5 Temmuz 2021 Pazartesi

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin - Ruslan ve Ludmila (Çevire: Kayhan Yükseler)

ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ:
*
''Altı şarkı ve epilogdan oluşan bu masal-poemada Güneş lakaplı Kiev Prensi Vladimir'in yiğit şövalyelerinden Rusalan ile Prens Vladimir'in kızı Prenses Ludmila'nın evlenmeleri, Ludmila'nın düğün gecesi bir büyücü tarafından kaçırılması, ardından, prensesi gizliden gizliye seven Prens Vladimir'in şövalyelerinden Rodgay, Farlaf ve Hazar Hanı Ratmir'in Ruslan'la birlikte Ludmila'yı arama girişimleri destansı-masalsı bir havada anlatılır.''
*
Kayhan Yükseler

 

İTHAF
*
Sizin için, gönlümün sultanları,
Güzelleri, sizin için sadece
Yazdım güvenilir elimle
Evvel zaman masalları,
Fısıltısı altında geveze geçmişin
Ve altın boş vakitlerimde;
Kabul edin bu neşeli dizelerimi.!
Kimseden bir övgü beklemeden.!
Tatlı bir umutla mutluyum şimdi,
Belki de genç bir kız aşk titremesiyle
Bakacak diye gizli gizli
Benim günahkâr şiirlerime.
*
Koyun kenarında yeşil bir meşe vardır;
Meşenin üzerinde de altın bir zincir:
Bilge bir kesi gündüz gece
Durmadan dolaşır zincirde;
Sağa gitti mi - şarkı çığırır,
Sola gitti mi - masal anlatır.
*
Orası harika: Orada orman cini dolaşıyor,
Denizkızı oturuyor dalların üzerinde;
Orada gizemli yollarda benzersiz
Vahşi hayvanların izleri;
Orada tavuk ayaklar üzerinde
Bir kulübe dikiliyor kapısız penceresiz;
Orası orman ve vadidir göz alabildiğine;
Orada dalgalar boşanır gürleye gürleye
Şafağa doğru kumlu ve ıssız kıyıya,
Ve otuz yakışıklı şövalye birbirinin ardından
Çıkıyor berrak, parıltılı sulardan,
Ve onlarla birlikte denizci amcaları;
Prens önünden geçerken orada
Tutsak ediyor korkunç çarı;
Orada namlı bir bahadırı
Halkın önünde ormanlardan, denizlerden
Bulutlar içinde götürüyor büyücü;
Orada prenses kederleniyor zindanda,
Sadakatle hizmet ediyor bir bozkurt ona;
Orada Baba-Yaga havanı ile
Gezinip duruyor kendi kendine;
Orada Kral Kaşçey altınların başında çürüyor;
Orada Rus ruhu var.. Orası Rus kokuyor.!
Ben de oradaydım ve bal şarabı içtim;
Gördüm denizin kıyısındaki yeşil meşeyi;
Altında oturdum ve bilge bir kedi
Kendi masallarını anlattı bana.
Birini hatırlıyorum: Bu masalı
Aktaracağım şimdi dünyaya.. (Sayfa: 11-12)
*****

İkinci Şarkı

*
''Bu görkemli teremde neşe olur mu,
İçinde sevgiliyi göremedikten sonra.!'' (Sayfa: 37)
*****
*****
''Gerçeğe gönül verip de,
Kalbin karanlık dehlizlerini görenler
Kendilerinden mutlaka bilirler:
Eğer bir kadın kederler içinde
Ağlayarak, kimseye belli etmeden,
Alışkanlığa ve sağduyuya inat,
Bir gün aynaya bakmayı bırakırsa -
O zaman acısı ciddidir gerçekten.'' (Sayfa: 38)
*****

Üçüncü Şarkı:

*
''Duymuşluğum vardır bir gerçeği: 'Başı büyük olanın, ufak olurmuş beyni.!'..'' (Sayfa: 54)

9 Haziran 2021 Çarşamba

Aziz Nesin - Zübük



''Bir tarihte bu adama her nasılsa üçyüz lira borç vermiştim. Daha o zaman evlenmemiş. Anasıyla da aramızdan su sızmıyor. Gece gündüz beraberiz. Derken bir de duyduk ki evlenmiyor mu.. Düğün hazırlıklarına başlamışlar. Anasına, ''Oğlun evlenmesini biliyor. Düğün dernek yapacağına kızımın üçyüz lirasını versin önce. Benim kızım, o parayı öğretmenlik maaşından bir bir biriktirdi,'' dedim. Biz dediğimizle kaldık. Parayı vermediler. Zübükzade de evlendi. Ne yapalım, Allah mesut etsin.. Lakin bizim para ne olacak.? Ben buna haber yolladım: ''Kızımın parasını verecekse versin, yoksa onu bütün memlekete rezil ederim.''

Benimkisi de akıl işte. Herif öyle rezilliklerden utanacak gibi değil. Hatta rezil edebilsek, ''Aman ne iyi, propagandamı yaptılar. Bir de üste ne versek de haklarını ödesek.!'' diyecek.'' (Sayfa: 15)

*****
*****

''Günlerden cumartesi.. Cumartesi oldu muydu, Zübükzade İbraam Bey, ilkin öğretmenler derneğine gelir. Biriki laf atar. Bizim de kafamız iyice kızdı yani.. Yahu, nedir bu herifin cakasından, şişinmesinden çektiğimiz.. Elin zibidi Zübük'ünün yanına salavatsız varılmıyor. Herifin namussuzluğunu cümlemiz bilmekteyiz. Velakin karşı karşıya geldik mi, her ne hikmetse, herif bizim ağzımızı dilimizi bağlıyor. Ağız mı açabiliyorsun karşısında.? En küçük lafı, vekil vükela.. Alçakgönüllülüğü tutarsa, vali sözünü ağzına alıyor. Validen aşağısına kendisi rütbe vermiş ki, hâşâ huzurdan, meclisten dışarı, söylenecek bir söz değil.'' (Sayfa: 30)

*****
*****

''Büyük adam sen ben gibi değil. Bir oturdular mı oturulan yerden kalkmazlar. Bir kapıdan girdiler mi, girdikleri kapıdan bir daha öldür Allah çıkmazlar. Usul böyle..'' (Sayfa: 55)



''Bu Zübükzade sağu sağlattı, bizi karılar gibi ağlattı. Hayır, bize kimseler etmedi, biz bize ettik.. Bilesin, hem de öyle oldu. Elin yaban kopuğunu, ''Beyim sen şöylesin, beyim sen böylesin,'' diyerek zorla başımıza bey ettik. Şimdengeri iş işten geçti. Nice yansak yakılsak boş.. Bizi yakıp kül edip, külümüzü yele savurmada namussuz.. Artık nice yansak yakılsak, bu kudurmuşun elinden amanımız yoktur.'' (..) Yahu, bu bizim bura insanında hiç mi zihin yok.? Bunların hepsi bilir ki, bu Zübükzade, tarihlerin yazmadığı bir namussuz. Tek ayak üstünde seksen yalan kıvırır. Uykusunda şeytan aldatmaya gelse, şeytanın ırzına geçip, ''Gözünün yaşını sil.!'' diye donunu da eline verir. (Sayfa: 80)

*****
*****

''Başımı iki elimin arasına aldım, derinlere daldım, düşündüm: Biz neden böyleyiz.? Öyle ya canım, bu anasının oğlu, babası bellisiz Zübük, başımıza getirmedik bela bırakmamış. Hepimizin ayrı ayrı canını yakmış. Biz her birimiz, bunun ipini çekmeye gönüllüyüz, öyleyken neden bu uğursuzu daha aramızda yaşatırız, neden yalanlarına inanmayız da, inanır görünürüz.? Benimkisi korkudan.. Korku dağları bekler, demişler. İnsan yüreği dağ olsa bunca yalanın saldığı korkuya dayanamaz.'' (Sayfa: 83)

*****
*****

''Tranasit yolundan geçenler Alman da olsa, İranlı da olsa, yanlarında Amerikan cıgarası bulunuyor. Buralılar Amerikan cıgarasını yalnızken içmiyorlar, toplu olunca içiyorlar; daha çok ikram cıgarası..

