17 Kasım 2021 Çarşamba

Vedat Türkali - Güven 1

BİRİNCİ KİYAP
*
Savaş Yılları

 ''Kim yazarsa yazsın; suç mu Bağımsızlık Savaşı şiiri yazmak.? Suç olmayan ne var bu ülkede.? Niye yıllardır cezaevinde Nâzım.? Şiir yazdığından mı.? Komünist olduğundan. Ozanlığı ile Komünistliğini nasıl ayırırsın Nâzım'ın.? Bir Harbiye Davası, bir Donanma Davası, otuz yıl.. Kızgınlıkla karışık önleyemediği bir ürperti gezindi içinde. Daktiloyla ince kâğıtlara yazılıp çoğaltılmış İstiklal Savaşı Destanı onlardaydı birkaç haftadır. Refik getirmişti, bugün de alacaktı. Üstünde Nâzım'ın şiirleriyle yakalanmak hiç de öyle küçümsenecek olay değildi. Daha yayımlanmamış, gizli.  Anasını ağlatırlar adamın.'' (Sayfa: 10)


''Göz, hasmını tanır.'' (Sayfa: 13)


''Mallarına bile saygı duymak zorundasın burjuvaların.! Burjuva mı bunlar.? ''Finans kapitale satılmış ulusal kahramanlarımız bunlar monşer.'' (..) Monşer, finans kapital.. Aynı soydan olmalarına karşın şu iki sözcük bile uymuyor birbirine.'' (Sayfa: 15)


''Açlığı tanımak için acıkmak yetmiyor. Sen biliyor musun.? Ötesi, tüm yoksulluğu biliyorum, bir süre açlık ne ki onun yanında.! Bir çocuğun en doğal gereksinimlerini umutsuz özleme çeviren beş parasızlığı kim benden daha acı yaşamıştır.? İlaçsız, doktorsuz kişiler arasında kıvranıp durmanın ağırlığını iliklerimde duydum, insanı aşağılayan bir umarsızlıkla, hem de bomboş bekleyişler içinde.'' (Sayfa: 15-16)


''Nâzım Hikmet'ten söz ediyorlar ikide bir, büyük ozan diye.. Komünistmiş o da.! Atatürk çağırmış bir gün, ''Gelsin, bir şiir okusun'' demiş. ''Ben okur Efdalya Hanım değilim'' demiş, gitmemiş Nâzım Hikmet. Atatürk de ''İşte insan bu'' demiş yöresindekilere, ''siz değil.''..'' (Sayfa: 50-51)


''Yaptığı işin üstesinden gelmeli devrimci. Hem de elinden geliyorsa en iyisini yapmalı. Küçümsemeden. Üniversitede öğrenci olmak, hele bizim ülkede az şey mi.? İyi öğrenciler olmanızın devrimciliğe ne zararı var.'' (Sayfa: 66)

*****

''Beşiktaş tramvay durağına doğru yürürken fırının önüne birikmiş kalabalığa baktı; ekmek çıkmasını bekliyorlardı. Karneyle alacakları kapkara, üç yüz gram ekmek içindi bu sessiz, sabırlı bekleyiş. Ekmekleri için katlanmasını biliyor insanlar. İçinde umudu taşıyordu aslında bu ağızsız, dilsiz, sıkıntılı görünüm. Hem de, günü geldi mi nasıl olsa patlayacak olan devrim umudunu.'' (Sayfa: 80)


''Nâzım'ı tanıdım, Doktor Hikmet'i, Hasan Ali Ediz'i.. Tutturmuşlar bir Nâzım muhalefeti. Nedir, ne değildir demeden, Harbiye tutuklaması, ardından Donanma.. Alıp götürdüler iki Hikmet'i de. Hasan Ali'ler kaçacak delik arıyor. Bize de sinmek düştü. İçkiye o zaman alıştım. Reşat Fuat'la da içki masasında tanıştık. İyi içer o da. Doktor Hikmet ağzına koymazdı. Devrimcinin gövdesi vakıf olmalıdır, kendi mülkü değildir; koruyacaksın onu.! Sık sık dediği buydu onun. Doktorluğundan mı derdi, devrimciliğinden mi, bilmem. Yoksa ölçüsüzlüğünden mi.? Bazı düşünürüm de, sızı duyarım içimde. Bize zorla hain dedirttiler Nâzım için. En çok da bu Hasan Ali Ediz. Hain bir parti düşmanıymış Nâzım.! Dedik biz de.! Partili olmuşuz, ne yapacağız başka.? Düşünüyorum bugün de, kim hain.? Hain olmayan kim.? Koyun belli değil, kurt belli değil diyor ya ozan. Bize hain dedirttiler, şimdi de Reşat Fuat, Parti'nin genel sekreteri biliyorsun. Dinamo Nâzım'dan büyük ozandır diyenleri azarlayıp paylıyor. Kendi anlattı; Suphi Taşhan'ı bir haşlamış; ''Bu saçmalıkları sürdürürseniz Küllük Kahvesi'nin dibine batar kalırsınız; partiyi martiyi görmezsiniz. Parti Nâzım'ı tutuyor bugün'' demiş.'' (Sayfa: 131-132)

*
''Kimileri yakınlarını, en son görürmüş, gözü açılsa da. Sevdiklerine uzun süre toz kondurmak istemezmiş. Bilincin epey gelişmesi gerekirmiş, oraya varması için.'' (Sayfa: 135)

''Daha savunduğumuz ideolojiyi bile bilmiyoruz doğru dürüst. Ne okuduk Marks'tan.? Engels'ten.? Lenin'den.? Temel kitapları diyorum. Yanlış yorumlama sakın. Kuşkum filan yok tuttuğumuz yolun doğruluğundan. Ama yeter mi bu kadarı.? Bir iş yaptığımız yok, çeviri yapsak ya bari. Yok, yasakmış.! Nâzım'ın şiirleri de yasak, okunuyor işte, pek iyi. Korkaklık iyice beceriksiz etmiş; diyorum ya, midem bulanıyor benim artık bu boşluktan. Fakültesinin de içine. Bırakmayı bile geçiriyorum bazı. Yapmacık her şeyimiz. Halide Hanım'ın doğru dürüst bilmediği İngiliz edebiyatını ben öğreneceğim de başım göğe erecek.! Her şey iğreti bu ülkede. Minik bir sürü karınca, balon üstünde geziniyor.'' (Sayfa: 141)

*

''Halk çok acı çekiyor. Pahalılık canavar gibi. Doğanın eli açık, yoksa neylerdi yoksullar.? Balık bol, sebze bol. Kuzu gibi toriği bizim işyerinin önünden sürüyüp götürüyordu adam. İyi-kötü işi varsa karnını doyurabiliyor. O doğa, kavgayı da soğutup geciktiriyor ama. İş bulmak kolay mı.? Balığın ucuzluğu ondan. Pekmeziyle, bulguruyla, tarhanasıyla yuvarlanıp gidiyor ülke. Bizim atölyede bile çalışanların çoğunun yeygileri köyden geliyor. Gel de sınıf kavgasını anlat. En güç değişen kafa, kentteki köylü kafası.'' (Sayfa: 199)

*

''Kendimizi eleştirme gücümüz körelirse, neyimiz kalır.? Felsefemiz olmamış, ordan geliyor kafamızdaki darlık. Saplantıdan kurtulmanın yolu, kuşku; eleştiri de ilk adımı onun.'' (Sayfa: 203)
*
''Her türden tuzaklarla, boğulup gideceğin kuyularla doluydu yollar. Bir matbaa odasında, eski koltuk üstünde, yoksul, yapayalnız ölüp giden Şinasi'yi, Tanzimat'ın yenilik öncüsü Şinasi Efendisi'ni düşünürdü. O dönemler kapanıp gitti sanıyoruz. Nâzımlara matbaa odasını bile çok gördüler, zindanda öldürüyorlar. Ne güç iş insanlara yeni şey öğretmek bu ülkede.'' (Sayfa: 204)
*
''Geçmişte iyi şeyler bulup çıkaracaksın (var, olmaz olur mu.?), günlük kavganı yürüteceksin o mutlulukla.! Itrî'yi de dinleyeceksin, Bach'ı da. Marks'ı da bileceksin, Bedrettin'i de. Nâzım'ın şiiri olmasa nerden bilecektik Bedrettin'i.? Niye yalan söyleyeyim, adını bile duymamıştım. Başka nelerimiz var, kim bilir.?'' (Sayfa: 209)

