20 Ağustos 2021 Cuma

Ernest Miller Hemingway - Çanlar Kimin İçin Çalıyor (Çeviren: Mete Ergin)

Arka Kapak:
*
Pulitzer (1953 İhtiyar Adam ve Deniz adlı kitabıyla) ve Nobel (1954) ödülleri sahibi Ernest Hemingway gerek kendine özgü anlatımıyla, kesik konuşma tekniğiyle gerek kullandığı temalar ve yalın üslubuyla çağının roman ve hikaye yazarlarını derinden etkilemiştir.
Yıkıcı şiddet öğelerine eserlerinde çok yer veren ama yazarlık mesleğinin ortalarından başlayarak olumsuzdan olumluya doğru başka pek az yazarda rastlanabilecek çok belirgin bir değişim, daha doğrusu gelişme gösteren Hemingway, daha önceki eserlerinde eksikliği duyulan bu olumlu havaya İspanya iç savaşını anlatan Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanında tam anlamıyla ulaşmıştır.
İspanya'nın büyük evladı Pablo Picasso'nun bizi en az Çanlar Kimin İçin Çalıyor adlı bu roman kadar derinden etkileyen ve romanla aynı konuyu işleyen Guernica adlı tablosundan bir kesiti bu çeviriye kapak resmi olarak almakla her iki sanatçıya duyduğumuz saygıyı vurgulamak istedik.
*****
*****
Hiçbir insan, bir Ada, kendi başına bütün değildir; her insan Kıta'nın bir parçası, ana toprağın bir bölümüdür. Deniz bir Toprak parçasının sürükleyip götürdüğü zaman Avrupa küçülür; tıpkı bir Burun'un, tıpkı arkadaşlarının malikânesinin ya da kendininkinin küçüleceği gibi. Herhangi bir insanın ölümü de benden bir şey eksiltir, zira ben İnsanlığın içindeyim. Onun için sen de sakın çan kimin için çalıyor diye sorma; senin için çalıyor.
*
John Donne

*****

''Robert Jordan, ''İnsanın göğsü de ayının göğsüne benzer,'' dedi. ''Postunu yüzdükten sonra insan kaslarıyla ayı kasları arasında büyük benzerlik vardır.''
''Doğru,'' dedi Anselmo. ''Çingeneler ayının insanın kardeşi olduğuna inanırlar.''
Robert Jordan, ''Amerika'daki Kızılderililer de öyle,'' dedi. ''Onlar bir ayı öldürdüler mi ayıdan af dilerler.''
''Ayının postu altında insana birçok benzerlikler bulunduğu için çingeneler onun insanın kardeşi olduğuna inanırlar; o da bira içer, o da müzikten hoşlanır, o da dans etmeyi sever.''
''Kızılderililer de aynı şeylere inanırlar.''
''Demek Amerikan Kızılderilileri de çingene, ha.?''
''Değil. Ama ayı hakkında onların inançları da aynı.''
Belli. Çingeneler ayının insanın kardeşi olduğuna bir de onun zevk için hırsızlık yapmasından ötürü inanırlar.''
''Sende de çingene kanı var mı.?''
''Yok. Ama çok çingene tanıdım, hele savaş başladıktan sonra daha da çok. Dağlarda sürüyle çingene var. Onlara göre, kendilerinden olmayan birini öldürmek günah değildir. İnkâr ederler bunu ama gerçekte böyledir.''
''Magripliler gibi.''
''Evet. Ama çingenelerin bir takım yasaları vardır; onlar bu yasaları inkâr ederler gerçi. Savaş içinde çingenelerin çoğu yine, eskiden olduğu gibi kötülüklere başladılar.''
''Savaşın neden yapıldığını anlamıyorlardır. Neden dövüştüklerini bilmediklerindendir.''
''Bilmezler,'' dedi Anselmo. ''Bildikleri tek şey, şimdi savaşta olduğumuz ve ceza görmeksizin adam öldürebilecekleri.''
Robert Jordan birlikte bütün bir gün geçirmiş olmalarından ve karanlığın çökmesinden cesaret alarak, ''Sen de adam öldürdün mü.?'' diye sordu.
''Evet. Pek çok. Ama zevk için değil. Benim için insan öldürmek günahtır. Hatta öldürmemiz gereken Faşistleri bile öldürmek günahtır bence. Bana göre insanla ayı arasında çok büyük fark vardır, üstelik ben çingenelerin, ayının insanlar kardeş olduğu yolundaki kör inançlarına da kulak asmam. Hayır. Ben insan öldürülmesine karşıyım.''
Ama yine de öldürmüşsün.''
''Evet. Yine de öldürürüm. Ama eğer sağ kalırsam, kimseye hiçbir kötülük etmeden, günahlarımı bağışlayacak biçimde yaşayacağım.''
''Kime bağışlatacaksın.?''
''Kim bilir.? Artık ne Tanrımız, ne Tanrının oğlu, ne de Ruhul Kudüs bulunmadığına göre, kim bilir kim bağışlayacak.? Bilmem.''
''Artık Tanrın yok mu.?''
''Yok ya. Tabii, yok. Eğer Tanrı olsaydı, benim kendi gözlerimle gördüklerime izin vermezdi. Varsın Tanrı ötekilerin olsun.''
(Sayfa: 56-57)

*****
*****

''Karanlıkta yan yana yürüyorlardı. Konuşurken başını ara sıra Robert Jordan'a çeviriyordu Anselmo. ''Ben bir Piskoposu bile öldürmezdim. Mülk sahiplerini de öldürmezdim. Biz tarlalarda nasıl çalışıyorsak, her gün onları da çalıştırırdım; dağlarda biz nasıl odun kesiyorsak, onları da hayatlarının sonuna kadar öylece çalıştırırdım. O zaman insanların doğdukları zaman neyle karşılaştıklarını anlarlardı. Onlar da bizim yattığımız yerlerde yatar, bizim yediğimizi yerler, ama en önemlisi çalışırlardı. Böylece derslerini almış olurlardı.''
''Ondan sonra da yine fırsatını bulup seni köle haline getirirlerdi.''
''Onları öldürmekle bir şey öğretilmiş olmuyor ki,'' dedi Anselmo. ''Hem öldürsen de onların tohumlarından, daha büyük nefret besleyenler yetişir. Zindan da bir şey ifade etmez. Zindan da sadece nefreti besler. Bütün düşmanlarımıza öğretmemiz gerek bizim.''..'' (Sayfa: 58)

*****
*****

''..''Ölmekten korkuyorum Pilar,'' dedi. 'Tengo miedo de morir.' (Ölmekten korkuyorum) Anlıyor musun.?''
''Çık yataktan öyleyse,'' dedim ona. ''Bir yatakta hem sana, hem bana, hem de senin korkuna yetecek yer yok.''..'' (Sayfa: 115)

*****
*****

''Yedi yaşındaydım; Ohio'da annemle birlikte bir düğüne gidiyorduk. Hani gelinin çiçeğini iki çocuk taşır ya, işte o çocuklardan biri de ben olacaktım.''
''Sen mi taşıdın çiçekleri.?'' dedi Maria. ''Ne güzel.!''
''O kasabada bir zenciyi lamba direğine asıp yakmışlardı. Bir ark lambasıydı, zencinin asıldığı lamba. Direkten kaldırıma kadar indirilir, yakılır, sonra yine çekilerek kaldırılırdı. İşte zenciyi o lambanın ipiyle çekmişlerdi yukarıya, ama ip kopunca.''
''Bir zenciyi ha,'' dedi Maria. ''Ne vahşice bir şey.!''
''Bu işi yapanlar sarhoş muydu.?'' diye sordu Pilar. ''Böyle, biz zenciyi yakacak kadar sarhoş muydular.?''
''Bilmiyorum,'' dedi Robert Jordan. ''Zira ben olayı, bir pencereden, lambanın bulunduğu bir evin pancurları arasından seyretmiştim. Sokak kalabalıktı, zenciyi ikinci kez kaldırdıkları zaman da.''
''Yedi yaşında ve evin içinde olduğuna göre, sarhoş olup olmadıklarını anlayamazdın,'' dedi Pilar
''Dediğim gibi, zenciyi ikinci kez kaldırdıkları zaman annem beni geri çekti, sonrasını görmedim,'' dedi Robert Jordan. ''Ama o günden sonra, memleketimde de sarhoşluğun aynı olduğunu gösteren pek çok olaya tanıklık ettim. Vahşice, çirkin, iğrenç bir şey.'' (Sayfa: 147-148)

*****
*****

''Robert Jordan, bir atalar sözünü tekrarladı: ''Kâğıttan kan akmaz.!''..'' (Sayfa: 192)

*****
*****

''..Sana pek az insan doğruyu söyleyecektir, hele kadınlar hiç. Kıskanıyorum ve bunu açık açık söylüyorum..'' (Sayfa: 195)
(..)
''Anlaşılması güç bir kadınsın,'' dedi Robert Jordan.
''Yok,'' dedi Pilar. ''Tam tersine, o kadar basitim ki, ondan ileri gelir bu güçlük..'' (Sayfa: 196)

*****
*****

"Taassup tuhaf şeydir. Mutaassıp olmak için haklı olduğunuzdan, kesinlikle emin bulunmanız gerekir." (Sayfa: 207)

*****
*****

''Ne zaman, ne mutluluk, ne eğlence, ne çoluk çocuk, ne ev ne bark, ne bir banyo, ne temiz bir pijama, ne bir sabah gazetesi, ne birlikte uyanış ve ne de uyanıp da onun orada olduğunu, yalnız olmadığını bilmek. Hayır. Bunların hiçbiri. Peki ama tam hayattan istediğini alacağın sırada niye böyle oluyor; tam aradığını bulmuşken; neden temiz çarşaflı bir yatakta bir gece bile geçiremiyorsun.?
Sen imkânsızı istiyorsun. Sen zâlim, imkânsızı istiyorsun. Onun için eğer bu kızı gerçekten de dediğin kadar seviyorsan, onunla kıyasıya seviş ve uzun süre içinde, süreklilik içinde bu ilişkinin sahip olamayacağı şeyi, yeğinlikle sağla. Anlıyor musun.? Eskiden insanlar bu iş için bir ömür harcarlarmış. Şimdi sen bunu bulmuşken, eline iki gece bile geçirsen, nerden geldi bu talih diye şaşmalısın. İki gece. Sevmek için, saymak için, bağrına basmak için iki gece. İyi günlerde ve kötü günlerde. Hastalıkta ve ölümde. Hayır böyle değildi. Hastalıkta ve sağlıkta. Ölüm bizi ayırana kadar. İki gecede. İhtimalden de öte bir şey. İhtimalden de yakın, onun için şimdi bırak bu biçim düşünceleri. Hemen şimdi bırakabilirsin.'' (Sayfa: 212)

