15 Ekim 2022 Cumartesi

Arthur Schopenhauer - Mutlu Olma Sanatı (Çeviren: Şebnem Sunar)



Arka Kapak * Mutlu olmak, mutlu yaşamak mümkün müdür.? * Schopenhauer’in radikal kötümserliği, onun felsefesini mutluluk düşüncesiyle bağdaştırma girişimlerini daha doğmadan boğar. Schopenhauer’e göre yaratıkların en mutsuzu insandır ve her türlü oluşun kaynağı olan irade, dünyadaki bütün kötülüklerin çıkış noktasıdır. Dünya kötü bir yerdir ve kötülüğünün en belirleyici yönü, acı ve mutsuzluğun her yerde hazır ve nazır oluşudur. * Mutlu Olma Sanatı, iyimser dünya görüşüne karşı çıkan ve yaşadığımız dünyayı olası dünyaların en kötüsü sayan Schopenhauer’den umulmadık bir kılavuz. Adını felsefe tarihine kötümser olarak yazdıran filozofun bu küçük kitabı, mutluluğa ulaşma çabası olarak hayata dair pratik bir felsefeyi de olanaklı kılıyor.
*
''..eudemonia, büyük bir feragatte bulunmadan ve kendini zapt etmeden, amaçları için olası araçları gözetmekten başka bir şey yapmayan, diğerleri olmadan, nasıl olabildiğince mutlu yaşanabileceğini öğretir.'' (..) ''En başta pozitif ve kusursuz bir mutluluğun imkânsız olduğu önermesi yer alır; oysa sadece nispeten daha az acı çekilen bir durum beklenmelidir.'' (Sayfa: 9-10)
*
DİPNOT: ''EUDEMONOLOJİ'': Mutluluk. Erdemlere, anlamlı ve amaçlı bir hayat sürmeye dayalı mutlak mutluluk öğretisi. (Sayfa: 9)
*
''(En iyisini doğa yapar. Yine de bize bağlı olan şeyler vardır.)'' (Sayfa: 11)
*
HAYAT KURALI NO. 1:
*
''Aklı başında kişi hoş olanın değil, acı vermeyenin peşindedir.''
*
Aristotales (Sayfa: 12)
*
Hayat Kuralı No. 2:
*
''..''Başkasının mutlu olması seni rahatsız ediyorsa, asla mutlu olamazsın.'' (Seneca)
*
Hiçbir şey kıskançlık kadar uzlaşmasız ve acımasız değildir. Yine de kıskançlık uyandırmak için durmaksızın çaba harcarız.!'' (Sayfa: 12)
*
HAYAT KURALI NO. 3:
*
''..insan hep aynı olsa da her zaman kendini anlamaz. tam tersine asıl özfarkındalığını kısmen edininceye kadar kendini sıklıkla yanlış anlar. Salt doğal dürtü olarak amprik karakter kendinde akıl dışıdır. Hatta kendini ifade edişi akılla ayrıca kesintiye uğratılır; dahası, insan ne kadar dirayet ve düşünce gücü sahibiyse o denli sık kesintiye uğratılır.'' (Sayfa: 13)
*
''Dünya üzerindeki fiziki yolumuzun yüzey değil de her zaman sadece düz bir çizgi olmasından ötürü, Bir Şey'i tutup ona sahip olmak istediğimizde hayatta sayısız başka şeyden feragat ederek bunların sağından solundan geçip gitmek zorunda kalırız. Karar veremez de yanlarından geçip giderken bizi cezbeden her şeye, panayıra gelen çocuklar gibi el atarsak, o zaman bu tersine bir çaba, yani yol çizgimizi yüzeye dönüştürme çabası olur. Bundan sonra zikzaklar çizeriz, oradan oraya amaçsızca koşturup dururuz ve hiçbir şeye ulaşamayız.'' (..) ''..salt isteme ve yapabilme kendi içinde henüz yeterli değildir, aynı zamanda insan ne istediğini bilmelidir ve ne yapabileceğini bilmelidir. Ancak bu şekilde karakter gösterebilir ve ancak o zaman doğru bir şey yapabilir.'' (Sayfa: 14)
*
''..nasıl ki balıklar suda, kuşlar havada, köstebek toprağın altında rahatsa, her insan da sadece kendine uygun atmosferde rahat eder (..) Tüm bunlara ilişkin yeterince içgörü sahibi olmadığından bazısı çeşitli başarısız denemelerde bulunacak, kendi karakteriyle bilhassa mücadele edecek ama sonunda yine ona boyun eğecektir. Kendi doğasına karşı güçlükle elde ettiği şeyse ona zevk vermeyecektir; bu şekilde kazandığı edinim ölü olacak, hatta etik bakımdan saf, dolaysız bir güdüden değil bir kavramdan, dogmadan kaynaklanan, kendi karakterine göre fazla asil kaçan eylem, peşi sıra bencilce bir pişmanlıkla onun gözünde bile bütün değerini yitirecektir.
*
''İsteme, öğrenilmez'' (Epistuloe od Lucilium)'' (Sayfa: 15)
*
''..gerçekte insanın kendi güçlerini kullanmasından ve hissetmesinden başka hiçbir zevk yoktur ve en büyük acı, insanın güce ihtiyaç duyduğunda yokluğunu hissetmesidir.'' (..) ''Başkalarının niteliklerini ve özelliklerini taklit etmek, başkalarının kıyafetlerini giymekten çok daha onur kırıcıdır.''(Sayfa: 17)
*
HAYAT KURALI NO. 5:
*
Ölçüsüz sevinç ve acı üzerine..
*
''İnsan şeyleri her zaman bütün olarak ve kendi bağlamlarında net bir şekilde görmeye cesaret edebilseydi ve onlara görmeyi arzu ettiği renkleri atfetmekten kararlı bir şekilde sakınabilseydi sonuç olarak ikisinden de kaçınabilirdi. Stoacı etik esas duygu durumunu her türlü kuruntudan ve sonuçlarından kurtarmanın ve bunun yerine ona sarsılmaz bir itidal kazandırmanın peşindedir. Horatius'un ünlü odu bu içgörüyle doludur;
*
''Zor zamanlarda itidalini korumayı, güzel anlarda da aşırı sevincini dizginlemeyi hatırla.''
*
Horatius, Carmina (Odlar)'' (Sayfa: 24-25)
*
HAYAT KURALI NO. 10:
*
''Her şeye boyun eğdirmek istiyorsan, akla boyun eğ, der Seneca'' (Sayfa: 27)
*
HAYAT KURALI NO. 11:
*
Bir talihsizlik gerçekleşip de elimizden bir şey gelmediğinde, her şeyin başka türlü olabileceği fikriyle kendimizi şımartmayız: Tıpkı Kral Davud tutsak filler gibi. Aksi taktirde insan ''Kendi kendinin işkencesi (Terentius)'' olur. Fakat bunun tersi, kendimizi terbiye etmek suretiyle bir başka sefere bizi daha temkinli kılma faydası sağlar.'' (Sayfa: 27)
*
HAYAT KURALI NO. 14:
*
''Bazıları (gamsızlar) fazlasıyla mevcut anda, bazıları da (korkaklar ve tedirginler) fazlasıyla gelecekte yaşarlar; ölçüyü tutturanlar nadirdir.'' (Sayfa: 29)
*
HAYAT KURALI NO. 21:
*
''Çoğu talihsizlik, iyimserlikle desteklenen cehaletten kaynaklanır.''
(Sayfa: 37)
*
HAYAT KURALI NO. 22:
*
''Hayat zar atmaya benzer: Zar ihtiyaç duyduğun şekilde düşmezse, rastlantının sunduğunu sanat düzenlemek zorunda kalır.'' (Terentius) (Sayfa: 38)
*
HAYAT KURALI NO. 31:
*
''Sağlık olduğunda her şey bir zevk kaynağıdır. Bu nedenle sağlıklı bir dilenci, hasta bir kraldan daha mutludur.'' (Sayfa: 44)
*
HAYAT KURALI NO. 35:
*
''Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.''
*
Juvenal, Satryae (Yergiler) (Sayfa: 46)
*
HAYAT KURALI NO. 40:
*
''..''En büyük mutluluk, kişiliktir.''
*
Goethe (Doğu-Batı Divanı)
*
İnsan her konuda esas olarak yalnızca kendisinden zevk alır: Benlik pek uygun değilse bütün zevkler safra tadı yayılmış bir ağızdaki lezzetli şaraplar gibidir.'' (Sayfa: 50)
*
HAYAT KURALI NO. 42:
*
''Saksonya krallarına ait olan ve Moritzburg av şatosunda bulunan 17. yüzyıldan kalma bir ziyaretçi defterine bir asilzade şöyle yazmıştır:
*
''Gerçek aşk
Dayanıklı dostluk
Geri kalan her şey cehenneme.'' (Sayfa: 51)
*
HAYAT KURALI NO. 45:
*
''..ahmak her zaman ahmaktır ve ruhsuz bir hödük sonsuza dek ruhsuz bir hödük olarak kalır, isterse cennette çevresini huriler sarsın. ''En büyük mutluluk, kişiliktir.'' (West-Östlicher Divan)'' (Sayfa: 53)

8 Ekim 2022 Cumartesi

Toni Morrison - Sevgili (İngilizceden Çeviren: Güner Fansa)