İKİNCİ KİTAP
*
Kara Duvarın Gölgesinde
*
''Kıskanmasında bile bir dostluk, bir sıcaklık var bu oğlanın; arkadaş sevgisi var. Yüceltip onurlandırıyor insanı. Çoğun sertçe kapışmaları, kendine en yakın bulduğu kişi olmasına gölge düşürmemişti hiç.'' (Sayfa: 267) * ''Almanlar Kafkasya'ya inmişlerdi. Türkiye'nin tüm faşistleri sevinç içindeydiler. Peyami Safa ''Kaf Dağı'nda Bayrak'' adlı bir yazıyla kutluyordu olayı. Stalingrad'a dayanmış Almanlar, işin bittiğini yayıyorlardı.'' (Sayfa: 270)
*
''Dimitrov'un bir sözü var. Anahtar söz: Bir komünistin diyor, ne biçim komünist olduğunun tek ölçüsü bugün, Sovyetler Birliği'ne karşı tutumudur.'' (Sayfa: 274)
*
''Ne diyordu Lenin, yalnız sindirim saatlerinde değil tüm yaşamının her ânında düşüneceksin devrimi.'' (Sayfa: 283)
*
''- Beni seviyor musun.? dedi.
- Çok.. Sen.?
Bu kız niye hep böyle kısa kısa konuşur.?
- Çok çok çok seviyorum. Büyük kavgamı sevdiğim gibi seviyorum seni.'' (Sayfa: 284)
*
''Devrimciler için kavga günleri arife günleridir Hocam.! Bayram bizim sokağımıza da gelecek.'' (Sayfa: 306)
*
''Kişiler kim olursa olsunlar kendilerini kuşatmış toplum yargılarının elverdiğinden öte, kanatlanıp uçamıyorlardı kolay kolay.'' (Sayfa: 334)


''Nâzım'ın ''Çar'a dokunma.!'' öyküsü hiç çıkmazdı aklından. Eski Bolşeviklerden biri anlatmış: Çarlık döneminde bir bölgede tutuklayıp jandarmalara vermişler bunu, ille götürecekler. Jandarmalar mujik. Yolda acıyorlar buna. Sıkı emir var; elinde kelepçe, ayağında zincir. Ne yaptı da böyle davranıyorlar bu okumuş adama.? ''Ben,'' diyor adam, ''kasabanın ileri gelen hükümet memurlarına hırsız dedim,'' diyor. ''Doğru demişsin,'' diyor mujikler. ''Hepimiz biliyoruz hırsızlıklarını.!'' ellerindeki zincirleri gevşetiyorlar biraz, acıyarak. Ertesi gün gene duruyorlar üstünde, onlara hırsız demekle başa gelmez bunlar. Bolşevik diyor ki, ''Vali de hırsız,'' dedim. Başlarında da bakanlar, nazırlar var bunların, hepsi hırsız.'' ''O da doğru,'' diyorlar. Ayaklarını da gevşetiyorlar biraz. Epey bir zaman sonra gene yokluyor jandarmalar. ''Hükümetin hırsızlığını bilmeyen mi var.? Sana nasıl kıydılar.?'' deyince, Bolşevik, ''Bakın,'' diyor, ''O hırsızları biliyorsunuz ya, hepsinin başında da Çar var,'' diyor. ''Onu söyledim ben.!'' Jandarmalar fırlıyor, ''Hah,'' diyorlar, ''Şimdi anladık senin ne namussuz herif olduğunu. Kutsal Çar babamıza söversin ha.!'' Bütün zincirleri eskisinden daha ağır biçimde sıkıyorlar. ''Ülkene gidiyorsun Nâzım'' demiş eski Bolşevik. ''Sakın Çar'a dokunma.!''..'' (Sayfa: 423)


''- Halk acınacak koşullar içinde. Savaş var deyip uyutuyorlar milleti. Hele şu son bir yıldır soygun, vurgun gırla. Halk perişan. Ama örgütsüz. Hırsızlarla ortaklarının eline kalmış ülke. Aydınlar dersen, herkes kendi dümeninde. Zaten aydın denecek kaç kişi var ya..'' (Sayfa: 451)
*
''Gelen sıkıp duruyor mengeneyi. Böyle batırdılar bizi; hep de ''kurtarıyoruz'' diye diye.'' (Sayfa: 461)


''Size şu kadarını söyleyeceğim; gazeteci hiçbir gün, korkusuzca, şöyle bir oh demedi bu ülkede.'' (Sayfa: 463)
*
''- Bakın Sahir Bey, dedi. Benim bir ortağım vardı, Allah rahmet eylesin, Şükrü Bey. Atatürk'ün hastalık günleri.. Bir yazı çıktı gazetede, Ata'nın sağlık durumuyla ilgili. Ertesi günü, bir telefon; Ankara'ya çağırdılar Şükrü Bey'i. Kalkıp gitti rahmetli. Güpegündüz, elektrikle aydınlatılan karanlık bir odaya almışlar; tam üç saat sorgu. Ne maksatla yazıldı bu yazı.? Sordukları bu.! Ağır sözler edip ağır bir gözdağıyla da bırakmışlar sonunda. Bir ay sonra inme indi sağ yanına Şükrü Bey'in. Bir yıl sonra da öldü..'' (Sayfa: 464)

''Okumak, kitaplara sığınmak yetmiyordu artık. Çözüm getirmiyor, bir ışıklı yol açmıyor, birkaç adım olsun attırmıyorsa, ne yararı var o yaptığın işin.? Kitapların aydınlığı saklı kalmamalıydı içinde.'' (Sayfa: 466)
*
ÜÇÜNCÜ KİTAP
*
Daldaki Kiraz
*
''Ağzı süt kokan bir kız olarak değil, ayırıp değerlendirmesini bilerek onu seçmiş olmasının üstünlüğünü nasıl göremiyordu, öyle büyük savlarla ortaya çıkan biri.'' (Sayfa: 503)


''Toprağın altına sinmiş tohum gibi yapayalnız yaşamasını bileceksin böyle bir dünyada, çürümeden.'' (Sayfa: 553)


''- Para almam ben, dedi.
Adamın bir şey demesine kalmadan,
- Para kazanmak için başka iş bulurdum kendime, dedi.
Karanlık sokakta dönüp baktı Mihail,
- O zaman da para kazanmak için iş yapmış olurdunuz efendim, dedi. Komünist olmazdınız.!'' (Sayfa: 556)

''- ..Baksana şuraya: Adam Kürt, Kürt'üm demeye korkuyor.
Kötü bozulmuştu, taş gibi bakıp duruyordu Nedret. Veysel ne diyeceğini bilmeden sallanıp kımıldadı bir iki,
- Korkmuyorum Hocam da, dedi, çekingen bir sesle, yani ben şoven değilim.
- Türk'üm deyince olmuyorsun da, Kürt'üm deyince şoven oluyorsun öyle mi.? Terslik yok mu burda.?'' (Sayfa: 571)
*
''..o gece, yemekte karşı çıkmıştı Doktor Nurettin'e; ama belki de doğruydu adamın dedikleri. Binlerce, on binlerce köylü; kadın, erkek, çoluk, çocuk ya makineliyle taranmış ya da süngülenip Murat suyuna atılmış. Subaylardan bile delirenler olmuş dayanamayıp. Tam bir canavarlık Dersim'de.'' (Sayfa: 572)


