26 Mayıs 2022 Perşembe

Virginia Woolf - Romanları Tekrar Okuma Üzerine (Çevirenler: Kübra Kavasçinay - Özgür Cem Oğuzbıçak)


 ''..''kitabın kendisi'' gördüğümüz biçim değildir, hissettiğimiz duygudur ve yazarın duyguları ne kadar yoğunsa kelimelere aktarılan anlam da o kadar sorunsuz olur.'' (Sayfa: 14)
*
''..hem yazıda hem okumada tüm metotlar arasında duygunun önce gelmesi durumu hakkında ısrarcı olmalıyız.'' (Sayfa: 15-16)
*
''Asıl malzememiz duygudur fakat duyguya ne kadar önem veriyoruz.? Kısa hikâyede olmayan kaç farklı duygu, kaç farklı yapı vardır; kaç farklı elementten oluşmuştur o kısa hikâye.? Yani aslında duyguyu alabilmemiz için gerekli olan şey ilk adımdır. Onu sorularla deneyip sırrını çözmemiz gerekiyor. Geriye işe yarar hiçbir şey kalmazsa her şeyi bırakıp onu çöp kutusuna gönderin. Geriye bir şeyler kalırsa da onu alıp evrenin mucizelerinin arasına koyun.'' (Sayfa: 16-17)


Kitap Nasıl Okunmalı.?
*
İlk olarak başlıktaki soru işaretinden bahsetmek istiyorum. Bu soruya cevap verebilecek olsam bile o cevap size değil sadece bana uygun olurdu. Çünkü birinin başkasına okuma ile ilgili verebileceği tek gerçek tavsiye, tavsiyelere kulak asmamak ve iç güdülerini takip edip, kendi yolunu izleyerek kendi sonuçlarına varmak olurdu. Bu konuda hemfikirsek birkaç öneri ve fikir sunmak istiyorum çünkü bu fikir ve önerilerin bir okurun sahip olabileceği en önemli özelliği olan özgürlüğünüze pranga vurmasına izin vermeyeceksiniz. Sonuçta, kitaplar hakkında ne çeşit yasalar koyulabilir ki.? Evet, Waterloo Muharebesi, belirli bir günde yaşandı, bunda herkes hem fikir, ama Hamlet'in Lear'dan daha iyi bir oyun olup olmadığını kimse bilemez. Herkes bu soruya kendi cevabını bulmalı. Otoriteleri kütüphanelerimize alıp, onların bize neyi okuyup neyi okuyamayacağımızı ya da okuduğumuz esere vermemiz gereken değeri söylemelerine izin verirsek o kütüphanelerin temelindeki özgürlük fikrini yok etmiş oluruz. Evet, bütün dünya kurallar ile yönetiliyor olabilir ama kütüphaneler, asla.
Özgürlüğün tadını çıkarmaya devam edebilmek için -basma kalıp lafları görmezden geleceğinizi umarak söylüyorum- kendimizi kontrol etmeliyiz. Gücümüzü çaresizce ve cahilce boşa harcamamalıyız. Gül fidesini sulayacağız diye evi su altında bırakmamalıyız. Bu yüzden, kendimizi işte tam olarak burada eğitmeliyiz. Tabii bu, bizi kütüphanede karşılayacak ilk zorluklardan biri olabilir. ''Tam olarak burası,'' nerede.? Kütüphane; sadece kafa karıştıran devasa bir yer değildir. Şiirler, romanlar, tarih kitapları, sözlükler ve her türlü cinsiyetten, ırktan ve dilden yazarlar tarafından yazılmış kitaplar vardır. Ve dışarıda ise anıran eşekler, çeşme başında dedikodu yapan kadınlar ve etrafta koşturan taylar. Peki, nereden başlayacağız.? Bu kaosu nasıl düzene sokup, bir anlam çıkararak okuduğumuz şeyden zevk alacağız.? (Sayfa: 25-27)
*
Biyografiler ve Anı Kitapları Üzerine:
*
''Kendimize sormalıyız: Bir kitap, yazarının hayatından ne kadar etkilenir.? Yazara nereye kadar güvenmeliyiz.? Yazarın içimize bıraktığı hislere nereye kadar direnmeliyiz.? Yazarın yarattığı karakter yeterince anlayışlı mı.? Bunlar yaşamları ve mektupları okurken sormamız gereken sorulardır ve kendimiz için cevaplamalıyız, çünkü hiçbir şey bu kadar kişisel bir konuda başkalarının tercihlerini kılavuz olarak kullanmaktan daha ölümcül değildir.
Böyle kitapları okurken amacımız, önemli kişileri tanımak veya edebiyat dünyasına ışık tutmak değil de kendi yaratıcı kaslarımızı gevşetmek de olabilir.'' (..) ''Her edebiyat türü, geliştikçe, eski aksanlar, bilinmeyen ve karmaşık diller ile yazılmış, çöp kitap örnekleri biriktirir. Ama kendinizi bu çöp kitapları okumaya, onlardan zevk almaya eğitebilirseniz o tozlu raflardan çıkan şeyler sizi şaşırtabilir.'' (Sayfa: 34-35)
*
Şiir:
*
''Zamanla çöp kitapları okumaktan bıkarız. Wilkinson'ların, Bunbury'lerin ve Maria Allen'ların bize vermeye çalıştığı mesajı çözmeye çalışmaktan yorulabiliriz. Çünkü onlarda ustalaşma ve hükmetme gücü yoktu; kendi yaşamları hakkında bile tüm gerçeği söyleyemediler; öyleyse düzgün olan hikâyeyi bile deforme ederler. Gerçekler bize verecekleri her şeydir ve gerçekler çok düşük bir kurgu biçimidir. Böylece, ayrıntıdan habersiz, yoğun ve genelleştirilmiş bir ruh durumu içine gireriz, bunun doğal ifadesi şiirdir ve böylece sıra şiir okumaya gelir.. şiir yazacak seviyeye geldiğimiz zaman tabii.'' (Sayfa: 36-37)
*
''..kitabı zihninin içinde tartışmayı, kitabı bıraktığında bile onu okumaya devam etmeyi ve bir kitabı diğeri ile uygun bir şekilde karşılaştırabilecek kadar okumuş olmak, işte bu zordur.'' (Sayfa: 42)
*
''Her türden kitapla -şiir, kurgu, tarih, biyografi- oburca beslendikten sonra okumaya ara verip bir süre dünyanın çeşitliliklerine bakarsak, beğenilerimizin değişmeye başladığını fark edeceğiz. Artık daha seçici oluruz.'' (Sayfa: 43)

21 Mayıs 2022 Cumartesi

Sabahattin Ali - Bir Cinayetin Sebebi


Bir Cinayetin Sebebi adlı öyküde, bir katilin mahkeme savunmasını dinleriz. Kurbanı zannedilen nedenden değil, başka bir nedenden öldürdüğünü öğreniriz. Bu öykü, Sabahattin Ali'nin 20 yaşında kaleme aldığı bir öykü. Belki de ilk öyküsü.. (Sayfa: 9)