Arka Kapak

*
Toni Morrison'ın yazarlık çizgisini izleyenler 1993 Nobel Edebiyat Ödülü'nün günümüz Amerikan edebiyatının bu seçkin temsilcisine verilmesine şaşırmadılar. ''Sevgili'', yayınlarımız arasında daha önce ''Süleyman'ın Şarkısı'' adlı yapıtı yayınlanan Toni Morrison'ın 1988'de yayınlanan ve yazara ''Pulitzer'' ödülünü kazandıran romanıdır. Bebeğini kölelikten kurtarmak için onu öldüren bir zenci annenin acılı yaşamının öyküsü olan bu roman yayınlandığı dönemde bütün Amerika'yı sözcüğün tam anlamıyla sarsmış, alışılmamış ölçüde büyük tirajlara ulaşmıştı. Henüz Nobel Edebiyat Ödülü'nü almadan önce de hakkında yapılan değerlendirmelerde, ''Morrison bir yıldız, hatta şimdiden efsane haline geldi'' denilmekteydi.. ''Sevgili'yi okurlarımıza kıvançla sunuyoruz.
*
''Kavmim olmayana kavmim,
sevgili olmayana sevgili, diyeceğim.''
*
(İncil, Romalılara mektup, 9.25) (Sayfa: 7)
*
BİRİNCİ BÖLÜM:
*
''Ölmüş zencilerin kederleriyle çatısına kadar dolu olmayan bir ev var mıdır dünyada.?'' (Sayfa: 13)
*
''Kendimi ne kadar kötü hissedersem, o kadar iyi görünüyorum.'' (Sayfa: 15)
*
''Ocakta yemek pişirirken giysisini beline kadar indirmişti. Nasıl oluyor da hâlâ yarı giyiniktiler.! Belki de Bebe Suggs'ın her zaman dediği gibi erkek erkekti. Önce ağırlığını ellerine bırakman için yüreklendirirler, sen tam kendini hafiflemiş ve rahatlamış hissederken yara bereni inceler, dertlerini deşerler; sonra Paul D'nin yaptığı gibi, çocuklarını dışlar ve evini darmadağın ederlerdi.'' (Sayfa: 28-29)
*
''Bebe Suggs, ''Erkek erkektir,'' derdi. ''Ama erkek evlat.. İşte o özel biridir.''..'' (Sayfa: 29)
(..) Bebe'nin ve Sethe'nin yaşamı boyunca beyazlar, kadınlar ve erkeklerle dama taşı gibi oynamışlardı. Bebe Suggs'ın tanıdığı ya da sevdiği herkes kaçmamış ya da asılmamışsa, ya bir yere kiralanmış, ya ödünç verilmiş, satın alınmış, ipoteklenmiş, çalınmış ya da kaçıp yakalanmıştı. Bu yüzden Bebe'nin sekiz çocuğunun altı değişik babası vardı. Dama taşı gibi insanlarla oynamanın çocuklarını da kapsadığını öğrendiği zaman geçirdiği şoktan sonra yaşamı iğrenç bulmaya başladı.'' (Sayfa: 29-30)
*
''Evi bir bina olarak değil de hep insan gibi görmüştü. Ağlayan, iç geçiren, titreyen, kızıp bağıran bir kişi gibi.'' (Sayfa: 35)
*
''Zaman hakkında konuşuyordum. İnanması o kadar zor ki. Bazı şeyler geçip gidiyor, bazıları kalıyor. Önceleri belleğin bir oyunu sanırdım. Yani bazı şeyleri unutup bazılarını anımsamak gibi. Ama iş öyle değil. Eğer bir ev yanarsa, biter kül olur, ama yeri, yerin resmi yalnızca aklında değil, yeryüzünde de kalır. Bütün anımsadıklarım, kafamın dışında bir yerlerde dolaşıp duruyor. Düşünmesem de, hatta ölsem bile, bütün yaptıklarım, bildiklerim ya da gördüklerimin resmi bir yerlerde duruyordur. Tam oldukları yerlerde.'' (Sayfa: 40)
*
''En iyisi her şeyi azıcık sevmekti. Öyle olunca, çocuğun boynunu kırıp çuvala tıktıklarında, ondan sonra doğacak çocuk için bir parça sevgin kalabilirdi.'' (Sayfa: 48)
*
''Bir keresinde on dört yaşında bir çocuğa rastladı. Tek başına ormanda yaşıyordu; başka bir yerde yaşadığını anımsamadığını söylemişti. Aklını kaçırmış zenci bir kadın görmüştü. Kadın, çocukları sandığı ördekleri çaldığı için hapse atılmış ve asılmıştı.'' (Sayfa: 67)
*
''Beyin her şeyi kabul ediyordu. Acılar, pişmanlıklar, nefret dolu resimler içeri giriyor ve orada kalıyordu. Obur bir çocuk gibi her şeyi yalayıp yutuyordu. Bir kerecik olsun, ''Teşekkür ederim. Artık yeter. Bir lokma daha alamam.'' diyemez miydi.?'' (Sayfa: 70)
*
''Başkaları aklını oynatıyordu da, neden onun aklı başında kalmıştı.? Başkalarının beyni duruyor, sonra dönüp yeni bir şeye takılıyordu.'' (..) ''Dudakları yana çekip ağıza gem vurulduğu zaman erkeklerin, delikanlıların, küçük kızların ve kadınların gözlerinde beliren delice bakışları anımsadı. Demir parçası ağızdan çıkarıldıktan sonra, ağız kenarına kaz yağı sürülürdü. Fakat dili rahatlatmak ya da gözlerdeki o bakışı silmek için bir şey yapılamazdı.''(Sayfa: 71)
*
''Geceden o kadar korkmuyordu, çünkü derisiyle aynı renkteydi. Fakat gündüzleri attığı her adım bir silah sesine ya da insan avcısının kollarına düşmesine neden olabilirdi.'' (Sayfa: 77)
*
''Irmak kıyısında oyuklar içinde büyüyen eğrelti otu tohumları suya doğru gümüş mavisi çizgiler halinde uzanırlar. Onları ancak yakınlarına gelirsen, güneş ışınları alçaldığı zaman görebilirsin. Çoğunlukla böcek sanılırlar, ama onlar geleceklerine güven duyarak uyuyan bir kuşağın tohumlarıdır. Bir an için her birinin içeriğiyle birlikte programlandığı kadar yaşayacağına inanmak kolaydır. Belki de bu düşünce tohumdan daha uzun yaşayacaktır.'' (Sayfa: 83)
*
''Her şey ne kadar bildiğine ve nerede duracağını anlamana bağlıdır.'' (Sayfa: 85)
*
''..Şu beyazlar, elimde avucumda ne varsa, hayallerimle birlikte alıp götürdüler,'' demişti. ''Kalbimi de kırdılar. Dünyada beyaz insanlardan başka kötü talih yoktur.''..'' (Sayfa: 87)
*
''..''Burada kaç tane kilise var.? On yıldan beri hiç kiliseye adımımı atmadım.''
''Nasıl oldu bu.?''
''Civarda kilise yoktu. Tanrı artık beni unutmuştur.''
''Peder Pike'ı görün. Sizi tekrar Tanrıyla tanıştırır.''
''Ona ihtiyacım yok. Kendim de tanışırım. Asıl istediğim çocuklarımla tanışmak.'' (Sayfa: 141)
*
''Paul D., gazete kupürünü Stamp'ın avucundan aldı. Yazılar ona bir şey demediği için bakmadı bile -Başını hayır anlamında sallayarak resime baktı -Hayır. Ağıza hayır. Karalamalar ne diyorsa, onlara da hayır- ve Stamp Paid ne öğrenmesini istiyorsa -ona da hayır- Bir zencinin yüzünü gazetede görünce yüreğin korkudan hoplardı. Çünkü zencinin sağlıklı bir bebeği olunca, bir sokak kavgasından kurtulunca, öldürülünce, yaralanınca, yakalanınca, yanınca, hapse girince, kırbaçlanınca, tahliye edilince, ezilince, ırzına geçilince ya da dolandırılınca adı gazetelere geçmezdi ki -olağan dışı bir şey olmalıydı- beyazların ilginç bulacağı bir şey, onlara değişik gelen ve bir iki dakika şaşkınlık sesleri çıkartacak bir şey-'' (Sayfa: 148-149)
*
''..kumruların sesini dinlerdi. Onlardan hoşlanmaya bile hakkı yoktu, çünkü orada sis, kumrular, güneş ışığı, bakır, toprak, ay, her şey eli silahlı adamlara aitti. Bazısı iri yarı, bazıları ufak tefek adamlardı. Onları istese bir dal parçası gibi kırabilirdi. O adamlar erkekliklerinin yalnız ellerindeki silahlarda olduğunu biliyordu. Onlar ay ışığını ve kumruları sevmene engel olabiliyordu. O yüzden kendini korumak için azıcık sevgiyle yetinmek zorundaydın. Uyumadan önce kendine küçük bir yıldız seçebilirdin, kertenkele, örümcek, ağaçkakan, böcekler ve karıncaları sevebilirdin. Daha büyük şeyler olmazdı. Bir kadın, çocuk, kardeş sevgisi seni paramparça edebilirdi. (..) İzin almadan istediğini sevmek özgürlük demekti.'' (Sayfa: 154)
*
''Sevgi ya vardır ya yoktur. Az sevmek diye bir şey yoktur.'' (Sayfa: 156)
*
İKİNCİ BÖLÜM:
*
''1874 yılındaydılar ve beyazların acımasızlığı bitmemişti. Bütün şehirler zencilerden temizlenmişti, yalnız Kentucky'de bir yıl içinde seksen yedi linç vakası olmuş; dört zenci okulu yakılmış, kocaman adamları çocuk gibi dövmüşler, çocuklar da yetişkinler gibi dayak yemiş; zenci kadınların ırzına geçilmiş, zencilerin malları ellerinden alınmış, boyunları kırılmıştı. Stamp'ın burnuna insan eti ve taze kan kokusu geliyordu, linç edilerek ateşte yakılan insan etinden çok kan kokusu etrafa sinerdi. (..) ..kendi kendine söylendi ''Bunlar ne biçim insanlar.? Söyle bana Tanrım bunlar nedir.?''..'' (Sayfa: 169)
*
''..''Senin aklın fikrin hayaletlerle dolu. Nereye baksan onları görürsün.''
''Sen de benim gibi bilirsin ki kötü biçimde ölenler, toprağın altında kalmaz.''
Bunu yadsıyamadı. Öyle ya Hz. İsa da kalmamıştı.'' (Sayfa: 176)
*
''Onlar anasının sütünü kurutmuşlar; sırtına dayakla bir ağaç kondurmuşlardı. Karnı burnundayken onu ormana sürüklemişlerdi. Beyazlardan gelen her şey kokuşmuştu. Onlar, Halle'nin yüzünü tereyağına bulamışlar; Paul D'nin ağzına demir koymuşlar; Sixo'yu yakmışlar ve annesini asmışlardı. Artık beyazlardan gelecek hiçbir haberle ilgili değildi.'' (Sayfa: 177)
*
''..''..Peki sence bu hırsızlık değil mi.?''
''Hayır, efendim. Değildir.''
''Öyleyse nedir.?''
''Size ait olan malı geliştiriyorum, efendim.''
''Nee.?''
''Hayvanı iyi beslemek için Sixo çavdar ekti. Daha iyi ürün alabilmeniz için Sixo toprağı sürdü. Sixo daha iyi çalışabilsin diye Sixo'yu besledi.''
Akıllı ve hazır cevaptı ama Öğretmen ona kimin efendi kimin köle olduğunu göstermek için dövdü.'' (Sayfa: 179)
*
''Beyazlar, zenciler ne kadar terbiyeli olursa olsun, kara derilerinin altında vahşi orman var sanırlardı. (..) Karaderililer beyazlara nazik, yumuşak, insancıl ve akıllı olabildiklerini kanıtlamaya uğraşırken, onların tavırlarına karşılık, içlerindeki vahşi dürtünün arttığını bilirlerdi. Siyahların geldikleri yerlerden getirdikleri vahşi orman önemli değildi. Asıl beyazlar, siyahların içine vahşet tohumlarını ekiyordu. Tohumlar büyüdü. Etrafa saçıldı.'' (Sayfa: 186)
*
''Paul D sırtının ürperdiğini hissetti. İliklerine kadar üşüyünce, dizlerini elleriyle sıkıştırdı. Bu üşümenin nedeni hangisiydi.? Kötü viski mi, mahzende geçen geceler mi, domuz humması mı, ağza takılan demirden gem mi, gülümseyen horozlar mı, ateşte yanan ayaklar mı, ölürken gülen adamlar mı, yağmur mu, hışırdayan otlar mı, elma ağacı çiçekleri mi, boyna geçirilen demir gerdanlık mı, mezbahadaki Judy'mi, tereyağına bulanmış Halle mi, hayaletin gezindiği beyaza boyanmış merdivenler mi, yabani kiraz ağacı mı, kurdeledeki broş mu, kavak ağaçları mı, Paul A'nın yüzü mü, domuz sucuğu ya da kaybolan kırmızı yüreği mi.?
''Söyle bana, Stamp,'' dedi. Gözleri buğuluydu. ''Tek bir şey söyle. Bir zenci daha ne kadar yük kaldırabilir.? Ne kadar.?''
''Kaldırabildiği kadar'' dedi Stamp Paid. ''Kaldırabildiği kadar.''
''Niçin.? Niçin.? Niçin.? Niçin.? Niçin.?''..'' (Sayfa: 223)
*
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:
*
''Beyazlar seni yalnızca çalıştırmaz, öldürmez ya da yaralamazdı. Seni kirletip bırakırlardı. O kadar ki artık kendinden iğrenir, kim olduğunu unutur, ne yapacağını bilemezdin.'' (Sayfa: 238)
*
''..eskiden yapılan hatalar ne olursa olsun, bugünü mahvetmeye hak kazanamazdı.'' (Sayfa: 243)
*
''Bazı yalnızlıklar, sallayarak uyutulabilir. Dizleri yukarı çekip kolları kavuşturarak bu hareketi, gemi sallanışının tam aksine, tekrarlaya tekrarlaya sallanabilir ve huzura kavuşabilirsin. Bu içten gelen bir şeydir -deri gibi sıkıca sarar seni- Ama bazı yalnızlıklar dolaşıp durur. Sallayarak onu yerinde tutamazsın. Kendi başına canlıdır. İnsana kendi ayak sesleri uzaklardan geliyormuş gibi çevreye yayılır.'' (Sayfa: 261)