*****
*****

''Ne insanlar be, diye düşünüyordu Pilar. Ne insanlardır şu İspanyollar. Bakındı hele, ''madem boyu o kadar kısaymış, matadorluğa özenmeseymiş.'' Bense bunu duyuyorum da hiç sesimi çıkarmıyorum. Hiçbir öfke duymuyorum, anlatacağımı anlatmışım, susuyorum, şimdi. İnsanın dünyadan haberi olmayınca, her şey ne kadar kolay geliyor. ''Que sencillo.! (Ne kadar basit.!). Hiçbir şeyden haberi olmadığı için, ''Pek de iyi bir matador değildi,'' diyor, beriki. Yine hiçbir şeyden haberi olmayan öteki, ''Veremdi,'' diyor. Bilen birisi anlattıktan sonra da, bir başkası kalkıp, ''madem ki boyu o kadar kısaydı, matadorluğa özenmeyeydi,'' diyor.'' (Sayfa: 237)

*****
*****

''..iyi ve kötü elemanların bir arada bulunduğu bir ordu savaş kazanamaz. Hepsinin belirli bir siyasal gelişim düzeyine ulaştırılması gerek; niçin döğüştüklerini ve bunun önemini hepsinin bilmesi gerek. Yapacakları savaşa hepsinin inanması ve hepsinin disiplin altına girmeyi kabul etmesi gerek. Muvazzaf ordunun ateş altında gerektiği gibi hareket etmesi için zorunlu disiplini verecek vaktimiz olmadığı halde, koskoca bir muvazzaf ordu kuruyoruz. Gerçi biz buna halk ordusu adını veriyoruz, ama bu gerçek bir halk ordusunun cevherinden de yoksun olacak, bir muvazzaf ordunun sahip bulunması gereken demir gibi disiplinden de.''
(..)
''Peki P.O.U.M. (Partido Obrera de Unifacaçon Marxista) hareketine ne dersin.?''
''P.O.U.M. hiçbir vakit ciddi bir niteliğe sahip olmadı. Delilerle yabanilerin yoldan çıkmalarından, çocukça bir hareketten başka bir şey değildi. İyi niyetli, ama yanlış yola sürüklenmiş birtakım kimselerdi onlar. İçlerinde işe yarar bir tek kafalı adam, ellerinde de çok az faşist parası vardı. Fazla değil. Zavallı P.O.U.M. Budalalar.''
''Peki harekette çoğu ölmedi mi.?''
''Sonradan, kurşuna dizilenlerle, daha da dizilecek olanlara oranla pek çok ölen olmadı içlerinden. P.O.U.M. işte; adı üstünde.. Ciddi değil. Bunlara M.U.M.P.S. (Kabakulak) ya da M.E.A.S.L.E.S. (KIZAMIK) adı daha çok yaraşırdı. Ama hayır. Kızamık çok daha tehlikelidir. Hem görme hem de işitme organını bozabilir. Ama biliyorsun beni, sonra Walter'i, Modesto'yu ve Prieto'yu öldürmek için suikast hazırlanmıştı. Ne kadar şaşkına dönmüş olduklarını anlıyorsun, değil mi.? Bu öldürmek istedikleri kişilerin, ben de dahil, hiçbiri ötekine benzemez. Zavallı P.O.U.M. Kimseyi de öldüremediler. Ne cephede ne de başka bir yerde. Barcelona'da birkaç kişi öldürdüler gerçi.''
''Orada mıydın sen.?''
''Evet. Troçki tarftarı canavarların kurdukları bu rezilce kurumun adiliklerini, faşist entrikalarını hakaret dolu bir dille anlatan bir telgraf çekmiştim, ama laf aramızda, bu P.O.U.M. hiç de ciddiye alınacak bir şey değildi. Biricik kafalı adamları Nin idi. Yakaladık. Ama kaçtı elimizden.''
''Şimdi nerede.?''
''Paris'te. Paris'te diyoruz. Çok hoş bir adamdı, ama politik yönden sapıtmıştı.''
''Ama faşistlerle temastaydılar bunlar, değil mi.?''
''Kim temasta değildi ki, faşistlerle.?''
''Biz değiliz.''
''Kim bilir.? İnşallah değilizdir. Sen sık sık onların hatları gerisine gidiyorsun mesela,'' diye sırıtmıştı Çarkov. ''Oysa Cumhuriyet Hükümetinin Paris Büyükelçiliği sekreterlerinden birinin erkek kardeşi geçen hafta Bugos'tan gelenleri karşılamak için St. Jean de Luz'a kadar bir seyahat yaptı.
''Ben cephede bulunmayı yeğlerim,'' demişti Robert Jordan. ''Cepheye yaklaştıkça halk da iyi oluyor.''
''Ya faşist hatlarının gerisi hoşuna gitmiyor mu.?''
''Hem de çok hoşuma gidiyor. Orada çok iyi adamlarımız var.''
''İşte, görüyorsun ya, onların da bizim hatlarımız gerisinde çok iyi adamlarının bulunması gerekir. Biz, bunları buluyor ve kurşuna diziyoruz, onlar da bizimkileri bulup kurşuna diziyorlar. Onların hatları gerisinde bulunduğun zaman hep, bizim tarafa kaç kişi göndermiş olacaklarını aklına getir.''
(..)
''Robert Jordan'ın yayımlanan ilk ve biricik kitabını okumuştu Çarkov. Kitap başarı kazanmamıştı. İki yüz sayfalık bir kitaptı ve Robert Jordan kitabını iki bin kişinin bile okuduğundan kuşkuluydu. İspanya'da on yıl içinde yaya, üçüncü sınıf vagonlarda, otobüsle, at, katır sırtında, kamyonla yaptığı yolculuklarda bu memleket hakkında öğrendiklerini kitabına aktarmıştı. Bask ülkesini, Navarre'ı, Aragon'u, Galicia'yı, Castil'leri ve Estramadura'yı yakından tanıyordu. Bu konuda Borrow'un ve Ford'un yazdığı çok güzel kitaplar vardı ve bunlara Robert Jordan'ın ekleyebildikleri pek azdı. Ama Çarkov, kitabının güzel olduğunu söylemişti.
''İşte bu yüzden sana zamanımı harcıyorum,'' demişti Çarkov, Robert Jordan'a. ''Bence her şeyi olduğu gibi, dosdoğru yazıyorsun ki, bu çok az rastlanan bir şeydir. Onun için de senin bazı şeyleri öğrenmeni istiyorum.'' (Sayfa: 306-308)

*****
*****

''..''Dinle bak. Ben senim, sen de bensin, ikimiz de kendimiz değil ötekiyiz. Hem de seni seviyorum, ah, o kadar seviyorum ki. Hakikaten bir değil miyiz biz.? Bunu hissedemiyor musun.?''
''Evet,'' dedi Robert Jordan. ''Hakikaten öyle.''
''Dinle bak. Benimkinden başka kalbin yok senin.''
''Ne de başka bacağım, ayağım, ya da bedenim var.''
''Oysa başka başkayız biz,'' dedi Maria. ''Ama ikimizin de tamamıyla aynı olmamızı isterdim.''
''Sahi mi.?''
''Sahi. Sahi. Bunu mutlaka söylemek istiyordum sana.''
''Sahi söylemiyorsun.''
Maria dudaklarını Robert Jordan'ın omuzuna değdirirken, hafifçe, ''Belki de sahi söylemiyorum.'' dedi. ''Ama bunu söylemek istiyordum. Madem ki birbirimizden farklıyız, senin Roberto, benim Maria olduğuma memnunum. Ama sen değişmek isteyecek olursan, ben de seve seve değişirim. Seni o kadar seviyorum ki, ben de sen olurdum.''
(Sayfa: 325)

*****
*****

''Ben seni ikimize de yetecek kadar seviyorum.'' (Sayfa: 334)

*****
*****

''Pekâlâ, pekâlâ, dedi kendi kendine. Verdiğin öğütler için çok teşekkür ederim; acaba Maria'yı sevmeme izin var mı.?
Evet, dedi içindeki ses.
Tamamıyla maddeci bir toplum kavramı içinde, aşk diye bir şeyin yeri bulunmaması gerektiği halde mi.?
Sen ne zamandan beri böyle bir fikri benimsedin bakalım.? diye içindeki ses sordu. Hiç benimsemedim. Benimseyemezdin de zaten. Sen gerçek bir Marksist değilsin, bunu kendin de biliyorsun. Sen Özgürlüğe, Eşitliğe ve Kardeşliğe inanırsın. Sen Hayata, Özgürlüğe ve Mutluluk peşinde koşmaya inanırsın. Diyalektiğe fazla kapılarak kendi kendini aldatma. Diyalektiğin fazlası bazı insanlara göredir, sana göre değil. Sen sadece, sömürücü olmamana yetecek kadar bil diyalektiği, yeter. Savaşı kazanma uğruna, birçok şeyi askıda bıraktın. Eğer bu savaş kaybedilirse, bu o askıda bıraktıkların da kaybedilmiş demektir.
Ama sonradan, inanmadıklarını bir kenara atıverirsin. İnanmadığın ve inandığın sürüyle şey var.
Bir şey daha. Birisini seviyorum diye sakın kendi kendini aldatma. Aslında pek çok insan aşkı ömür boyu tadamayacak kadar talihsizdir. Sen de daha önce hiç tatmamıştın, ama şimdi tadıyorsun. Seninle Maria arasında olan şey, ister sadece bugün boyunca sürsün, ister yarını, ya da isterse bütün bir hayatı içine alsın, bir insan oğlunun başına gelebilecek en önemli şeydir. Kendileri sahip olmadıkları için, bunun varlığını inkâr eden pek çok kimse bulunacaktır. Ama ben sana, bu bir gerçektir, diyor ve senin buna sahip bulunduğunu, yarın ölsen bile yine talihli bir insan olduğunu söylüyorum.''
(Sayfa: 374-375)

*****
*****

''..''Resistir y fortificar es vencer,'' dedi. Bu Komünist partisinin sloganlarından biriydi ve şu anlama geliyordu: ''Dayan ve yerini sağlamlaştır, o zaman kazanırsın.''
(..)
''Joaquin, kelimeleri ağzından sanki birer tılsımmışlar gibi çıkararak, ''Tam bizim durumumuza uygun bir tane daha var,'' dedi. Pasionaria diyor ki, ayakta ölmek dizlerinin üzerinde yaşamaktan iyidir.''
(Sayfa: 378)

*****
*****

''Eğer ölmek gerekiyorsa, diye düşündü ki, ölmek gerekiyor, ben ölebilirim. Ama nefret ediyorum ölümden.
Ölüm bir hiçti ve Sordo'nun kafasında ne ölüm korkusu vardı ne de elle tutulur, gözle görülür bir ölüm kavramı. Oysa hayat, tepenin yamacında, rüzgâr altında başakları dalgalanan bir ekin tarlasıydı. Hayat, gökteki atmacaydı. Hayat, tahılın savrulduğu, samanların uçuştuğu harman yerinde, tozlar arasında duran bir testi suydu. Hayat, bacaklarınız arasında duran bir at, bacağınızın altındaki filinta*, bir tepe, bir vadi, iki yanı ağaçlık bir çay, vadinin öte yanı, tepelerin öbür yanı idi.''
*
DİP NOT: Filinta: İspanyol süvarileri de, Kuzey Amerikalı Caw-boy'lar veya Güney Amerikalı Gacho'lar gibi, tüfeklerini kılıf içinde, eyerin yan tarafına asılı olarak taşırlar; filinta bu bakımdan bacak altında oluyor.