*
Bir Siyah Fanila İçin Öyküsü'nden:
*
''..kuvvetli bir kafanın sevince çeviremeyeceği ıstırap yoktur.'' (Sayfa: 30)
*
Değirmen Öyküsü'nden:
*
''..ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kâfi mazeretler tedarik etmiştir.'' (Sayfa: 76)
*
''..bu bir kolu olmayan kızı seviyorum. Onu alamam, onu kaçıramam.. Halbuki o da beni seviyor. Bunu bana evvelsi gün ağlayarak söyledi. Gel; dedim, beraber kaçalım. Acı acı güldü, 'Ağam,' dedi, 'ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun.?' Onu nasıl sevdiğimi anlattım: 'Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,' dedim, 'bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir.?'..'' (Sayfa: 85)
*
''..sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi, kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.'' (Sayfa: 92)
*
1929
*
BİRDENBİRE SÖNEN KANDİLİN HİKAYESİ ÖYKÜSÜ'NDEN:
*
''..bu iskelet bize o kadar yakındır ki, ondan korkmak için ancak bir insan kadar kör ve düşüncesiz olmalıdır.'' (Sayfa: 101)
*
''Ey her tarafımdan yavaş yavaş çekilen hayat, yalnız kafama ve gözlerime birik.!'' (Sayfa: 108)
*
KURTARILAMAYAN ŞAHESER ÖYKÜSÜ'NDEN:
*
''..''..Güzel yazıyorsun ey şair, derin ve azametlisin, fakat Fuzuli daha derin, Goethe daha azametli değil miydi.? Söyle, ihtiras ve çılgınlıkta Shakespeare'i, istihza (üzüntü, mutsuzluk) ve ıstırapta Dante'yi geçebilir misin.?''
Ve genç şair anlıyordu ki, bu büsbütün başka bir mahluktur. Kadınları hayran eden, çeken şeylerin buna tesiri yok. Çünkü bu kızın gözleri baktığı şeyleri görüyordu ve sinirlerinde hissetmek, kafasında düşünmek kabiliyeti vardı.'' (Sayfa: 114)
*
''Sakız gibi çiğnenmiş güzelliklerden, bir dua kadar çok tekrar edilmiş yeni fikirlerden eser bulunmayan bu çölde hiçlik ve.. güzellik hüküm sürüyordu.'' (Sayfa: 122)
*
BİR DELİKANLININ HİKAYESİ ÖYKÜSÜ'NDEN:
*
''Odamda beni kitaplarım bekler. Bu yegane tesellidir. Her eşyasını ayrı ayrı ve gayet iyi tanıdığım bu odada yalnız onlar her zaman için yen bir koku taşırlar. Her zaman söyleyecek birçok lafları vardır.'' (Sayfa: 133)
*
KIRLANGIÇLAR ÖYKÜSÜ'NDEN:
*
''Yarın öldüğümüz zaman birisi bize sorsa, 'dünyada neler gördünüz.?' dese herhalde verecek cevap bulamayız. Koşmaktan görmeye vaktimiz olmuyor ki..'' (Sayfa: 171)
*
''Yaşadığımızın farkına varmayacak olduktan sonra ne diye yaşıyoruz.?'' (Sayfa: 172)

16 Mayıs 2022 Pazartesi

Şükran Kurdakul - Nâzım'ın Bilinmeyen Mektupları (Broy Yayınları)


NÂZIM'IN BİLİNMEYEN MEKTUPLARI

*
''Nâzım Hikmet'in Adalet Cimcoz'a yazdığı mektuplardan, elimizde bulunan otuz dokuzu Bursa Hapishanesi'ndeki son beş yılına tanıklık ediyor. 1945-1950.
(..)
İçerde de içindeki özgürlüğü duyanlardan Nâzım.
Denizi, ormanları, şehirleri, yolculukları, eve dönüşleri, kadınları ile yaşamın uzağındayken bile, varlığının özünde saklı yaşamsal cevahir coşkusunu tazeliyor O'nun.
Sevgi ve coşku.. Görülmemiş iki kaynak gibi, her koşulda -karamsarlıkta bile- birbirini tamamlayacak soluğunu güçlendirme nedeni olup çıkıyor. Sevgi, inançla birlikte, hem düşünsel, hem duygusal bir dünya kurmuş içinde çünkü.
Kurulu düzenin olumsuzlukları, insanı yabancılaştıran etkilerden uzak bir dünya bu. O düzen ki, İkinci Dünya Savaşı'nın en zorlu, en çıkmaza düşüldüğü sanılan evrelerinde bile, Nâzım Hikmet'in kurduğu bu düşün ve duygu dünyasını karartmaya yetmiyor. Yitip giden milyonlarca insanın, yakılan kitapların, mahvolan şehirlerin acısını yüreğinde duyarak dünyasını korumasını biliyor.
İlk hastalandığı günlerde, Mehmet Ali Cimcoz'a elyazısı ile yazdığı mektup bu direnci somutluyor bize:
Hayat güzeldir, ümitlidir
ve hapishanede de olsa, anginle de olsa
aşk ve şevkle, bütün insanlıkla birlikte
yaşanmalıdır.
*
Aynı günlerde yazdığı anlaşılan başka bir mektup da şu satırlarla bitiyor:
Günler geçiyor dedim ya, bu sekiz sene hapislikte hiçbir şey öğrenemedimse sevmeyi, sabretmeyi, ümit etmeyi ve dünyayı olduğu gibi, ne fazla ne eksik görebilmeyi öğrendim. Böyle bir kazanç sekiz yıllık hapse değer. Şaka etmiyorum, sahi söylüyorum.
Hadi güle güle ve güzel günlere.!'' (Sayfa: 5-6)
*
Çok uzaklardan geliyoruz
----çok uzaklardan
Kaybetmedik bağımızı çok uzaklarla
Bize hâlâ konduğumuz mirası hatırlatır
Bedrettin Simavi'nin boynuna inen satır.
Engürülü esnaf Ahilerle beraberdik.
Biliriz
-----hangi pir aşkına biz
Sultan ordularına kıllı göğüslerimizi gerdik.
Çok uzaklardan geliyoruz,
Alevli bir fanus gibi taşıyoruz ellerimizde
ihrak binnaz edilen Galile'nin
-----dönen küre gibi yuvarlak kafasını.
*
Okuduğumuz, çok genç yaşlarda yazdığı, Kablettarih (1929) şiirindeki dizelerde de görüldüğü gibi eskimeyen aşkıyle bütünleşmeye çalıştı.
Bir yazısında da bu konudaki görüşünü özetleyerek tarihsel olanın bütünlüğüne şöyle dikkat çekmişti Nâzım:
Ben şiirde realiteyi bütün mürekkepliği, mâzi, mal, istikbal unsurlarıyle ve hareket halinde veren bir realizme ulaşmak istiyorum.
*
(Her Ay, 20 Nisan 1937) (Sayfa: 7-8)
*
Adalet Cimcoz'a Yazdığı Mektup:
*
''Annem geldi. Sevinçliyim. Gönderdiğin parayı aldım, teşekkür ederim. Sana yakınlarda perde yollayacağım, pencerelerine takarsın ve dışarıyı onun renkleri arasından görürsün. Sonra şimdi ben abajur da yapıyorum, sana bir tane de abajur göndereceğim.'' (Sayfa: 11)
*
Adalet Cimcoz'a Yazdığı Mektup:
*
''Ben bildiğin gibiyim: çalışıyorum, yani tercüme yapıyorum. Manzaraları işliyorum, sevgililerimi düşünüyorum, tepeden tırnağa hasret, tepeden tırnağa hasret, tepeden tırnağa ümitten ibaret bir halde, kâh öfkeden köpürüp, kâh keyiften ağzım kulaklarımda, kâh 15 yaşında bir delikanlı gibi içli ve lirik, kâh 60 yaşında bir bakkal gibi realist, kâh mâruf tabiriyle, kuşlardan hür, kâh ağaçlardan esir, kâh yirmi dört saati bir dakikada, kâh bir dakikayı yirmi dört saatte yaşayıp günlerimi geçiriyorum. Hakkım olan, benim olan şeyleri bekleyen, ayak seslerine kulak vermiş, gözleri uzakları, yakınları, dört bir yanı araştıran, dehşetli seven, korkunç derecede nefret eden bir hâlim var. Bazan yüreğimde, gözlerini bile görmediğim milyonlarca insanın acısı, ümidi, bazan bir tek kadının yumuşak, sıcak dudakları var. Hâsılı, sana kendimi tarif edeyim diye bir yığın şey yazdım, yine de tarif edemedim, meğerse bendeniz ne komplike bir mahluk imişim.'' (Sayfa: 17)