Şimdilik anlayabildiğim, Amerika, uygarlığını önce cıgarasıyla yaymaya başlamış.'' (Sayfa: 103)

*****
*****
''Burada herkesin ağzında bir Zübükzade İbraam Bey.. Herkes onu anlatıyor, onun sözünü ediyor. Merhaba der demez, arkasından Zübükzade şöyle yaptı, böyle etti diye başlıyorlar.

Adını daha tirendeyken duymuştum. Bir kompartımanda yolculuk ettiklerimizden iki kişi, hiç durmadan saatlerce Zübükzade İbraam Beyin zulmünden, kötülüğünden dert yandı. Onların uzun uzun yakınmalarını dinlerken, hiç sıkılmadım. Anlattıkları çok ilginç ama, inanılır şeyler değildi. Tirenden inince, ancak bir saat kadar kalabildiğim vilayette de, ondan bundan yine Zübükzade İbraam Beyin meraklı serüvenlerini dinledim. Kanarya sarısı kaptıkaçtıda da, yol boyunca yine o adamın sözü edildi. İşin şaşılası yanı, bu adamın serüvenlerini dinlerken insan hiç bıkıp usanmıyor. Destan gibi bir adam. Yalnız, kötü bir destan, yani yergi, taşlama.. Herkes anlatıp anlatıp, ''Allah belanı versin ulan Zübük.. Çilemiz dolmadı mı ki, seni Azrail hiç görmez,'' diye sözünü bitiriyor.'' (Sayfa: 107)



''Ah bre oğlum, ciğerimiz yanık. Bu #Zübükzade alçağından bizim bir çekmediğimiz mi kaldı.? Herif bizi eşşek yerine koydu da, hemi de yularsız, palansız güttü. Yok öyle değil, herifin günahını almayayım. Biz herifi, paçasından, yeninden, zorla çekip sırtımıza bindirdik. Eşşek bile eşşekken kafasını diker, tepmik atar, çifteler. Biz şu insanlığımızla onu bile yapamadık.'' (Sayfa: 109)

*****
*****

''Beygirler bile beygir aklıyla, canavarı gördü mü, baş başa verir birleşir de art ayaklarını canavara dönerler. Bizim de birleşme zamanımız.'' (Sayfa: 110)

*****
*****

''Bizde, yok yere ahbaplığı sıkıladın da canciğer göründün mü, arkasından bir alicengiz oyunuyla kazık atılacağını cümlemiz biliriz.'' (Sayfa: 111)

*****
*****

''Herkes, partimizde bir namussuzun olduğunda ve bunun aramızdan atılmasında birlik. Gelgelelim, hiçbiri de şu içimizdeki alçağın adını söyleyemiyordu. Bu bizim insanımızda yürek yok, yürek.. Ulan korkacak ne var.? Söylesenize şu herifin adını.. Tuh yüreksizler.! Herkes birbirine, ''Öyle değil mi.?'', ''Ne dersin.?'' diye sorarak belayı savuştura savuştura, dönüp dolaşıp gene bana geldi.'' (Sayfa: 113)



''Merkez, ya bu herifi partiden atar, ya biz toptan partiden istifa ederiz. Çünkü bu #Zübükzade ile aynı partide olmak şerefimize dokunuyor ve o partide oldukça hiçbir zaman seçimi kazanamayız.'' (Sayfa: 120)

*****
*****
''Yalvar yakar olduk, önüne yatıp yuvarlandık.
- Sayende İbraam Bey, şu kasaba şenlensin.. Gel bizi kırma. Belediyemize reisliği kabul et.!
Zübükzade İbraam Bey'in iki gözünden iki damla yaş süzüldü,
- Kabul ediyorum.. dedi, durdu.
Acaba gene ne gibi bir keramet buyuracak diye ağzının içine bakıyoruz.
- Velakin..
Gene durdu. Edepsizin ağzından laf dirhem dirhem çıkıyor.
- Buyur İbraam Bey, buyur. Velakin dedin durdun..
- Velakin bazı şartlarım var.
Çiftverenoğlu da gayrı belediye reisliğinin elden gittiğini anlamış, hiç değilse Zübük'le arayı açmayayım diye, o hepimizden ateşli,
- Her ne gibi şartın şurtun varsa, her bir buyruğun can baş üstüne.! dedi.
Zübükzade ahlaksızı zorla gözünden akıttığı iki damla yaş çenesinden süzülürken,
- Arkadaşlar, dedi, birinci şartım şu ki, hep insanız, beşer şaşar.. Yanılmak insanoğluna vergi. Evelallah belediye seçimini kazanırız. Ben de, madem istediniz belediye reisi olurum. Makam insanın başını döndürür. Eğer benim de başım dönre, yanlış bir iş yaparsam ve de sizler beni doğru yola getirmezseniz, namertsiniz..
Bey, bu Zübük'ün bir sesi var, beribenzer tiyatro oyuncusunda böyle ses bulunmaz. Yahu, herifin alçaklığını benden iyi bilen yokken, o sözleri dinleyince içim bir hoş oldu, gözlerim sulandı. Bu kez ağlama sırası bize geldi. Sesini titrete titrete, ''Beni doğru yola getirmezseniz, namertsiniz,'' demiyor mu, insanın hamiyet damarları kabarıp yaşlar gözpınarlarından taşıyor.
Çiftverenoğlu Hamza dürzüsü,
- Namerdiz.! diye bağırdı.
Tüccardan Emin Efendi yaşından başından utanmadan,
- Başka emrin.? diye sordu.
- Estağfurullah.. İkinci şartım şu ki, hiçbir kimseden dalkavukluk istemem. Çünkü, neden derseniz, bu alkışa, dalkavukluğa insanoğlunun yüzü yumuşak. Ola ki ben de şeytana uyar sapıtırım.
Hâşâ peygamberler gibi konuşuyor.
- Beni baştan çıkarmayacaksınız. Bana doğru yolu göstermezseniz alçaksınız.
Kendimi zaptedemedim,
- Alçağız.! diye bağırdım.
- Üçüncü şartım şu ki..
- Buyur İbraam Bey.!
- Dediğimden dışarı çıkmayacaksınız.
Aklı Evvel Bedir Hoca denen sakallı keçi,
- Çıkan, vicdansız.! diye bağırdı.'' (Sayfa: 136-137)
*****
*****
''Biz bu püsküllü belayı zorla başımıza aldık. Her ne çektiysek, kendi beyinsizliğimizden. Bizde bu kafa varken, bizim gibilerine bir değil, on Zübük az gelir.
Belediye reisi oldu, sonra da bize kan kusturdu. Kimse etmedi bize, n'ettikse kendi kendimize ettik. Yılanın başı küçükken ezilecekti. Şimdengeri ne desek boş, olan oldu..'' (Sayfa: 141)


''Bre Bey, nasıl vasfetsem, herif soluk alır verir gibi yalan kıvırıyor.'' (Sayfa: 142)



''Anlatılanlara bakılırsa, dünyanın en kötü adamı.. Ama dikkat ediyorum da söylediklerine, hiçkimseyi de kandırmamış. Kandırılanlar, zorla, yalvararak kendilerini kandırtmışlar. Sanki, Zübükzade'yi zorlaya zorlaya kötü yapmışlar.'' (Sayfa: 162)