*****
*****

''..''Seni tanıyana kadar kimseden hiçbir şey istemedim, biliyor musun.? Hiçbir ricada bulunmadım, biliyor musun.? Hatta, biliyor musun, bu savaştan ve savaşın kazanılmasından başka hiçbir şey düşünmüyordum şimdiye kadar. Gerçekten de hiç tutkum olmadı benim; çok saf sayılırım bu bakımdan. Çok çalıştım, ama şimdi seni seviyorum,'' dedi Robert Jordan, gerçekleşmesi mümkün olmayan her şeyi kucaklayarak ''seni, uğrunda çarpıştığımız her şeyi sevdiğim kadar seviyorum. Özgürlüğü, onuru, insanların çalışma ve aç kalmama haklarını sevdiğim gibi seviyorum seni. Savunduğumuz Madrid'i, ölmüş yoldaşlarımızı sevdiğim gibi. Çoğu da öldü sevdiklerimizin. Çok ölen oldu. Çok. Çok. Ne kadar çok olduğunu bilemezsin. Ama seni, dünyada en çok sevdiğim şey kadar, hatta daha da fazla seviyorum. Çok seviyorum seni, tavşanım. Sana anlatamayacağım kadar çok. Bugüne kadar evlenmemiştim, işte şimdi sen benim karımsın ve ben mutluyum.'' (Sayfa: 425-426)

*****
*****

''..''O vakitler, saçlarım iki örgü halindeydi. Ben aynaya bakarken, adamlardan biri, örgülerimden birini kaldırdı ve o kederli halimde bile canımın acısını fark ettirecek kadar çekti, sonra da eline bir ustura alıp ta dibinden kesti. Ondan sonra öteki örgümü de kesti, ama bu sefer örgüyü iyice çekmediği için ustura kulağımı da kesti birazcık, kan çıktığını gördüm. Parmağını sür bak, yara izi eline gelmiyor mu.?''
''Evet. Ama bunlardan bahsetmesek daha iyi olmaz mıydı.?''
''Bu hiçbir şey değil. O kötü olan şeylerden bahsetmeyeceğim zaten. Böylece adam iki örgümü ta dipten kesti usturayla, ötekiler gülmeye başladılar, bense ustura kesiğinin acısını duymuyordum bile. Sonra örgülerimi kesen önüme geçip durdu ve öteki ikisi beni tutarken, örgülerimle suratıma vurdu. 'İşte biz böyle Kızıl Rahibe yaparız insanı,' dedi. 'Şimdi anlarsın işte proleter kardeşlerinle işbirliği yapmanın ne demek olduğunu. Kızıl Mesih'in Meryem'i.!'
''Sonra kendi saç örgülerimle, yüzüme vurdu, vurdu, vurdu, arkasından da iki saç örgüsünü tıkaç gibi ağzıma tıkıp sımsıkı boynuma doladı, ensemde düğümledi; beni tutanlar kahkahalarla gülüyorlardı.
''Halimi görenlerin hepsi gülüyorlardı, aynadan onların güldüklerini görünce ağlamaya başladım, zira o ana kadar gözümün önünden gitmeyen idam sahneleri yüzünden taş kesilmiş gibiydim, ağlayamıyordum.
''Derken, ağzıma tıkaç koyan, eline bir traş makinesi alıp başımda dolaştırmaya başladı; önce alnımdan başlayıp ta enseme kadar gitti, sonra tepemde sağa sola doğru gezdirdi, ondan sonra da bütün başımı, kulaklarımın arkasına kadar traş etti ve halimi göreyim diye beni berberin aynasına doğru itti. Bana bunu yapışlarını seyrederken, bir türlü gözlerime inanamıyor, durmadan ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor, ama açık ağzıma takılmış saç örgülerimle, traş makinesinin altından çırılçıplak çıkmaya başlayan kafamın meydana getirdiği dehşet verici manzara yüzünden de, bir türlü gözlerimi aynadan başka tarafa çeviremiyordum.
''Traş makinesini kullanan adam işini bitirdikten sonra, berberin rafından (berberi de, sendikaya bağlı olduğu için vurmuşlardı, adam kapının önünde yatıyordu, hatta beni içeri sokarlarken onun cesedi üzerinden aşırmışlardı) bir şişe tentürdiyot aldı ve şişenin camdan tıpasını kulağımdaki kesiğe dokundurdu, o kederli, o dehşet içindeki halimle bile kulağımın azıcık acıdığını duydum.
''Sonra, adam önümde durdu ve tentürdiyotla alnıma U.H.P. harflerini yazdı; ressam gibi de özene bezene yazıyordu. Bense bütün olanları aynadan görüyor, ama artık ağlamıyordum, zira annemle babama yapılanlardan ötürü yüreğim taş kesildiği için, bana yapılanlar vız geliyordu.
''Sonra yazısını bitiren Falanjist, bir adım geri çekildi, eserini seyretmek için bana baktı ve tentürdiyot şişesini bırakıp, tekrar traş makinesini alarak, 'Ötekini getirin,' dedi. İki kolumdan sımsıkı tutarak beni berber dükkânından dışarı çıkardılar; dükkândan çıkarken, hala eşikte sırtüstü yatmakta olan, yüzü kül kesilmiş berberin cesedine takılıp tökezledim, aynı anda da, iki kişinin içeri getirdiği, en iyi arkadaşlarımdan, Concepcion Gracia ile burun buruna geldik. Kızcağız önce beni tanıyamadı, tanıyınca da çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Beni ite kaka meydandan geçirip, belediye binasının merdivenlerinden çıkardıkları sırada hala çığlıkları kulaklarıma geliyordu arkadaşımın. Sonra beni babamın bürosuna sokup, oradaki divana yatırdılar. İşte o kötü şeyleri orada yaptılar bana.''
Robert Jordan, ''Tavşanım,'' diyerek, onu elinden geldiği kadar yumuşak bir biçimde, sımsıkı göğsüne bastırdı. Bir erkeğin duyabileceği en derin nefretle dolmuştu içi. ''Artık bahsetme bunlardan. Bana daha fazla anlatma, çünkü yüreğimin daha fazla nefreti kaldıracak hali yok.''..'' (Sayfa: 430-432)

*****
*****

''Biliyorum, bizim taraf da onlara çok kötü şeyler yaptı. Ama bunun sebebi, bizimkilerin cahil olmalarıdır. Oysa orada, o şeyleri yapanlar, faşit eğitimin yetiştirdiği en yeni meyvelerdir. Onlar, İspanyol şövalyeliğinin çiçekleridir. Öteden beri böyleydi bunlar zaten. Cortez'den, Pizarro'dan, Menendez de Avila'dan tut da, ta Enrique Lister'e, Pablo'ya kadar ne köpoğullarıydı bunlar. Aynı zamanda ne olağanüstü bir milletti. Dünyada bunlardan daha ince ve yine bunlardan daha berbat bir millet yoktu. Onlardan yumuşak, onlardan zalim bir halk yoktu. Peki kim anlıyor bu halkı.? Herhalde ben anlamıyorum, zira eğer anlasaydım, bağışlardım onları. Anlamak bağışlamaktır. Hayır, doğru değil bu. Bağışlama, abartılmış bir düşüncedir. Bağışlama bir Hıristiyan fikridir, İspanya ise hiçbir zaman bir Hıristiyan memleketi olmamıştır. Bu memleket her zaman, Kilise içinde kendi özel putperestliğini sürdürmüştür. Otra Virgen mas (Daha başka bakire). Herhalde bundan ötürü, düşmanlarının bakirelerini mahvetmeye kalkışıyorlar daima. Bu duygu hiç kuşkusuz, İspanyol din yobazlarında, halkta olduğundan daha derindi. Halk, Kiliseden uzaklaşmıştı, çünkü Kilise hükümetin içine girmişti ve hükümet öteden beri çürümüş bir haldeydi. Reformasyonun ulaşamadığı biricik memleket buydu. İşte şimdi Engizisyonun ceremesini bunlar çekiyordu.'' (Sayfa: 434-435)

*****
*****

''Özgürlük demek, insanın pisliğini açıkta bırakması demek değildi, diye düşünüyordu. Kediden daha hür hayvan olmasın; ama o bile pisliğini örterdi. Kediden daha mükemmel bir anarşist yoktur. Onlar bu işi kediden öğreninceye kadar saygı duymayacağım onlara.''
(Sayfa: 460-461)

*****
*****

''..saatin göstergesi, artık görülmeden hareket ederken, onlar, birine olmayan bir şeyin ötekine asla olamayacağını ve olmadığını, bundan daha büyük bir şey de olamayacağını biliyorlardı; bunun her şey olduğunu ve her zaman olacağını; bunun olmuş, olan ve olacak olduğunu biliyorlardı. Bunu elde edeceklerini değil, elde etmekte olduklarını biliyorlardı. Bunu şimdi elde ediyorlardı, daha önce elde etmişlerdi ve şimdi, hep şimdi, her şeyin üstünde şimdi elde ediyorlardı ve şimdiden ve senden başka şimdi yoktur ve şimdi de senin peygamberindir. Şimdi ve sonsuza dek şimdi. Gel şimdi, zira şimdiden başka şimdi yok. Evet, şimdi. Ne olursun, şimdi, yalnız şimdi, başka şimdi değil, sadece şimdiki şimdi ve senle ben neredeysek orada ve ötekinin olduğu yerde, nedeni, niçini olmaksızın ve yalnız şimdiki şimdi, şimden sonra ve sonsuza dek şimdi, ne olursun sonsuza dek şimdi, zira şimdiki şimdi, ebediyyen şimdidir. Bir, sadece bir, şimdiki birden başka bir yoktur, şimdi gitmekte olan bir; yükselirken şimdi, yelken açarken şimdi, ayrılırken şimdi, dönerken şimdi, süzülürken şimdi, uzaklaşırken şimdi, bütün yol boyunca şimdi ve bütün yollar boyunca şimdi; bir kere bir, eder bir, eder bir, eder bir, eder bir, hâlâ bir hâlâ bir, hâlâ bir, inerken bir, yavaş yavaş bir, yumuşak yumuşak bir, arzuyla bir, şefkatle bir, mutlulukla bir, sevilecek bir, bağıra basılacak bir, yerde, kesilmiş ve üzerlerinde uyunmuş çam dallarına dirseklerle abanılırken bir, çam kokuları ve gecenin kokusu içinde bir; toprakta sonuçlanmak üzere şimdi ve gelecek günün sabahıyla birlikte. Sonra, öbürü sadece kafasının içinde olduğu ve hiçbir şey demediği için, ''Ah, Maria,'' dedi Robert Jordan, ''seni seviyorum, bunun için de sana teşekkür ederim.''..''
(Sayfa: 462-463)