Nâzım Hikmet, Adalet Cimcoz'a yazdığı mektuplardan ikisinde Mayakovski'den etkilendiği yolundaki savlara şöyle değinmiştir:
*
Ben Mayakovski'yi şahsen tanıdım. Bir kere, bir yılbaşı gecesi, bir şairin evindeki toplantıda kendisine takdim edildim. Sonra şiir okurken de dinledim, fakat hâlâ en az tanıdığım şair O'dur. Sonra tersine, üstadı bizde tercüme etselerdi, aramızda ne kadar az benzerlik olduğu o zaman meydana çıkardı. Kısaca söyleyeyim: Üstad, bir çeşit müstezatlı aruzla yazar, bendeniz böyle müstezatlı bir ölçü kullanmam. Üstatta kafiye meselesi, edindiğim, edinebildiğim bilgiye göre ön planda geliyor, bendeniz ise bunu ancak gerektiği zaman bir unsur olarak kullanırım. Hazrette ferdiyetçilik de vardır, yani bir tarafı anarşisttir galiba, bendeniz değilim. Ama bütün bunlara rağmen, üstadın ve soydaşlarının dilinden henüz yirmi kelime bilirken, o devirde bilhassa onun yarattığı; sanat havasının ve sosyal muhitinin içine, ömrümün en büyük talihi, saadeti olarak düşmüş bulunmamın elbette ki üzerimde, çok şükür, büyük tesiri olmuştur.
*
Elyazısı ile yazdığı başka bir mektubunda da Tolstoy'dan etkilendiği yolundaki savları tartışırken gene anar Mayakovski'nin adını:
*
Gelelim Tolstoy'a, sana tuhaf bir şey söyliyeyim mi, ben Tolstoy'u şöyle sindire sindire ancak şu Harp ve Sulh romanını tercümeye başladıktan sonra okumuş oldum. Yani demek istediğim, üzerimde, tesiri olmuşsa ancak şu son senelerde olmuştur. Mamafi bunu da zannetmiyorum. Yalnız bir mesele var: Tolstoy'dan sonra yazı yazan ve insanları, sanat hokkabazlıklarına başvurmadan ve sade şekiller içinde oldukları ve hattâ olacakları gibi vermeğe çalışan her yazıcıda, Tolstoy'u isterse hiç okumamış olsun mutlaka izlerini bulursun. Çünkü bu dehşetli adam bir sanat devrinin başlangıcıdır, hem de kemale ermiş bir başlangıç. Bilmem derdimi anlatabildim mi.? Mesela başka bir bakımdan, şiirde Mayakovski de öyledir. Fakat değil mi onu da ancak şu sıralarda ara sıra okuduğum halde, aynı şeyi, yine onun tesiri altında kaldığımı da söylediler. Halbuki muayyen bir devirde, tabir caizse akıl için yol bir, benim ve daha bir sürü yazıcının talihsizlikleri Tolstoy'dan ve Mayakovski'den sonra yazı yazmaya başlamış olmalarıdır -eğer bu meselede talihsizlik mevzu bahis ise. Şimdi sana daha tuhaf bir itirafta bulunayım. Ben eğer Tolstoy'u ve Mayakovski'yi meselâ bundan on sene evvel şöyle iyice, derinden derine okumuş olsaydım ve tesirleri altında kalmak, yani onlardan bir kültür ve sanat kaynağı olarak faydalanmak bahtiyarlığına ulaşsaydım, belki de çok daha iyi bir yazıcı olurdum. (Sayfa: 25-26)
*
''İnsan hasrete erince sükûti oluyor.'' (Sayfa: 27)