*****
*****
''Askeriye muzıkası vurmaya başladı, ağırdan bir makam.. Cami avlusuna varıldı. Şehit tabutta.. Aklı Evvel Bedir Hoca cenaze namazını kıldırdı. Tabutu aldık yürüdük. Önde muzıka vuruyor. Şehit kabristana gömüldü. Arkadan nutuklar başladı. Velakin Ankara'nın adamı dehşetli nutuk çekiyor. Ankara nutukçusunun dediğinden hiçbişey anlaşılmıyor, velakin bir nutuk ki insanı ağlatıyor. Ben ağladım.. Baktım, Çiftverenoğlu da ağlıyor, Emin Efendi de ağlıyor. Ağlamayan yok canım.. Erkek kısmı ağlar mı.? Elin oğlu ağlatıyor Bey. O nutku duyup da ağlamamak olamaz.
Çiftverenoğlu,
- İyi nutuk çekiyor ya, dediklerini bir anlasaydık.. dedi.
Benim anlayabildiğim bir ''Vatan seması..''
Mezarın başına geçen,
- Vatan seması.. diye başladı mı, gözyaşı zapt olmuyor.
Emin Efendi,
- Yahu, ben ağlamaktan öldüm, dedi, bir insanda bu kadar gözyaşı mı olurmuş.? Demek insanın içi, bir gözyaşı torbası.
En sonunda bizim Aklı Evvel Bedir Hocamız çıkıp duaya başladı. Ne dersin Bey, bizim Bedir Hoca, hepsini bastırdı. Evet, Bedir Hoca alçağında iş varmış. Onun duasının yanında nutukçuların ses titremesi on para etmez.
Kalaycı Kör Nuri yanı başımda belirdi,
- İyi ki, dedi, gözümün biri yok.. Öbür gözüm de olaymış, içimin suyu hep akacakmış da kuruyacakmışım. Bu ağlamaya tek göz yetmez oldu.
Kör Nuri'de laf çok, durup durup yumurtluyor:
- Emmi, ben bişey keşfettim.
- Nedir oğlum.?
- Yahu, bu insanoğlu anlamadığı bir laf oldu mu ağlıyor demek.. Bak, demin efendiler, Allah razı olsun, nutuk çektiler. Anladık mı.? Yok.. Gelgelelim ağladık. Şimdi de Arabi üzerine dua okur. Ne anladık.? Hiç.. Velakin ağlamaktan gözpınarlarım kurudu, ötey gözüm de kör olacak.. Demek bu beni beşer, anlamadığı söze ağlıyor, he mi.?
- Besbelli öyle olacak..'' (Sayfa: 170-171)
*****
*****
''-Bu memleket.. şehit şüheda yüzü suyu hürmetine yaşıyor..
- Ona ne şüphe İbraam Bey..
- Vatan için canını verenlerin..
Sesi titriyor, sözü hıçkırıklardan kesiliyor.
- Vatan için ve memleket için ve de millet için ve de..
Hüngür hüngür, sarsılarak ağlıyor.
- Aman İbraam Bey, ölenle ölünmez kardaş..
- Bir koç yiğit, öyle bir koç yiğit..
Boğazıma bir yumruk geldi, tıkandı. Ben yüreği dayanıksız, gözü yaşlı bir adamım. Gözlerim bulandı. İçimden, ''Aman oğlum İhsan, tut kendini.!'' diyorum kendime, ne mümkün.. Şurama bir düğüm geldi oturdu, başıma da bir ağrı saplandı. Ağlasam açılacağım ya, ayıp olur diye kendimi tutuyorum..
- Bu vatanın her bir karış toprağı mübarek şehit kanlarıyla sulanmış olup..
İki gözü iki çeşme ağlıyor. Gözyaşlarını sildiği çevre, ıslanmış da bulaşıkbezine dönmüş.
Gözpınarlarım gevşedi. Ağlarken beni görüyorlar mı diye Emin Efendiyle Hamza Beye baktım. Hamza Bey, ceketinin yeniyle gözlerini siliyor, Emin Efendi zavallısı da burnunu çekiyor.
- Bir millet.. Şehitlerinin.. Her karış vatan toprağı.. Aklıma geldikçe kendimi tutamıyorum. Biz millet yolunda, vatan uğruna..
Gayrı tutamadık kendimizi, biz de bir hüngürtüdür tutturduk. Ağla gözüm ağla.. Minderlerin üstüne kapanıp başladık ağlamaya.. Gözlerimizden kanlı yaşlar gidiyor, gözyaşı sel olmuş.
Hem ağlıyorum, hem de kendi kendime,
- Yahu, tut kendini. Bu da Zübük itinin yeni bir numarası işte.. Bizi kazıklayacak besbelli.. Ağlayacak ne var.? diyorum ama olmuyor.
Sesini titrete titrete ağladıkça, karşısında mezar taşı olsa cana gelir de ağlar.'' (Sayfa: 179)
*****
*****
''- Kasabamıza bir cami yaptıracağız ki, beribenzer bir cami değil, vilayette bile eşi olmayacak.. İki minareli ve her minaresinde üçer şerefeli ve sekiz kubbeli ve ramazanda mahyalı ve kubbe içi altın yaldız bezeli ve içi mermer döşeli ve kapıları ince iş oymalı ve sedef kakmalı ve mihrabı halis somaki taşı ve mimberi nakışlı ve Kâbe örtülü ve ayrıca, ''Sakal-ı Şerif''li ve kürsüleri cevizden.. Ve de kasabamızın şerefine layık, Müslümanın göğsünü kabartan bir cami.. Karşısına geç bak, seyrine doyum yok.. Salkım salkım kandilleri nurlu..
Herifin ağzından bal akıyor. Anlattı, anlattı,
- Nasıl, istemez misiniz böyle bir cami.? diye sordu.
- Aman istenmez mi İbraam Bey, bir de sorarsın..
- Öyleyse hemen kasabamızda bir cami yaptırma derneği kurulacak..
Yahu, şimdi durup dururken bu cami de nerden çıktı.? Anlaşılan, kabristanda nafile namazı kılmak Zübük'ün hoşuna gitmedi de, cami yaptıracak..
Camiye hep sevindik. Ençok sevinen Aklı Evvel Bedir Hoca..
Satılmış Bey,
- Sormak ayıp olmasın ya, bunun parası nerden çıkacak.? dedi.
Zübük,
- - Parası kolay, dedi, Müslüman isterse, bir cami yapar ki, tüm kasabamız kubbesinin altına girer.'' (Sayfa: 190)
*****
*****
''Arkadaşlar, darphane bile Zübük İbraam gibi para basamaz. Adam durduğu yerde icat çıkarıp bir para kaynağı buluyor. Bugüne dek biz hangi ramazanda davulcudan para alırdık. Zübük'teki akla bak sen, ramazan davulculuğunu artırmaya çıkardı da, milleti birbirine düşürüp, ramazan davulculuğunu beşyüz pangınota kiraladı, belediyeye gelir sağladı. Şu kasabada kaç kişiyiz, hangimizin yaşayıp hangimizin ölü olduğu belli bile değil. Zübükzade, muhtara verdiği akılla, kayıtta kimini ölü, kimini diri gösteriyor. Herifteki akla bak ki sen, ölüleri diriltti, dirileri öldürttü.. Vergi borcu geleni öldürtüyor, hazineden alacağı olan ölüyü diri gösteriyor. Ölü diri birbirimize karıştık be..'' (Sayfa: 206)