''Nâzım, o günler edebiyat alanında parlamış yıldız Türkiye'de; komünizmin de simgesi olmuş. Özellikle aydınlar, öğretmen, avukat, doktor, mühendis gençler arasında, kimi bürokrat katlarda bile, geniş hayran yığını var.! Asıl önemlisi de komünizme yakınlık duyan işçiler, emekçiler arasında taparcasına seviliyor. Ayakkabıcısı, marangozu, demircisi akşam oldu mu, usta topluyor tezgâhın başına çırağı, kalfayı; bir şişe de rakı açıp başlıyorlar Nâzım'dan şiirler okumaya.! Ben de kendimden geçiyorum o günler Nâzım şiirlerini okurken; Bahri Hazer, Salkımsöğüt, Piyer Loti, Berkley, Emperyalizm. Nasıl geçmeyelim; edebiyatta ilk kez bizim sesimiz bu şiirlerle çıkıyor ortaya, adam yerine konuyor işçi.! Tarihsel maddeciliği, devrimi anlatıyor bizlere.! Çoğu bugün de belleğimdedir. ''Şarktan geliyorum - Şarkın dertlerini haykıraraktan geliyorum,'' diyen bir şiiri vardır. Komintern'in 25 Plenium'da, Lenin'in önceki tezlerine dayanarak devrimci atılımın Doğu'ya kaydığını bildiren kararlarını anımsatıyor.! Hep bir şey öğretiyor bize yani.! KUTV'da, Doğu İşçileri Komünist Üniversitesi'nde çevirmenlik yaptı Moskova'da Nâzım. Doktor'la, özellikle de Baytar Cevdet'le ilk çalışmaları da orda başlamış, başıboş ozan tavrı, parti disiplinine ters görülüyor. Bir de, o günlerin aydınlarını çok etkilemiş olan Troçki'yi seviyor; o da süzme aydın çünkü. Ama Troçkist değilim, diyor Nâzım.'' (Sayfa: 625-626)
*
''Bir kadını sever insan.! Ona da kavuşamaz çoğu kez.!'' (Sayfa: 661)
*
''Dini, imanı da bu, aşkı da. Kimseye düşmanlığa kalkışma boşuna.! Parayı sen de seviyorsun çünkü.'' (Sayfa: 664)
*
''Bir Köy enstitüleri çıkardılar İnönü'yü kandırıp, komünist yuvası diyorlar onlar için de. Batıracaklar devleti.!'' (Sayfa: 729)
*
''- Valla anlamıyorum, ayıp değil ya, dedi. Hepimiz biliyoruz, isteseydin bakandın. Ne bileyim, genel müdürdün, müsteşardın belki.. Yani, bu olmayacak yolu tutup da, böyle..
Gerisini Reşat'a bırakmış gibi, kesti sözünü.
- Ben, fukara halkımın yanında olmaktan mutluyum, dedi Reşat Fuat sessizliği pek uzatmadan.
Birden doğruldu Sait, patlamış gibi yüksek perdeden bir sesle,
- Biz de o fukara ulus için çalışıyoruz Reşat Bey, biz de, dedi. Bu fukara ulusu Atatürk kurtardı. O yoldayız biz de.
Bu coşkulu sözlere alaylı bir gülümseme oldu ''Reşat Bey''in ilk yanıtı. Aynı güvenli ağırlıkla aldı yavaşça,
- Verilen emirleri yerine getirmekle yükümlü biri olarak şuraya oturtulmuş görevlisiniz siz, dedi. Soyulan halkın yararına olan önerilere niye karşı çıkıyorlar, sorsanıza yukarıya, fukara ulus için çalışıyorsanız. Kaç kez önerildi bu onlara; neden yanaşmıyorlar.?
Beklemediği bir engele çarpmış gibi duraladı Sait; Galip'e baktı, ''Görüyor musun.?'' gibisine. Reşat'a kızmasına karşın, Sait'in şaşkın bakışına gülecek oldu Galip. Versene yanıtını herifin, geri zekâlı, ne bakıyorsun bana.?
- Neymiş o öneriler.?
- Gördünüz yazdıklarımızı. Halkın acılarını biraz olsun dindirmek için düşünülmüş önlemler hepsi de. Hırsızlık, vurgun, talan, karaborsa önlesin, halk soluk alsın biraz. Halkın demokratik hakları tanınsın. Ülkede..
Sözü böldü Sait,
- Moskof'la birlik olalım; Bolşevik gelsin kurtulalım.! Acımız böyle dinecek.!
Sait'in kızgınlıkla giriştiği alaylı saldırganlığı sessiz karşıladı Reşat Fuat. Kuru, soğuk bir sesle,
- O yazılanları okuyup da böyle anlamışsanız, neyi anlatabilirim ben size.? dedi.''
(..)
''- Niye bırakmadın, konuşsun.?
Duraladı Sait; ciddi mi söylüyor gibi baktı bir,
- Konuşulmaz bunlarla oğlum, dedi. Valla şeytanı bile kandırır.
Tutamayıp güldü Galip. Bizi de kandıracağından korktun demek.!
- Askeri yargıç dalga geçiyor geçende: Yahu bunların ağzından bal akıyor. Okuyun şu yazıları.! Biz niye bunların yanına geçmiyoruz Sait Bey.? diyor.! Şaka maka kandırır insanı bunlar.!'' (Sayfa: 743)

15 Kasım 2021 Pazartesi

Binbir Gece Masalları Cilt 4/2, Fransızcaya Çeviren: Joseph Charles Mardrus, Fransızcadan Çeviren: Âlim Şerif Onaran

 

ON BEŞİNCİ KİTAP:

*

Şehzade Elmas'ın Harika Öyküsü:

*

''..yüreğimin kabuğundan dökülecek olan sözleri dinle, onları topla ve giysinin eteğine koy.!'' (Sayfa: 403)

*

''Aşk varlığını sezdirmeden kulağımdan geçerek içime sızdı;

Ve bilinmeyen sevgili ile yüreğim arasında ne olup bittiğini anlayamadım.'' (Sayfa: 405)

*

''..kuşkuları yüreğimin çekmecesinde sakladım ve suskunun kilidini dilimin kapısına taktım.'' (Sayfa: 436)

*

''Ve bu öyküyü çok büyük bir dikkatle dinleyen Şah Şehriyar ''Ey bal ağızlı, sana övgüler olsun.! Sen bana acı kaygılarımı unutturdun.! diyerek Şehrazad'a ilk kez teşekkür etmiş.'' (Sayfa: 447)


Özdeyişler ve Nükteler Ustasından Bazı Latifeler ve Nükteler:

*

Cûha: (Mısır, Suudi Arabistan ve Yemen'de Gûha) ya da Cûhi: Nuh Duceyn bin Sabit (Haris) ya da Abdullah olarak da bilinir. İslam dünyasının Nasrettin Hoca'sı. Eski İslam kaynaklarında yüz yıl yaşadığı, Kûfe'de öldüğü belirtilir. Adına ilk kez Câhizî'nin IX. yüzyılın başlarında yazdığı Risale fi'ş-Hakameyn adlı yapıtında rastlanır. Fıkraları Nasrettin Hoca'nınkilerle sık sık karşılaştırılır. (Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi. (A.Ş.O)

*

Günün birinde, dostları ona ''Ey Cûha, yaşamını avarelik içinde geçirmekten ve elinin on parmağını sadece ağzına yiyecek doldurmak için kullanmaktan utanmıyor musun.? Ve de artık bu serseri hayatı bırakıp herkesin yaşamına uygun şekilde yaşamanın zamanı geldiğini düşünmüyor musun.?'' demişler. Onların bu sorularına Cûha hiç yanıt vermemiş. Ama günün birinde, kendisini göklerde yücelere uçurmaya yatkın şahane kanatlarla donanmış ve kuşlara dehşet veren harika bir gagası ve iki zambak sakına benzer ayakları olan büyücek ve güzel bir leylek yakalamış. Onu yakalayınca da kendisine sitemde bulunanlarla birlikte eline bir bıçak alarak taraçasına çıkmış ve leyleğin muhteşem kanatlarını, harika gagasını ve incecik olan güzelim bacaklarını kesmiş ve onu havaya fırlatarak ''Uç, uç bakalım.!'' diye haykırmış Dostları buna çok kızarak kendisine ''Allah belanı versin, ey Cûha.! Neden bu çılgınlığı yaptın.?'' diye haykırmışlar. O da ''Bu leylek, öteki kuşlara benzemediği için canımı sıkıyor ve bakışımı incitiyordu. Ama ben onu şimdi herkese benzer yaptım'' diye yanıt vermiş.'' (Sayfa: 448-449)