EN MÜHİM MESELE
*
Yaprakları arslan pençeli çınarlar
--------------------------bin yıl yaşamakta
Kestaneler üç bin
Ve serviler beş bin sene ayakta.
Kavaklar bile yediyüz yıl yeşil ve beyaz-
Halbuki biz
-----ne kadar az yaşıyoruz, kardeşlerim,
----------ne kadar az yaşıyoruz,
---------------ne kadar az.
Beygirle bir ayardayız henüz
---------------bu en mühim meselede,
Hattâ onun kadar bile doyamıyor dünyasına
-----beygirden çok yük taşıyan çoğunluğumuz. (Sayfa: 27)
*
12 Ekim 1945
*
Kale kapısından çıkarken ölümle buluşmak üzere
dönüp baktığımızda son defa şehre,
sevgilim, şu sözleri söyleyebileceğiz:
''- Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü,
çalıştık gücümüzün yettiği kadar
--------------------seni bahtiyar
--------------------kılalım diye.''
Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişim,
--------------------devam ediyor hayat..
İçimiz rahat,
Gönlümüzde hakkedilmiş ekmeğine doymuşluk,
Gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi
-------------------işte geldik gidiyoruz
---------------------şen olasın Halep şehri
*
Nâzım Hikmet Ran (Sayfa: 28)
*
''Şiir dediğin nesne yılan gibi olmalı, hem her parçası ayrı ayrı yaşayabilmeli, hem de bütünü bir kat daha kuvvetle hayatiyet kazanmalı.'' (Sayfa: 33)
*
''..söz söylenmeğe değer olacak, sonra bunu en uygun, en mükemmel kalıba döküp, o kalıbın mükabil tesirinden de faydalanarak söylenecek. Yani sahici, okunmağa değer ve ''bu yazılmasaydı yazık olurdu'', denilecek şiiri döktürmek çok zor iş. Ben kendi payıma bir iki iyice şiir yazdımsa, bunların hepsinin muhtevasını önceden iyice pişirdim, sonra en uygun şekillerini, ne çeşit kafiye ile, ne çeşit vezinle yazılacağını, uzunluğunun aşağı yukarı ne olabileceğini, dilinin edasını, çeşnisini peşinen kestirmeğe çalıştım, yani çok zor bir mesaiden sonra işe koyuldum. Bundan dolayı da iyice şiirlerim, maalesef, gayet azdır.'' (Sayfa: 40)
*
''..ne severim o şarkıyı; kış geldi firak açmadadır sinede yâre, şu bizim şehirli ve köylü halk sanatkârının ''yara''ya ''yâre'' demesi pek hoşuma gider.'' (Sayfa: 41)


''Bak sana bir şey söyliyeyim mi, hani ölmez sağ kalır da çıkmak nasip olursa, Hazreti Mevlana'ya taş çıkartan aşk şiirleri yazacağım.
Mamafi, Hazreti Süleyman kadar, bu işi beceremeyeceğimi itiraf ederim. Eğer çoktandır okumadınsa, Süleyman'ın neşideler neşidesini hemen bulup oku. Mehmet Ali'ye de söyledim ya, onun ayarında bir aşk şairi ne gelmiş ne gelecek.'' (Sayfa: 47)
*
''Nâzım Hikmet tarihsel maddeci dünya görüşünü benimsedikten sonra bu felsefi görüşe karşı olan düşünür ve yazarları alaya alan yergi şiirleri yazmıştır. Bu kişilerden Berkley (Georges, 1685-1753) idealist felsefenin kurucusu sayılmaktadır. Madde'yi reddederek bilginin görevinin doğayı yaratanın (Tanrının) dilini çözmeye çalışmak olduğunu ileri süren Berkley'i, ''Behey onsekizinci asrın filozof piskoposu/felsefeden tüten günlük kokusu/başımızı döndürmek içindir.'' dizeleriyle yargılarken, ''filozof katil'', ''sermayenin altın sesi'', ''karar kuşaklı keşiş'', ''tilkilerin şahı tilki'', ''bir karış boyuna bakmadan Karpat'ları inkâr eden cüce'' vb. nitelemelerle mahkûm eder. (Berkley, 835 Satır).'' (Sayfa: 73)

29 Nisan 2022 Cuma

Ferenc Molnár - Pal Sokağı Çocukları (Çeviren: Tarık Demirkan)


Pásztor kardeşlerin Nemecsek ve arkadaşlarının bilyalarına el koydukları Müzi’de Péter Szanyi’nin heykel grubu.

*

(Fotoğraf: Tarık Demirkan)

*
''Hayatta tesadüflerin önemli yeri vardır. Örneğin, bundan yüz yıl önce romanın yazarı Ferenc Molnár'ın edebiyat öğretmeni, bir gün lisede mütevazı bir okul edebiyat gazetesi yayımlamaya girişmese, bugün belki de Pal Sokağı Çocukları romanı olmayacaktı. Edebiyat hocası Kornel Rupp okulda öğrencileriyle birlikte bir gazete yayımlamaya karar verince, eski öğrencilerinden de destek almaya çalışır. Bir gazeteci ve hikâye yazarı olan 29 yaşındaki Ferenc Molnar'ı bulur, gazete için onun da bir şeyler yazmasını ister. Molnar da lise yıllarındaki sevgili hocasını kıramaz, onca işi arasında edebiyat hocasının hatırı için ''bir şeyler'' yazmak amacıyla oturduğu masadan Pal Sokağı'nın birinci bölümünü yazarak kalkar. Sonraki haftalarda da diğer bölümler gelir. Genç okuyucuları neredeyse gazete bağımlısı haline getiren tefrika roman tamamlandığında yani 1907 yılında kitap haline getirilir. Almancaya, İngilizceye, Fransızcaya çevrilmesi hemen birkaç yıl içinde gerçekleşir. Yayımlandığı her ülkede olay haline gelir, yeni baskıları yapılır. İlki 1929'da olmak üzere taç beş kez film konusu olur. Tiyatrolarda sahnelenir. Çizgi film haline getirilir.'' (Sayfa: 12)
*
Tarık Demirkan, Ekim 2007, Budapeşte

(Sayfa: 50)
*
''Boka akıllı bir çocuktu, ama insanların birbirinden farklı olduğunu, bu farklılıkların nedenlerini kavramak için acı çekmemiz gerektiğini henüz öğrenmemişti.''
(Sayfa: 130-131)
*
''Basit çocuk ruhunda derinden derine bir şeyler değişiyordu: Hayata dair, hani içinde hepimizin bazen kederli, bazen neşeli köleler olduğumuzu hayata dair, bazı gerçekleri kavramaya başladığını hissediyordu.''
(Sayfa: 235)

28 Nisan 2022 Perşembe

Emile Zola - Suçluyorum (Çeviren: Derya Akküç)


 Arka Kapak:

*
''Suçluyorum.!'' Emile Zola'nın, Yahudi kökenli Yüzbaşı Alfred Dreyfus'un, casusluk suçlamasıyla başlayan tutuklanmasından sonra, Fransa'nın siyasetini ve adaletini temelden sarsan bunalımı heceleyebilmek için Fransa Cumhurbaşkanına yazdığı ve 13 Ocak 1898'de, L'Aurore Gazetesi'nde yayımlanan mektubudur.
Emile Zola'nın, Fransa Ordusu'nu ve Yargısını sert ve açık bir şekilde itham ettiği ve söz konusu hukuk yanılgısını cesurca eleştirdiği satırlar; yozlaşmış adalete karşı bir çığlık, bir direnç, bir meydan okuma ve bir başkaldırı niteliği taşıyor.