YANLIŞ GİDİYORUZ
*
İlçe ortaokulunun Almanca öğretmeni bir arkadaşına şu mektubu yazıyordu:
*
''Büyük şehirlerde oturup, halk için düşünmek ne kolay.. Buraya gelmeden önceki iyi niyetli aptallığımı düşünüyorum, içimi bir halk dalkavukluğu kaplamıştı. Bizi nasıl kandırdılar, aldattılar, sonunda halk dalkavuğu yaptılar. Halk bilir, halk herşeyi bilir, halkta büyük bir sezgi vardır.
Yalan, hepsi yalan.. ''Halk herşeyi bilir'' demek dalkavukluğu bile, halkı kendilerinden ayrı, bambaşka, umacı, koskocaman bir dev yaratık görmek değil de nedir.? Yalandan halkı sever göründükçe, halka dalkavukluk ettikçe, bu yalanlara gerçekten inanan benim gibi tek tük kişiler, bilgisizliğin, görgüsüzlüğün, geriliğin kızgın, sonsuz çölüne sızan cılız sular gibi kuruyup, bitip gideceğiz.'' (Sayfa: 226)


''Halkı ilkin kandıran şehir aydını değil, kasaba aydını. Kasabalı aydın, halkı şehirli aydının kandırmasında yardımcılık, aracılık ediyor.'' (Sayfa: 227)
*
''Bu köylünün hepsi de İstanbul hanlarında, apartmanlarında kapıcı durmuşlar, o hanların, apartmanların kaloriferli, mavi, pembe, beyaz fayans döşeli helalarını yıkayıp tamizlemişler. Kullanmışlar da.. Ama köylerine dönüşlerinde kendilerine hela yapmamışlar.
Neden.? Neden böyle, diye hiç düşünüyor muyuz.?
Görgüsüzlük desen, değil, işte helanın en güzelini yıllarca görmüşler, temizlemişler, kullanmışlar da.. Ama yine de kendilerine hela yapmıyorlar. Görmek, tek başına bir işe yaramıyor. Kişinin, o gördüğünü alacak, benimseyecek bir düzeye yükselmesi gerekiyor. O yere yükselmedikçe, ne görse boş.. Bunlar, yıllarca temizledikleri helaların, kendileri gibi insanlar için değil, yalnız kapıcı odacı durdukları han ve apartmanlarda yaşayan insanlar için olduğunu sanıyorlar.
İşte biz bu halka ''akıllı, bilgili, anlayışlı, sezgili'' diyoruz. Yalan. Onları da, bizi de kandırmışlar, aldatmışlar. Biz de o yalanlara aldanıp körü körüne halk dalkavuğu olmuşuz. Acı gerçekleri öğrensek, öğretilmeden, eğitilmeden, halkın bilgili, anlayışlı olamayacağını kavrasak, o zaman ne yapmamız gerektiği üzerinde düşüneceğiz. Ama, ''Halk bilir, anlar,'' deyince düşünceye yer kalmıyor artık.'' (Sayfa: 230)


''Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük'te birleştiğini görünce ona kızıyoruz.
Bu zübükler her yerde var, biz zübükler nerde varsak, onlar da orda.. (..)
..biz önce kendimizi kandırıp, onları da bizi kandırsınlar diye zorluyoruz. Kendi içimizdeki zübüklükleri biriktirip, birleştirip zorlaya zorlaya zübük yaratıyoruz. Gerçekte, zübük biziz, benim, sensin.. Karşımıza bir zübük çıkıyorsa, onun zübüklüğünde bizim de bir parçamız var.'' (Sayfa: 268)

29 Mayıs 2021 Cumartesi

Galina Serebryakova, Fransız Devriminde Kadınlar (Rusça Aslından Çeviren: Ahmet Açan)

Arka Kapak:
*
Galina Serebryakova Fransız Devriminde Kadınlar kitabıyla, bugüne kadar tarihçilerin, filozofların, sosyologların, sanatçıların söz ve fırçalarının kesintisiz ilgi odağı olan tarihi bir dönemi konu alırken öylesine titiz çalışmıştır ki okuyucu, uzman tarihçi olmadığı halde, yazarın, neredeyse iki yüzyıl boyunca bizden uzak kalmış geçmişin resimlerini görselleştirdiğini, büyük bir kısmı silinmiş olaylara ve yüzlere hayat verdiğini, dönemin rengi ve kokusunun yansıdığını, sadece yazarın yeteneği sayesinde değil, edebi çalışmaya girişilmeden önce büyük, özenli bir çalışma yapıldığını sezmiştir.
Galina Serebryakova'nın Marat'nın ölümüne neden olan Charlotte Corday'ın bıçağını 40 sou'ya satın aldığını, bunun kâğıttan kılıfı olan siyah saplı bir mutfak bıçağı olduğunu neredeyse tutulmuş bir tutanak kesinliğiyle tasvir etmesini yalnızca sanatsal hayal gücüyle açıklayamayız; yazar burada bir sanatçı olmaktan ziyade bir restoratör-tarihçi gibi çalışmıştır.
Fransız Devriminde kadın hareketi henüz çok zayıftı ve hiçbir şeyi mükemmel değildi. Halkın mücadelesini yükselten ana güçler, karşı devrimcilere, kudretli Avrupa devletlerinin koalisyonunun müdahalesine karşı çıktılar ve kadınlar bu adil kurtuluş savaşında, devrimin gelişimini hızlandıran bu kudretli halk hareketinde erkeklerle birlikte omuz omuza yürüdüler.
Ustalıkla yazılmış bu kitapta Galina Serebryakova'nın kadın kahramanları, tamamen başka bir ölçeğin tarihi karakterleridir. Fransız devriminin kadın portreleri, sadece betimlenen özelliklerin gerçekliği, tarihi resmin doğruluğu ile değil, aynı zamanda yazarın yeteneğinin ete kemiğe bürünmesiyle de dikkat çekiyor.
*****

ÖNSÖZ, Manfred Albert Zaharoviç (1906-1976):

*
''Önsözünü yazdığım bu kitabın, doğrusunu söylemek gerekirse herhangi bir reklama ihtiyacı yok. Kendi döneminde, ki 30'lu yıllarda çok kısa bir süre içinde 4 baskı yapmış ve 8 dile çevrilmişti. Tek başına bu gerçek bile romanın okuyucularda nasıl bir iz bıraktığını gösteriyor.'' (Sayfa: 5)
*
''Galina Serebryakova'nın kitabı, ilk satırlarından itibaren yazarın hikâyeyi anlattığı şehirleri, sokakları, olayları, insanları, şeyleri okuyucunun önüne görsel olarak koymasından çok önce biyografi türüne aittir. Genelde yazarın tasvir ettiği resim tam olarak çizilmez; okuyucu yalnızca özenle çizilmiş birkaç ayrıntı görür: ''Devrimci Cumhuriyetçi Kadınlar Kulübünün'' bulunduğu aziz Eustache kilisesinin gotik kasvetli salonundaki dar bir başkanlık masasını; tuhaf bir şekle sahip, büyük cilalı bir ayakkabıyı andıran Marat'nın öldürüldüğü banyoyu; La Force hapishanesinin tek kişilik hücresinde, sert kuru saplarıyla üzerine yatan insanı vahşice tırmalayan saman şilteyi.
Büyük bir kesinlikle aktarılan bu ayrıntılar okuyucuya güven aşılar, onları olayların doğruluğuna ikna eder; böylece yazar bu titizlikle anlatılmış ayrıntılar üzerinden henüz tamamlamadığı tarihsel resmin kalan bölümlerine geçer. (Sayfa: 6)
*
18. yüzyılın Fransız burjuva devrimi, modern zamanlar tarihindeki en büyük ve en önemli olaydı. Devrim, feodalizme karşı ezici, yıkıcı bir darbe indirdi, Fransa toparkalrını feodal çöplerden, ülkenin kalkınmasına engel olan feodal prangalardan temizledi. Burada Marx'ın şu ünlü sözünü hatırlamamak imkânsız:
*

''On sekizinci yüzyılın Fransız devriminin devasa süpürgesi, geçmiş yüzyılın bütün kalıntılarını süpürdü ve böylece modern devletin inşası için son engellerden toplumsal zemini temizledi.''