7 Ekim 2022 Cuma

Paul Lafargue - Tembellik Hakkı (Çeviren: Vedat Günyol)


Arka Kapak:

*
''Paul Lafargue, burjuvazinin iktidar olmasıyla birlikte, insanlığın kendini kaptırdığı 'ilerleme' çılgınlığıyla dalgasını geçiyor. Kitabı, yer yer bir kara mizah başyapıtı olarak da okumak mümkün.''
*
Nokta
*
''Lafargue, denemelerinde kapitalist düzeni kıyasıya eleştiriyor, insanların tembellik hakkını savunuyor.''
*
Cumhuriyet
*
''Belki de, bu kitap tanıtımını, sabah tıklım tıklım bir otobüste işinize giderken; önünüze yığılmış evrakların arasında, kapıyı gözetleyerek; öğle paydosunda yemekten arta kalan on dakikada; ya da evinizde, bir yandan işlerinizi düşünerek okuyorsunuz. Bu kitabın yazarı, artık böyle yaşamanızı istemiyor.''
*
Güneş
*
''Lafargue, işçi ve işçi sınıfı devrimcisi olmanın, acı ve çile çekmekle eşanlamlı olmadığının üzerinde duruyor. Bunu yaparken de, zorlama bir zevkin ahlaksızlaştırdığı, katıksız bir tembellik içine gömülen burjuvaziden ve yaratılan sahte gereksinimlerden nefret ediyor. Tembelliğin erdemlerini savunan bu sesin, zaman zaman Lafargue'ın sert eleştirilerine maruz kalan işçiler ve aydınlar arasında yankısını bulması dileğiyle..''
*
2000'e Doğru
*
Günümüz çevrecilerinin şimdi fark ettiği gerçeği, çok önceden söylemişti Lafargue.''
*
Sosyal Demokrat
*
Komünist Manifesto'dan sonra, dünya dillerine en çok çevrilen sosyalizm klasiği.
İçinde çalışma aşkı duyanlara lanet.!
*
Başsöz Yerine:
*
''Paris'te hükümete karşı direnişe geçen gençleri kışkırttığı gerekçesiyle akademiden uzaklaştırılan Lafargue, tıp öğrenimini Londra'da sürdürüyor. Laura'ya olan tutkusu, iki yıllık bir bekleyişten sonra, evliliğe dönüşüyor. Marx, kızıyla evlenecek bu gencin yaşamıyla yakından ilgilenmektedir. Engels'e yazdığı bir mektupta, kaygılarını şöyle dile getiriyor: ''Anladığıma göre Lafargue evlenmeden önce doktorasını Londra ve Paris'te yapacak. Buraya kadar bir sorun yok. Ancak, dün melezimize [Lafargue'ı böyle tanımlıyor] yine söyledim, eğer İngilizlerin o soğukkanlılığını benimsemezse, Laura ona kısa zamanda güle güle der. Bunu kafasına koymak zorunda. Yoksa yapacak bir şey yok.''..'' (Sayfa: 11)
*
''Bütün bu saydığımız sosyalist düşünürlerden çok önce, tembellik, yani boş zaman hakkını Rousseau dile getirmişti. Ünlü, 1758 tarihli d'Alembert'e Mektup adlı yazısında:
''Halkın, ekmeğini kazanmak için sarfettiği zamandan başka zamanı yoksa, yazık. Ekmeğini sevinçle yiyebilmesi için de zamanı olması gerek. Yoksa, uzun süre kazanamaz olur ekmeğini. Halkın çalışmasını isteyen şu adaletli ve iyiliksever Tanrı, onun dinlenmesini de ister. Doğa da halkın aynı zamanda çalışmasını ve dinlenmesini; didinmesini, aynı zamanda da haz duymasını ister. Çalışmaya karşı duyulan tiksinti, yoksul insanları çalışıp didinmekten daha çok bunaltır.''
Lafargue, çalışmaya değil, insanı insanlıktan çıkaran çalışmaya karşı mücadele ediyordu.'' (Sayfa: 14)
*
''Boş zaman, T. S. Eliot'a göre ''kültürün temelini'' oluşturur. Tembellik Hakkı'nı okurken, Eliot'ın bu sözünü aklınızdan uzak tutmamanızı dilerim.'' (Sayfa: 15)
*
Vedat Günyol
*
Önsöz:
*
''Bay Thiers, İlköğretim Komisyonu'nda (1849) şöyle konuşuyordu: ''Papaz sınıfının etkisini alabildiğine güçlendirmek istiyorum. Çünkü, insana 'keyfine bak' diyen felsefeyi değil, ona bu dünyada acı çekmek için bulunduğunu öğreten iyi felsefeyi yayma bakımından güveniyorum papaz sınıfına.'' Bay Thiers, yırtıcı bencilliğini ve dar kafalılığını temsil ettiği burjuva sınıfın ahlakını dile getiriyordu.
Burjuvazi, papaz sınıfının desteklediği soylulara karşı savaşırken, özgür düşünceyi ve tanrıtanımazlığı göklere çıkarıyordu. Ama, üstünlük kazanır kazanmaz, tutumuyla birlikte ağız da değiştirdi. Bugün, ekonomik ve politik üstünlüğünü dine dayamaya çalışıyor.'' (..) ''Günümüzde gırtlağına kadar mala mülke ve zevke battığından, Rabelais'ler, Diderot'lar gibi düşünürlerinin öğretilerini yadsıyor ve ücretlilere perhiz öğüdünde bulunuyor. Hıristiyan ahlâkının zavallı bir taklidi olan kapitalist ahlâk, işçinin ten isteklerine lânetler yağdırıyor. Ücretlilerin gereksinimlerini en aza indirmeyi, sevinçlerini, tutkularını yok etmeyi ve onu dur durak tanımayan acımasız bir makina durumuna mahkûm etmeyi, kendine ideal olarak seçiyor. (Sayfa: 17)
*
Paul Lafargue
*
Yıkıcı Bir Dogma:
*
O büyük çağın Yunanlıları da, çalışmayı hor görüyorlardı; özgür insan, bedensel devinimlerden, zekâ oyunlarından başka bir şey bilmezdi. Bu, aynı zamanda, Aristotales'in, Phidias'ın ve Aristophanes'in üyesi oldukları bir ulusun içinde insanın dolaştığı, soluk alıp verdiği bir dönemdi; bu, çok geçmeden İskender'in fethedeceği Asya'nın göçebe sürülerini, bir avuç yiğidin Marathon'da yenilgiye uğrattığı dönemdi.
Antik Yunan filozofları, özgür insanı alçaltan çalışmayı hor görüyorlardı. Şairler, Tanrıların armağanı olan tembelliği övüyorlardı:
*
''Ey Melibe, bir Tanrı bağışladı bize bu aylaklığı.'' (Vergilius, Çoban Şiirleri.)
*
İsa, Dağdaki Söylev'inde tembelliği öğütlemişti:
*
''Tarlalardaki zambakların gelişip serpilişine bakın. Onlar ne çalışıyor, ne de yün eğiriyorlar. Buna karşın söyleyeyim size, Süleyman, o görkemi içinde, daha göz alıcı giysilere bürünmüş değildi.'' (Matta İncili, Bölüm VI) (Sayfa: 21-22)
*
Çalışmanın Kutsanması:
*
DİPNOT: 1857'de Bruxelles'de toplanan Birinci İyilikseverler Kongresi'nde, Lille yakınlarındaki Marquett'in en zengin yapımevcilerinden Bay Scrive, Kongre üyelerinin alkışları arasında, yerine getirilmiş bir ödevin soylu sevinci içinde şunları anlatıyordu: ''Çocuklar için birtakım eğlence olanakları sağladık. Çalışırken şarkı söylenmesini, yine çalışırken sayı saymasını öğretiyoruz onlara; eğlendiriyor bu onları ve geçimlerini sağlamak için gerekli 12 saatlik çalışmayı cesaretle kabul ediyorlar.''
12 saat çalışma, hem de ne çalışma, 12 yaşında olmayan çocuklara kabul ettirilen.! Materyalistler, bu Hıristiyanları, bu insanseverleri, bu çocuk cellatlarını fırlatacak bir cehennem olmadığına hayıflanacaklardır hep. (Sayfa: 24)
*
''Zorunlu çalışmanın acıları, açlık işkenceleri, İncil'de sözü geçen çekirgelerden daha çok sayıda işçi sınıfının üzerine abanmışsa, onlara kucak açan işçi sınıfının ta kendisidir. (..) ''..çocukları aptallaştırmak, içgüdülerini bozmak, bedenlerini çürüğe çıkarmak için, kapitalist işliklerin bozuk havası içindeki çalışmadan daha yıkıcı bir kötülük icat edemezlerdi.'' (Sayfa: 25)
*
''Çalışın, çalışın proleterler, toplumsal serveti ve kendi yoksulluğunuzu artırmak için çalışın. Çalışın ki, daha da yoksullaşarak daha çok çalışmak ve yoksullaşmak için birtakım nedenleriniz olsun. Kapitalist üretimin acımasız yasası budur işte.'' (Sayfa: 30)
*
Fazla Üretimin Ardından Gelen:
*
''İşçi sınıfı, her şeyi basite indiren o iyi niyeti ile özünü körü körüne telkinlere ve doğal taşkınlığı ile gözü kapalı kendini çalışmaya ve perhize kaptırdığı için, Kapitalist sınıf, kendini tembelliğe, zoraki zevke, verimsizliğe ve aşırı tüketiciliğe vurmuştur.'' (Sayfa: 39)
*
''Sosyete kadınları, acının acısı bir yaşam sürüyorlar. Terzi kadınların didine çırpına yaptıkları o perilere yaraşır tuvaletleri deneyip değerlendirmek için, sabah akşam, bir giysiyle bir başkası arasında mekik dokuyorlar. Saatlerce, saçlarını enselerinde toplayıp topuz yapma tutkularını, her ne pahasına olursa olsun doyurmaya çalışan usta berberlere teslim eden, o içi boş kafalılar. Korselerinin içinde sıkışıp kalmış, kunduraları içinde ayakları büzülmüş, bir itfaiyecinin yüzünü kızartacak denli açık saçık bir kıyafetle, yoksullar için birkaç metelik toplamak amacıyla, gecelerce balolarda fır dönüp dururlar. Sevsinler sizi.!'' (Sayfa: 40)
*
''İşçilerin, kendilerini öldürürcesine çalışma ve yokluk içinde sürünerek yaşama gibi çılgınlığı karşısında, kapitalizmin büyük üretim sorunu üretici bulmak ve onların gücünü iki katına çıkarmak değil, tüketici bulmak, isteklerini kamçılamak ve onlarda sahte gereksinimler yaratmaktır artık.'' (Sayfa: 44)
*
''Ürettiğimiz tüm mallar, sürümleri kolay olsun ama çok dayanmasın diye, bile bile üstünkörü yapılıyor. Ürünlerinin nitelikleri dolayısıyla insanlığın il dönemlerine nasıl taş devri, bronz devri deniliyorsa, bizim çağımıza da kalpazanlar çağı denilecektir.'' (Sayfa: 45-46)
*
Yeni Müziğe Yeni Ses:
*
''Ama insan doğasını soysuzlaştıran ahlâkçılardan, yobazlardan, ikiyüzlü insanlardan, sahte sofulardan ve ''dünya âlemi dolandırmak için kılık değiştirmiş başka mezhep insanlarından'' uzun uzun ve hoyratça öç alınacaktır. Çünkü sıradan halka, sadece derin düşüncelere daldıklarını, insanların küçük kırılganlıklarını gerçekten desteklemek için oruç tuttuklarını ve nefislerine eziyet ettiklerini söylüyorlar. Oysa tam tersine, işin bokunu çıkarıyorlar. Allah bilir nasıl.! Romalı Curius gibi görünüp, Şarap Tanrısı gibi yaşıyorlar. Kükürtlü pudralar kullanmasalar, kıpkırmızı suratları ve şiş göbekleri apaçık ortaya çıkar.'' (Sayfa: 53)
*
EK:
*
''Ama, siz düzinesi beş para etmez filozoflar.!
Uygulamasını efendilerinize salık verme cesaretini gösteremediğiniz bir ahlâk oluşturmak için neden kafa patlatıyorsunuz.?
Onca övündüğünüz çalışma dogmanızın alaya alındığını, kınandığını görmek ister misiniz.? Antikçağ uluslarının tarihine, filozoflarıyla hukukçularının yazdıklarına bir bakalım..'' (Sayfa: 57)
*
''..Bir dükkândan yüz ağartıcı ne çıkabilir ki,'' diyor Cicero ve ekliyor, ''ticaret ne üretebilir namusuyla.? Dükkân adını taşıyan hiçbir şey dürüst bir insana yaraşmaz [..] tüccarlar, yalan söylemeden kazanç elde edemezler, oysa yalandan daha utanç verici ne vardır.! Öyleyse emeklerine ve zanaatlarına aşağılık bir şey gözüyle bakabiliriz. Çünkü, her kim ki emeğini para karşılığında verirse, kendini satmış ve bir köle durumuna düşmüş olur.''
Çalışma dogmasının aptallaştırdığı işçiler.! Kıskanç bir özenle sizden uzak tutulan bu filozoflara kulak verin..'' (Sayfa: 58-59)
*
''Hâlâ anlamıyorlar makinenin insanlığın kurtarıcısı olduğunu; insanı aşağılık ve ücretli işlerden kurtaracak olan, azat eden, boş zaman ve özgürlük veren Tanrı olduğunu.!'' (Sayfa: 60)