''Dreyfus Olayı kapsamındaki mahkeme sürecini, Fransız toplumundaki çürümeyi, yozlaşmayı, rüşveti ve Yahudi karşıtlığını eleştiren mektup sonrasında Zola, hakaret suçlamasıyla mahkemeye çıkmış, yanlı bir yargılama sonrasında 23 Şubat 1898'de suçlu bulunmuştur. Hapse girmemek için İngiltere'ye kaçan Zola, 1899 yılı Haziran ayında ülkeye geri dönmüştür.
Söylemin olağanüstü etkisi, sonraki dönemde de çok çeşitli şekillerde kullanılmış, siyasal bir terim haline gelmiştir.'' (Sayfa: 7)
*
Sayın Cumhurbaşkanı,
(..)
''Doğruyu söylemeye cesaret edeceğim, çünkü adaletin normal kanalları bunu yapmayı başaramadığı için gerçeği söylemeye yemin etmiştim. Benim görevim konuşmak; bu maskaralığın suç ortağı olmak istemiyorum. Yoksa işlemediği bir suç yüzünden uzaklarda korkunç acılar çeken o masum adamın ruhu, bana musallat olur.'' (Sayfa: 15)
*
''Ne büyük tutarsızlık.! Bu suçlamaya dayanarak bir insanın cezalandırılması adaletsizliğin nihai noktasıdır. Kalplerinde öfke hissetmeden ve bir nefret çığlığı yükselmeden namuslu insanların bu suçlamayı okuyamayacağını iddia ediyorum, üstelik de haksız yere suçlanan bu adamın, Şeytan Adası'nda çektiği acıları düşününce.!'' (Sayfa: 19)
*
''Hayır.! Hayır.! Bu bir yalan, öyle iğrenç ve iki yüzlü bir yalan ki onu söyleyenler söylediklerini itiraf etmeden serbest kalıyor. Tüm Fransa'yı ayağa kaldırdılar, çıkarttıkları yaygaranın arkasına saklandılar, kalplerimize sıkıntı salar ve ruhumuza işkence ederlerken dudaklarını mühürlediler. Devlete karşı işlenmiş bundan daha büyük bir suç bilmiyorum.'' (Sayfa: 21)
*
''Geçen yıl General Billot, Gonse ve de Boisdeffre Dreyfus'un masum olduğunu biliyordu ve bu korkunç gerçeği kendilerine sakladılar. Ve bu insanlar geceleri rahat rahat uyuyor, bu insanların sevdikleri, eşleri ve çocukları var.!'' (Sayfa: 24)
*
''Önümüzde borca ve suça batmış soysuz adamların yüceltildiğini ve lekesiz bir hayatı olan onurlu adamların ise alçakça saldırıya uğradığını görüyoruz. Bu seviyeye düşmüş bir toplum, yok olmaya mahkumdur.'' (Sayfa: 27)
*
''Öyle adaletsiz bir karar verdiler ki, verdikleri bu karar sonsuza dek askeri mahkemelerimizin üzerine çökecek ve kararlarının üzerinde her zaman bir şüphe gölgesi bırakacaktır.'' (Sayfa: 28)
*
''Bize ordunun onurundan bahsediliyor; orduyu sevmemiz ve ona saygı duymamız gerekiyor. Ah, evet, ilk tehditte ayağa kalkan, Fransız topraklarını savunan, milletin kendisi olan ordu için canımız fedadır ve ona hürmet ederiz. Fakat bu onurlu olmasını beklediğimiz, adalet için çığlık attığımız ordu değil. Tehlikede olan kılıçtır, belki bir gün gücünü üzerimizde uygulayacak olan ustadır. O kılıcın, tanrının önünde eğilmek ki.? Yo, asla.!'' (Sayfa: 28-29)
*
''Hangi önemsiz kaprisleri yüzünden birkaç üst makam sahibi botlarıyla bu ulusu ezebiliyor, insanların gerçek ve adalet çığlıklarını ağızlarına gömüyor ve bunu da ülke güvenliği bahanesiyle yapabiliyor.?'' (Sayfa: 30)
*
''Zayıf ve mütevazi insanların zihinlerini zehirlemek, o iğrenç Yahudi karşıtlığını kullanarak özgürlüğü seven Fransa'daki insan haklarını kontrolsüzce yok edecek olan gericiliği ve tahammülsüzlüğü körüklemek bir suçtur. Nefret için vatanseverliği sömürmek suçtur ve son olarak kılıcı modern bir Tanrı olarak başımızın üzerinde sallandırmak bir suçtur, oysa bütün bilimler gelmekte olan hakikate ve adalet çağını gerçekleştirmek için gece-gündüz çalışmaktadır.
Gerçek ve adalet, ah nasıl da özlemle bekliyoruz sizi.! Onların ayaklar altında ezildiğini, tanınmadığını, görmezden gelindiğini görmek ne kadar da korkunç.!'' (Sayfa: 30-31)
*
''Hakikat yerin altına gömüldüğünde öyle büyük bir güçle büyür ve gelişir ki, patladığı gün her şeyi yerle bir eder.'' (Sayfa: 32)
*
''Suçladığım insanları tanımıyorum, onları hiç görmedim ve onlara karşı ne kötü niyet ne de kin besliyorum. Bana göre onlar sadece varlık, topluma zararlı virüsler. Yaptığım eylem, gerçeğin ve adaletin patlamasını hızlandırmak için aldığım radikal bir önlemden başka bir şey değildir.
Tek bir isteğim var: insanlık adına acı çeken ve mutluluğu hak eden ancak karanlığa mahkûm edilen insanları aydınlatmak.''
*
Emile Zola, 13 Ocak 1898 (Sayfa: 35)

31 Mart 2022 Perşembe

Osman Cemal Kaygılı - Çingeneler

Arka Kapak:

“Osman Cemal’in Çingeneler’i muhakkak bir şaheserdir. (…) Okudukça şaşırıyorum. Sayfaları çevirdikçe içim hüzün, sevinçle dolu, karmakarışık bir âleme giriyor.”

*
Sait Faik Abasıyanık
*
Görmezden gelinenlerin, unutulanların yazarı Osman Cemal Kaygılı, kült romanı Çingeneler’de gündelik hayatın önemli figürlerinden Çingenelerin kültürüne değdiriyor kalemini. Yazar, birlikte yaşadığımız ama haklarında neredeyse hiçbir şey bilmediğimiz İstanbul Çingenelerinin günlük yaşamı, kültürü, müziği, eğlencelerini; müziğe tutkun, araştırmacı bir gencin hikâyesiyle birlikte, ilginç bir kurguyla anlatıyor ve okuyucularını bir zamanların İstanbul’unda keyifli bir yolculuğa çıkarıyor.
*
Ben bu işi salt musiki merakı yüzünden takip ediyorum; onun için ne yapıp yapıp bizdeki şu bohem hayatını, Çigan hayatını beş-on güne kadar yakından inceleyeceğim, bakalım bahtımıza neler çıkacak.! Zaten meşhur sözdür: Çingene’nin zurnasında peşrev olmaz, ne çıkarsa bahtına.!
*
Kitaba başlamadan, ..
 