*****
*****

''..yine bunun, bir istisna olduğunu da biliyordu. Maria'yla sahip olduğumuz şey, diye düşündü. Onda benim büyük şansım vardı. Belki de, sahip olayım diye hiçbir zaman yalvarmadığım için buna layık görüldüm.''
(..)
''Her seferinde teker teker; bir seferinde sen, bir seferinde de içindeki öbür sen olarak düşüneceksin.'' (Sayfa: 481)

*****
*****

''Bizler cahillerle, her şeye tepeden bakanlar arasında kaldık.''
(Sayfa: 486)

*****
*****

''..''Şimdi gideceksin, Tavşanım. Ama ben de seninle gideceğim. İkimizden biri yaşadıkça, ikimiz de yaşıyoruz demektir. Anlıyor musun.?''..'' (Sayfa: 564)

*****
*****

''Herkes kendine düşeni yapar. Kendin için hiçbir şey yapamazsın, ama belki bir başkası için bir şeyler yapabilirsin.''
(..)
''Dünya güzel ve uğrunda çarpışmaya değer; hiç istemiyorum dünyayı bırakıp gitmeyi.'' (Sayfa: 569)

''Ölümü özlemektir kötü olan. Ölüm ancak uzun sürdüğü ve onur kıracak kadar acılı olduğu zaman kötüdür.'' (Sayfa: 571)

*****
*****
''..hâlâ yapabileceğin bir şey var. Yapacağın şey var olduğunu bildiğin sürece, onu yapmak zorundasın. Bunun ne olduğunu hatırladığın sürece, beklemelisin onu yapacağın ânı.'' (Sayfa: 573)

13 Ağustos 2021 Cuma

Bertolt Brecht - Aşk Hep Yeni Başlar (Derleyen ve Çeviren Turgay Fişekçi)


BRECHT VE ŞİİRİ
*
Bilinir ve söylenir; sanatlar içinde sahteliği kaldırmayan tek sanat şiirdir diye. Bu sözden amaç, başka sanatlarda göz boyayarak, sanat dışı yöntemlerle başarı sağlanabileceği; şiirde ise bunun olanaksız olduğudur.
*
Bu yazıyı yazmaya hazırlandığım günlerde Brecht üstüne yeni başlayan bir tartışma bu sözü anmama neden oldu: Uluslararası Brecht Topluluğu'nun (International Brecht Society) kurucusu ve her yıl yayımlanan Brecht Yıllığı'nın on dört yıl boyunca editörlüğünü yapan ABD'deki Maryland Üniversitesi edebiyat profesörü John Fuegi'nin bu yıl yayımlanan Brecht ve Çevresi adlı 876 sayfalık biyografi kitabında Brecht'in çoğu yapıtlarının çevresindeki çalışma arkadaşlarının (Elisabeth Hauptmann, Margarete Steffin ve Ruth Berlau) ürünü olduğunu ya da başka kaynaklardan kopya çekildiğini savlıyor. (*)
*
Brecht'in şiiri üstüne bir yazı yazacağım sırada böyle bir savla karşılaşmak heyecanlandırdı beni. Elinizdeki kitabı hazırlayabilmek için birkaç aydır Brecht'le yatıp, Brecht'le kalkıyordum çünkü. Ben de yıllardır şiir yazan, şiir üstüne düşünen biri olarak, kendimi bir şairin dünyasına nasıl yaklaşılabileceğini az çok kestirebilen biri sayıyorum. Matematikçilerin, hayal dünyaları geniş insanların da şiir yazabileceklerine, ama şiire giden asıl patikaların yalansızlık ve içtenlik taşlarıyla döşenebileceğine inanıyorum.
*
Brecht şiirinin bütününe yaklaşırken, bir şair kişiliğin oluşum sürecine ve bu sürecin şairin yaşamı boyunca nasıl bir çizgi izlediğini, dolayısıyla hayatıyla şiirinin nasıl bir ilişki içinde olduğunu da yakalamaya çalışacağız.
*
Brecht'in şiirlerinin tümü ancak ölümünden sonra derlenerek bir arada yayımlanabilmiştir. Sağlığında yayımlanan birkaç şiir kitabı, yazdığı şiirlerin ancak küçük bir bölümüdür. Oysa Brecht on altı yaşından başlayarak ölümüne dek aralıksız olarak şiir yazmış, özelllikle yaşamının son dönemlerinde, Berlin'e döndükten sonra oyun yazarlığından iyice uzaklaşmasına karşın, şiirden hiç kopmamış, yazınsal üretiminin en sürekli eylemi şiir olmuştur. Yirminci yüzyılın başta gelen tiyatro adamlarından biri olması, ilk bakışta onun şair kişiliğini gölgeler, ikinci planda bırakır gibi olursa da, toplam bin iki yüze yakın şiiriyle büyük bir şiir varlığının da sahibidir.
*
Brecht'in bütün şiirleri derlemesinde ilk şiir 1913 tarihlidir. Ozanın on beş yaşında yazdığı ve o sıralar yaşadığı kent olan Augsburg'da okuduğu lisenin öğrenci gazetesinde yayımlanmıştır. Ardından gelen 1914 ve 1915 tarihli şiirler ise kentin önemli gazetelerinden "Augsburger Neusten Nachrichten"de yayımlandı. Elinizdeki kitabın ilk şiiri olan 1914 tarihli, yani ozanın on altı yaşında yazdığı "Çağcıl Söylen" şiirine bakıldığında, çocuk sayılacak yaşta değil de, olgun bir ozanın şiiriyle karşılaştığımız ortadadır.
*
Şiire bu denli erken başlayan şairlerin iç dünyalarına girebilmek için çocukluk ve ilk gençlik yıllarına gitmek kaçınılmaz oluyor. Brecht'in doğduğu kent olan Augsburg, doğa güzellikleriyle dolu güney Almanya'da yer almasının yanında, daha 19. yüzyılda önemli bir sanayi kenti olmuştu. Dolayısıyla varsıl bir burjuva yaşamı kentte egemendi. Brecht de bir burjuva ailenin çocuğu olarak doğdu. Babası kentteki kâğıt fabrikasının yöneticisiydi. Kent ve çevresindeki doğa güzellikleri genç Brecht'i ne denli çektiyse, içinde bulunduğu burjuva yaşam tarzı da o denli itti. Daha lise yıllarında içinde yaşadığı toplumsal düzene başkaldırarak, zaman zaman avarelik çizgisine dek uzanan bir yaşam sürmeye başladı. Öğrenim yılları ona sadece muhalif olmayı öğretti.
*
Arkadaşı Herbert Ihering'e 1922 sonbaharında yazdığı bir mektupta okul yıllarından şöyle söz eder: "İlkokuldaki dört yıl benim için can sıkıcıydı. Lisedeki dokuz yılım sırasında öğretmenlerimde önemli bir değişim sağlayamadım. Tembelliğe ve bağımsızlığa eğilimim sürekli gözlerine batıyordu. (...) Lise yıllarında uğraştığım çeşitli sporlardan dolayı, bana metafiziğin sırlarını öğreten bir yürek şoku geçirdim."
*
1938'de yazdığı "İyi Geçmişi Söküp Atmak" adlı şiirinde, aile çevresinden şöyle söz eder:
*
Oğlu olarak yetiştim
Varlıklı insanların. Ailem
Boynuma bir yaka takıp yetiştirdi beni
Hizmet edilecek biri olarak ve öğretti bana
Buyurma sanatını. Ama
Büyüyüp çevreme baktığımda
Sevmedim sınıfımın insanlarını
Buyurmayı ve hizmet edilmeyi
Ve terk edip sınıfımı katıldım
Yoksul insanların arasına
*
Brecht daha Augsburg'dayken baba evinden ayrılarak tuttuğu bir çatı odasında, her şeye karşı çıkan anarşist-nihilist bir anlayışla bildiğince yaşamaya başladı.
*
"Çağcıl Söylen" şiirini daha Birinci Dünya Savaşı'nın ilk ayında yazmıştı.
*
Yalnız analar ağladı
Her iki yanda
*
Oysa dönem, ulusçuluğun alabildiğine yükseldiği bir dönemdi.
Çok genç yaşta başladığı şiir uğraşını Brecht, ömrünün sonuna dek aralıksız sürdürdü. Tanınması, geçimini sağlaması, hep tiyatro yoluyla oldu, ama şairliği, masasında ve odasında büyük bölümünü okurlarla paylaşma fırsatını bulamadığı bireysel bir etkinlik olarak sürdü.
*
AUGSBURG'DAN MÜNİH VE BERLİN'E
*
Brecht, liseyi bitirip tıp öğrenimi görmek üzere Münih'e gelmesinden kısa bir süre sonra askere alındı. Görevi Augsburg'daki askeri hastanededir. Burada gördüğü dehşet sahneleri inanılmayacak denli vahşi ve acımasızcadır. İnsan yaşamının çok ucuzladığı yıllardır. Savaş alanlarında topraktaki solucanlar gibi insanlar kıvranmakta, bataklıklarda, sazlıklarda çürüyüp gitmektedirler. Savaşta ölmek, yüce bir amaç olmaktan çıkıp, gülünç bir duruma gelmiştir. Ardından kendisini savaş sonrasının kaos ortamında bulur. Sanat çevrelerinde son derece canlı bir tartışma ortamı vardır. Bu tartışmalara katılır. Sokak tiyatrolarında gitar çalmakta, birahanelerde, savaştan dönmüş yorgun askerlere şiirlerini okumaktadır.
*
Brecht'in bu dönem şiirlerinde doğa öylesine öne çıkar ki insan doğanın sıradan bir parçasıdır ancak. "Göllerde ve Irmaklarda Yüzmek" şiirinde insanı su ile özdeşleştirmekte, doğadaki bir su yaratığı gibi görmektedir. Sanki Tanrının unuttuğu insanlar doğayla birleşmektedirler. Şiirin Birinci Dünya Savaşı sonrasında yazıldığı düşünülürse, insanlara mutluluk ve dostluk yolu olarak gök ve suyun önerildiği ortaya çıkar.
*
Irmaklara uzanmalı insan ya da küçük göllere
Sazan balıklarına yuva olan sazlar gibi

*
Brecht'in gençlik dönemlerinde yazdığı şiirlerde Kipling, Villon, Baudelaire ve Rimbaud'nun açık etkileri görülür. Toplumdışı tavır hep öndedir. Bu dönemde yayımlanan şiir kitabı Hauspostille (Ev Vaazları), adından başlayarak alaycı bir anarşizmle doludur. Brecht'in gençlik yıllarının isyancı havası bu kitaba tümüyle egemendir. Tanrı, halk, vatan, aşk gibi toplum düzeninin temel kavramlarını, toplumdışı bir bakışla, hiçbir sakınma ve utanma duymadan ele alır. Burjuva yaşamının gerçek yasaları neyse bunları ortaya dökmeyi amaçlar: Halkı iyi olmaya çağıran ilahiler, ölüme giden askere söylenen yurtseverlik şarkıları, gönül kırgınlarına seslenen bayağı aşk şarkıları, Brecht'in şiirlerinde gerçek yüzleriyle görünürler, hiçbir utanma ve sakınma duymadan. Ev Vaazlarinöa "Son Bölüm" başlığı altında yayımlanan "Yoldan Çıkarılmaya Karşı" şiirinde şair, tıpkı bir din adamı gibi, insanları bedelini pahalıya ödeyecekleri "yoldan çıkma"lara karşı uyarır. Ancak Brecht'in uyarıları, din adamlarından farklı olarak insanları bedelini öbür dünyada değil, bu dünyada pahalıya ödeyecekleri yoldan çıkmalara karşı uyarır. Uyarıları en az din adamlarınınki kadar ciddi ve kesindir. Şiir insan yaşamına ilişkin sarsıcı bir uyarıdır:
*
Bırakmayın yoldan çıkarmasınlar sizi
Angarya ve sömürü için!
Korku neden?
Bütün hayvanlar gibi öleceksiniz siz de
Ondan ötesi olmayacak.