29 Eylül 2022 Perşembe

Vladimir Nabokov - Rus Edebiyatı Dersleri (Çevirenler: Yiğit Yavuz, Fatih Özgüven, Ayşe Nihal Akbulut)


Teslimiyetçi ellerin, şişkin devlet ahtapotu tarafından yönlendirilen itaatkâr dokunaçların, edebiyat denen şu ateşli, yaratıcı, özgür varlığı ne hale getirdiğini incelerken, istihzanın rahatlatıcılığından, hor görmenin lüksünden kaçınmak güç oluyor. Dahası da var: Duyduğum tiksintiye kıymet vermeyi öğrendim, çünkü biliyorum ki bu hissiyatımın şiddeti sayesinde Rus edebiyatının ruhundan ne kurtarabilirsem kârdır. Düşünce ve konuşma hürriyetinin sunabileceği en değerli armağan, yaratma hakkının yanı sıra, eleştiri hakkıdır. Siz böyle özgürlük içinde yaşarken, doğup büyüdüğünüz şu açık alanda, uzak memleketlere dair mahpusluk hikâyelerini, soluk soluğa kalmış firarilerin mübalağalı anlatımları olarak görmeye meyledebilirsiniz. Kitap okuyup yazmayı bireysel fikirleri seslendirmekle eş anlamlı kabul eden insanlar için, memleketin birinde neredeyse çeyrek asır boyunca edebiyatın, bir köle tacirleri şirketinin reklamlarını süslemekten ibaret kaldığına inanmak, hiç de kolay değildir. Böyle koşulları, mevcudiyetine inanmasanız bile, en azından kafanızda canlandırabilirsiniz; işte o zaman nihayet, özgür insanlar tarafından yine özgür insanların okuması için yazılmış kitapların kıymetini, yeni bir durulukla, yeni bir gururla idrak edebilirsiniz.