Todilerde çengi çıkar
Nazik, dilber, hem şivekâr
Nerede duysa düğün dernek
Koşar, gider, göbek atar, oynar
Kızlar sarılar giyince
Papatyalara dönünce
Zurna davul çalınınca
Gönüllerde cümbüş oynar.
*
[Nakarat]
Haydin kızlar, bahar geldi:
Giyinelim hep beyazlar.! (Sayfa: 33)

*

Maşacıyım maşacı
Ah kokozluk pek acı.!
Kocam değirmen yapar
Kaynatam da sıpacı.!
*
Maşa yapar satarım
Çayırlarda yatarım
Eğer alan olursa
Bir de göbek atarım.!
*
[Nakarat]
Haydi haydi keriz edelim
Ebegümeci ile perhiz edelim.!
(Sayfa: 34-35)
*
''Haydi bakalım beyağa, tam sırasıdır işte.. Çamlıca'nın tepesinden sarıoğlan (güneş) yükselirken sen de buradan başla kemanenle oğlancığı karşılamaya.!'' (Sayfa: 42)
*
''Kim sülemiş beni sana Apukur'un kardeşi diye.?''
''Apukur da kim.?''
Alaycı bir bakışla beni süzerek:
''Ha.. ha.. Onu da mı benden üğreneceksin. Bakarsan kılığına kıyafetine, benzersin okumuş yazmış bir insana amma daha bilmezsin Apukur kimdir Çaçaron kimdir.?''
''Ayıp değil ya, bilmiyorum.. Öğret bakayım bana bu Apukur'la Çiçeron kimdir.?''
''Abe, bunlar çok menşur ve çok eski birer çorbacıdırlar.''
''Ne çorbacısı, işkembe çorbacısı mı.?''
''Ne işkembesi be sen de.. Bunlar, eski Grikoz, yaniya Rumyoz çorbacılardan imiş.! Em de bunlar çok akıllı insanlarmış. Sonra efendicazıma süyliyeyim, bu Apukur'un anası zamanının en büyük falcısı imiş. Senin anlayacağın, bu kavanoz dipli dünyadaki bütün falcıların ustası o imiş.. Amma bunları bilmez bizim cahil Çingene falcılar.''..'' (Sayfa: 72)
*
''..herifçi oğlu Epikür'den, Çiçeron'dan dem vuruyordu. Vakıa onlara eski menşur birer çorbacı diyordu; ancak kapkara cahil bir göçebe Çingene'nin o meşhur, eski, büyük adamları bu kadar da olsun, yalan yanlış bilmesi bir hayli marifetti.'' (Sayfa: 73)
*
''Nega kesko Anadoli neklas
Üşü şil te gumira ya vinera
Kaven tuki bahtali dünira
Leki te Bakira Capa miski..
,*
Tercümesi: Amcamın öküzleri Anadolu yakasından Rumeli yakasına geçtiler. Onlarla birlikte seni alacak dünürler de (görücüler de) geldiler. Uğurlu, kademli olsun kız.! Durma, kalk artık, ortalığı süpür, her şeyi derle topla.. Ve yeni kalaylı bakırları al, pınara koş, dünürlere pınar suyu getir.!'' (Sayfa: 94)
*
''Bu gece çon çıktı mı.?
Yârim benden bıktı mı
Benim gibi senin de
Yüreğini yıktı mı.?
*
''Çon demek ay demek.!''
''Ay mı.?''
''Ha ha.!''
''Ya güneş ne demek.?''
''Güneş de kam demek.''
''Ya yıldız.?''
''Yıldız da çerhan demek.!'' (Sayfa: 99-100)
*
''Kırk yıllık şap olur mu şeker.? Cinsi tenekeli cinsine çeker.!'' (Sayfa: 217)
*
''Zavallı hayvan ömründe ilk defa bu kadar bol ahenk içinde oynuyordu. Şimdiye kadar mahalle aralarında, toz toprak içinde yalnız ayıcının tulumu ve onun yanında gezen bir suratlının çatlak sesinden başka ahenk duymayan babayani ayıcık bu gece böyle, İstanbul'un en güzel yerlerinden birinde, bol ay ışığı altında, güzel sesli üç-dört kadının söylediği şarkıyla nasıl keyiflenmez, nasıl coşmazdı.! Hele biraz sonra bu ahenge Kör Andon kemanıyla, lavtacı lavtasıyla ve babacan Şahin Ağa da zurnasıyla karışınca ayı büsbütün coştu, kendinden geçti, aşka geldi, iki ayağı üstünde tatlı tatlı homurtularını artırdı ve bir kerte geldi ki o seksen-doksan okkalık koca oğlan, genzinden, baygın bir nara savurarak Etem'in üzerine atlayıp onun yüzünü gözünü yalamaya başladı.''
*
Babayani: Gösterişi ve özentisi olmayan. (Sayfa: 222-223)
*
''Ölse de âşık onulmaz yaresi
Aşkın ölmekten de güçtür çaresi.!'' (Sayfa: 276)

27 Mart 2022 Pazar

Orhan Kemal - Nâzım Hikmetle Üç Buçuk Yıl


940 yılının kışı.. Hapishane kaleminde, sabıka defterlerinde çalışıyorum.

Bir sabah Kâtip, yeni gelen evrakları karıştırırken:
- Oooo.. dedi, gözün aydın.!
Ona hayretle baktım.
- Üstadın geliyormuş.!
Büsbütün şaşırdım. Benim üstadım falan yoktu..
Kâtip:
- Numara mı yapıyorsun.? dedi.
- Yooo.. dedim, benim üstadım filân yok ki..
- Canım, Nâzım Hikmet işte.. Senin de üstadın sayılmaz mı.? (Sayfa: 7)


''Müdürün oda kapısında çevik bir gıcırtı, kapı açıldı. Nefesimi kesmiş, gözlerimi kısmışım.. Bir heykel sükûnu içinde , azametli bir mermer heykel bekliyorum..
Bir an yüz yüze geliyoruz, sonra göz göze.. Mavi mavi gülüyordu. Bu gülüş muhakkak ki bir çocuğu hatırlatıyor.. Temiz, taze, sıhhatli, dost.!'' (Sayfa: 16)
*
''Ben, ilk tanıştığım herkesi, bilhassa meşhurları şiddetle yadırgarım. Bunun nedeni malûm şüphesiz, ama, Nâzım Hikmet'le nasıl hiç farkına varmadan senli benli oluverdiğime hâlâ şaşarım. İnsan onunla öyle kolay, öyle rahat konuşabiliyor ki..'' (Sayfa: 20)
*
''Nâzım Hikmet'in hapishaneye gelişiyle, şu ıslığa kadarki zaman iki saatten çok değildi. Ben bu iki saatlik zaman içinde onunla hem senli benli olmuş, hem de onu ve onun yakınlarını öğrenmiş bulunuyordum:
(..) Bu nasıl olmuştu.? Bilmem. Bunu kavrayabilmek için, herhalde Nâzım Hikmet'in samimiliği içine girmek lâzım. Çünkü, Nâzım düşmanları tarafından bile sevilen bir İNSAN'dır.'' (Sayfa: 21)