Kuşların Başkanı Genç Kızın Öyküsü:

*

''İç çek, ey sabah, ta ki bu iç çekmelerden biri dalgalanarak sevgilinin toprağına yol alsın.'' (Sayfa: 465)

*

''Daha nice zaman, ey zalim, yaramı alaya alacaksın.? Yüce Tanrı, şu koskoca yeryüzünde, senin alaylarının mızrağına hedef olarak benden başkasını yaratmış mıdır acaba.?'' (Sayfa: 469)


''Euklides'in kendisi, benim peteğimin hendesesine hayran olarak bilgilenmiştir.'' (Sayfa: 495)

*

''Aşk, ağır olanı yeğniler. Anladıysan beri gel, anlamadıysan olduğun yerde kal.'' (Sayfa: 496)

*

''Şah Şehriyar, Şehrazad'ın bu öyküsüne, özellikle çiçeklerin ve başta Hüthüt Kuşu'nun ve karganınkiler olmak üzere kuşların şarkılarına hayranlığın sınırında hayran olmuş. İçinden ''Vallahi.! Vezirimin bu kızı benim için büyük bir lütuf oldu. Onun erdemlerini ve niteliklerini taşıyan birisi ölmeye layık değildir. Onun hakkında kesin bir karara varmadan önce, bir süre daha düşünmem gerek. Ve sonra.! Belki de onun hâlâ bana anlatacağı kim bilir daha ne harika öyküleri vardır.!'' diye düşünmüş. Ve ruhunda o güne kadar duymadığı bir coşkunluk duymuş; öyle ki, ansızın Şehrazad'ı yüreğine bastırmaktan kendini alamamış..'' (Sayfa: 505)

Sekizinci Kolluk Amirinin Öyküsü:


''..''İşte dövüşçü karşında.! Kim gelip dövüşecek onunla.?'' diye haykırmış. Genç kız da, herkesin önünde gelip avlunun ortasında halının üzerinde oğlanın karşısında yer almış. O da hemen ''Bizimle birlikte Kaf Dağı'nın tepesine uç.!'' diyerek halıya değneğiyle vurmuş. Halı da herkesin şaşkınlığı içinde, göklere doğru yükselmiş, göz açıp kapayasıya kadar bir zaman bile geçmeden, onları Kaf Dağı'nın tepesine kondurmuş.'' (Sayfa: 563)

ON ALTINCI KİTAP

Deniz Gülü İle Çinli Genç Kızın Öyküsü:


''Bu bahçeden kan ağlayan laleler gibi, aşkın yarasını yüreğimde taşıyarak ayrılıyorum.

Bahtsız o kişidir ki, dünya bahçesinden, urbasının eteğinde hiçbir çiçek taşımaksızın çıkar gider. (Sayfa: 594)

*****

''Şehriyar da ''Yoksa benim zevkimden kuşku mu duymaktasın, ey Şehrazad.! Ben acaba senin sözlerin kulaklarıma akmadan ve gözlerim seni görmeden herhangi bir geceyi geçirebilir miyim.?'' demiş.'' (Sayfa: 605)

Bilgiye ve Tarihe Açılan Pencereler:

*

''Konuş ve ruhunda ne varsa boşalt ki, dinleyenin kulağı bunlarla beslensin.! Kim bilgiyi elde etmişse, büyük bir servet edinmiştir. Ve Nasip Dağıtıcı, isteyene bilgi verir ve zekâ da onun buyruğuyla var olur; ama insanoğulları arasında ancak küçük bir miktarı ruhsal verilere sahip olur.''

*

''Bakışlarımızı bilgiye ve tarihe açılan pencereden dışarı çevirerek yöremizi gözlemleyelim.! Ve oradan eski yüzlerin harika geçişini izleyelim; böylece, bu geçiş dolayısıyla ruhumuz aydınlansın ve ışık içinde yetkinliğe doğru yol alsın.!'' (Sayfa: 646)

14 Kasım 2021 Pazar

Fırat Cewerî - Karadeniz Dalgaları, Kürtçeden Çeviren: Musa Bêjevan


 Arka Kapak:

*
İsveç Yazarlar Birliği tarafından, 1994 yılında Karadeniz'e kıyısı olan ülkelere gemiyle bir gezi düzenlendi. Bu geziye otuz ülkeden, dört yüz yazar katıldı. Fırat Cewerî de, diğer iki Kürt yazar, Mehmed Uzun ve Ordîxanê Celîl'le beraber bu geziye katıldı. Dünyaca tanınmış pek çok yazarla beraber; Türkiye'den Orhan Pamuk, Can Yücel, Mario Levi, Vedat Türkali, Arif Damar, Bekir Yıldız ve birçok yazar daha bu geziye katıldı. Cewerî, dünya edebiyatı tarihinde özel bir yere sahip olan bu geziyi günü gününe kaleme aldı. Sahip olduğu roman tekniğini ve şiirsel üslubunu bu gezi yazısına katmış olan Cewerî; gezilen ülkelerin siyasi tarihiyle beraber kültürel zenginliklerini, geziye katılan yazarların görüş ve düşüncelerini, gezi esnasında yapılan sohbet ve tartışmalarla beraber dönemin siyasi atmosferini kaleme almıştır.

13 Kasım 1994
*
''Atina'da ayrı ülkelerden gelen dört yüz yazarla bir araya gelerek, bir gemiye binip Karadeniz'e kıyısı olan ülkeleri gezecektik. Bu gezinin amacı dünyanın farklı ülkelerinden bir araya gelen yazarların birbirini tanıması ve dünyada sürekli artan baskıcı düzene karşı gelip tek nefes olmaktı.'' (Sayfa: 9)
*
''Peter Curman, söze dostça başlayarak herkese, hoş geldiniz, dedi ve sözlerini şöyle sürdürdü: ''Hepimiz Avrupa'nın bir parçasıyız. Bizler hiçbir ülkenin konsolosu değiliz. Bizler, bağımsız yazarlarız ve yalnız kendimizden sorumluyuz. Bizler, bu geminin yazarlarıyız. Bundan beş sene önce çoğumuzun yaşadığı ülkeler, bizim için sadece bir isimden ibaretti. Estonya, Polonya, Ukrayna, Bulgaristan..'' Curman, bu ülkelerin ismini sayarken aynı zamanda bu ülkelerden gelen yazar delegasyonlarının başkanlarını da tanıtıyordu. Ukrayna'dan otuz yazar katılmıştı. Ukrayna'nın delegasyon başkanı Yury Pokalchuk'tu. Yury, yazardan çok bir rock grubu şarkıcısına benziyordu. Uzun ve kıvırcık saçları, beline kadar iniyordu. Tanıtım esnasında Yury, İngilizce'yle şu cümleyi kurdu: ''Her şey Vikinglerin Argos gemisiyle başladı.'' Bu sözleri İsveçlileri çok memnun etti.'' (Sayfa: 17)


''Kalacağım kamarayı Ordîxanê Celîl'e göstermek için aşağıya indik. Neredeyse bütün Türk yazarlar oradaydı. Sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Ben de espri olsun diye: ''Köylerimizi yakmanız yetmiyormuş gibi şimdi de kamaramı mı yakacaksınız.?'' dedim. Hepimiz gülüştük ve oturmamız için bize yer verdiler. Can Yücel'le ilk defa burada karşılaştım. Uzun ve beyaz sakalı, sigaradan sararmış beyaz bıyıkları ve uzun saçlarıyla evrensel bir şair gibi duruyordu. Bir şeyler söyledi fakat ne dediğini anlayamadım. Dili zar zor dönebiliyordu. Elindeki votka kadehiyle dediğini anlayamadığımı tahmin etmiş olacak ki tekrar etti. Kürtlerin de bu gezide bulunması iyi olmuş, dedi. Kendisine Musa Anter'in anısı için yazmış olduğu bir şiiri Kürtçeye çevirip ''Nûdem''in dördüncü sayısında yayımladığımı söyledim. Kendisi buna çok sevindi. Ben de derginin o sayısını çantamdan çıkarıp o şiiri okudum. Musa Anter'in büyük bir insan olduğunu, Kürtlerin ve Türklerin kardeşliği için iyi bir sembol olduğunu söyledi. Sözlerine şöyle devam etti: ''İyi insanları etkisiz hale getirmek konusunda bizim üstümüze yok.''..'' (Sayfa: 18)