*
Uzun süredir amaçladığı, edebiyat dünyasında bir rezalet çıkarabilmeyi bu kitabıyla bir anda gerçekleştirir. Protestan tanrıbilimci Kari Tieme; Ev Vaazları'm "şeytanın dua kitabı" olarak niteler. Çürüme ve kokuşmadan oluşan bir doğa görünümünün içine yerleşmiştir insan. Salyası akan, tüküren, küfreden bir varlıktır. Brecht'in bu şiirlerindeki sözcük dağarcığı sokakların sözcükleriyle doludur. Bu şiirlerin toplumdışı kahramanları, burjuva dünyasının ahlak anlayışına karşı çıksalar da, dünyayı, yaşamın tadının sınırsızca çıkarılacağı bir yer olarak görmektedirler. Askerler, denizciler, korsanlar, sokak kadınları, serüvenciler bu dünyanın kahramanlarıdırlar. Bu dönem şiirlerinden biri olan François Villon'un "Le Pauvre François Villon" (Yoksul François Villon) adlı şiirinin etkisiyle yazdığı 1922 tarihli "Yoksul B. B. Üstüne" adlı kendini anlattığı şiirinde de aldırmazlık içinde burjuva toplumu üzerinde patlayacak depremleri bekler. Şiir bir kabare şarkıcısı ağzıyla söylenmiş gibidir:
*
Umarım yakında depremler başlayınca
Acıdan puro içemez duruma gelmem.

*
Bu kitapta genel çizginin dışına çıkan az sayıdaki şiirden biri de "Marie A.'yı Anımsama"dır. Bu son derece kişisel şiirde Brecht, bir sokak şairi tonuyla anlattığı olayın bireysel yanından uzaklaşarak, Marie A. ve aşkından kendisine yalnızca gökyüzündeki o an görünüp yiten bir bulutun anısı kaldığını vurgular.
*
Her ne kadar Brecht'in bu dönem şiirleri özde tam bir başkaldırı, kuraltanımaz bir yaratıcının ürünleri gibi görünse de biçimde eski şiirle köklü bir bağ kurar. Ev Vaazları'ndaki pek çok şiir geleneksel bir biçim olan "Balad" tarzında yazılmıştır. Yine "Sone" de Brecht'in sık sık başvurduğu bir başka geleneksel biçimdir.
*
Bu kitapta Brecht'in son derece parlak bir dil ustası olduğu dikkat çeker. Dili büyük bir rahatlıkla kullanırken, şiirlerini son derece kolay yazdığını düşündürtecek bir akıcılığa sahip olduğu görülür. Ernest Borneman, Brecht'in sahip olduğu dil becerisinin altında dört ana kaynak olduğunu yazmıştır:
1- Güney Almanya halkının günlük dili, 2- Renkte, kurguda ve tüm başka somut oluşumlarda imge düşmanı bir şiir, 3- Okulda öğretilen resmi yazı dili, 4- İngilizce ve egzotik deyimler. (Bkz. Martin Esslin, Brecht, Das Paradox des politischen Dichters, dtv, 1970, s. 145.)
*
Bu unsurlardan Brecht'in özel şiir dili gelişti. Brecht'in dilinin gücü, dildeki çeşitli renkleri harmanlayıp, bunlardan yeni bir anlatım dili oluşturabilmeslndedir. Bir derginin soruşturmasına verdiği yanıtta, yaratısındaki en önemli edebi etkiyi kutsal kitaplardan aldığını söylemişti. Tevrat ve İncil'deki anlatım biçimlerini ustalıkla şiirine uyarladı: Karşıt anlamların bir arada kullanılması, koşut anlatım, yineleme ve ters çevirme.
*
Yine Brecht'in dilinde sokak şarkıcılarının etkileri de hemen ayrımsanır. Soytarıların panayırlarda söyledikleri melodram şarkıları, halk oyunlarındaki kantolar, o yıllarda edebiyat dilinden tümüyle dışlanmışken, Brecht, onlardaki saf, buna karşın sözünü esirgemez özelliği yakalayarak şiirine kattı. Gençliğini geçirdiği Augsburg sokaklarında, yüreğini sevinçle dolduran duyguları ve renkleri bulduğunda, şiir dilinin yenileştirilmesi için de bir kaynak bulmuş oldu.
*
17. yüzyıldaki Alman edebiyatının Barok dönemi ürünleri de Brecht şiirini yakından etkilemiştir. Otuz Yıl Savaşları'nın (1618-48) getirdiği yıkım ve kargaşa ortamının ardından doğan Barok edebiyat, insanların, o zamana dek salt öbür dünyaya yönelik bir yaşam sürmelerinin tersine yaşadığı günün zevkini çıkarmalarını işleyen bir akım oldu. Dindışı konuların işlenmesi müzik, dans ve şiirin birleştiği yeni anlatım olanaklarının da doğmasını sağladı. Barok dönemde edebiyatın günlük yaşamla buluşması sonraki yüzyıllarda kayboldu ve edebiyat yeniden bir seçkinler uğraşı haline geldi. Brecht, Alman edebiyatının günlük hayatla olan kopukluğunu gidermek, çağdaş edebiyat dilini yenileştirmek için giriştiği uğraşta Barok dönem ürünlerini örnek aldı.
*
Baudelaire ve Rimbaud gibi toplumdışı yazarların Brecht'e doğrudan etkileri ne denli doğalsa, İngiliz emperyalizminin destekçisi olarak tanınan Kipling'den etkilenmesi ise o denli şaşırtıcıdır. Kipling'in çekim gücü Brecht için tümüyle egzotizminden kaynaklanır. Egzotizm, Brecht için küçük burjuva ahlak kavramlarının reddi, dar bir dünyanın sınırlılığına ve küçüklüğüne karşı duyulan kindir. Kipling'deki lanet okuyan, kutsal şeylere küfreden toprak kölelerinin baladlarında hayatın canlılığı ve bayağılığı saf olarak görülür. Böylece, Kipling, egzotizmiyle Brecht'in ilk yaratı döneminde ana kaynaklarından biri olur. Bu kaynağa Kipling'in yanı sıra çeşitli ülkelerden ve çeşitli çağlardan etkiler de karışır: Jack London'ın on dokuzuncu yüzyıl sonları Kanada ve Alaskası, Upton Sinclair'in Şikago'su, Dickens'ın Londra'sı vb.
*
Brecht, egzotik hayal dünyasıyla güçlü bir düzen karşıtı tutum yanında yeni şiirsel anlatım biçimleri de üretmiş olur. Brecht'in bu dönem şiirleri dönemin egemen sanat anlayışı olan dışavurumculuktan da kişiselliğin öne çıkmasıyla ayrılır.
1924'de Berlin'e taşınması Brecht'in şiirine büyük kent havasını soktu. Nihilist-anarşist Brecht, kendini bilinçli olarak toplumculuğun düzenleyici ilkeleri ve diyalektik materyalist düşünce biçiminin disiplini altına aldı. Berlin'de 1925-30 arasında yazdığı şiirlere "Kentlerde Oturanlar İçin Okuma Kitabı'ndan" adını verdi, ancak bu şiirlerini kitaplaştırma olanağı bulamadı. Bu şiirlerin temel özelliği büyük sanayi kentlerindeki insanların deneylerini yansıtmasıdır. İnsanın kendine ve çevresine yabancılaşması ana izlek olarak ortaya çıkar.
*
Kendinden önceki Walt Whitman, Baudelaire gibi şairlerin büyük kentlere coşkuyla yaklaşan tavırlarına karşın Brecht için büyük kent duygu değil, duyarsızlık ortamıdır. Kent görünümlerine (apartmanlar, geniş bulvarlar, trafik, eğlence yerleri) Brecht denli duygusuz bir gözlemci gözüyle bakan şaire rastlanmaz. Bu duygusuzluk ortamı, aslında Almanya'nın 1925-30 yıllarındaki ortamından da kaynaklanır. Kentler aynı zamanda yeraltı siyasal çalışmalarının da merkezleridir. Pek çok insanın hayatı gizlidir. Bu şiirlerde rastlanan pek çok uyarı, yeraltındakiler içindir "Ört izlerini.!".
*
Bu şiirlerde geleneksel şiirden tam bir kopuş gözleniyor. Dil, öğretici, yukardan bakan bir konuşma dilidir. Brecht şiirlerde kendi dünyasını anlatmaz, başkalarına, öğüt ve bilgi vermek istediği insanlara seslenir. Kentte yaşamayı öğreten bir öğretmen. 1928-29 yıllarında yazdığı Mahagonny adlı oyun, Brecht'in en güzel şiirlerinden biri olan "Sevgililer"i getirir. Bu yapıtı, kişinin doğayla bütünleşmesi düşüncesini en etkili biçimde işleyen şiirlerinden biridir.
*
Güneşin ve ayın altında küçük hareketlerle
Birbirlerine sevdalı, uçarlar sonsuza,
Hey sizler, nereye? - Hiçbir yere. - Nereden? - Her yerden.
Soruyorsunuz, ne zamandır birliktesiniz?
Çok olmadı. - Ne zaman ayrılacaksınız? - Hemen.
İşte böyle bir anlık birlikteliktir, sevenler için sevda.