''Bir gün bir yerde -galiba bir akrabasında- misafirmiş, şiir yazacağı tutmuş, başlamış odanın içinde köşeleme gidip gelmeğe, perde perde heyecanlanarak söylenmeğe. Bunu gören hizmetçi kız, ''aman hanım'', diye koşmuş, ''küçük bey oynattılar galiba.!''
Diyebilirim ki, Nâzım, istediği zaman heyecanlanırdı. Gününü parçalara bölmüştü. Şu saatten şu saate kadar şiir mi yazacak, o saatte mutlaka ''heyecanlarının düğmesini'' çevirmiş ve işe başlamıştır.'' (..)
''..faydalı işler yapan mahkumların atelyelerine sık sık iner, fırsat bulursa çeşitli işler görürdü: tahta rendeler, bez dokur.. Bu hareketlerini herhangi bir maksada hamledenler bulunabilir, fakat bence bu yalnız ve yalnız onun İNSAN'a, kıymet yaratan'a istihsal seyrinde bilfiil rol alan'a karşı duyduğu saygıdan başka hiçbir şeye hamledilmemelidir. Zaten hemen şunu söyleyeyim ki, Nâzım, zannedildiği gibi, her fırsatta propaganda yapan, münakaşacı, haşin bir insan değildi. Herkesin fikrine azami saygıyı gösterir, mecbur edilmedikçe münakaşa etmezdi; hattâ çok defa mecbur edilse de..''
(..)
''Nâzım, inanmış insandı. Herhangi bir dâvaya inanmış kimselere saygısı vardı. Mehmet Âkif'e saygısı bundandı. Mehmet Âkif'in fikirlerinin doğruluğundan değil, dâvasına inanmış, ''karakter sahibi'' bir insan olduğundan dolayı takdir ederdi.
İnsanlar vardır, nazariyecidirler, bir takım kaideler, prensipler peşinde koştuklarını iddia ederler; fakat pratikte, nazariyetleriyle taban tabana zıttırlar. Nâzım, nazariye ve pratikte aynı olmağa çalışırdı.
İnsan soyuna karşı sevgisi sonsuzdu. O kadar ki, bunu bir ''din'' haline getirmişti. Hele çocuklar.. Ağlayan bir çocuğu kucağına aldığı zaman çocuğun sustuğuna şahit olmadım ama, tereddütsüz iddia edebilirim, her çocuk onunla ''ahbap'' olabilirdi.'' (Sayfa: 38-39)


Nâzım dilimizin sadeleşmesini sempatiyle karşılar, bununla beraber, aşırılıklara düşmemeğe de çalışırdı.
''..Dilde ölçü halk olmalıdır. Halkın yadırgadığı, her günkü konuşma dilinde kullanmadığı kelimeleri almamağa bilhassa dikkat etmeli'' derdi. Meselâ, en sevdiği yeni kelimelerden birisi ''olağanüstü'' idi. Bu kelimeyi sık sık kullanırdı. Esası Türkçe olan kelimelerin birleşmesiyle meydana gelmiş ve zaten halkın kullanmakta olduğu kelimelere bayılırdı. Halkın kendi dil kuralına uydurduğu, kendi dil bünyesinin şekil verdiği -Arapça, Farsça- kelimelerin atılıp, yerlerine Fransızca, Çağatayca, bilmem nece, veya ''uydurmasiyonca'' kelimeler alınmasına karşıydı. Ve hiç şüphesiz, bir dilin tepeden inme emirlere değil, sanatçılar tarafından işleneceğine kani idi sanıyorum. Bununla beraber, tepeden inme emirlerle empoze edilmek istenen kelimelerden bir çoğunun tuttuğunu, bir çoğununsa kendi kendine tasfiye olduğunu, binaenaleyh, bu tarz tepeden inmelerin pek de faydasız olmadığını, söylerdi.
Yeni şiir akımlarıyla da yakından ilgilenir, genç şairleri sempatiyle karşılamakla beraber, yaptıkları, daha doğrusu, yapmak istedikleri şeyin yeni olmadığını söylerdi.
Vezni, kafiyeyi, ahengi, resmi, hatta manayı atmak suretiyle de şiir yazılabileceğini, daha ileri gidip, yazıyı da atıp, sadece şiir düşünülebileceğini kabul ederdi; ''..fakat'', derdi, ''ne lüzum var bu kadar tasfiyeye.? Asırlardan beri gelişe gelişe bugüne varan şiirin kazandığı imkanlardan niçin faydalanmamalı.? Bu sadece, şekli zorlamakla yeni şeyler yapılabileceğini zannetmektir. Mesele şekilden çok muhtevada, muhtevanın yeniliğindedir. Yeniciler ümidi kırılmış, idealini kaybetmiş, dejenere olmuş veya olmağa doğru giden bir sınıfın bezginliğini, dünyadan kaçmak özleyişini -ki gerçekler karşısında yenilmekten gelir- bilhassa ''ölüm''ü bol bol terennüm ediyorlar.. Bir acaip egzotizme kaptırmışlar kendilerini, insanlığın büyük davalarıyla ilgilenmiyorlar, yahut cesaretleri kafi gelmiyor.! Tek müsbet tarafları dilleri.. Dili iyi tasarruf -bu da mahdut olmakla beraber- ediyorlar. Onların şiirleri, kocaman bir eserden dökülmüş parçalar..''
Nâzım Hikmet, şiirle nesir arasındaki sınıra daima dikkat ederdi. Memleketimden İnsan Manzaraları isimli eserinde, şiiri nesre alabildiğine yaklaştırdığı ve şiirin şimdiye kadar kazandığı imkanlardan istifade ettiği görülecektir. (Sayfa: 41-42)


