelir. Genç okuyucuları neredeyse gazete bağımlısı haline getiren tefrika roman tamamlandığında yani 1907 yılında kitap haline getirilir. Almancaya, İngilizceye, Fransızcaya çevrilmesi hemen birkaç yıl içinde gerçekleşir. Yayımlandığı her ülkede olay haline gelir, yeni baskıları yapılır. İlki 1929'da olmak üzere taç beş kez film konusu olur. Tiyatrolarda sahnelenir. Çizgi film haline getirilir.'' (Sayfa: 12)
*
Tarık Demirkan, Ekim 2007, Budapeşte

(Sayfa: 50)
*
''Boka akıllı bir çocuktu, ama insanların birbirinden farklı olduğunu, bu farklılıkların nedenlerini kavramak için acı çekmemiz gerektiğini henüz öğrenmemişti.''
(Sayfa: 130-131)
*
''Basit çocuk ruhunda derinden derine bir şeyler değişiyordu: Hayata dair, hani içinde hepimizin bazen kederli, bazen neşeli köleler olduğumuzu hayata dair, bazı gerçekleri kavramaya başladığını hissediyordu.''
(Sayfa: 235)

28 Nisan 2022 Perşembe

Emile Zola - Suçluyorum (Çeviren: Derya Akküç)


 Arka Kapak:

*
''Suçluyorum.!'' Emile Zola'nın, Yahudi kökenli Yüzbaşı Alfred Dreyfus'un, casusluk suçlamasıyla başlayan tutuklanmasından sonra, Fransa'nın siyasetini ve adaletini temelden sarsan bunalımı heceleyebilmek için Fransa Cumhurbaşkanına yazdığı ve 13 Ocak 1898'de, L'Aurore Gazetesi'nde yayımlanan mektubudur.
Emile Zola'nın, Fransa Ordusu'nu ve Yargısını sert ve açık bir şekilde itham ettiği ve söz konusu hukuk yanılgısını cesurca eleştirdiği satırlar; yozlaşmış adalete karşı bir çığlık, bir direnç, bir meydan okuma ve bir başkaldırı niteliği taşıyor.