*
Brecht şiirinin "yıkıcı" dönemi, 1920'lerin ikinci yarısında, Marksizm'i öğrenmeye başlamasıyla değişmeye başlar. Bu dönemde yıkıcılık yapıcılığa, inançsızlık inanca doğru bir değişim sürecine girer. Bu süreçte şiirin yazıldığı insanlar için yararlı olması kaygısı öne çıkar.
*
SÜRGÜNDE
*
1933'de Hitler'in iktidara gelmesiyle Brecht’in on beş yıl sürecek sürgün yaşamı başlar. Bu süre içinde yayımlanabilen tek şiir kitabı 1939'da Svendborger Gedichte (Svendborger Şiirleri) olur. Svendborger, Brecht'in Almanya'yı terk ettikten sonra yerleştiği Danimarka'da bir kıyı kasabasıdır. Burada geçirdiği altı yıl, üretkenliğinin en verimli dönemidir. Svedborger Şiirleri' nin basılmasını, Brecht Danimarka'yı terk edeceği sırada, yardımcılarından, tiyatro oyuncusu Ruth Berlau sağlar.
*
Svendborger Şiirleri için baştan sona bir siyasal şiirler toplamı denebilir. Brecht şiirlerinin doğrudan siyasal savaşım içindeki insanlara seslenmesini istiyor, bunun için doğrudan siyasal şiirler, hatta çoğu bestelenerek söylenen marşlar yazıyordu. Bu dönemde yazdığı siyasal temaların bulunmadığı şiirlerini ise bu kitaba almamıştır. Bu şiirlerde dil, imgeden tümüyle arınmış, doğrudan konuşma diline yönelmiştir. Ev Vaazları’nda bulutlarla, sularla, bitki örtüleriyle çok sık karşımıza çıkan doğa, Svendborg Şiirlerinde ortadan kaybolur. Yerini ürkek, belirsiz, arada bir görünüp kaybolan küçük doğa parçalarına bırakır. Bu dönem şiirlerinde ortadan silinen bir başka özellik de lirizmdir. Lirizmin Brecht şiirinden tümüyle çekildiği söylenemez ancak bu kitabına Brecht neredeyse hiçbir lirik şiirini almamıştır.
*
Okul yıllarında başlayan Latin ozanlarına sevgisinin yanı sıra Brecht bu dönemde incelediği Uzak Doğu, özellikle de Çin şiirinden de etkilenmiştir. Çin şiirinden yumuşak, yalın, uyaksız ve özgür koşukla yazma olanaklarının yanı sıra Konfüçyüs öğretisini de öğrenir. Şiirin haykırışı, ancak dingin bir olgunluk içinde olanaklıdır. Konfüçyüs'ün dostluk ve erdem düşünceleriyle sosyalizm idealini özdeşleştirir ve bu iki kavram şiirlerinde sürekli yinelenen temel bir izlek olur.
*
Bu kültürlerin, kısa yapılar içinde, birbirine karşıt iki konunun karşılaştırılması sonucu ortaya çıkan çelişkinin şaşırtıcılığı ile şiir oluşturma tekniğini de ustaca kullanmıştır. Çin şiiriyle ilgisi, Brecht şiirini bir yandan son derece yalınlaştırırken, bir yandan da zenginleşmesini ve yoğunlaşmasını sağlamıştır. Çin şiiriyle ilişkisi, Brecht'in yaratıcılığında önemli bir etken olan zeka kıvılcımlarını da daha yoğun bir biçimde kullanmasına yol açmıştır. Yapısını zekasıyla kurduğu pekçok şiirin temel özelliği, okuyucuda beklenmedik bir şaşkınlık yaratmalarıdır. Çelişkili, uyumsuz ya da saçma iki durum birbiriyle karşı karşıya getirilir. Bu yadırgatma, okuru bir bilgiye götürmek ya da uyarmak amacı taşır:
*
Tebeşirle duvara yazılmış:
Savaş istiyoruz.
İlk vuruldu
Bunu yazan

*
Güncel siyasal koşulların da etkisiyle Brecht şiirini o denli yalınlaştırır ki, kimi şiirlerine "Çocuk Şiirleri" üst başlığını koyar. Yine aynı amaçla "Fabl"ler yazar. Kimi şiirlerini ise doğrudan yürüyüşlerde marş olarak söylenebilmesi için yazmış, Hans Eisler'in bestelediği bu marşlar büyük yaygınlık kazanmıştır.
*
Svendborger Şiirleri' ne girmeyen dönemin öbür şiirlerinde bir yandan siyasal konular işlenirken, bireysel sayılabilecek konuları anlatan, aşk ve doğaya dönük şiirler de önemli yer tutar. Hatta siyaset dışı şiirlerinin şaşılacak bir konu çeşitliliğine ulaştığı görülür. Bu şiirlerin dili, siyasal şiirlere göre yumuşaktır. İnsani yanları öne çıkaran lirik bir anlatım dile egemendir.
*
1939'dan sonra sürgün yaşamı daha da güçleşir. Kısa sayılabilecek sürelerle kaldığı, İsveç, Finlandiya, Sovyetler Birliği'nden sonra ABD'ye gelir. Kapitalizmin yeryüzündeki merkezi Brecht için mutlu olabileceği bir mekân değildir. Oyunları beğenilmez, geçinebilmek için yazdığı pekçok senaryo geri çevrilir. Kendini hiç olmadığı kadar "garip" ve yalnız hisseder. Bu duygular şiirine de yansır:
*
Her sabah, ekmeğimi kazanmaya
Giderim pazara, yalanların satın alınacağı yere.
Umut dolu
Sunarım kendimi satıcıların arasında

*
İçinde bulunduğu garip durumu anlatan hüzünlü şiirler yazar ama "Almanya Üstüne" ya da "Oğlu Ölen Ananın Ağıdı" gibi 1941 yılında yazdığı şiirlerde olduğu gibi uzaktaki yurdunun acılarını da içinde duyar, savaş sonrasına ilişkin yurdu üstüne tasarılar kurar.
*
Gök, yer ve rüzgâr
Ve insanların yarattıkları
Kalabilirler ama
Sömürücüler
Kalamaz.

*
BERLİN'DE
*
Savaş sonrasında Brecht, ancak 1948'de Berlin'e dönebildi. Döndüğü ülke, on beş yıl önce terk ettiği ülkeden çok farklıydı. Her şey altüst olmuştu. Sanki "yeni bir ülkede yeni bir hayata" başlamış gibiydi. Ölümüne dek geçen sekiz yılda yine pekçok şiir yazdı. Bunların büyük çoğunluğu günlük izlenimlerden yola çıkılarak yazılmış lirik şiirlerdir. Bunlar arasında kimi parlak aşk şiirleri özellikle dikkat çeker. 1953'de yazdığı "Buckow Ağıtları" başlıklı şiirler ise, izlenimci bir ressamın açık havada çizdiği küçük desenler gibidir. Kısa, yalın ve yoğun anlatım bu şiirlerde en üst düzeye erişir.
*
Brecht'in şairlik yaşamına baktığımızda, başlangıcını 1914 kabul edebileceğimiz; 1956'daki ölümüne dek kırk iki yıl süren kesintisiz ve yoğun bir şiir serüveniyle karşılaşıyoruz. Yaklaşık bin iki yüz şiirlik bu dev üretim, şiirsel yoğunluğunu hiç yitirmeden sürmüştür. Natüralist sayılabilecek bir tutumla başlayan şiir serüveni, doğu ve batı kültürlerinden pekçok etki altında kendine özgü bir nitelik kazanmıştır. Brecht şiiri için söylenebilecek en genel tanım, onun şiirinin, yalınlığın, düz anlatımın 20. yüzyıl dünya şiirindeki doruklarından biri olduğudur. Brecht şiire başladığı yıllarda yaygın olan Fütürizm (Gelecekçilik), sonraki yıllarda hemen tüm Avrupa şairlerini etkileyen Sürrealizm (Gerçeküstücülük) gibi akımlardan hiç etkilenmemiş, arayışları hep, okurla doğrudan bağ kurabilen bir şiire yönelik olmuştur.
*
Brecht pek çok şiirinde ölçülü uyaklı biçimler uygulamıştır. Serbest ölçüyle yazdığı şiirlerinde de uyaklara önem vermiş, özellikle de dize sonlarının yanı sıra dize başları ya da ortalarına serpiştirdiği yarım uyaklarla şiirlerinde zengin bir ses uyumu yaratmıştır. Uyak kullanmada son derece yetenekli olmasına karşın pekçok şiirinde uyaklardan ve her türlü süsleme öğelerinden arınmış, "benim ritme gereksinmem vardı, tıkırtıya değil" diyerek "düzenli düzensizlik" olarak adlandırdığı bir şiir biçimi yaratmada ısrar eden Brecht, çok az şairin ulaşabildiği yalınlık içinde çok anlamlılığa ve derinliğe ulaşabilmiştir.
*
Brecht, bütün bu çabalarını şu sözleriyle özetler: "Bütün sanatlar en üstün sanat olan yaşama sanatına hizmet eder."
*
Valery, bir sözün şiir sayılabilmesi için üç koşul sıralar: Dil değeri taşıması, bu dille anlatılan bir şey olması ve anlatılan şeylerin başkalarınca anlaşılabiliyor olması. Brecht'in şiirinin gerçek değerinin de her şeyden önce, dilinin yalınlığı ve gücüyle oluştuğunu belirtmek gerekir. Ancak bu yalınlık, içinde çok anlamlılığı da taşır. Brecht'in böylesi yalın anlatımla kurduğu şiir dünyası çevirmenleri de güç durumda bırakmakta, şiirin düz bir çevirisi, bir başka dilde kupkuru bir metne dönüşüvermektedir. Onun sözcükleri sıradan, ama sözcüklerin bileşimi büyüleyicidir. Bu dil büyüsü Brecht şiirinin ilk dönemi olan anarşist-nihilist coşkunluk döneminde oluşmuş, sonraki dönemlerde yapısal değişikliklerle yeni biçimlerde sürmüştür.
*
Yayımlanma olanağı bulunmamasına karşın bu denli ısrarla kesintisiz olarak şiir yazmak da yine büyük şairlere özgü bir özelliktir.
*
Brecht'in tüm şiirlerine topluca bakıldığında ortaya matematikle desteklenen bir maddi gerçek daha çıkıyor. Brecht'in şiir yazma süreci olan 1914-56 arasındaki kırk iki yıllık sürede yazdığı yaklaşık bin iki yüz şiir yıllara bölündüğünde yılda ortalama otuz şiir yazdığı ortaya çıkıyor. Bu da düzenli yayımlama olanağı bulabilse kırk yıl boyunca hemen her yıl bir şiir kitabı çıkarabileceğini gösteriyor.
Brecht bu denli çok şiir yazmakla, başka büyük şairlerde de rastladığımız bir özelliğe daha kavuşuyor: Kendi hayatının, sanatının, dünyasının gelişimini günü gününe belgelemek. Brecht'in pekçok şiiri, - belki de yayımlanacağını düşünmeden - günlük olaylar üstüne, bir sanatçının güncesine düştüğü notlar gibidir. Özellikle bu tip şiirleri, onun iç dünyasına yaklaşmamızı, onu yakından tanımamızı sağlar. Bu dünya, yirminci yüzyılın ilk yarısında yaşamış bir şairin, bir sanatçının dünyasıdır. Umutla umutsuzluğun, eskiyle yeninin, bireyselle toplumsalın sürekli çatıştığı, insanların kolaylıkla yok olup gidebildikleri acımasız bir dünya..
*
Bu yazının girişindeki sava dönersek, Brecht, gerçek bir yaratıcı değil de bir göz boyayıcı olsaydı, sanatların en hası olan şiirle bu denli uğraşır mıydı.? Üstelik şiirde yapmaya çalıştığı şey; her türlü süsü ortadan kaldırıp, yalnızca sözcükler ve anlamdan oluşan saf bir şiir hiç olmazdı. John Fuegi'nin savları, önümüzdeki yıllarda Brecht üstüne tartışmaların daha da alevlenip yayılacağını gösteriyor. Bu tartışmalar Brecht'in yapıtlarının yeniden gündeme getirilip tartışılmasına yol açmasıyla da önem taşıyor.
*

Turgay Fişekçi, 1995 (Sayfa: 7-21)

*
(*) Bkz."Öldürülmek İstenen Brecht'tir", Thierry Gandillot, "Le Nouvel Observateur", 20 Nisan 1995. Çeviren : Aslı Yıldırım, "Evrensel Kültür", Sayı : 43, Temmuz 1995 ss.16-17.