*
DİPNOT: Anlaşıldığı kadarıyla 18 numaralı bu başlıksız sayfa, V.N.'nin Rus yazarlar hakkındaki derslerinin başına koyduğu giriş niteliğindeki bir incelemeden geriye kalan tek bölümdür. (Sayfa: 5)
*
GİRİŞ (FREDSON BOWERS)
*
''Vladimir Nabokov 1940'ta Amerika'daki akademik kariyerine başlamadan önce, kendi ifadesine göre ''Rus edebiyatı hakkında yüz adet -yaklaşık iki bin sayfalık- ders metni hazırlama sıkıntısına'' girmişti. (..) 1941'in sonbahar döneminde Nabokov, Wellesley College'da Rusça bölümündeki tek kişi olarak düzenli göreve başlamış ve önce lisan ve dilbilgisi derslerine girmiş, fakat çok geçmeden, Rus edebiyatı çevirilerinin incelendiği Rusça 201 dersine de el atmıştı. 1948'de Slav Edebiyatı doçenti olarak geçtiği Cornell Üniversitesi'nde Edebiyat 311-312, Avrupa Edebiyatının Ustaları, Edebiyat 325-326 ve Rus Edebiyatı Çevirileri derslerine girdi. (Sayfa: 11)
(..)
Nabokov, Ustalar dersinde genellikle Jane Austen, Gogol, Flaubert, Dickens ve -zaman zaman- Turgenyev'i anlatırdı; ikinci öğretim dönemini Tolstoy, Stevenson, Kafka, Proust ve Joyce'a ayırmıştı. (Sayfa: 12)
*
''..Çehov'a da insanlara dair birebir gözlemlerine toplumsal yorumları karıştırmadığı için, en yüksek takdirlerini sunar. ''Çukurda'' adlı hikâyede yaşam ve insanlar sanatkârane biçimde, oldukları gibi, böyle karakterleri üretebilen sosyal sisteme dair endişeler doğurabilecek tahrifatlar olmaksızın sergilenmektedir.'' (Sayfa: 13-14)
*
''Kavrayıcı bir okumanın önemini ısrarla vurgularken, başyapıtların işleyiş sırrını çözmek konusunda hiçbir anahtarın, okurun ayrıntılar üzerindeki hâkimiyeti kadar önemli olmadığını anlamıştı. Anna Karenin hakkındaki yorumlayıcı notları, okurun bu romanın iç yaşamına dair farkındalığını geliştiren bir bilgi hazinesidir.'' (..) ''Yaklaşımını şöyle özetler Nabokov: ''Akademik günlerimde edebiyat öğrencilerine, ayrıntılara, bu ayrıntıların bir duyusal kıvılcım meydana getirecek şekilde nasıl birleştirildiğine dair kesin bilgiler vermeye gayret ettim; söz konusu kıvılcım yoksa, kitap ölü demektir. Bu bakımdan genel fikirler önemli değildir. Bir ahmak bile Tolstoy'un zina hakkındaki yaklaşımını özümseyebilir, ama iyi okurların Tolstoy'un sanatının tadına varabilmeleri için, mesela Moskova-Petersburg gece trenlerindeki demiryolu taşımacılığı düzenini, yüz yıl öncekine uygun şekilde gözlerinin önüne getirebilmeleri gerekir.''..'' (Sayfa: 17)
*
Rus Yazarları, Sansürcüler ve Okurlar:
*
''Demokratik ülkelerde okurlar denen topluluğun isteklerini karşılamak için dergiler yazarlarına mali baskı uygular, polis devletlerinde ise münasip politik mesajlar versinler diye yazarlara daha dolaysız biçimde baskı yapılır. Bu iki baskı arasında yalnızca bir seviye farkı bulunduğu iddia edilebilir, fakat öyle değildir; çünkü özgür ülkelerde birçok sürekli yayın ve birçok felsefe vardır ama bir diktatörlükte, sadece bir hükümet bulunur. Bu bir nitelik farkıdır.'' (Sayfa: 29)
*
''Samimiyetle, cesaretle özgürlük ve eşitlikten yana duruyorlar, fakat sanatı güncel siyasetin buyruğuna vermek isteyerek kendi inançlarıyla çelişiyorlardı. Çarların gözünde yazarlar devletin hizmetkârıysa eğer, radikal eleştirmenlerin gözünde de kitlelerin hizmetkârıydılar.'' (Sayfa: 32)
*
''19. yüzyılın yirmili ve otuzlu yıllarında sanatçılarla eleştirmenler arasında yaşanan çatışmanın en iyi örneklerinden biri, Rusya'nın ilk büyük şairi Puşkin'in başına gelenlerdir. Başta Çar Nikola olmak üzere hükümet görevlileri son derece küstah, başına buyruk ve kötücül şiirler kurgulayan bu adama deli gibi öfkeleniyorlardı; ille de yazması gerekiyorsa eğer, bari devletin iyi bir hizmetkârı gibi davranarak basmakalıp erdemlere övgüler düseydi ya. Puşkin'in dizelerindeki özgünlükte, tensel hayallerindeki cüretkârlıkta ve irili ufaklı tüm tiranlarla dalga geçme eğiliminde, tehlikeli bir düşünce özgürlüğü kendini belli ediyordu. Kilise onun ciddiyetsizliğine esef ediyordu. Polis memurları, yüksek dereceli devlet görevlileri, hükümetten maaş alan eleştirmenler onun sathi bir şair olduğunu söylüyorlardı. Devrinin en iyi eğitim görmüş Avrupalılarından biri olan Puşkin, kalemini hükümet bürolarında sıkıcı belgeleri kopyalamakla kullanmayı katiyetle reddettiği için, Kont Zımbırtı tarafından bir kara cahil, General Zılgıt tarafından da bir mankafa olarak yaftalanmıştı. Devlet Puşkin'in dehasını boğmak için onu sürgüne göndermiş, yazdıklarını vahşice sansürlemiş, onu sürekli sıkboğaz etmiş, bir baba gibi kulağını çekmiş, nihayetinde şairi, kralcı Fransa'dan gelme lanet bir serüvenciyle ölümüne düello etmeye zorlayan dürzülerin sırtını sıvazlamıştı.'' (Sayfa: 32-33)
*
''Bir alıntı yapacağım: ''Sanatçının kişiliği özgürce, kısıtlama olmaksızın gelişmelidir. Lakin istediğimiz tek bir şey var: İnancımızın kabul edilmesi.'' Büyük Nazilerden biri olan, Hitler Almanya'sının Kültür Bakanı Dr. Rosenberg böyle demişti. Başka bir alıntı: ''Her sanatçının özgürce yaratma hakkı vardır; fakat biz komünistler, onu planımız çerçevesinde yönlendirmek zorundayız.'' Lenin de böyle demişti. Bunların her ikisi de metinlerden yaptığım alıntılardır; durum bu kadar üzücü olmasaydı, aradaki benzerliğe bakıp eğlenebilirdik.'' (Sayfa: 35)
''Eski, kültürlü Rusya'daki okur elbette Puşkin ve Gogol'le gurur duyuyordu, fakat aynı şekilde Shakespeare yahut Dante'yle, Baudelaire ya da Edgar Allan Poe'yla, Flaubert ya da Homeros'lada gurur duyuyordu; Rus okurunun gücüydü bu. (..) Okurlar özgür doğar ve özgür kalmalıdırlar.'' (Sayfa: 40)
*
NİKOLAY GOGOL (1809-1852)
*
Ölü Canlar (1842)
*
''İnsan görüşüyle bir böceğin çok yüzlü gözünün algıladığı resim arasındaki fark, en iyi filtreyle yapılmış bir yarımton resimle, sıradan gazete baskılarında gördüğümüz, iri taneli filtrelemeyle elde edilmiş resimler arasındaki farka benzer. Gogol'ün eşyayı görme biçimiyle, ortalama okur ve yazarların eşyayı görme biçimini de aynı kıyaslamaya tabi tutabiliriz. Onun ve Puşkin'in ortaya çıkmasından önce, Rus edebiyatı yarı kör haldeydi. Sadece aklın yönlendirdiği anahatları algılayabiliyordu: Renklerin kendisini göremiyor, bir köpek misali, Avrupa'nın antik dönemden kalma basma kalıp isim-sıfat bileşimlerini kullanmakla yetiniyordu. Gökyüzü maviydi, şafak kırmızı, yapraklar yeşil, güzelin gözleri kara, bulutlar griydi, vs. Sarıyı ve menekşe rengini ilk gören Gogol (ondan sonra da Lermontov ve Tolstoy) olmuştu.'' (Sayfa: 55)
*
''..bu ''ölü canlar'' sadece kadersizlik ve ölümle yüzleşmek üzere hayata döndürülmüş olsalar bile, onların yeniden dirilişi, Gogol'ün yazmayı öngördüğü ikinci ve üçüncü ciltlerde, dindar ve yasalara saygılı vatandaşlar yararına sahnelemek niyetinde olduğu hatalı ''ahlaki yeniden diriliş''e nazaran, elbette çok daha tatmin edici ve bütünlüklüdür. Ahlaki ve dini hesaplar, Gogol'ün hayal gücüyle yarattığı yumuşak, sıcak, şişman yaratıkları yok etmekten başka bir işe yaramamaktadır.'' (Sayfa: 68)
*
''Kendinizden bir şeyler katmaksızın, telefon numaranızı dahi verebileceğinizi sanmıyorum.'' (Sayfa: 79)
*
''Gogol bir ''gerçekçi''ymiş.! Böyle diyen ders kitapları var. Kuvvetle muhtemeldir ki, Gogol'ün kendisi de, kitabının mozaiğini oluşturacak parçaları okurlarının kendilerinden elde etme yolunda acınası ve beyhude bir çabaya girişmişken, çok akılcı tarzda hareket ettiğini sanıyordu.'' (..)
Kesintileri ve engelleri hoşlukla karşılıyordu (''engeller bizim kanatlarımızdır'' demişliği vardı) çünkü gecikmelerden, bu kesinti ve engelleri sorumlu tutabilecekti. Sonraki yıllarda geliştirdiği, ''gökler ne kadar karanlıksa, Tanrı'nın inayeti o kadar parlak olur'' gibi temel fikirler barındıran felsefesinin kaynağı, kendisinin o yarınları hiç göremeyeceğine dair hissiyatıydı.'' (Sayfa: 80-81)
*
''Palto'' (1842)
*
''Gogol tuhaf bir yaratıktı ama zaten deha hep tuhaftır; müteşekkir okura akıllı bir eski dost gibi gelen, hayatla ilgili fikirlerini güzelce geliştirmesini sağlayanlar, ikinci sınıf yazarlardır aslında. Büyük edebiyat akıldışılığın kıyısında dolanır. Hamlet, nevrotik bir âlimin çılgınca düşüdür. Gogol'ün ''Palto''su, yaşamın belirsiz örüntüsü içinde kara delikler açan, grotesk ve korkunç bir kâbustur. Yüzeysel okur bu hikâyede, maskaranın tekiyle ağır şekilde dalga geçildiğini düşünecektir; ağırbaşlı okurlarsa, Gogol'ün esas niyetinin, Rus bürokrasisinin dehşet vericiliğini ifşa etmek olduğuna kesin gözüyle bakacaklardır. Ama ne doyasıya gülmek isteyenler ne de ''insanı düşünmeye zorlayan'' kitaplara içi gidenler anlayacaktır ''Palto''nun mevzusunu. Yaratıcı okur beri gelsin; bu hikâye onun içindir.'' (Sayfa: 94-95)
*