15 Kasım 1994:
*
''Güverteden içeriye dönüp bir kahve alarak cam kenarına oturdum. Orhan Pamuk, yanıma gelerek selam verdi. Cebindeki sigara paketini çıkarıp bir sigara yaktı. Türkiye'deki siyasi ve toplumsal yaşam ile günümüz Türk edebiyatı hakkında kendisine sorular sorarak sohbet etmeye başladık. Orhan Pamuk hem Türkiye'deki siyasi ve toplumsal yaşamdan hem de kimsenin Türkiye'de kitap okumamasından yakındı. Üstelik yayımlanan son kitabı ''Yeni Hayat'' Türkiye şartlarına göre epey satmıştı. Pamuk, bu okuyucu sayısının bir garantisi olmadığını söyledi. Ayrıca Türkiye'deki Kürt ve Türk yazarların bir araya gelip bir komite kurarak ülkedeki demokratik yaşam şartlarını oluşturmaya yönelik bir çalışma yapmak istediğini söyledi. Ben de bu fikrini çok önemli ve yerinde buldum. Daha sonra iletişime geçmek için birbirimizin adresini aldık.'' (Sayfa: 21)


''Şiirlerin okunması, sohbetler, kimlikler ve diller üzerine yapılan tartışmalardan sonra delegasyon sorumluları; düşünce özgürlüğü, özgür basın, tutuklu şair ve yazar için özgürlük adıyla bir bildiri yazdılar. Bu bildiri, gemideki bütün delegasyon sorumluları tarafından imzalanarak faks yoluyla Amerika, Almanya, Fransa, Bulgaristan, Finlandiya, Danimarka, Estonya, Gürcistan, Yunanistan, İzlanda, Polonya, İsrail, Romanya, Türkiye, Portekiz, İsveç, İsviçre, Rusya, Sırbistan ve Ukrayna devlet başkanlarına gönderildi.
İngilizce kaleme alınan bildiride şunlar yazılıydı: ''Sizden, insan haklarına karşı saygılı olmanızı rica ediyoruz. İnsanlara, konuşma ve düşünce özgürlüğü tanıyınız. Ayrıca bu hakları elinden alınarak düşünce özgürlüğü suçlarından tutuklu olanları serbest bırakınız.'' (Sayfa: 23)

Bulgaristan - Varna:
*
''Gemimiz, hangi ülkenin karasularından geçerse veya rotasını hangi ülkeye çevirmişse, o ülkenin şairleri kendi anadilleriyle şiir okuyup edebiyatlarını tanıtıyorlardı. Bulgarlardan sonra sıra Türklere gelmişti. Türk şairler şiir okuyacaklardı. Katalogda ismi geçen Türkler şunlardı: Yaşar Kemal, Can Yücel, Ataol Behramoğlu, Cengiz Bektaş, Alpay Kabacali, Suat Karatay, Şükran Kurdakul, Mario Moris Levi, Sezer Duru, Herkül Milas, Orhan Pamuk, Feridun Andaç, Bekir Yıldız, Vedat Türkali ve Erhan Bener'di. Yaşar Kemal ile Ataol Behramoğlu dışındaki bütün isimler, geziye katılmıştı. Türkler, yarınki şiir okuma etkinliği için bir toplantı yaptılar. Can Yücel'le daha önce bir şeyler konuştuğumuz için benim de toplantılarına katılmamı istedi. Anlaştığımız üzere Can Yücel'in, Musa Anter'in anısına yazdığı şiiri gecede Kürtçe okuyacaktım. Bu şiiri daha önce Türkçeden Kürtçeye çevirip ''Nûdem'' dergisinin dördüncü sayısında yayımlamıştım. Ben şiiri okumayı kabul ettim fakat Kürtlerin dili ve siyasi durumu üzerine de biraz konuşacağımı Can Yücel'e söylemiştim. Kendisi de bunu onayladı ve ağzına ne gelirse söyle dedi. Hatta sövmeye başlayarak gemideki Türk yazarlara ana avrat düz gitti. Benden tek ricası da toplantıda sadece şiir okuyacağımı belirtmemdi ve başka hiçbir şey söylemeyecektim. Ben de aynen onun dediğini yaptım.'' (Sayfa: 44)

19 Kasım 1994, Cumartesi:
*
''Geminin kapısından içeriye gireceğimiz esnada Sezer Duru'yu gördüm. Elinde bir poşetle kapının önünde broşürler dağıtıyordu. Birini bana da verdi. Broşüre baktığımda, bunun bir turizm acentesinin reklamı olduğunu gördüm. Olduğum yerde şaşakaldım. Broşürü odama götürüp incelediğim zaman, bazı Türk yazarların düşünce yapısı ve mantalitesi karşısında hayretlere düştüm. Dünya neyin peşinde, onlar neyin peşinde.? Sistemini eleştirip protesto etmeleri gerekirken, fail-i meçhul şekilde öldürülen yazarların listesini dağıtmaları gerekirken, onlar kalkmış turizm broşürleri dağıtıyorlar. Kürt olan gazeteci ve yazarları bir kenara bıraktım, insan en azından Türk gazeteci ve yazarlar için başka bir bakış açısıyla sorunları değerlendirebilmelidir. Bu durumu oda arkadaşım Özkan Mert'le de tartıştım. O da bana hak verdi.'' (Sayfa: 47)

21 Kasım 1994, Pazartesi:
*
''Dilimiz, resmî bir dil olmadığı halde; biz kendi dilimizle yazıyorduk. Dünya edebiyatından Kürtçeye çeviriler yapıyorduk. Çeviri yapmasına yapıyorduk ama pek çok zahmete katlanarak bu çevirileri yapabiliyorduk. Çevirmenlerin hakkını yemiyorduk ancak haklarını da ödeyemiyorduk. Kürtçe kitap satmak da Kürt sorunu gibi ayaklar altında eziliyordu. ''Nûdem'' çevirilerle ayakta kalabiliyordu. Ben ''Nûdem'' dergisinin ve Nûdem Yayınlarının sorumlusu ve çevirmeni olarak, çevirmenlerin hakkını veremiyordum. Onlara para yerine, kitap veriyordum. Verdiğim kitapların masraflarını da kendim karşılıyordum. Kürtçe kitaplar satılmıyordu. Kürtler, Türkçe okumaya alışmış ve bu alışkanlıklarından vazgeçmeleri de çok zordu. Elimi kaldırıp Kürtçe çevirmenlik hakkında konuşmak istedim ama sonra vazgeçtim. Konuşsam da ne konuşacaktım, kime sitem edecektim.? Devletin bu konuda suçu büyüktü. Tek suçlu da devlet değildi. Kürtler de suçluydu. Sessiz kaldım, suspus oldum. Böyle uluslararası bir organizasyon içerisinde Kürtleri de suçlamak istemedim. Tarih unutmasın ki ben Kürtlerin bu suçunu buraya not ediyorum. Bu konuda birilerinin uyuduğu derin uykudan uyanması gerek.'' (Sayfa: 60-61)

İKİNCİ BÖLÜM, RÖPORTAJLAR:
*
Fırat Cewerî - Can Yücel:


''Fırat Cewerî:
*
- Günümüzde Avrupa ülkelerinde Kürt ve Türk aydınları arasında bir iletişim vardır. Bunun nedeni Avrupa'daki demokrasinin etkisi de olabilir. Türkiye'de Kürt ve Türk aydınları arasında herhangi bir iletişim var mı.?
*
Can Yücel:
*
- Evet, Kürt olan arkadaşlarımız var. Aslen Kürt olan şair arkadaşlarımız da var.
*
Fırat Cewerî:
*
- Bu aslen Kürt olan şair ve yazarlardan birkaçının ismini verebilir misin.?
*
Can Yücel:
*
- Evet, isimlerini verebilirim. Cemal Süreya Kürt'tür. Murathan Mungan Kürt'tür. Hiç kimse de Kürt olduğu için Murathan Mungan kötü bir şairdir, diyemez. Murathan, Kürtçe sesten çok Türkçe sese alışmış ve Türkçe yazmayı öğrenmiş. Her şeyden önce Kürtler, Kürtçe yazmaya karar vermeli ki bu sorun çözülebilsin. Kullanılmayan bir dil, ölmeye mahkûmdur.'' (Sayfa: 75)