*****

1914-33, AUGSBURG'DAN MÜNİH VE BERLİN'E:

*


Çağcıl Söylem

*
Savaş alanına çöktüğünde akşam
Düşmanlar yenilmişti
Tınıları telgraf tellerinin
Haberi uzaklara taşıdı
*
Dünyanın bir ucunda için için yandı
Bir haykırış, gökkubbede parçalanarak
Bir çığlık, çılgın ağızlardan taşan
Ve esrik göğü aşan.
Bin dudak ilençle soldu
Bin yumruk, vahşi bir öfkeyle sıkıldı.
*
Dünyanın bir başka ucunda
Bir sevinç, gökkubbede parçalanarak
Büyük bir sevinç, bir eğlence, bir çılgınlık
Rahat bir soluklanma, gerinme
Bin dudak eski bir duayı söyledi
Bin el inançla birleşti.
*
Gecenin geç saatlerinde
Sayıyordu telgraf telleri
Savaş alanında kalan ölüleri -
O zaman dost ve düşman sessizleşti.
*
Yalnız analar ağladı
Her iki yanda. (Sayfa: 27)

*****

Dünyayı Ölmüş Gördüğümde

*

Dünyayı ölmüş gördüğümde
Bitkiler, insanoğlu ve başka her şey
Yeryüzündeki hayvanlar, deniz dibindekiler
Bir dağın yükselişi
Öbür dağlardan ve Himalaya'dan daha yüksek
Yükselişiyle bütün dünyayı kaplaması
Bilgelikti ona bu yüksekliği veren
Ahmaklık daha da yükseltti onu
Işık güçlendirdi onu ama karanlıkla daha da büyüdü
Böylece değişti dünya tek bir dağ ile
Şunu da söyleyebiliriz: Bu en büyük varlıktır.! (Sayfa: 32)

*

EV VAAZLARINDAN

*

GÖLLERDE VE IRMAKLARDA YÜZMEK

*

1.
*
Solgun yazda, rüzgârlar yukarlarda
Yalnız ulu ağaçların yapraklarında gezinirken
Irmaklara uzanmalı insan ya da küçük göllere
Sazan balıklarına yuva olan sazlar gibi.
Gövde hafifler suda. Kol hafifçe
Sudan çıkıp gökyüzüne uzandığında
Esintisiyle sallar onu küçük bir rüzgâr
Kahverengi bir dal sanarak.

*

2.
*
Öğlenleri gökyüzü sonsuz bir serinlik sunar
Kırlangıçlar geldiğinde insan gözlerini kapar.
Çamur sıcaktır. Kabarcıklar çıktığında
Bilir insan: İçinde bir balık yüzmüştür
Gövdem, baldırlarım ve kımıldamayan kolum
Sessizce yatıyoruz suda,
Yalnız serin balıklar yüzüp geçtiğinde içimizden
Duyumsuyorum güneşin küçük göl üzerinde ışıdığını.

*

3.
*
Akşamları divanlara tembelce uzanıldığında
Böylece bütün organlar dağlanmış
İnsan her şeyi yapmalıdır, saygısızca, dedikoduyla
Mavi ırmaklara savurarak güçlü sancıyı. 
En iyisi akşama dek dayanmaktır
Çünkü sonra solgun gökbalığı gelecek
Kötü ve obur ırmak ve çalıların üstüne.
Bütün nesneler, size nasıl da yararlı hepsi.

*

4.
*
Kuşkusuz insan sırtüstü uzanmalıdır
Alıştığı gibi. Kendini bırakarak.
İnsan yüzemez, hayır, yalnızca yapar
İnsana ait moloz sürüleri olduğunda.
İnsan göğe bakmalı ve yaşlı bir kadın
Onu kollarında taşıyormuş gibi bırakmalı
Kendini, büyük entrikalar olmadan. Tanrı
Akşamları kendi ırmağında yüzer gibi. (Sayfa: 41-42)

*

YOLDAN ÇIKMAYA KARŞI

*

1.
*
Bırakmayın, yoldan çıkarmasınlar sizi.!
Geri dönüş yok
Gün kapımızda
Gece rüzgârı ürpertiyor:
Yarın gelmeyecek.

*

2.
*
Bırakmayın, kandırmasınlar sizi.!
Hayat kısadır
Afiyetle yutun onu
Bir şey kalmayacak sonraya
Bırakırsanız geçip gidecek

*

3.
*
Bırakmayın, oyalamasınlar sizi.!
Çok zamanınız yok.!
Bırakın çürüsün ölenler.!
Hayattır en yüce olan:
O da çok beklemez.

*

4.
*
Bırakmayın, yoldan çıkarmasınlar sizi.!
Angarya ve sömürü için.!
Korku neden.?
Bütün hayvanlar gibi öleceksiniz siz de
Ondan ötesi yok. (Sayfa: 48)

*****

ÖRT İZLERİNİ

*

Ayrıl arkadaşlarından istesyonda
Sabahleyin git kente, iliklenmiş ceketinle
Başını sokacak bir yer ara ve bir arkadaşın çalarsa kapını:
Aç, yok, açma.!
Ört izlerini.!

*

Rastlarsan ana babana Hamburg ya da başka bir yerde
Yürü git yabancı biri gibi, yok ol köşede, tanıma
Sana armağanları olan şapkayla gizle yüzünü
Göster, yok, gösterme yüzünü
Yine de
Ört izlerini.!

*

İşte burada, ye şu eti.! Çekinme.!
Git rastgele bir eve yağmur yağınca, otur bir sandalyeye
Ama çok kalma.! Şapkanı da unutma.!
Söylüyorum sana:
Ört izlerini.!

*

Ne söylediysen, bir daha söyleme
Düşüncelerini bir başkasında bulursan: Tanıma.
Kimseye imzanı ya da resmini vermemişsen
Kimseyle buluşmamış, kimseyle konuşmamışsan
Nasıl yakalayabilirler seni
Ört izlerini.!

*

Dikkat, ölümü düşündüğünde
Mezar taşın olmasın yattığın yeri belirten
Üzerinde bir yazıyla seni ele veren
Ölüm tarihinle seni açığa çıkaran
Bir kez daha:
Ört izlerini.!

*

(Budur bana öğretilen) (Sayfa: 51-52)

*****

BU ADAMI NE ZAMAN GÖRSEM

*

Bu adamı
Ne zaman görsem
İçmemiş
O tanıdığım gülüşüyle
Her şey düzelecek derim
Bahar, güzel günler geliyor
Geçmiş zaman
Geri döndü
Sevgi yine başlayacak
Yakında
Her şey eskisi gibi olacak

*
Bu adamla ne zaman konuşsam
Yemeğini yemiş ve gitmiyorsa
Şapkasını çıkarmamış
Benimle konuşuyorsa
Sanırım, her şey iyileşecek
Alıştığımız zamanlar geçti
Bir insanla
Konuşulabilir, dinler o
Sevgi yeniden başlar
Her şey eskisi gibi olur

*

Yağmur göğe geri döner mi.?
Yara
Artık acımasa da
*
Acır yara yeri. (Sayfa: 53)


700 AYDIN BİR PETROL KULESİNE HAYRANLIK DUYDU

*

Çağrısız
Geldik
Yedi yüz (ve pek çoğu da yolda)
Her yandan buraya
Rüzgârın esmediği
Değirmenlerin yavaşça öğüttüğü
Ocaklardan, ardındaki sıcaklıktan
Hiçbir köpeğin çıkmadığı

*

Ve seni gördük
Ansızın
Bir gecede dikilivermiş
Petrol kulesi.

*

Bir tek sen varsın
Başka hiç kimse yok.

*

Çabuk buraya koşun, hepiniz
Gelin, bindiğiniz dalı kesin, çalışanlar.
İşte dünyaya
Bir petrol kulesi biçiminde gelmiş olan
Tanrı karşınızda

*

Sen çirkin
Sen en güzelsin.!
Yapmacıklığa zorlanan
Sen gerçeksin.!

*

Benliğimizi sil
Toplumcu yap bizi.!
İstediğimiz gibi değil
Senin istediğin gibi.

*

Sen ne fildişinden, ne de abanozdansın
Sen demirdensin
Zafer, zafer, zafer
Sen ruhsuz cisim.!

*

Sen ne görünmeyensin
Ne de sonsuz
Ama yedi metre yüksekliğin.
Gizemli hiçbir yanın yok.
Ama petrolsün.
Sen bize karşı değilsin
Dilediğince ya da dipsiz kurallar gereği değil
Sadece hesaplara göre bize tavır takınırsın

*

Senin için bir ot nedir ki.?
Üzerine oturduğun bir şey.
Daha dün buralarda otlar yeşerirken
İşte gelip dikildin
Petrol kuyusu.!
Senin için duygu
Hiçbir şeydir.

*

Bunun için duy bizi
Ve kurtar bizi düşüncenin kötülüğünden
Elektrikleşme, akılcılık ve sayılama adına. (Sayfa: 54-55)

*****

ÇOK AKILLI OLMAYI İSTEME

*

Çok akıllı olmayı isteme:
Bu denli akıl gerekmez, kavramaya
Birin hiçten çok olduğunu.

*

Hesaplara girme güvenle:
Onun biricik yardımcısı
Artık hiç kimsesiz.

*

Yalnızca cesaretine güvenme:
Hayatlarını kurtarırlar
Çoğunlukla cesareti olanlar.