''Çok yanlış olan bir şeyler vardır ve herkes, onlara çok mühim görünen meşguliyetlere sahip yumuşak huylu deliler iken, absürdce mantıklı bir kuvvet, onların beyhude işlerine devam etmelerini sağlamaktadır; hikâyenin gerçek ''mesajı'' budur. Bu apaçık beyhudelik, beyhude alçakgönüllülük ve beyhude tahakküm dünyasında, tutkuyla, arzuyla ve yaratıcı çabayla erişilebilecek en yüksek paye, terzileri de müşterileri de kendine hayran bırakacak yeni bir paltodur. Ahlaki meselelerden veya bir ahlak dersinden söz etmiyorum. Böyle bir dünyada ahlak dersi bulunamaz, çünkü ne öğrenci vardır ne de öğretmen: Bu dünya olduğu gibidir ve onu yok edebilecek her şeyi dışlar; öyle ki her tür düzeltim, mücadele, ahlaki hedef ya da girişim, bir yıldızın yörüngesini değiştirmek kadar imkân dışıdır. Gogol'ün dünyasıdır bu dünya; dolayısıyla Tolstoy'un, Puşkin'in, Çehov'un ya da benim dünyamdan tamamıyla farklıdır. Fakat Gogol'ü okuduktan sonra insanın gözleri Gogolleşebilir ve en umulmadık yerlerde, onun dünyasından parçalar görebilir. Çok sayıda ülkeye gittim; tesadüf ettiğim, Gogol'ü hiç duymamış bazı kişilerin tutkulu düşlerini, Akaki Akakiyeviç'in paltosuna benzer şeyler süslüyordu.'' (Sayfa: 97)
*
Çeviren: Yiğit Yavuz
*
İvan Turgenyev (1818-1883):
*
''Turgenyev Babalar ve Oğullar'da, 1840'ların iyi niyetli, beceriksiz ve zayıf insanlarıyla, devrimci yeni ''nihilist'' gençlik arasındaki ahlaki çatışmayı sergiler. Bu genç neslin temsilcisi olan Bazarov, saldırgan şekilde materyalisttir; onun için ne din ne de estetik ya da ahlaki değerler söz konusudur. ''Kurbağalar''dan başka hiçbir şeye inanmaz; onların da tek anlamı, kendi pratik bilimsel deneylerinin sonuçlarıdır. Ne ayıp ne utanç bilir. Tam anlamıyla etkin bir adamdır. Turgenyev Bazarov'u hayli takdir etse de, bu genç adam aracılığıyla pohpohladığını düşündüğü radikaller öfkeliydiler ve Bazarov'u, kendi karşıtlarını memnun etmek üzere çizilmiş bir karikatür olarak değerlendirmişlerdi. Turgenyev'in, tüm yeteneğini tüketmiş, bitik bir adam olduğunu beyan ediyorlardı. Turgenyev ne diyeceğini bilemez haldeydi. İlerlemeci topluluğun sevgilisiyken, iğrenç bir umacıya dönüşmüş olarak bulmuştu kendini. Turgenyev çok kibirli biriydi; sadece şöhret değil, şöhretin dışsal belirtileri de çok önemliydi onun için. Çok gücenmiş, hayal kırıklığına uğramıştı. O sırada yurtdışındaydı ve hayatının geri kalanını yurtdışında geçirip sadece arada bir, kısa süreliğine döndü Rusya'ya.'' (Sayfa: 108)
*
Çeviren: Yiğit Yavuz
*
Babalar ve Oğullar (1862):
*
''Babalar ve Oğullar, Turgenyev'in en iyi romanlarından biri olmakla kalmaz, 19. yüzyılın en parlak romanlarından da biridir. Turgenyev istediği şeyi, yaratılan kişinin kendi içgörü yoksunluğunu doğrulayan, bir yandan da göstermelik bir sözde-toplumcu tip olarak kalmayacak genç bir Rus erkek roman kişisi yaratma niyetini gerçekleştirmeyi başarmıştır. Hiç kuşkusuz, Bazarov güçlü biri ve yirmi yaşlarının ötesine geçebilse (onu tanıdığımızda okulunu yeni bitirmiş bir öğrencidir) romanın ekseni olmanın ötesinde, büyük bir olasılıkla önemli bir toplumcu düşünür, tanınmış bir doktor ya da etkin bir devrimci olurdu. Ama Turgenyev'in doğası ile sanatının ortak bir güçsüzlüğü vardı; erkek roman karakterlerinin, onlar için kurduğu varoluş durumu içerisinde zafere ulaşmalarını sağlayamıyordu.'' (Sayfa: 113)
*
''Bir izlekten ötekine aktarım sanatı bir yazar için üstesinden gelinecek en güç tekniktir; yazdıklarının en iyi örneklerinde olduğu üzere, Turgenyev gibi birinci sınıf bir yazar bile, böyle bir sahneden ötekine geçerken geleneksel teknikleri izlemenin çekiciliğine (düşlediği okur türü, belli yöntemlere alışkın ayakları yere basan bir okur türü yüzünden) kapılabilir.'' (Sayfa: 116)
*
Çeviren: Ayşe Nihal Akbulut
*
Fyodor Dostoyevski (1821-1881)
*
''Belinski, ''Gogol'e Mektup''unda (1847) şöyle diyor:
*
''..fark etmemişsiniz ki Rusya, kurtuluşunu mistisizmde, çilecilikte, dindarlıkta görmüyor; medeniyetin, aydınlanmanın, insaniyetperverliğin başarısında görüyor. Rusya'nın vaaza ihtiyacı yok (çok vaaz dinledi zaten), dualara da (nice dualar etti şimdiye kadar); ihtiyacı olan şey, asırlar boyunca çamurun ve gübrenin içinde kaybolmuş insan vakarı ve Klise'nin öğretileriyle değil sağduyu ve adaletle uyumlu hak ile hukuk; bu hak ile hukukun mümkün olduğunca sıkı şekilde uygulanması. Lakin Rusya insanın insanı sattığı korkunç bir ülke manzarası sergiliyor; Amerikan tarla sahipleri gibi, Zencilerin insan olmadığını söyleyerek kendilerini kurnazca haklı çıkaramazlar da; bu ülkede insanlar birbirlerine isimleriyle değil, Jack, Tom gibi (Vanka, Steşka, Palaşka) aşağılık takma isimlerle sesleniyor. Nihayet bu ülke manzarasında bir insanın vücudu, şerefi, mülkü için hiçbir garanti bulunmuyor, polis tarafından muhafaza edilen bir düzen de yok; sadece yönetimdeki çeşitli hırsızların, soyguncuların oluşturduğu muazzam kurumlar var. Şu anda Rusya'nın en ivedi güncel sorunları şunlardır: serf sahibi olma hakkının ilgası, bedensel cezanın kaldırılması, en azından zaten mevcut yasaların mümkün olduğunca sıkı şekilde uygulamaya konulması. Hükümet bile, beyaz zencilerimiz için aldığı faydasız, yarım yamalak önlemlerden anlaşıldığı kadarıyla bunu hissediyor (toprak sahiplerinin köylülerine neler ettiğinin ve her yıl kaç köylünün gırtlağının toprak sahipleri tarafından kesildiğinin farkındalar)..'' (Sayfa: 151-152)
*
''..edebiyata, sadece beni ilgilendiren tek bakış açısından yaklaşırım -uzun ömürlü sanat ve bireysel deha açısından. Bu bakış açısıyla Dostoyevski büyük bir yazar değil, hayli vasat bir yazardır.'' (Sayfa: 152)
*
''Dostoyevski sevinçten uçuyordu; İnsancıklar Nekrasov'un dergisinde basıldı. Muazzam bir başarı kazandı. Maalesef bu başarının devamı gelmedi. Dostoyevski'nin yazdığı en iyi şey olan ve elbette İnsancıklar'ı fazlasıyla aşan Öteki (1846) hiç ilgi uyandırmadı. Bu arada Dostoyevski şaşılası bir edebiyatçı kibrine bürünmüş ve naif, kaba, fakat adabımuaşeretten bihaber halleriyle, yeni edindiği arkadaşlarıyla münasebetlerinde kendini aptal yerine koymayı başarmış, nihayet onlarla ilişkilerini tamamıyla bozmuştu. Turgenyev onu, Rus edebiyatının burnundaki yeni bir sivilce olarak nitelendiriyordu.'' (Sayfa: 154)
*
''Edebiyatla uğraşmanın bir yönteminden daha bahsedeceğim; bu en basit ve belki en önemli yöntemdir. Bir kitaptan nefret etseniz bile, nefret ettiğiniz yazardan farklı ve daha iyi bir bakış açısı yahut daha iyi ifade biçimleri tahayyül ederek, yine sanatsal bir haz alabilirsiniz. Siz ödül almış ikinci sınıf bir kitabı, ayağınızı yere vurup inildeyerek okurken, oradaki vasat, sahte, poşlast -bu kelimeyi unutmayın- şeyler, en azından muzır ama çok sağlıklı bir haz almanıza yarayabilir. Ama hoşlandığınız kitapları da ürpererek, soluğunuz kesilerek okumalısınız. ''Pratik bir teklifte bulunacağım. Edebiyat, gerçek edebiyat, kalbe ya da beyne -beyin ki ruhun midesidir- iyi gelecek bir iksir gibi hemen yutulmamalıdır. Edebiyatı kırıp parçalarına ayırmak, iyice bir ezmek gerekir; o zaman edebiyatın güzel kokusu elin ayasında hissedilir, çiğnerken dilin üzerinde yuvarlamak suretiyle tadı çıkarılır. Ancak ve ancak o zaman edebiyatın az bulunur tadı gereğince anlaşılır, kırılıp ufalanmış parçaları beyninizde tekrar bir araya gelip, sizin de kendi kanınızdan bir şeyler kattığınız bir bütünlüğün güzelliğini açığa vurur.'' (Sayfa: 160-161)
*
''..doktorların incelemelerine başvurdum; Dostoyevski'nin karakterlerini zihinsel hastalıklarına göre aşağıdaki gibi sınıflandırmışlar:
*
1. Sara: Dostoyevski'nin karakterleri arasında dikkat çekici dört saralı vardır: Budala'daki Prens Mişkin, Karamazov Kardeşler'deki Smerdyakov, Ecinniler'deki Kirillov ve Ezilenler'deki Nelli. (Sayfa: 163)
*
2. Bunama: (..)
3. İsteri: (..)
4. Psikopatlar (..) (Sayfa: 164-165)
*
DİPNOT: Nabokov'un S. Stephenson Smith ve Andrei Isotoff'tan aldığı ruh hastalıkları tartışması. ''The Abnormal From Within Dostoevsky'' (''Anormallere İçeriden Bakış: Dostoyevski'') (Ekim 1939) (Sayfa: 163-166)
*
''Fare Deliğinden Notlar'' (1864)
*
DİPNOP: Özgün adı ''Zapiski iz podpolya'' olan roman, Türkçeye'de ''Yeraltından Notlar'' adıyla kazandırılmıştır. ''Podpolya'' gerçekten de ''yeraltı'' anlamına geldiği halde, Nabokov'un bu terimi ''fare deliği'' olarak çevirme konusundaki ısrarı ilgi çekicidir. (Sayfa: 171)
*