*

(Karl Marx, Fransa'da İç Savaş, K. Marx ve F. Engels, toplu yazılar, 18. yüzyıl, 2. bölüm, sf. 342) (Sayfa: 7)

*

''V.İ. Lenin şöyle yazar: ''Büyük Fransız devrimine bakınız. Ona boşuna büyük demediler.'' Ve Lenin daha sonra onu Büyük yapan şeyi anlatır: Devrim dünyaya, zaten kaçınılmaz olan burjuva demokrasisinin, burjuva özgürlüğünün temellerini attı; yenilgisine rağmen, sonraki tüm gelişmelerde öylesine derin ve güçlü bir etki yarattı ki ''19. yüzyılın tamamı, ki tüm insanlığa medeniyet ve kültür getiren yüzyıldır, Fransız Devriminin damgasını taşır.'' (V.İ. Lenin, toplu yazılar, 29.cilt, sf. 342) (Sayfa: 7)

*****
*****
İlk Fransız devrimi, esas olarak bir halkın burjuva-demokratik devrimi olduğu için, önünde duran görevleri sonuna kadar yerine getirebilir, feodalizme karşı mücadelede onu tamamıyla yenilgiye uğratıp klasik bir burjuva devrimi haline gelebilirdi. Gerçi burjuvazi, bir bütün olarak bakıldığında o dönemde genç, ilerici, devrimci bir sınıfken ve devrimin başındayken, sadece halk kitleleri devrimci olaylara olağanüstü güç ve kapsam katmışlardı. Devrimde halk kitlelerinin yaratıcı katılımı, feodal baskıyla öldürülen, işkence gören, ezilen milyonlarca insanın uyanışı, yeni dünyanın şafağını efendisinin malikânesinin cayır cayır yanan alevlerinde gören yoksulların kararlılıkları ve anavatanlarını savunma isteği, işte tüm bunlar devrimin güçlerini yenilmez kıldı. Devrimin başkahramanı halktı, harekete geçti, devrimi ilerleterek yükselen bir çizgi boyunca gelişmesini sağladı. Kitlelerin yaratıcı katılımı -toplumsal arzu ve heveslerinin tam olarak tatmin edilmesini uman köylüler, kentli plebler, devrimi bir aşamadan diğerine daha yükseğe taşıdılar: Burjuvazi Feuillantların egemenliğinde karşı devrimci bir pozisyona yuvarlanmış, daha sonra Jironden burjuvazinin egemenliğine girmiş, onlar da seleflerinin akıbetini yaşadıktan sonra Jakoben diktatörlüğünün en yüksek ve kahramanlık aşamasına geçmişlerdi. Ve halk kitleleri elbette devrimin sınıf içeriğini değiştiremedi, Jakoben safhasında bile burjuva kaldı. Her burjuva devriminin özünde var olan sınırlamalar -halk kitlelerinin devrimci yaratıcılığı, devrimin her safhasında onun yarattığı kurumlarda derin izler bıraktı. Dahası, devrimci süreçte halk kitlelerinin cumhuriyetin sayısız düşmanına -iç ve dıştaki karşı devrimci güçlere- karşı mücadelede oynadıkları belirleyici rol, Fransız Devriminin en kendine özgü özelliklerinden birinin en yüksek aşamada ortaya çıkmasına neden oldu: Burjuva devriminin sorunlarının plebist yöntemlerle çözülmesi. Toplumsal mücadeledeki bu aşırı gerginlik, devrimin büyüklüğü ve ihtişamı, onun kahramanlığı, dramatik karakteri, tüm sosyal sınıfların, partilerin ve grupların rolünü meydana çıkaran olağanüstü derecedeki zengin sosyal içeriği, tüm bunlar yazarları kışkırttı ve 18. yüzyılın devrimci fırtınalarından onlarca yıl sonra bile tekrar tekrar bu eski ama tamamen yeni bir şekilde algılanan konuya dönmelerine yol açtı.
Balzac, Viktor Hugo, Anatole France, Romain Rolland, -ben burada Fransız edebiyatının sadece en büyük ustalarının isimlerini sayıyorum- her biri kendi çağında, kendine özgü ve yeni bir şekilde bu edebi konuyu işledi. Yazarlar, özellikle biyografi türünde çalışan yazarlar, doğal olarak ilk önce Fransız Devriminin önde gelen isimleri, liderleri veya özgün temsilcileri üzerine yoğunlaştı. Georges Danton, Maximilian Robespierre ya da liberal burjuvazinin kahramanı Honore Mirabeau içim kim bilir kaç roman, drama, biyografik, tarihsel ve edebi portre yaratılmıştır.'' (Sayfa: 8-9)
*

Théroigne de Méricourt

*

''Yüz yıldan fazla bir süre önce, Salpêtrière akıl hastalarının kaldığı bir binada, devrimin ilk yıllarında Paris'te adı ağızlarda dolaşan bir kadın öldü. Yaşamının yirmi yıldan daha fazlasını ''deli'' olduğu için demir bir kafeste geçirmişti. Son yıllarında ise hastalığı çok ağırlaşmıştı; gece gündüz çılgın bir halde samandan yapılma şiltesinde oturur; geçmişin kanlı hatıralarını zihninde birbirinden bağlantısız halkalar halinde kovalardı. Pisliği ve bitap düşmüş hali acıma duygusu uyandırıyordu.

8 Haziran 1817'de kalın bir hastane defterinin içindeki adının karşısına kısaca, ''öldü'' yazıldı. Bu talihsiz kadının yıllarca içinde koşuşturduğu, parlaklığını yitirmiş düşüncelerle dolu bu taş levhalı oda tenhalaşmıştı. Elli beş yaşında aklını kaçırdığında da, psikoloğunun dikkatini hevesle çekmeye çalışırken de, kralın Versailles Sarayına korkusuz aç kalabalıklarla saldırırken de Théroigne de Méricourt 'Kızıl Amazon'du.'' (Sayfa: 17)



Birkaç ay geçtikten sonra Théroigne, elinde tabancası, üstünde erkek kıyafeti, ensesinde dalgalanan eşarbıyla, atının üzerinde Versailles'e giden ve kraldan bir cevap isteyen kadınların en önündeydi. Sağanak yağış altında bir ordu, kentin varoşlarından Versailles'a doğru hareket etmişti. Théroigne liderliğindeki kadınlar, erkekleri çağırıyordu. 6 Ekim 1789'daki bu açların isyanı 16. Louis'ye ilk tehlike mesajını gönderdi. Théroigne'ın ateşli konuşmaları, onun zafere duyduğu sarsılmaz güven, isyancıları saldırıya hazırlamıştı. Bu, onu kendi kahramanları yapan aç fakirlerin tam da ihtiyaç duyduğu şeydi.