Dokunan yatak çarşafları, havlular yahut bezler Dokuma Kooperatifine gönderilip teslim ediliyor, biz sadece dokuma ücreti alıyorduk. İmalâtımız Kooperatife teslim edilip, paralar geldiği günler Nâzım fevkalade ciddi bir muhasebecidir; geçer masanın başına, çok defa gözünde gözlük, elinde kalem, önünde defter, başlar bir takım hesaplara.. Kılı kırk yararak, herkesin payını kuruşu kuruşuna kadar hesaplar, ilk fırsat ve en hızlı vasıta ile Piraye yengeyle Kemal Tahir'in paylarını postaya ulaştırırdı.
Adı ''Patron''a çıkmıştı..
- ..Üstat, işi büyüttün ha.! Nasıl.? Ya.. Para böyledir işte..
Filân falan..
O, bütün bunları hoş karşılar, gülerdi:
- Tabii canım tabii, derdi, ben patron oldum artık, bozuldu tabiatım benim.
- Artık hayır kalmadı sizden.. diye takılmıştım.
- Evet, demişti, maalesef öyle oldu, kalmadı hayır bende.. Beş para etmem ben artık..
Nâzım, birlikte çalıştığı arkadaşlarının bütün ihtiyaçları ve dertleriyle ilgilenirdi. Tezgâhlarda bez dokuyan Batı Anadolulu delikanlıların gönüllerini kendine çekmişti. Bu hal, diğer tezgâh işletenlerden bazılarını, nedense, kuşkulandırmış. Ama, Nâzım tınmıyordu bile.. Bildiğini okuyor; metre metre bezler dokunuyordu.
Bir ara işittik ki, bilmem ne köylü bilmem ne ağa, Nâzım'ın aleyhinde bir tertip hazırlamakla meşgulmüş, onu bıçaklatacakmış.!
İşin hoşu, para zoruyla elde edilen çingene bilmem kim, Nâzım'a gelmiş, ''Nâzım abi.. Böyle böyle de, ben boş verdim abim. Öyle mangizleri çok gördük biz, yazık değil mi Nâzım abime. Keriz, beni haybeci zannetti.. Sıkıysa kendin vursana.!'' gibilerden, fısıldamış..
Hele bir gün, daha müthiş bir tasavvurdan haberdar edilmiştim: Nâzım hapishane bahçesinde, Memleketimden İnsan Manzaraları üzerinde çalışıyor; ana duvarın orada yukarı aşağı gidip geliyor, eliyle, koluyla hareketler yaparken, kısa kesik dönüşler, mırıltı, homurtu..
Bu sırada, hapishanenin en üst katındaki Tecrit'lerden birinde, ayaklarında demir, üç adam -bunlar üç gün önce hapishanede esrar ticareti yüzünden bir adam öldürdükleri için ayaklarına demir vurulmuş, Tecrit'e atılmışlardı- Nâzım'ı seyrederken, aşağı yukarı şöyle konuşmuşlar:
- Bunu görüyor musun, bunu.? Bunun adı tarihlere geçmiş dinime imanıma..
- Tabii geçer oğlum, herif kafalı adam, okumuş..
- Aklıma ne geliyor biliyor musun, şeytan diyor, öldür şunu.. Neden dersen, insan öldürünce böylesini öldürmeli. Biz, ne.. Vuruyoruz bir fasaryayı, yat Allah yat.. Amma bunu öldürdün mü, bütün dünya gazeteleri yazar, hem de namın tarihlere geçer..
- Yok canım, demiş üçüncüsü, Nâzım Ağabey o.. Adamın eli varır mı vurmaya.?
Bunu bana, o kısmın temizliğine bakan Âdem Baba haber vermiş:
- ..Aman Kemal abi, söyle Nâzım abiye, kollasın kendini.. Dönmüş nevirleri enayilerin, çakarsın ya.! demişti.
Bunları Nâzım Hikmet'e anlattığım zaman:
- Bak sen, diye gülmüştü, adı tarihlere geçsin diye, herif beni vuracak.. Geçse bari.. Tarihlere geçmek için yapacak başka iş kalmadı da..
Şunu kısaca belirteyim: Bu üç adam, birkaç gün sonra Anadolu'nun muhtelif hapishanelerine sürgün edilmişlerdi. Hatırımda kaldığına göre, her üçü de gittiklerinden birkaç gün sonra bıçaklanıp öldürülmüşler.. Bu haberi aldığımız zaman, onlara en çok Nâzım Hikmet acımış, malta boyunda uzun uzun dolaşmıştı. 
(Sayfa: 47-48)

Nâzım
- Bu şahlanan irtica muvaffak olursa, diyordu, insanlık ve insanlığın bugüne kadar kazandığı terakkiler en az bin sene geriye gidebilir.!
Ve ilave ediyordu:
- Fakat, Almanlar yenilecekler.. Çünkü, bu tarihi bir zaruret.
Zaman zaman işitiyorduk: Belgrad'a giden Almanlar, genç kızları kerhanelere takım takım sevk etmişler.
Yahut: zaferin neş'esiyle sarhoş Alman subayları, bilmem nere hapishanesinde mahpusları hapishanenin içinde tellere asmışlar, veya, Gestapo mensupları, tabancalarla endaht talimleri yapıyorlarmış. Hedef: Mahpuslar.! (Sayfa: 50)
*
Nâzım Hikmet etrafındakilere iyilik etmekten zevk duyardı. Meselâ, ondan borç para isterlerdi. Çok defa borç verecek parası olmadığı halde, gider başkalarından borç alır, getirir, verirdi. O kadar ki, bazı gardiyanların bile ona borçlandığını hatırlıyorum. (Sayfa: 53)
*
943 yılının eylül ayı sonlarında çıkacaktım ve çıkma günüm yaklaşıyordu. Bir gün işten dönmüştüm, koğuşta genç irisi bir köylü çocuğu.. Nâzım ona bir şeyler anlatıyordu. Bir ara çocuk, cebinden bir not defteri çıkardı, Nâzım'ın söylediklerini yazmağa başladı:
- ..Bir, iki, üç numara fırça, yağlıboya fırçası, üstübeç, tutkal..
- Başka.?
- Şimdilik bu kadar.
Çocuk, defterini cebine soktu. Zeki bakışları vardı.
- Peki üstadım, dedi, yarın görüşme günü, babam köyden gelir, ısmarlarım..
Çocuk gittikten sonra Nâzım anlattı:
Bir tarla yüzünden, biraz da babasının teşvikiyle komşu tarla sahibini öldürmüş, on beş seneye mahkûmmuş. Kara kalemle ve murabba usulüyle şunun bunun fotoğrafını büyütürmüş.. Gelmiş yanına, ''sana çıraklık etsem bana yağlıboya öğretir misin.?'' diye sormuş. Anlaşmışlar.. Yarın veya öbür günden itibaren başlayacakmış. Nâzım:
- Gördün ya, demir gibi çocuk.. dedi, ne esrar, ne afyon, ne bıçak, ne kumar..
Çocuk her sabah gelir, Nâzım resim yaparken yanında oturur, ona çıraklık ederdi: fırçalarını yıkar, paletine boya sıkar, tutkal ve üstübeçle resim bezi hazırlar, bilhassa, iri gözlerini büyük bir dikkatle Nâzım'ın fırçasına dikerek, dinç bir sabırla bakar, bakardı.
Günler bu suretle gelip geçiyordu. Her sabah işe çıktığım için, nasıl çalıştıkları hakkında bilgim yok. Yalnız Nâzım sık sık ''bu çocuktaki şayânı hayret kabiliyet''ten bahsederdi. (*)
*
* Ressam Balaban (Sayfa: 71)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...