''Dreyfus Olayı kapsamındaki mahkeme sürecini, Fransız toplumundaki çürümeyi, yozlaşmayı, rüşveti ve Yahudi karşıtlığını eleştiren mektup sonrasında Zola, hakaret suçlamasıyla mahkemeye çıkmış, yanlı bir yargılama sonrasında 23 Şubat 1898'de suçlu bulunmuştur. Hapse girmemek için İngiltere'ye kaçan Zola, 1899 yılı Haziran ayında ülkeye geri dönmüştür.
Söylemin olağanüstü etkisi, sonraki dönemde de çok çeşitli şekillerde kullanılmış, siyasal bir terim haline gelmiştir.'' (Sayfa: 7)
*
Sayın Cumhurbaşkanı,
(..)
''Doğruyu söylemeye cesaret edeceğim, çünkü adaletin normal kanalları bunu yapmayı başaramadığı için gerçeği söylemeye yemin etmiştim. Benim görevim konuşmak; bu maskaralığın suç ortağı olmak istemiyorum. Yoksa işlemediği bir suç yüzünden uzaklarda korkunç acılar çeken o masum adamın ruhu, bana musallat olur.'' (Sayfa: 15)
*
''Ne büyük tutarsızlık.! Bu suçlamaya dayanarak bir insanın cezalandırılması adaletsizliğin nihai noktasıdır. Kalplerinde öfke hissetmeden ve bir nefret çığlığı yükselmeden namuslu insanların bu suçlamayı okuyamayacağını iddia ediyorum, üstelik de haksız yere suçlanan bu adamın, Şeytan Adası'nda çektiği acıları düşününce.!'' (Sayfa: 19)
*
''Hayır.! Hayır.! Bu bir yalan, öyle iğrenç ve iki yüzlü bir yalan ki onu söyleyenler söylediklerini itiraf etmeden serbest kalıyor. Tüm Fransa'yı ayağa kaldırdılar, çıkarttıkları yaygaranın arkasına saklandılar, kalplerimize sıkıntı salar ve ruhumuza işkence ederlerken dudaklarını mühürlediler. Devlete karşı işlenmiş bundan daha büyük bir suç bilmiyorum.'' (Sayfa: 21)
*
''Geçen yıl General Billot, Gonse ve de Boisdeffre Dreyfus'un masum olduğunu biliyordu ve bu korkunç gerçeği kendilerine sakladılar. Ve bu insanlar geceleri rahat rahat uyuyor, bu insanların sevdikleri, eşleri ve çocukları var.!'' (Sayfa: 24)
*
''Önümüzde borca ve suça batmış soysuz adamların yüceltildiğini ve lekesiz bir hayatı olan onurlu adamların ise alçakça saldırıya uğradığını görüyoruz. Bu seviyeye düşmüş bir toplum, yok olmaya mahkumdur.'' (Sayfa: 27)
*
''Öyle adaletsiz bir karar verdiler ki, verdikleri bu karar sonsuza dek askeri mahkemelerimizin üzerine çökecek ve kararlarının üzerinde her zaman bir şüphe gölgesi bırakacaktır.'' (Sayfa: 28)
*
''Bize ordunun onurundan bahsediliyor; orduyu sevmemiz ve ona saygı duymamız gerekiyor. Ah, evet, ilk tehditte ayağa kalkan, Fransız topraklarını savunan, milletin kendisi olan ordu için canımız fedadır ve ona hürmet ederiz. Fakat bu onurlu olmasını beklediğimiz, adalet için çığlık attığımız ordu değil. Tehlikede olan kılıçtır, belki bir gün gücünü üzerimizde uygulayacak olan ustadır. O kılıcın, tanrının önünde eğilmek ki.? Yo, asla.!'' (Sayfa: 28-29)
*
''Hangi önemsiz kaprisleri yüzünden birkaç üst makam sahibi botlarıyla bu ulusu ezebiliyor, insanların gerçek ve adalet çığlıklarını ağızlarına gömüyor ve bunu da ülke güvenliği bahanesiyle yapabiliyor.?'' (Sayfa: 30)
*
''Zayıf ve mütevazi insanların zihinlerini zehirlemek, o iğrenç Yahudi karşıtlığını kullanarak özgürlüğü seven Fransa'daki insan haklarını kontrolsüzce yok edecek olan gericiliği ve tahammülsüzlüğü körüklemek bir suçtur. Nefret için vatanseverliği sömürmek suçtur ve son olarak kılıcı modern bir Tanrı olarak başımızın üzerinde sallandırmak bir suçtur, oysa bütün bilimler gelmekte olan hakikate ve adalet çağını gerçekleştirmek için gece-gündüz çalışmaktadır.
Gerçek ve adalet, ah nasıl da özlemle bekliyoruz sizi.! Onların ayaklar altında ezildiğini, tanınmadığını, görmezden gelindiğini görmek ne kadar da korkunç.!'' (Sayfa: 30-31)
*
''Hakikat yerin altına gömüldüğünde öyle büyük bir güçle büyür ve gelişir ki, patladığı gün her şeyi yerle bir eder.'' (Sayfa: 32)
*
''Suçladığım insanları tanımıyorum, onları hiç görmedim ve onlara karşı ne kötü niyet ne de kin besliyorum. Bana göre onlar sadece varlık, topluma zararlı virüsler. Yaptığım eylem, gerçeğin ve adaletin patlamasını hızlandırmak için aldığım radikal bir önlemden başka bir şey değildir.
Tek bir isteğim var: insanlık adına acı çeken ve mutluluğu hak eden ancak karanlığa mahkûm edilen insanları aydınlatmak.''
*
Emile Zola, 13 Ocak 1898 (Sayfa: 35)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...