Théroigne'ın monarşiye başkaldıran kitleler arasındaki popülaritesi, kralcılar arasında dehşet bir nefret uyandırmıştı. Aristokratların gazeteleri ve mizah dergileri onu ''Seyyar pislik'' diye nitelendiriyor, korkunç iftiralarla dolu sayısız yazı, karikatür ve makalede, Théroigne'ın şahsında devrim kötüleniyordu. Ona yönelik iftiralar kralcıları bozguna uğradığı 10 Ağustos tarihine kadar kesilmedi.'' (Sayfa: 20-21)



''Théroigne, Saint Antoine varoşlarında bir kadın kulübü kurdu. Kadınlar haftada üç kez akşamları burada toplanıyor; kitap okuyor, tartışıyor ve toplumsal işlerle meşgul oluyorlardı. Bu, çok kısa bir süre içinde erkeklerde memnuniyetsizlik yarattı; çocuklar bakımsız kalmış, yemek pişmiyor, elbiseler onarılmıyor, kadınlar evde bulunmuyordu. Erkeklerin 'toplantılarda sürten' kadınlara karşı hoşnutsuzluğu, onları büyük önlemler almaya yöneltti; öyle ki artık, Jakobenler Kulübü'nde, kadınlar kulübünün kapatılması tartışılıyordu.'' (Sayfa: 24)
*****
*****
''Jironden liderlerin Ulusal Meclis'ten kovulduğu gün olan 31 Mayıs 1793'ten hemen önce, Théroigne, Tuileries'de bulunuyordu. Öfkeli yoksullar ordusunun varoşlu kadınları, aç işsizler, sarayın önünde ''Kahrolsun Brissotçular.!' 'Brissot'ya Ölüm.!' diye haykırıyor, Jironden vekillere tehditler savurarak saldırıyorlardı. Sarsılmış Théroigne, ayaklanmayı taş sarayın eşiğinden izliyordu. Uzaktan sırtı hafifçe kamburlaşmış Brissot göründü. Öfkeli sans-culot-te'lara bakarak kararsız ve çekingen adımlarla yürüyordu. Théroigne ona doğru koşmaya başladı. Brissot'yu olası bir saldırıdan kendisinin koruyabileceğini umuyordu; ama yanıldı. Jakoben kadınlar, onun menfur 'Brissotçular'ın karargâhına geçmesine izin vermediler. Kalabalık, ihanet ve dönekliğin simgesi olarak gördüğü Brissot'nun yanında Théroigne'ı görünce çıldırdı. On kadar kadın, varoşlarda 'Liyej güzeli' diye isimlendirilen Théroigne'ı ellerinden yakaladı ve yalvarışlarına kulak asmaksızın elbiselerini parçalayarak, acımasızca kırbaçladı.'' (Sayfa: 27)
*****

Simone Evrard:

*

''Simone çok iyi bir insandı. Marat'nın özel yaşamı onun sayesinde düzene girmişti. Jakoben liderlerinden hiçbiri ondan daha güvenilir bir dost, bir yardımcı bulamazdı.
1790 yılında Simone Evrard, bir miktar servetini ''Halkın Dostu' gazetesinin basımı için Marat'ya verdi. Sıkı bir Jakoben olan Simone, 'Halkın Dostu'nun yardımıyla Marat'nın propagandasını yürütürken, hiçbir zorluğun önünde yılmıyor, tüm bu süre boyunca kocasının tüm işlerini ve çıkarlarını takip ederken, her türlü işi kolaylıkla başarıyordu. Marat'nın gazetesinin aynı zamanda hem redaktörü, hem yayıncısıydı. Jean Paul Marat, 26 yaşındaki Simone ile evlendiğinde 46'sını doldurmuştu. Özgür bir birliktelikti. Simone evlilik işlemlerini yaptırmadı. Sonraları bu yasallığın ayaklar altına alınması büyük acılara mal olacaktı, Marat'nın 'metres'i acımasızca tacize uğrayarak hakaretlere maruz kalacaktı. Marat sanki iftiraları önceden sezmiş gibi, üstlendiği yükümlülüğü şöyle yazmıştı:
*
''Güzel, nitelikli Bayan Simone Evrard benim kalbimi çaldı ve aşkımı kabul etti. Bazı ilişkiler kurmak zorunda olduğum Londra gezisinden döndüğüm zaman kendisiyle evlenmek üzere ona sadakatimi bırakıyorum. Bağlılığımın garantisi olarak sevgim ona yeterli gelmiyorsa bu söze ihanet beni utanç içinde bıraksın.''
*
Jean Paul Marat, 'Halkın Dostu'. Paris, 1 Ocak 1792
*
Fakat Simone, kendisinin ve Marat'nın duygularının sağlamlığına inanarak 'yasal evliliği' daima reddetmişti.''
Simone endişesini gizleyerek Marat'nın yanına geldi. Zayıf, kül rengi bir ışık, dar pencereden sızarak odayı aydınlatıyordu. Duvar haritası üzerindeki yeni çizilmiş zikzaklar, Fransız parlamento temsilcilerinin dağılımını gösteriyordu. Marat'nın oturduğu banyonun üzerine konmuş beyaz çarşaf, bir deri bir kemik kalmış vücudunun üzerini örtüyordu. Tuhaf bir şekle sahip, parlatılmış dev bir siyah ayakkabıyı andıran banyonun sıcak, boğucu bir havası vardı; hastayı rahatlatan kükürtlü sıcak su hızla buharlaşıyor, buhar, terlemiş vücutla kaynaşarak, lekeli, nemli duvarlara yapışıyor ve odayı dolduruyordu. Marat, salyaya bulanmış ağzıyla ağır havayı içine çekip, banyodaki tahtanın üzerine koyduğu kâğıtlara bir şeyler yazarken, yavaşça eşinin ıslak, şişmiş, hamur gibi sararmış solgun yüzüne döndü. Yeşil minesinden ayrılmış siyah gözbebekleri acıyla doluydu; hasta kafası serinlesin diye başına konulan beyaz havlunun altından siyah saçları tel tel dökülüyordu. Simone, kocasının yanındaki sandalyeye oturdu. Marat, her zaman olduğu gibi bu saatte, fiyatların artması ve cephedeki durum hakkında heyecanlı heyecanlı sorular sorarak ondan gazetenin redaksiyonunu yapmasını rica etti.
Marat, karşı devrimci güçlerin kendilerini gizlemelerinin ne kadar tehlikeli olduğunu görüyor, hem Fransa'nın içinde hem de dışında, aristokrasinin ve ona katılan Jirondenlerin cumhuriyete karşı bir ordu topladıklarını biliyordu.
Karşı devrimcilerin planlarını anlamak için duyduğu müthiş arzu ve Marat'nın her zaman bunları etkisiz hale getirme gücü, parti mücadelesinin temelini oluşturuyordu. Son günlerdeki tüm makaleleri ve kışkırtıcı bildirileri bunun üzerineydi.
Marat'nın korkunç bir öfke duyan düşmanları, onun hakkında canavarca iftiralar atıyor ve ölmesini arzuluyorlardı. (Sayfa: 30-31)
*****
*****
''7 Nisan 1793'te Jironden gönüllüler başarısız bir geçit töreni düzenlediler. Meraklı bir kalabalığın önünde resmi geçide sadece otuza yakın kişi katılmıştı. O zaman Charlotte böyle bir mücadele tarzının başarısından şüphe etmeye başladı. Hayal kırıklığıyla yüzünü buruşturmuştu: Yanında duran Petion, Charlotte'a bakıp ona şakayla karışık, bu otuz kişiden kimseye üzülüp üzülmediğini sordu. Charlotte şaşkınlıkla ona baktı: Bir türlü, kendisini küçük, zayıf kadınlar gibi büsbütün renksiz, alelade biri gibi görmelerine alışamamıştı. O an Charlotte'un, gönüllülerin acınacak derecedeki başarısız gösterisinden sonra Jirondenlerin korkaklığına kanaat getirip kendi rolünün kesin olarak belirlendiğine inandığını ve terörist bir eylemde bulunmaya karar verdiğini tahmin etmek hiç de zor değildir.'' (Sayfa: 34)
*****
*****
''Amacını herkesin gözünde yüceltmek isteyen kadın şöyle yazdı:
''Ey Fransa.! Huzurun, yasaların uygulanmasına bağlı; tüm dünyanın mahkûm ettiği Marat'ı öldürerek hiç de bu yasaları ihlal etmiş olmuyorum; yasadışı olan bizzat onun varlığıdır.'' (Sayfa: 37)