Fırat Cewerî:
*
- Bugünlerde Türkiye ile Yunanistan arasında bir kriz olduğunu biliyoruz. Gemide Türk ve Yunan delegasyonları da bulunmaktadır. Bu iki delegasyon arasında bir görüşme oldu. İki delegasyon da iki ülke arasındaki krizi atlatmak ve barışı sağlamak için bildiri yazmaya karar verdi. Kürtler ve Türkler arasında da bir düşmanlık var, aynı şekilde Türk ve Kürt aydınları arasında da bir düşmanlık var. Bu iki halk arasındaki düşmanlığı bitirmek için Kürt ve Türk aydınlarının da bir araya gelmesi ihtiyaç değil mi.? Aydınların bu işe önderlik yapabilmesi için, bir araya gelerek kendi aralarında bir anlaşmaya varabilirler. Mesela bir fon oluşturulup iki halkın yazarlarına destek çıkılarak eserlerini kendi dillerine çevirebilirler. Yani Türkçe eserler Kürtçeye, Kürtçe eserler de Türkçeye çevrilebilir. Siz böyle bir teklifi nasıl değerlendiriyorsunuz.?


Can Yücel:
*
- Bu çok iyi bir teklif; fakat bu teklifin bizim sanat ve edebiyat kuruluşları tarafından kabul edilebileceğini sanmıyorum. Bu teklif, aydın ve yazarlar tarafından bireysel olarak kabul edilebilir. Aydın ve yazarlar bir araya gelip bir toplantı yaparak bunu çoğunluğa anlatabilir. Türkiye Yazarlar Birliği ve Türk PEN'i, bunun için problem çıkarabilir mi bilmem; ama bu çok iyi bir teklif ve bunu değerlendirebilmek için hep beraber masaya oturmamız lazım. Bununla beraber ülkenin ve halkların geleceği için de anlaşmamız gerek. Yerinde ve doğru olan bu teklifle biz yazarların da kitaplarının basımı ve dağıtımı evrensel bir boyuta ulaşır. Kimi Türk yazarlar, Kürt okuyucuların her daim kendilerini okuyacaklarını zannediyor, bu doğru bir algı değil. Kürt okuyucularımızı kaybetme tehlikesi içerisindeyiz. Bu yüzden birbirimiz eserlerini çevirmeye dair olan teklifin çok yerinde. Biz Kürt okuyucuları, Türkçe okuyan okuyucu olarak kaybettiğimizde; Kürt okuyucuları, eserlerimizi Kürtçe okuyan okuyucular olarak tekrar kazanırız. Hiç zaman kaybetmeden bu gerçeği kabullenip teklifini hayata geçirmeliyiz. Kürtçe eserleri Türkçeye ve Türkçe eserleri Kürtçeye çevirmeliyiz. Bu çalışmayı eleştirel bir bakış açısıyla ve planlı bir şekilde yapmalıyız. Burada bilimsel bir eleştiriden söz etmiyorum fakat edebiyat tarihi açısından, günümüz kuramsal eleştirileriyle objektif bir değerlendirmeyle yapmalıyız. Bu yüzden hem Kürtlerden hem de Türklerden bu yükün altından kalkabilecek eleştirmenlerin ortaya çıkması gerekir. Türkler, Kürt edebiyatını ve kültürünü tanımıyor. Birilerine, ''Mem û Zîn'' hakkında ne düşünüyorsun, diye sorduğunda; onlar, ''limuzin'' diye anlıyor. İşte bu bilgisizliğin ortadan kalkması için eleştirel bir bakışla eserlerimizi birbirimize tanıtmalıyız. Derin bir diyalog içerisinde olmalıyız.'' (Sayfa: 77)

Can Yücel:
*
- Türkiye'deki bütün aydınlar, görülebildiği gibi kendi içerisinde büyük bir darbe yedi. Şair olabilecek kim varsa, kolundan tutulup hapse atıldı. Bu kişiler, okuma ve kendini yetiştirebilme fırsatını bulamadılar. Uzun yıllar hapiste kaldılar. Bu yüzden Türk şiirinde bir karışıklık oldu.

Fırat Cewerî:
*
- Türk şiiri için bugün bir sınıflandırma yapılamaz mı.?

Can Yücel:
*
- Hayır, yapılamaz; bu çok zor. Türk şiirinin eğilim gösterdiği herhangi bir oluşum ortaya çıkmadığı için şairler bireysel olarak kendini yetiştirip ortaya çıkmaktadır. Bir anda ortaya çıkıp parlayanlar da bu kaygan zeminde hemen kaybolabiliyorlar. Bir yandan da şiirimiz, günümüzde iyi bir yere gitmektedir. Herkes kendi önüne bakıp düşünmekte, bana göre bu iyi bir amaçtır. Bu yüzden Türk şiirinde yeni bir sentezin oluşacağını tahmin etmekteyim, önümüzdeki dört beş yıl içerisinde bu sentez ortaya çıkabilecek. Şiire Nazım'la başlayanlar, şiirde kendini görebilmelidir aksi taktirde Türk şiiri ölecektir. Nazım'ı örnek verirken, oturup da Nazım'ınki gibi şiir yazmamalıdırlar, amaç bu olmamalı. Nazım gibi Türkçeyi kullanmak gerekir. Eğer Nazım'ın Türkçede bir yeri varsa, Türkçe şiirde etkisi ve yeri, dildekinden iki kat daha fazladır. İnsanlar günümüz olayları karşısında kendi iç dünyasında yaşamamalı, şiirin olay örgüsünü bu iç dünyada örmemeli. Nazım hem Türkiye'deyken hem de sürgündeyken kendi iç dünyasında şiirini ördü. Bugün kalkıp da Nazım gibi şiir yazamazsınız çünkü bütün şartlar değişmiştir. İnsan ilişkileri değişmiş, düşünceyi dillendirme şekli değişmiş, suretler değişmiştir. Etrafımızdaki her şey değişmiştir. Trafik akışı gibi değişe yaşam ve yaşam şartları şiiri de etkilemiştir. Bu değişim kendini şiirde de göstermiş, şiir de her an değişmektedir. Şiirdeki bu değişim Nazım'ın şiirine benzemeyebilir, İkinci Yeni'nin şiirine benzemeyebilir hatta hiç kimsenin şiirine benzemeyebilir de, yani şiirin önü tamamen açıktır. Şiir, insanlarla konuşmak demektir. Bu yüzden şairin zihni yeni planlarla ve ölçülerle meşgul olmalıdır. Bu yeni ölçüler, önce şiirin formatına uyacak, şiirin formatına uyduktan sonra günü geldiğinde onlar da değişecektir. Şiirde yeni söylemler, yeni olgular ortaya çıkacaktır. Ben bunun zamanının geldiğine inanıyorum. İnanıyorum ki önümüzdeki birkaç yıl içerisinde Türk şiirinde büyük bir patlama olacaktır.'' (Sayfa: 78-79)

Fırat Cewerî - Vedat Türkali
*
Fırat Cewerî:
*
- Romanınız bitince Türkiye'ye döneceğinizi söylüyorsunuz. Ayrıca önemli bir sorun olan Türkiye'deki Kürt sorununa dikkat çektiniz. Türkiye'ye döndüğünüz zaman bu soruna seyirci kalamayacağınıza göre Türkiye'de nasıl yaşamayı planlıyorsunuz.?