*****

SEVGİLİLER

*

Bak.! gökte yay gibi uçan şu turnalara
Uçarlarken bir yaşamdan bir başkasına
Bulutlar da birlikte gidiyor onlarla.
Bulut ve turnalar
İkisi de aynı yükseklik ve aynı telaş içinde
Yerlerinde duramadan
Yan yana, kısacık uçtukları o güzel göğü
İkiye bölüyorlar.
Her biri öbürünün salınışından başka bir şey görmeden
Aynı rüzgârı duyuyor.
Şimdi yan yana yatan bu çifti
Rüzgâr boşlukta öylece sürükleyebilir.
Bu uyum bozulmadıkça
Uzun süre kimse onları ayıramaz
Yağmurlardan ve kurşunların vızıldadığı
Her yerden uzaklaşabilirler
Güneşin ve ayın altında küçücük hareketlerle
Birbirlerine sevdalı, uçarlar sonsuza.
Hey sizler, nereye.? - Hiçbir yere. - Nereden.? - Her yerden.
Soruyorsunuz, ne zamandır birliktesiniz.?
Çok olmadı. - Ne zaman ayrılacaksınız.? - Hemen.
İşte böyle bir anlık birlikteliktir, sevenler için sevda. (Sayfa: 57)

*****

1933-48, SÜRGÜNDE:

*

İLK SONE:

*

''Gerekli olduğunda burda değildi
Burda olduğunda gerekli değildi
Burda değildi ya, gitmiş de değildi.'' (Sayfa: 61)

*****

DÜŞMANIN KİM.?

*

Aç olan
Ekmeğinin son lokmasını çalan sana düşman görünür.
Ama hırsız, açlığı hiç tatmamış biriyse
Gırtlağına atlamazsın. (Sayfa: 66)

*****

KAÇIŞIMIN İKİNCİ YILI

*

Kaçışımın ikinci yılında
Bir gazetede, yabancı bir dilde
Uyruğumu yitirdiğimi okudum.
İsmimi öbür iyilerin ve kötülerin yanında okuduğumda
Ne bir hüzün ne de sevinç duydum.
Kaçanların yazgısı
Daha kötü gözükmüyor bana
Kalanlardan. (Sayfa: 66)

*****

SABAH AKŞAM OKUNMASI İÇİN

*

Sevdiğim
Söylüyor
Bensiz olamayacağını

*

Bu yüzden
Kendime dikkat ediyorum
Yolda yürürken önüme bakıyorum
Ve korkuyorum her yağmur damlasından
Sanki beni ezecekmiş gibi. (Sayfa: 68)

*****

RAHAT BİR ARABADA GİDERKEN

*

Rahat bir arabada giderken
Yağmurlu bir köy yolunda
Gecenin içinde giysileri dökülen birini gördük
El etti, durup alalım diye.
Kapalı bir yerdeydik ve yerimiz vardı ama geçip gittik
Hayır, dedim sıkıntılı
Kimseyi alamayız
Bir gün geçti belki aradan
Birden kortum sesimden
Bu davranışımdan ve bu
Dünyadan. (Sayfa: 69)

*****

ANLATTIĞIMDA

*

Anlattığımda
Nasıl sokakta bulduğum
Bir adamı evime götürüp
Karnını doyurup, sonra da bir mektupla
Ona kefil olarak
İş bulması için bir arkadaşıma gönderdiğimi
Sonra da adamın bana neler yaptığını
Herkes çok güldü.

*

Dinle beni aldatan adam
Aptal yerine konulduğum için utanıyorum şimdi
Sefillerin kahkahalarını da sana yolluyorum
İyi bil ki
Durumunu öne sürerek seni savundum
Senin yoksulluğunu, kimsesizliğini
Ve gördüm ki insanlar
Tartışmasız kabullendiler
Şimdi sen de benim gibi utancından kızar. (Sayfa: 70)

*****

KİTAPLARIN YAKILMASI

*

İktidar emrettiğinde, zararlı bilgilerle dolu kitaplar
Ortalık yerde yakılacak diye. Her yerde
Sürü davranışları zorlandı. Kitaplarla dolu arabalar
Odun yığınlarına doğru taşındı. Bulundu gözden düşmüş
Bir şair, en iyisinden. Yakılacaklar listesi incelendi,
Onun kitaplarının unutulmuş olmasından korkularak.
Şair koştu yazı masasına öfkeyle ve bir
Mektup yazdı iktidara:
Yakın beni.! Yazdı kalemi uçarcasına, yakın beni.!
Bana bunu yapmayın.! Yok edin beni.! Kitaplarımda
Her zaman gerçeği yazmadım mı.? Şimdi ise bana
Bir yalancı gibi davranıyorsunuz.! Size emrediyorum:
Yakın beni.! (Sayfa: 78)

*****

DOĞACAKLARA

*

1.
*
Gerçekten karanlık bir dönemde yaşıyorum.!
İyimser bir sözcük aptallık. Kırışıksız bir alın
Duyarsızlık. Gülenlere
Ürkünç haberler
Henüz ulaşmamış.

*

Nasıl bir düzen.!
Ağaçlardan söz etmek bile suç
Çünkü bir suskunluk bunca haksızlığa karşı
Orada, sessizce caddeyi geçene
Dostları artık
Ulaşabilirler mi.?

*

Doğru, ben ekmeğimi kazanabiliyorum
Ama inanın, yalnızca bir rastlantı. Hiçbir şey
Keyfime bakma hakkı vermez bana.
Rastlantıyla kurtulmuşum (Şansım olmasa
Şimdi yitmiştim.)

*

Ye iç sen.! Keyfine bak.! diyorlar
Nasıl yiyip içebilirim, yediklerimi
Açların elinden almışsam ve
Bir bardak suyum, bir susuzda yoksa.?
Ama yine de yiyip içiyorum.

*

Bilge olmayı isterdim.
Eski kitaplarda yazar, bilgeliğin ne olduğu:
Uzak kalmak dünyanın kavgasından ve kısa ömrünü
Korkusuzca geçirmek
Şiddetten uzak
Kötülüğe iyilikle karşılık vermek
İsteklerini gerçekleştiremeyip unutmak
Bilgelik sayılıyor.
Ben bunları yapamam:
Gerçekten, karanlık bir dönemde yaşıyorum.!

*

2.
*
Düzen bozulmuştu kentlere geldiğimde
Açlık kol geziyordu.
Ayaklanan insanların arasına karıştım
Onlarla birlikte öfkelendim.
İşte böyle geçti yeryüzünde
Bana verilen ömrüm.

*

Yemeğimi savaşlar arasında yedim
Katiller arasında uyudum
Aşka önem vermedim
Doğayı sabırsızca seyrettim
İşte böyle geçti yeryüzünde
Bana verilen ömrüm.

*

Yollar bataklığa gidiyordu benim zamanımda
Konuşmak beni kasapların eline düşürdü.
Çok az şey yapabildim. Ama hükmedenler
Sanırım, bensiz daha güvenliydiler.
İşte böyle geçti yeryüzünde
Bana verilen ömür.

*

Güçler azdı. Hedef
Çok uzakta.
Açıkça görülüyordu, benim için
Ulaşılmaz olsa da.
İşte böyle geçti yeryüzünde
Bana verilen ömür.

*

3.
*
Sizler, siz yükseleceksiniz
Bizleri yutan tufanın içinden.
Düşünün
Bizlerin zayıflıklarından söz ederken
Yaşamadığınız
Karanlık dönemleri de.

*

Ayakkabıdan daha çok ülke değiştirerek yürüdük
Sınıf savaşlarının içinden, umutsuzduk
Yalnızca haksızlık var, başkaldırı yokken.

*

Şunu da biliyoruz:
Alçaklığa karşı kin
Gerer yüz hatlarını.
Haksızlığa karşı öfke
Kısıklaştırır sesi. Ah, biz
Dostluğun toprağını hazırlamak isteyenler
Biz dost olamadık.
Ama sizler, o günler gelince
İnsanın insana yardımcı olduğu
Anın bizi
Hoşgörüyle. (Sayfa: 79-82)

*****

KOLTUK DEĞNEKLERİ

*

Büyük doktorun kapısını çalana dek
Yedi yıl çektim bu derdi
Sordu: Bu koltuk değnekleri de ne.?
Yanıtladım: Tutmuyor bacaklarım.

*

Bu bir tansık değil dedi
Gel, dost ol, dene
Seni hasta eden bu koltuk değnekleri
Yürü, düş, sürün yerlerde.!

*

Gülerek bir canavar gibi
Alıp güzelim koltuk değneklerimi
Kırdı sırtımda
Sonra da gülerek yaktı ateşte

*

Şimdi iyileştim, rahat yürüyebiliyorum
Bir gülüş iyileştirdi beni
Yalnızca arada bir odun görürsem
Bir süre aksıyorum. (Sayfa: 87)

*****

BİR PROLETER ANNENİN SAVAŞA GİDEN ÇOCUKLARINA SÖYLEDİKLERİ

*

Efendilerinizin kanlı görevini
Yerine getirmeye gittiğiniz şu anda
Önünüzde düşmanın topları
Ardınızda yüzbaşının tabancası
Size söyleyeceğimi unutmayın
Efendinizin bozgunu sizin bozgununuz değildir
Onların zaferi de sizin olmayacağı gibi. (Sayfa: 91)

*****

ONUNLA GİTMEK İSTİYORUM, ÇÜNKÜ SEVİYORUM

*

Onunla gitmek istiyorum, çünkü seviyorum
Bilmek istemiyorum neye patlayacağını
Düşünmek istemiyorum, iyi olup olmayacağını
Bilmek istemiyorum, beni sevip sevmediğini
Onunla gitmek istiyorum, çünkü seviyorum. (Sayfa: 97)

*****

ZAAF

*

Senin hiç yoktu
Benim bir tane:
Seviyordum. (Sayfa: 110)

*****

HALKIN EKMEĞİ

*

Halkın ekmeğidir adalet
Kimi zaman boldur kimi zaman az
Tadı kimi zaman güzeldir kimi zaman kötü
Ekmek az olunca açlık hüküm sürer
Ekmek kötü olunca mutsuzluk.

*

Kötü adalete son.!
Sevgisiz pişirilmiş, bilgisiz yoğrulmuş
Tatsız adaletin kabuğu gridir
Bayat adalet, çok geç gelir.

*

Ekmek bol ve güzelse
Yemek artıkları hoş görülebilir.
Her şey aynı anda bollaşamaz.
Adaletin ekmeğiyle beslenen
Ekmek gerçekleştirebilir
Bolluğun gelişini.

*

Günlük ekmek nasıl gerekliyse
Adalet de her gün gerekli.
Evet, günde pek çok kez gerekli.

*

Sabahtan akşama çalışırken, eğlenirken
Çalışmak eğlencedir de.
Zor anlarda ya da sevinçliyken
Halk gereksiniz, bol ve iyileştirici
Adaletin günlük ekmeğine.
Adaletin ekmeği bu denli önemliyse
Dostlar, onu kim pişirmeli.?

*

Asıl ekmeği kim pişiriyor.?

*

Asıl ekmeği pişiren halk
Adalet ekmeğini de
Pişirmeli.

*

Bol, iyileştirici, günlük. (Sayfa: 119)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...