''Marat, Charlotte'la baş başa kalmıştı. Charlotte şüphe uyandırmadan banyonun yanındaki sağlam bir sandalyeye oturdu. Nefes alıp veren kurbanını dikkatle izliyordu. '' (Sayfa: 38)




''Paris'te Marat'dan daha ünlü, daha tehlikeli ve daha sevilen başka bir insan yoktu. Mart, burjuva devrimindeki sertlik ve mücadelenin timsaliydi. Üçüncü tabaka, büyük, küçük demeden dertlerini, şikâyetlerini, kuşkularını liderlerine anlatmaya gelirdi.
Paris'in yoksul Dağlılarının kolu kanadı kırılmıştı. Daha kısa bir süre önce dostlarını zafer alayıyla uğurlayıp çelenkle taçlandırdığı Marat'ya halk ağlıyordu. Marat öldürüldükten bir saat sonra evine binlerce kişi toplandı.'' (Sayfa: 39)
*****
*****
''Mahkeme başladı. İlk tanık olarak Simone Evrard geldi. Onun çıkışı, herkes tarafından sempatiyle karşılandı. Felaket, devrimci kadının metanetini bozmamıştı. Charlotte'e bakan 'Mart'nın dul eşi' gözyaşlarına hâkim olmak için büyük çaba sarfederek, olayın ayrıntılarını anlattı.
Marat'nın ölümünü ayrıntılarıyla anlatan Bayan Evrard'ın, dinleyicileri hayrete düşüren tumturaklı sözlerini Charlotte da kesmiyordu.
Simone'un sınırsız hüznü, yüksek cesareti, samimiyeti ve sadeliği, Mart'nın katili olan kadının önemsizliğini daha da vurgulamıştı.'' (Sayfa: 41)


''Hiçbir çekiciliği olmayan, ne aşk sevincini ne de anneliği tatmış, insanlığa ve hayata kızgın bu 25 yaşındaki kız, kimsede sempati uyandırmıyordu. En büyük övüncü aristokrasiye ait olmaktı ama devrimden beri gururu sürekli acı çekti. Bu fanatik monarşist, Fransa'da olup bitenler için etkili bir çıkış aradı. Hiçbir zaman dikkati kendine çekemeyeceği için, kalabalığın arasından sıyrılma arzusu onu cinayet işlemeye sürükledi.'' (Sayfa: 42)
*****
*****
''Simone Evrard ''Halkın Dostunun'' ölümünden sonra otuz yıl daha yaşadı ve 1824 yılındaki ölümüne dek, Marat'nın anısına ve Jakobenlerin düşüncelerine sadık kaldı.'' (Sayfa: 44)
*

Manon Roland:

*
*
''Onun ilkel dinsel duygularını ortaya çıkaran manastırda edindiği düşünceler, okuduğu Rousseau'nun, Voltaire'in, Raynal'ın, Mably'nin satırlarındaki fikirlerle mücadele ediyordu. Aydın bir kız, şeytanın yılana dönüşmesi ve cehennem azabı gibi hikâyelere kolay kolay inanmazdı: Metafizik ve felsefede kuşkularının yanıtını arıyordu. Ayrıca tarih ve ahlak problemleriyle de ilgilendi.'' (Sayfa: 48)
*****
*****
''Manon kendi isminin telaffuz ediliş biçimini duyduğunda tekrar geleceği düşünerek bu önemli konuda da sessiz kalamıyordu: ''Evet, Manon.! Bana böyle diyorlar, roman severler için bu konuda üzülüyorum; bu yüce, kahramanlara yaraşır parlak bir isim değil. Fakat en nihayetinde bu benim ismim ve ben kendi hikâyemi yazıyorum. Bundan başka eğer ismimi annemin telaffuz ettiği gibi duysalardı, en duygusal insanlar bile ismimle barışır, onu nasıl taşıdığımı görürlerdi.''..'' (Sayfa: 49)
*****
*****
''Manon'un bu titizliği babasını endişelendiriyordu. Bir gün kalfasını öğle yemeğine gönderip, kızını sertçe sorguladı. Manon konuşurken lafını esirgemiyor, asla 'basit, halktan biri'yle evlenmeyeceğini söylüyordu; ona, düşüncelerini, duygularını paylaşabileceği bir koca lazımdı. Tüm tüccarların kendisine saygı duyduğu Gatien, onların iyi davranışlara ve eğitime sahip olduklarını söyledi ama Manon zengin esnafları alaya alarak, ''selamlaşmayı becermek iyi davranış ve eğitim demek değildir.'' diye cevap verdi. Genç Phlipon, bu sınıftan insanların onun zevkine uymadığını kesin bir dille tekrarlıyordu: ''Onlar yalnızca nasıl para kazanacaklarını, satın aldıkları malları daha pahalı yeniden nasıl satacaklarını düşünürler.'' Tüccar bir kocayla uğraşmak için doğmamıştı. Gatien, verecek cevap bulamadı, fakat kendini kırılmış hissetti.'' (Sayfa: 50)
*****
*****
''Marguerite Phlipon, kimse farkına varmadan sessizce öldü. Gatien Phlipon, bir süre eşinin yasını tuttu. Dul kaldıktan sonra kendini özgürleşmiş ve gençleşmiş hissediyordu. Ancak dadandığı iskambil oyunları onu hızla yıkıma götürmeye başladığında, yoksulluğun yaklaşmakta olduğundan korkan Manon istemeyerek de olsa dükkânla ve babasıyla ilgilenmek zorunda kaldı. Bu zorunluluk ister istemez onu Quai de I'Horloge'da yaşayan komşularıyla yakınlaşmaya, ihtiyaçlarını gözetmeye sevketti.
Adaletsizliğin yaygınlaştığını, haksızlıkların çoğaldığını ve kendi sınıfının hakarete uğrayıp engellemelere maruz kaldığını keşfeden Manon, ilk kez Fransa için eski kitaplarda okuduğu cumhuriyeti istemeye başladı.'' (Sayfa: 51)
*****
*****
Manon:
*
''..''Ülkemi seviyorum, özgürlüğe tapıyorum. Hiçbir çıkar, hiçbir tutku, bununla karşılaştırılamaz. Benim konuşmalarım, kalbimin en derin yerinden geldiği için açık ve dokunaklıdır. Önemli bir konu beni ele geçirdiğinde öylesine büyüleniyorum ki kendimi bile unutuyorum.''..'' (Sayfa: 56)
*****
*****
''Saat beşte, cellat arabası Lamarck'la birlikte onu Devrim Meydanı'na götürdü. Bir zamanlar giyotini 16. Louis'nin ensesine indirirken gözyaşlarını tutamayan cellat, şimdi titreyerek ağlayan Lamarck'la kayıtsızca alay ediyordu. Manon teşvik edici ve cesaretlendirici sözlerle Lamarck'a gücünü toplaması için yardım etmeye çalıştı. Giyotin yolunda sözcükler faydasızdı; araba, sallanarak Seine Nehri üzerindeki köprüden geçerken uzaklardan dar pencereleri mazgala benzeyen evi ve Quai de I'Horloge görünüyordu. Anılar, pişmanlıklar, çocukluğu sadece bir anlığına gözlerinde canlandı. Devrim meydanına ve Özgürlük heykelinin gizlediği giyotine iyice yaklaşmışlardı.
Saint Honore sokağında arabanın peşine az sayıda meraklı takıldı. Artık idam gösterisi aynı ilgiyle izlenmiyor, oradan geçenler idam mahkûmlarının adlarını kayıtsızlıkla dinliyordu. Manon kalabalıkta, ıslak, büyüleyici gözleriyle Golgotha yürüyen bir aziz gibi ondan gözlerini ayıramayan Bosquet'u aradı. Bosquet, Paris yakınlarında gizlendiği ormandaki kulübesini bırakıp hayatını riske atarak kente gelmişti.
Giyotinin yanında cellat atını tutarken, mahkûmların inmesine yardım ettiler. Manon, Lamarck'ı cesaretlendirmek isteyerek şöyle dedi: ''İlk siz çıkın, ölümüme dayanamayabilirsiniz.'' Sırasını beklerken bir kalem ve kâğıt istedi; Gelecek kuşaklar için son duygularını kaydetmek istiyordu. Son ricası reddedildi. Bayan Roland tek bir kelime bile konuşmadan sehpaya çıktı. Sonradan bazıları sanki idam sehpasının yanında bulunmuşlarmış gibi onun sözlerini efsaneleştirdiler: ''Ey özgürlük, senin arkana sığınılarak daha ne kadar suç işlenecek.''..'' (Sayfa: 79)
*****