''Fare-adamımızın ikinci bölümde betimleyeceği hadiseler yirmi sene önceye, 1840'lara aittir. Kendisi o zaman da şimdiki kadar mahzundur ve arkadaşlarından aynı şekilde nefret etmektedir. Kendinden de nefret etmektedir ayrıca. Çevresindekileri küçük düşürme denemelerinden bahseder. Nefret etsin ya da etmesin, kimsenin gözlerinin içine bakamaz. Bunu denemiş -karşısındaki gözlerini kaçırana dek bakabilecek miydi acaba.?- fakat başaramamıştır. Bu onu müthiş şekilde endişelendirir. Korkağın teki olduğunu söyler, fakat çağımızda der, bir şekilde her namuslu adam korkak olmalıdır. Hangi çağda.? 1840'lar mı, 1860'lar mı.? Bu iki dönem tarihsel, siyasi, sosyolojik açıdan, birbirinden muazzam ölçüde farklıdır. 1844'te gericilik, zorbalık çağındayızdır; bu notların tutulduğu 1864 ise kırklı yıllardan farklı olarak değişim, aydınlanma, büyük reformlar çağıdır. Ama güncel göndermelere karşın Dostoyevski'nin dünyası, zihin hastalığının gri dünyasıdır; orada, belki bir askeri üniformanın kesimi dışında hiçbir şey değişemez; bu da bir noktada karşımıza çıkıveren, beklenmedik ölçüde özel bir ayrıntıdır.'' (Sayfa: 177)
*
Tolstoy, Anna Karenin (1877)
*
''İnsanı üzen, onun gerçekle yüz yüze geldiğinde kendi benliğini her zaman tanıyamamış olmasıdır. Şu öyküyü pek severim: Yaşlılığında, kasvetli bir gün, roman yazmaktan vazgeçişinden yıllar sonra, eline rastgele bir kitap almış, ortasından okumaya başlamış, ilgilenmiş, çok hoşlanmış romandan, sonra adına bakayım demiş ve görmüş ki; Anna Karenin, yazan Leo Tolstoy.'' (Sayfa: 202)
*
''Gerçekte ortalama okura çekici gelen, Tolstoy'un yazdığı kurmacaya, bizim zaman duygumuza tıpatıp denk düşen zamansal değerler katabilme yeteneğidir. Bu, dehânın övülesi bir özelliğinden çok, o dehânın fiziki yanına ilişkin esrarengiz bir beceridir. Sevgili okurun, Tolstoy'un son derece keskin durugörüsüne yakıştırmaya hazır olduğu ortalama gerçeklik duygusunu yaratan, yalnızca Tolstoy'a özgü bir zaman dengesidir.'' (Sayfa: 203)
*
Çeviren: Fatih Özgüven-Yiğit Yavuz
*
''İvan İlyiç'in Ölümü'' (1884-1886):
*
''Tolstoy'cu çözümleme şu: İvan kötü bir yaşam geçirdi, kötü bir yaşam da tinin ölümünden başka bir şey olmadığından, İvan yaşayan bir ölümü yaşadı; ölümün ötesinde Tanrı'nın yaşayan ışığı olduğundan, İvan yeni nir Yaşam'a öldü -büyük Y'li bir Yaşam.
Değineceğim ikinci nokta, bu öykünün 1886 Martı'nda, Tolstoy yaklaşık 60 yaşındayken ve yazınsal başyapıtları yazmanın günah olduğuna ilişkin Tolstoycu bir olguyu sapasağlam kurduğu bir devrede yazılmasıdır. Eğer bir şey yazacaksa bunların, orta yaşının büyük günahları Savaş ve Barış ile Anna Karenin'den sonra ancak, halka, köylülere, okul çocuklarına yalın masallar, eğitici dinsel fabller, geleneksel peri masalları ya da benzeri şeyler olabileceği konusunda kesinkes kararlıydı. İvan İlyiç'in Ölümü'nde oraya buraya serpiştirilmiş, bu eğilimi sürdürmeye çalışan gönülsüz girişimler vardır. Öyküde ara ara sözde fabl biçiminin örneklerini bulabiliriz. Ama bütününde sanatçının etkileri devreye girer. Bu öykü Tolstoy'un en sanatsal, en kusursuz ve en yetkin başarısıdır.'' (Sayfa: 320)
*
''Tolstoy'un biçeminin kendine özgü yanlarından biri 'el yordamıyla aranan saltçı' diyeceğim şeydir. Bir düşünceye dalışı, bir duyguyu ya da elle tutulur bir nesneyi betimlerken Tolstoy o düşüncenin, duygunun ya da nesnenin sınırlarını ya da çerçevesini, yeniden-yaratılışından, sunuşundan tümüyle emin oluncaya dek izler.'' (Sayfa: 321)
*
Çeviren: Ayşe Nihal Akbulut
*
ANTON ÇEHOV (1860-1904):
*
''Tüm okurları tapardı ona; bu Rusya'nın tamamı demektir, çünkü hayatının son yıllarında şöhreti çok büyüktü gerçekten. Ancak ve ancak olağanüstü girişkenliği, herkesle samimiyet kurmaya hep hazır bulunması, şarkıcılarla şarkı söyleyip sarhoşlarla sarhoş olması, yüzlerce, binlerce insanın yaşadıklarına, alışkanlıklarına, konuştuklarına ve uğraştıklarına şiddetli bir ilgi duyması sayesindedir ki, ''Çehov'un Hikâyeleri'' diye anılan, 1880'ler ve 1890'ların devasa, ansiklopedik ölçüde ayrıntılı Rus dünyasını yaratabilmişti.'' (Sayfa: 332)
*
''Çehov gibi gerçek bir sanatçıyla Gorki gibi didaktik bir yazar arasında fark vardır; sefil, yarı vahşi, sırrına erilmez Rus köylüsüne biraz sabır ve iyilikle yaklaşmanın meseleyi halledeceğini sanan şu naif ve coşkulu Rus entelektüellerinden biridir Gorki.'' (Sayfa: 333)
*
''Çehov'un dehası neredeyse istemsizce, aç, ne yapacağını bilemeyen, aşağılanmış, kızgın köylülerin Rusya'sındaki en karanlık gerçekleri, başka birçok yazardan, mesela kendi toplumsal fikirlerini boyalı kuklaların resmi geçidi içinde kibirle sergileyen Gorki'den daha fazla ifşa eder. Daha da ileri gidip, Dostoyevski ya da Gorki'yi Çehov'a tercih edenlerin asla Rus edebiyatının ve Rus hayatının temellerini, daha önemlisi evrensel edebiyat sanatının temellerini kavrayamayacağını söyleyeceğim.'' (Sayfa: 341)
*
Çeviren: Yiğit Yavuz
*
MAKSİM GORKİ (1868-1936):
*
''Gorki on yaşında hayatını kazanmak için çalışmaya başladı. Sırasıyla ayakkabı mağazasında çırak, gemide bulaşıkçı, teknik ressamlık stajyeri, bir ikona ressamının çırağı, eskici ve kuş yakalayıcısı oldu. Sonra kitapları keşfedip eline geçen her şeyi okumaya başladı. Başlangıçta ayrım gözetmeden okuyordu, fakat çok geçmeden hakiki edebiyata karşı güzel ve hassas bir algı geliştirdi. Öğrenim görmeyi tutkuyla istiyordu fakat Kazan'a gittikten sonra, üniversiteye kabul edilme şansının bulunmadığını kısa zamanda anladı. Beş parasız olarak bosyaki'ye (Rusçada ayaktakımı anlamına gelir) dahil oldu ve orada, daha sonra şaşkın sermayedarların suratında bomba gibi patlayacak paha biçilmez gözlemler yaptı. (..)
On dokuz yaşında kendini öldürmeyi denedi. Yarası tehlikeliydi ama iyileşti. Cebinde bulunan not şöyle başlıyordu: ''Ölümümden, kalbin diş ağrısını keşfeden Alman şair Heine sorumludur..'' (Sayfa: 394)
*
''Yüzlerce yoksul çocuk için bir Noel partisi tertip etti; işsizler ve evsizler için kütüphanesi, piyanosu olan bir gündüz barınağı açtı; dergilerden kesilmiş resimlerin yapıştırıldığı defterleri köy çocuklarına göndermek için bir hareket başlattı. Ayrıca devrimci çalışmalarda aktif olarak yer almaya başladı. Böylece St. Petersburg'daki gizli bir matbaa için Nijni-Novogrod devrimci grubuna bir teksir makinesi kaçırdı. Bu ciddi bir suçtu. Tutuklanarak hapse tıkıldı. O sıralarda çok hastaydı.'' (Sayfa: 396)
*
''..''Tek silahı konuşma özgürlüğü olan Rusya'nın önde gelen yazarlarından biri, zorba hükümet tarafından, yargılanmaksızın sürgün ediliyor,'' diye yazmıştı Lenin.
Gorki'nin hastalığı -Çehov gibi veremdi o da- mahpusluğu sırasında kötüleşmişti. Tolstoy'un da aralarında bulunduğu dostları hükümete baskı yapıyorlardı. Gorki'nin Kırım'a gitmesine izin verildi.'' (Sayfa: 397)
*
DİPNOT: ''Volga'nın Kıyısından'' kitabından - D. L. Fromberg
*
''Sal Üstünde'' (1895):
*
''Gorki sanatının fakirliğini ve fikir karmaşasını telafi edecek bir şey bulma ihtiyacı hissederek, hep çarpıcı konuların, karşıtlıkların, çatışmaların, şiddetli ve sert şeylerin peşine düştü. Kitap tanıtımcılarının ''güçlü bir öykü'' dedikleri şey hassas okurların dikkatini dağıtarak takdir güçlerinin önüne geçtiği için, Gorki önce Rusya'daki, sonra da yurtdışındaki okurlarının üzerinde güçlü bir egzotik etki bırakmıştı. Zeki insanların, fos ve duygusal bir hikâye olan ''Yirmi Altı Adam ve Bir Kız''ı bir başyapıt olarak nitelediğini duydum. Bu yirmi altı sefil, toplum dışına itilmiş adam, yeraltındaki bir fırında çalışmaktadır. Kaba saba, küfürbaz adamlardır hepsi ve her gün ekmeğini almak için fırına gelen genç kıza adeta tapınmaktadırlar. (..) Bu yeni bir şeymiş gibi görünür, ama yakından inceleyince hikâyenin, duygusal ve melodramatik yazarlık ekolünün en kötü örnekleri kadar geleneksel ve düz olduğu ortaya çıkar.'' (Sayfa: 404)
*
Çeviren: Yiğit Yavuz
*
KİTAP HAKKINDAKİ YORUMUM
*
''Kelebek Koleksiyoncusuna''
*