Vedat Türkali:
*
- Romanımı bitirip de Türkiye'ye döndüğümde, Türkiye'deki Kürt sorunu hakkında gazetelere her gün yazı yazacağım. Benim tek silahım kalemimdir. Elimden geldiği sürece de bu silahı iyi şeyler için her zaman kullanacağım. Yazacaklarımla da başıma nasıl belaların geleceğini de biliyorum. Tutuklanabilirim, öldürülebilirim vb. pek çok olumsuz şey yaşayabilirim; fakat bütün bunlara katlanmak zorundayım. Sonuçta dünyanın her yerinde topluma karşı duyarlı olan sanatçılar bir şekilde bedel ödüyor. Gerekirse ben de bedel öderim hangi şekilde olursa olsun. Dünyanın her yerinde gerçeği anlatmaktan geri durmayan yazarlar, her zaman devletleriyle ters düşüp birtakım problemler yaşamışlar. Bunu göze alamayan yazarlar da gerçek bir yazar olamazlar. Ben siyasetçi değilim ama bir yazarım. Siyasetle bu kadar ilgilendiğin için siyasetçi sayılırsın, diye beni değerlendirebilirsin. Buna da şöyle yorum getirebilirim: ''Siyasetçinin amacı iktidar olmaktır fakat bir yazarın iktidar olmak gibi bir amacı yoktur.'' Bir yazarın savunduğu kişi veya partiler iktidar olsa bile yazar, yine muhalif olmak zorundadır. Yazar olan bir kişi, iktidarın gözüyle olayları değerlendirmemeli; kendi bakış açısıyla ve halkın gözüyle olayları değerlendirmelidir. Yazar, halkın problemleriyle ilgilenmeli; halkın derdiyle dertlenmeli ve halktan biriymiş gibi olaylara yaklaşabilmelidir. Bu durumda yazar da muhalif oluyor çünkü hiçbir iktidar yüzde yüz başarıyı elde edemez; fakat bütün iktidarlar, yüzde yüz başarıyı elde etmiş gibi kendini göstermeye çalışırlar.'' (Sayfa: 83-84)


Vedat Türkali:
*
''Şunun farkına varmalıyız ki bizden başka bizi birbirimizle barıştıracak hiç kimse yoktur. Yüzyıllardır kardeş halklar olarak beraber yaşamış olan Kürtler ile Türkler, ortak bir mutabakatta barışamadığı sürece kimse onları barıştıramaz. Eğer biz barışma konusunda başka güçlere inanırsak kendi halklarımıza ihanet etmiş oluruz. Ortadoğu bizim sorunlarımızı çözemez. Hatta bizim sorunlarımızı kendi sorunlarını çözmek için kullanıyorlar. Gerçek budur.'' (Sayfa: 88)


''Ben her zaman, herhangi bir kitabımın Kürtçeye çevrilip Kürtler tarafından Kürtçe okunmasını çok istedim. Kitabımın Kürtçeye çevrildiği zaman maddi anlamda bana katkı sağlamayacağını da biliyorum; fakat ben sesimi bin yıldır beraber yaşadığımız bir halka kendi anadilleriyle ulaştırmak istiyorum. İşte o zaman yüreğim acısı biraz da olsa hafifleyecek.'' (Sayfa: 91)


Fırat Cewerî - Arif Damar:
*
Fırat Cewerî:
*
''- Sizce Türk aydınlar, Kürtlerin Kültürü, folkloru, dili ve edebiyatı üzerine yapılan baskıyı herhangi bir şekilde protesto ediyor mu.?

Arif Damar:
*
- Eğer dikkat ettiysen Türkiye'de Kürt sorununu en fazla dile getiren kişi İsmail Beşikçi'dir, kendisi Türk'tür. Ben bugün Türkiye'de herhangi bir Türk aydın veya yazarın, Kürtlerin ezilmesinden yana olacağı kanaatinde değilim. Maalesef, kimi televizyon kanalları, gazete ve dergiler bu sorunu görmezden geliyor. Bunlar aydın diye ortalıkta geziniyor. Bunlar aydın falan değil. Kaldı ki Türkiye'de Kürt sorunu bir tabu olduğu zaman kimse cesaret edip de bunu dile getiremiyordu. Bu tabu, Özal zamanında kırıldı; fakat bu konuda kendisi de ne kadar ciddiydi bilinmez. Yani sen kalkıp da Kürtlerin köyünü yakıp Kürtleri göçe zorlayarak bu sorunu çözemezsin. Bilakis sorunu daha da büyütürsün. Ben siyasi çözümden yanayım. Kürt sorunu siyasi yollarla ve barış içerisinde yürütülecek bir atmosferde çözülmelidir.''
*
''..Türkiye'de Kürt olup da Türkçe yazan pek çok yazar var. Cemal Süreya, Ahmed Arif ve Yaşar Kemal aslen Kürt oldukları halde eserlerini Türkçe yazmışlar. Acaba Kürtçe yazmak onlara zor mu geliyordu, neden Kürtçe yazmadılar, bilemiyorum. Cemal Süreya'yı iyi tanırdım, Kürtçe bilmiyordu. Eğer Kürt yazarlar, Kürtçe yazsaydı; biz bugün Kürt kültürü, Kürt dili ve edebiyatı hakkında daha çok şey bilirdik.'' (Sayfa: 96)


İnger Johansson'dan Bir Mektup, 24 Kasım 1994):
*
''Eminim ki senin söylediğin bütün sözler, herkesin yüreğine işledi. Bunun kanıtı da Amy Mimsa'dır. Amy'nin dediğine göre, görüş ve düşüncelerine verdiğin değerle onlara kattığın ciddiyet; dinleyicileri çok etkilemiş. Demem o ki konuşmanda gerçeği bu denli doğru dile getirmen -var olan normal gerçekler- konuşmandaki etkinin en büyük faktörüydü. Bunu daha önce bilenler için de yeni bir hatırlatmaydı. Gemimizdeki yolcular başta olmak üzere çok az kişi, bu gerçekleri bilmektedir. Ben, çoğu kimsenin bu gerçekleri bilmediğinden dolayı üzülüyorum. Ayrıca aydınların ve yazarların bu konuda insiyatif almamaları, yardımcı olmamaları da beni derinden üzmektedir. Çoğunluğun bilgilendirilip uyandırılması, düşünce özgürlüğüyle kültürel kimliğe saygı duymada iyi bir araçtır.
*
''Sahip olduğun üzüntü içerisinde, şimdi olduğu gibi çalışmalarına devam etmelisin. Abhazyalı Ludmila Sagiraya'nın bana daha önce anlattığı şeyi, sen şimdi zihnimde canlandırdın. Abhazya'da Budistlerin istediği sistem budur. İnsanlar anlaşabilmek için kin ve nefretlerini barış için kurban etmelidir. Çoğu kişi için bu büyük bir kurbandır. Sadece bu şekilde açmazlar aşılabilir. Bunun farkına vardığımda anladım ki senin barış için söylediklerinle şiddete karşı söylediklerin aynıydı. Bu durumda insanın nasıl bir dil kullanması gerektiğini bana gösterdiğin için sana teşekkür ederim.
Şunu da bilmelisin ki Abhazyalı Denis Chackhalia da kısa bir süre önce kardeşini kaybetti. Senin de kardeşini kaybetmen gibi. Bu ölümler, benim için bir semboldür.'' (Sayfa: 100-101)

13 Kasım 2021 Cumartesi

Fırat Cewerî - Solgun Romans, Çeviren: Selim Temo


 Arka Kapak

*
Göç, kadınlık erkeklik halleri, uzun gözaltı günleri, yurtdışına çıkmış insanlar, sürgün ve yeni hayat, yeni hayatın içerilmesi yahut ona gösterilen mukavemet.. Cewerî, bu defa hikâyeleriyle - bir daha - Türkçede. Selim Temo'nun etkili çevirisiyle..
*
Solgun Romans, Cewerî romanlarının nüvelerini taşıyor. Sıkıştırılmış, rafine nüveler..
*
"Fırat Cewerî'nin yaptığı gibi derin soluklu bir hikâye sanatı kurmak, doğrusu, herkesin kârı değil."
*
Der Kleine Bund, 1996 [Almanya]
*
"Fırat Cewerî yeni ve enteresan bir yazar."
*
Svenska Journalen, 1986 [İsveç]
*
"Cewerî küçük ayrıntılara eğiliyor, oradan derin bir fikir çıkarıp gözler önüne seriyor. Düzyazının önemli bir ustası olacağını düşünüyorum."
*
Emerîkê Serdar, Rya Teze, 1993 [Ermenistan]