Rus Edebiyatı Dersleri adı altında, bir anti komünizm propagandası da diyebiliriz bu kitaba. Rus asıllı Amerikalı yazar. Şöyle bir özgeçmişine baktığımızda: * ''1899'da St. Peterburg'da aristokrat bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Annesi Yelena İvanovna iyi eğitimli, babası Vladimir Dmitriyeviç ise entelektüel bilgiye sahip bir avukattı. Yetiştiği aile ortamı ve ailesinin imkanları Nabokov’a iyi eğitim imkanı sağladı. Özel eğitim gördü ve küçük yaşta İngilizce öğrendi. Ekim Devrimi ile birlikte Bolşeviklerin iktidara gelmesi üzerine ailesi ile birlikte 1919 yılında Rusya'dan ayrılarak önce Londra'ya geçti. Öğrenimini Cambridge Üniversitesi, Trinity College'de birincilikle tamamladı. (..) Kendisi gibi "göçmen" kategorisine girenlere karşı acımasız bir dil kullanmıştır. Göçmenlerin hissettiği kaybetmişlik duygusuyla kendisini yazmaya iten duygunun aynı şey olmadığını vurgular ve onların duyduğu nostaljiyle kendi hisleri arasındaki farkı ifade eder. Bu konuda şu ifadeleri kullanır: * "Sovyet diktatörlüğüyle eskiden (en azından 1917'den) beri devam eden kavgamın kaybedilmiş mallarla hiçbir ilgisi yok. Para ve topraklarını ‘çaldıkları’ için ‘Kızıllardan nefret eden’ göçmen tiplerden tam manasıyla iğreniyorum. Bunca senedir hissettiğim nostaljinin sebebi hafızamda orantısız bir şekilde büyüttüğüm, kaybedilmiş çocukluğumdur, kaybedilmiş paralara duyulan özlem değil." der.. Kaynak: Vikipedi * Aptal bir kişinin söylemleri, insanı en fazla güldürür, ancak, kurnaz ve bilgili bir kişiyse konuşan, elbette çok yönlü bakmak gerekir. (Benim adıma) sorun Komünizm karşıtı olması değil, eleştirmesi hiç değil.. Muhtemelen verdiği derslerin kitaplaştırılacağını bilmiyordu. İşin acı tarafı gençlere verdiği bu derslerde kullandığı dil. Ve bunu bilinçsiz yaptığına ya da tarafsız yaptığına inanmamam için yığınla sebep var notlarında. ABD ve Batı'nın ve hattâ Çarlık Rusyasının bile daha özgür olduğunu ifade edip; sorunu Marx, Lenin, Stalin ve dolayısıyla Komünizm üzerinden irdelemesi. Daha doğrusu döndürüp dolaştırıp sözlerini onlarla taçlandırması.!!! * Bir örnek: ''Bir alıntı yapacağım: ''Sanatçının kişiliği özgürce, kısıtlama olmaksızın gelişmelidir. Lakin istediğimiz tek bir şey var: İnancımızın kabul edilmesi.'' Büyük Nazilerden biri olan, Hitler Almanya'sının Kültür Bakanı Dr. Rosenberg böyle demişti. Başka bir alıntı: ''Her sanatçının özgürce yaratma hakkı vardır; fakat biz komünistler, onu planımız çerçevesinde yönlendirmek zorundayız.'' Lenin de böyle demişti. Bunların her ikisi de metinlerden yaptığım alıntılardır; durum bu kadar üzücü olmasaydı, aradaki benzerliğe bakıp eğlenebilirdik.'' (Sayfa: 35) * Nazilerin Üstün Irk tezi ile Lenin'in ''Sınıf Bilinci'' oluşturma çabasını aynı kefede değerlendirmesi. Dünyadaki asıl sorunun tam da ''Sınıf Sorunu'' olduğunun en güzel delillerinden biridir Nabokov. Çünkü sınıfının kalemşörlüğünü çılgınca yapmaktadır.. * Özgürlük yanlısı olarak lanse ettiği Abd'nin ve Avrupa'nın, insanlığın bütün gelişim sürecinde sömürgeleştirdiği ülkelere hiçbir noktada değinmeden -ki, Tom Amca'nın Kulübesi'ni 'bile' eleştirmesi bana çok şey ifade ediyor- doğrudan saldırısını Komünizme yapması, ''Bunca senedir hissettiğim nostaljinin sebebi hafızamda orantısız bir şekilde büyüttüğüm, kaybedilmiş çocukluğumdur, kaybedilmiş paralara duyulan özlem değil." sözlerinin, ne denli iki yüzlü ve kurnazca olduğunu apaçık ortaya koyuyor. * Bir diğer örnek: ''..''Duygusal'' ile ''duyarlı''yı ayırt etmemiz lazım. Duygusal bir boş zamanlarında gayet gaddar olabilir. Oysa duyarlı biri asla zalim değildir. İlerlemeci bir fikirden bahsederken ağlayabilen duygusal Rousseau, öz çocuklarını çeşitli düşkün evlerine dağıtmış ve hiç de içi sızlamamıştır. Duygusal bir ihtiyar kadın, papağanını şımartırken yeğenini zehirleyebilir. Duygusal politikacılar Anneler Günü'nü unutmazken, hasımlarını acımasızca ortadan kaldırabilir. Stalin bebeklere bayılırmış. Lenin operada, bilhassa Traviata'da ağlarmış. Bir asır boyunca yazarlar yoksulların basit hayatını methetmişlerdir, vs. Unutmayın ki duygusallıktan ve bu kapsamda Richardson'dan, Rousseau'dan, Dostoyevski'den bahsederken, aşina olduğumuz duyguların, okurda otomatik olarak geleneksel acıma duygusunu uyandırmak amacıyla sanat dışı biçimde abartılmasını kastediyoruz.'' (Sayfa: 158) * Sadece edebiyat üzerinden kitapları incelemiş olsaydı samimiyetine inanabilirdim. Ama öyle değil.. Tuzu kuru, hayata bir sıfır, galip başlamış, ağzında pipo, elinde onlarca kitapla, entelektüel görünümündeki kurnazların, bu dünyanın asıl sorunu olduğunu düşünüyorum. Cahil kesimin bir şeyleri anlamamasını anlarım. Onlar da ''bilinçli şekilde cahil bırakıldıklarını'' bilselerdi, zaten durum çok daha farklı olurdu. Kendileri ekmek kuyruklarında beklerken, bir kesimin saltanatları içinde ahkâm kestiği bir dünyada, ''NEDEN.?!'' ve ''NE HAKLA.?!'' sorularını sorabilmek için, önce bilmek gerekir.! Dünya tarihine baktığımız zaman, bütün o gösterişli sarayların sefalet içindeki yoksulların sırtlarında yükseldiğini ve içlerinde yaşanan hayatın kıyısından köşesinden o yoksulların geçemediğini görürüz. İşte bunu görememeleri ve o soruları soramamaları için yoksul halkın okumaması ve bilmemesi ve dolayısıyla soruları sorabilecek kadar zihninin gelişmemesi, bu entelektüel (!) takımı için önemlidir. Okusalar bile, tam da Nabokov'un yaptığı gibi, taraflı eğitimi alttan alta gençlere zerk ederek, ''kendileri gibi'' entelektüellerin yetişmesi yegâne amaçları oluyor. Edebiyat âşığı bir insanım. Elimden geldiğince okuyup anlamak gayretindeyim. Konu siyasi mi.? Evet siyasi.! Edebiyat adı altında işlenen bir propaganda. Bu yüzden bu cümleleri sarf etmem gerekliydi.! Gelelim Nabokov'un Rus yazarlarına bakış açısına. Aslında benzer bazı söylemleri Bedrettin Cömert'in Eleştiriye Beş Kala Kitabı'nda da görmüş ve müthiş haz almıştım. Ki, benim için ''en iyi şair'' olan Nâzım'ı bile eleştiriyordu, ondan sonra Nâzım'ı okurken bir de o gözle okumaya başladım. Ve hak verdim. Sorun, Nabokov'un eleştirmesi değil, taraflı olması. Merkeze ''edebiyatı'' almamış olması. Kaldı ki, her ne hikmetse (!) Tolstoy'a gösterdiği ilgi ve övgüyü konu alan sayfalara bayıldım. İlgi ve övgüsünden dolayı değil elbette.. Tam bir edebiyatçı gibi incelenmiş muhteşem bir çalışmaydı. Şu satırları bu notlara alabilmesi de Nabokov gibi bir kişinin ne denli yanlı olduğunu gösteren bir işarettir bana göre: * ''İnsanı üzen, onun gerçekle yüz yüze geldiğinde kendi benliğini her zaman tanıyamamış olmasıdır. Şu öyküyü pek severim: Yaşlılığında, kasvetli bir gün, roman yazmaktan vazgeçişinden yıllar sonra, eline rastgele bir kitap almış, ortasından okumaya başlamış, ilgilenmiş, çok hoşlanmış romandan, sonra adına bakayım demiş ve görmüş ki; Anna Karenin, yazan Leo Tolstoy.'' (Sayfa: 202) * Bu satırlar birebir Dostoyevski veya Gorki için yazılmış olsaydı, Nabokov böylesine övgüyle alır mıydı notlarına diye düşünmekten de alamadım kendimi. İnandırıcılığını sorgulamadan.! * Dostoyevski başta olmak üzere, tüm Rus yazarlarının, aile yaşamlarından, ruhsal rahatsızlıklarına kadar inceleyip, ardından yarattıkları kahramanları birer birer irdelemesi ve bu hastalıklarla bağlar kurmasını okudukça hep şunu düşündüm: Evet, deha olarak nitelendirilen hiçbir insanın normal olmadığını zaten biliyoruz. -''Normal'' kime ve neye göre, bu da tartışılabilir.- Ve elbette, bütün edebiyatçı ve sanatçılar, kendi yaşamlarından damıttıklarıyla o eserleri ortaya çıkarıyorlar. ''Bunun benimle alakası yok, tamamen kurgudur'' gibi bir düşünceye inanmak için saf olmak gerekir. O halde öncesinde okuduğum Nabokov'un Lolita'sını da, bu gözle incelediğimde nasıl bir sonuç çıkar ortaya.? Tam da Nabokov tarzında incelediğimde.?! Bel altı mı oldu.? Eh, bel altına bel altı.! Dostoyevski'nin sosyalistlerle birlikte olduğu dönemde aldığı hapis ve sürgün sıralarında: ''Petro ve Pavel Kalesi'nde yargılanmayı bekledi; kalenin komutanı, atalarımdan General Nabokov'du.'' (Sayfa: 155) söylemiyle de zaten o ''çocukluk acılarının'' nerelere dayandığı anlaşılmayacak gibi değil.! Ayrıca ''Kelebek Koleksiyonu'' yapmak öyle basit bir şey değil. Kibrit kutusu ya da kartpostal koleksiyonuna benzemez. Bu da incelenebilir örneğin.! Ya da ''Vietnam Savaşı''nı desteklediği söylencesi.. Ne ilginç değil mi, bir akademisyenin ''savaş'' çığırtkanlığı yapması.! * Kitaptan faydalandım mı.? Elbette. Ve bundan sonraki Rus Edebiyatı okumalarımda da başvuracağım tekrar. Tam da kendisinin söylediği gibi: * ''Edebiyatla uğraşmanın bir yönteminden daha bahsedeceğim; bu en basit ve belki en önemli yöntemdir. Bir kitaptan nefret etseniz bile, nefret ettiğiniz yazardan farklı ve daha iyi bir bakış açısı yahut daha iyi ifade biçimleri tahayyül ederek, yine sanatsal bir haz alabilirsiniz.'' (Sayfa: 160) Bu cümleleri, elbette üzerinde konuştuğu eserler için sarf etmiş. Eh, şimdi dünya üzerinde Rus Yazarların okunma oranlarına bakıp -ki, o bu okuyucuları ''vasat'' olarak nitelendirse de- insanlığın, çektiği acılara tercüman olan kalemlere ne denli ihtiyacı olduğunu anlamak da, zor olmasa gerek. Nedir, Nabokov ve türevlerini rahatsız eden.?! İnsanların açlığı, yoksulluğu siyasi bir konudur ve bunun edebiyata yansıması, ''edebiyat'' üzerinden değil de ''siyaset'' üzerinden eleştirilirse, ''katmanlı siyasi edebiyat eleştirisidir'' demek de benim hakkımdır.! Sayın ''kelebek koleksiyoncusu.!''.!!!

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...