''Kara Bulutlar'' Öyküsü:

''Şehrinin Nefertiti boyunlu, Afrodit beyazlığıyla solgunlaşmış kızları, rahat giysiler giydikleri için cezalandırılıyorlardı
- ülkendeki özgürlük arayışının cezasını iyi bilirdin.!'' (Sayfa: 55)

''Solgun Bir Romans'' Öyküsü:

''Seninle güzel bir gün yaşadık; çok sevdim seni. Aşk kırgınlıklarım yüzünden sevmekten korkuyorum hâlâ. Sevmek ve aşk, korktuğum sözcükler artık. Ama üç aydır bu şehirdeyim ve seni Merkez Kütüphane'de gördüğümden beri, seni izliyorum, sana hissettirmeden. Daha şimdiden yüreğimin en sıcak yerini ayırdım sana. Ve seni unutmamak için, şimdi, çocuğumuzun mayasını taşıyorum. Albümden bir fotoğrafını aldım; sana söz, onu büyütüp çocuğumuzun odasına asacağım. Seni unutmayacağım asla, ama sen beni unut.
*
Senin Malin'in'' (Sayfa: 76)

12 Kasım 2021 Cuma

L. Frank Baum - Oz Büyücüsü, Çeviren: Volkan Yalçıntoklu


 Arka Kapak:

*
1900 yılında yayımlanan Oz Büyücüsü, yazarı L. Frank Baum’un ifadesiyle “merak ve eğlencenin korunduğu, kederin ve kâbusların dışarıda bırakıldığı modern bir masal” olmayı amaç edinir.
Amerikan edebiyatının ilk masalı olarak görülen eser, 1890’ların Amerika’sındaki ekonomik, politik ve toplumsal durumun sembolik bir alegorisi olarak değerlendirilir ve Batı’daki çiftçilerin durumunu, dönemin altın piyasasını ve İç Savaş’tan sonra çalışamayıp ekonomik sorunlar yaşayan işçileri sembolize eden unsurlar taşıdığı ileri sürülebilir.
Söz konusu alegorik özelliği ve hayali öğeleriyle hem çocuklara hem de yetişkinlere hitap eden bu klasikleşmiş eser, bir kasırgaya kapılan küçük Dorothy ile köpeği Toto’nun Kansas’ın uçsuz bucaksız çayırlarından fantastik Oz Diyarı’na uzanan yolculuğunu ve bu serüvende edindikleri sıra dışı dostları anlatır. Çıktıkları zorlu ve tuhaf yolculukta Korkuluk beynini, Teneke Adam kalbini, Aslan da cesaretini ararken Dorothy’nin tek istediği Kansas’a, teyzesiyle eniştesinin çiftliğine geri dönebilmektir. Ne de olsa insanın evi gibisi yoktur
*
Lyman Frank Baum: (1856-1919): 1856'da New York'ta doğan L. Frank Baum, kariyerine gazeteci olarak başladı. Kırklı yaşlarından itibaren çocuklar için yazan Baum, ilk kitabı Father Goose (Baba Kaz, 1899) ile büyük başarı kazandı. Ertesi yıl Baum'a ''Amerikan masallarının babası'' unvanını kazandıran Oz Büyücüsü yayımlandı. 1902 yılında Chicago'da müzikal olarak sahnelenen eser 1939'da sinemaya uyarlandı ve on yıllardır hem tiyatroda hem de beyazperdede pek çok yapıma ilham verdi.
Baum, 13 Oz kitabı daha yazdı. Ölümünden sonra da diziyi başka yazarlar sürdürdü. Baum'um kendi adıyla ya da çeşitli takma adlarla yazdığı, çoğu gençler için 50'den fazla romanı, onlarca kısa hikâyesi ve şiiri bulunuyor.

ÖNSÖZ
*
Halk bilimi, efsaneler, mitler ve masallar çağlar boyu çocukluğun peşini bırakmadı, zira her sağlıklı çocuk fantastik, doğaüstü ve açıkça gerçekdışı olan hikâyelere karşı faydalı ve içgüdüsel bir sevgi duyar. Grimm Kardeşler ile Andersen'in kanatlı perileri çocuksu kalplere insanlığın yarattığı başka her şeyden daha çok mutluluk getirmiştir.
Ancak eski masallar, kuşaklar boyu faydalı olduktan sonra, artık çocuk kütüphanelerinde ''tarihi'' olarak sınıflandırılabilirler; zira yazarların her hikâyede korkunç bir kıssadan hisseye işaret etmek için tasarladığı bütün o dehşetengiz ve kan donduran olayların yanı sıra basmakalıp cinler, cüceler ve perilere de artık yer vermeyen bir dizi yeni ''masal''ın zamanı geldi. Modern eğitim ahlakı da içerir; bu yüzden günümüz çocukları masallarda yalnızca eğlence arıyor ve hoşuna gitmeyen bütün olayları memnuniyetle bir kenara itiyor.
''Muhteşem Oz Büyücüsü''nin hikâyesi, bu düşünce göz önünde bulundurularak, yalnızca günümüz çocuklarını hoşnut etmek için yazıldı. Bu hikâye, merak ve eğlencenin korunduğu, kederin ve kâbusların dışarıda bırakıldığı modern bir masal olmaya talip.
*
L. Frank Baum, Nisan 1900, Chicago


''..kafamın içinde seninki gibi beyin değil de saman varken herhangi bir şeyi nasıl öğrenebilirim.?
(..)
''Sana bir sırrımı söyleyeceğim,'' diye devam etti yürürken. ''Dünyada korktuğum tek bir şey var.'' ''Nedir o.?'' diye sordu Dorothy. ''Seni yapan Kıtırsoy çiftçi mi.? ''Hayır,'' diye yanıtladı Korkuluk; ''yanan bir kibrit.'' (Sayfa: 16)


''Biliyorsun kafam samanla dolu, işte bu yüzden Oz'dan beyin istemeye gidiyorum.''
''Ah, anlıyorum,'' dedi Teneke Adam. ''Ama neticede beyin dünyadaki en iyi şey değil.''
''Sende var mı.?'' diye sordu Korkuluk.
''Hayır, benim kafam bomboş,'' diye yanıtladı Teneke Adam. ''Ama bir zamanlar beynim de vardı, kalbim de.. İkisini de denemiş biri olarak, daha çok bir kalbim olmasını tercih ederim.'' (Sayfa: 26)


''Sen neden korkaksın ki.?'' diye sordu Dorothy, neredeyse küçük bir at boyunda olan bu koca canavarı merakla inceliyordu.
''Bunu ben de bilmiyorum,'' diye yanıtladı Aslan. ''Sanırım doğduğumdan beri böyleyim. Aslan her yerde Hayvanlar Âleminin Kralı kabul edildiğinden, ormandaki diğer hayvanlar da doğal olarak benim cesur olmamı bekliyorlar. Yeterince yüksek sesle kükrersem bütün canlıların korkup yolumdan çekildiklerini fark ettim. Ne zaman bir insan görsem çok korkarım; ama tek yaptığım kükremek olur ve o da olabildiğince hızla kaçar. O kadar korkağım ki filler, kaplanlar ya da ayılar benimle dövüşmeye kalkışacak olsalar kaçan taraf ben olurdum; ama kükreyişimi duyar duymaz benden uzaklaşmaya çalışıyorlar, tabii ben de gitmelerine izin veriyorum.'' (Sayfa: 31)




''İhtiyacın olan tek şey kendine güvenmek. Tehlikeyle karşılaştığında korkmayan canlı yoktur. Gerçek cesaret, korkmana rağmen tehlikeye göğüs gerebilmektir..'' (Sayfa: 98)


''Şarlatanlıktan nasıl vazgeçebilirim ki,'' dedi kendi kendine, ''hele de insanlar aslında yapılamayacağını herkesin bildiği şeyleri yapmamı isterken..'' (Sayfa: 103-104)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...