Claire Lacombe:

*


''Jacques Rous, ''Kudurmuşlar'' diye anılan, ''aşırı sol''un yetenekli lideriydi. 25 Haziran 1793 yılında Ulusal Meclis'te şöyle konuştu:
*

''Özgürlük; eğer bir sınıfın insanları diğerlerini açlığa mahkûm ettiği için ceza almıyorsa boş bir hayaldir. Eşitlik; eğer zenginler tekelleri kullanarak kendi yakınlarının ölüm ve yaşam hakkını elinde tutuyorsa boş bir hayaldir. Cumhuriyet; eğer karşıdevrimciler günden güne yiyecek fiyatlarını yurttaşların dörtte üçünün satın alamayacağı şekilde artırıyorlarsa boş bir hayaldir. Sans-Culotte'lara devrimi ve anayasayı cazip kılmak için yiyecek fiyatlarını düşürmek ve elbette dürüst tüccarları bunların arasından ayırmak şartıyla soygun ticaretini yasaklamalıyız.''

*
Roux'nun bu açıklamasından kısa bir süre sonra varoşlu kadınların arasında ''Kudurmuşlar''ın etkisi hızla büyüdü. ''Halkın kanını emen'' vurgunculara ve tekellere karşı protesto mitingleri yapılıyordu. Çamaşırcı kadınlar Ulusal Meclis'e bir heyet gönderdi. Sabun, külsuyu, kola, çivit fiyatlarındaki artış öylesine aşırıydı ki hiç para kazanamıyorlardı. Heyecandan kızararak, şevkle Ulusal Meclis'e dilekçe yazan beyaz başlıklı bir kadın, çamaşırcı kadınların yoksulluğunu ayrıntılı bir şekilde tasvir ederken vurguncuların ölüm cezasına çarptırılmasını istedi. Kadının şişmiş, damarları çıkmış esmer elleri, aristokratların işbirlikçisi tüccarların boyunlarını sıkar gibi kürsünün parmaklıklarına yapışmıştı.
''Yakında en fakir sınıf, temiz çamaşır giyemeyecek ve bu olmadan da onlardan bir şey beklemeyin'' dedi çamaşırcı kadın. ''Bunun nedeni gerekli malzemelerin olmaması değil. Onlar yeterince var ama vurguncular ve madrabazlar fiyatları artırıyor..''
1793 yılı Nisan'ında ''Amazon Taburu''nun propagandacılarından eski aktrist Claire Lacombe ve çikolatacı Pauline Leon bir kadın kulübü örgütlemeye karar vermişti. Bu çok zor değildi çünkü en yoksul kesimlerin kadınları, ''halkın dostlarına yardım etmek, düşmanları devirmek ve kendi durumlarının bilincine varmak için'' varlıklı kadınları örnek almışlar ve kendiliğinden birleşmeye çalışıyorlardı.'' (Sayfa: 83-84)


''Claire'i ilk kez, 1792 yılının sıcak Temmuzunda Yasama Meclisi kürsüsünde fark ettiler. Bu tanınmayan dilekçe yazarı, profesyonel aktris, Bakan Veaublan ona söz hakkı verir vermez özellikle titrekleştirdiği bir sesle hazırladığı konuşmayı teatral bir edayla okumaya başladı. (..)

''Kanun Yapıcılar.! Ben bir Fransız kadınıyım, bir aktirisim ve şu an bir yerim olmadığı için umutsuzluğa sürüklenmem gerekirken, ruhum saf bir sevinçle doluyor. Bu yüzden tehlikede olduğunu beyan ettiğiniz anavatanımıza para bağışında bulunamadığımdan ona kendimi vermek istiyorum. Bir Romalı cesaretiyle ve despotlara duyduğum nefretle doğan ben, onların yok edilmesinde katkıda bulunacağım için mutlu olacağım.. Tek bir despot dahi kalmayıncaya kadar hepsini yok edelim.! Kanun yapıcılar.! Siz anavatanın tehlikede olduğunu söylüyorsunuz, ama bu yeterli değil, Fransa'yı mahvetmeye yemin etmiş, bu tehlikenin ortaya çıkmasından sorumlu olanların da iktidarını ellerinden alın ve bize güven veren liderleri başa geçirin, düşmanların ortadan kalktığını söyleyin.''..'' (Sayfa: 87)

*****

Lucile Desmoulins:

*
''Paris'teki Büyük Fransız Devrim Müzesi'nin aydınlatılmış alçak tavanlı salonlarından birinde, 18. yüzyıl sonlarının modasına göre giyinmiş şık bir genç kadının portresi asılıdır. Hülyalı bebeksi yüzü yağlı boyada gözle görülür bir şekilde soluktur. Bu kişi, devrimden önce hiçbir yararlılığı olmamasına, kargaşalı ve çalkantılı dönemde hiçbir yeteneği olmaksızın ''sıradan bir eş'' gibi yaşamasına rağmen pek çok kez tarihçiler tarafından yüceltilmiş, şairler tarafından hakkında şarkılar yazılmış birinci cumhuriyetin şan şöhret düşkünü hatibinin eşi, 'müşfik Lucile, Lucile Desmoulins'di.'' (Sayfa: 111)


''6 Temmuz 1792'de Lucile, Horace adında bir oğlan çocuğu doğurdu. Camille oğlunu dini tören yaptırmadan cumhuriyet'in vaftiz ettiği dernek binasına götürdü. Cumhuriyetin ilk nüfus kütüğü onun ismiyle açıldı. Desmoulins, notlarında oğlunun doğumu konusunda şöyle yazar: ''Ben oğlumu, gelecekte belki de seçmeyeceği bir dine bağlamak istemiyorum. Dünyada insanların yaydığı 900'den fazla din var ve o daha annesini bile tanımıyor.''..'' (Sayfa: 117)
*****
*****
''Özellikle ''korkunç Kudurmuşlar'', Jirondenler gibi güzel konuşma, bilgi, zerafet gibi meziyetlere sahip olmadıklarından Lucile'i çok öfkelendiriyordu; Lucile'e göre ''Kudurmuşlar'', zaten devrim yeterince onların lehineyken, yoksullara hak ettiklerinden fazla çıkar sağlamak amacıyla varlıklı yurttaşların huzurunu bozmaya cüret ediyorlardı. Onların, özel mülkiyet hakkına ve kişisel özgürlüğe kastetmeleri Lucile'i şaşırtıyor, hatta bu ona saçma sapan ve küstahça geliyordu. Lucile genç kızlığında çeyizine konulmuş gümüş takımlarının, ona miras kalan malikânenin, ailesinin sahip olduğu büyük rantların özgürlüğe ne gibi bir zararı olabileceğini saf saf soruyordu.'' (Sayfa: 121)

Maximilien Robespierre

''Belediye Sarayı'nın önündeki meydan hemen hemen boştu. O sırada Barras'ın beyaz gönüllüleri saldırıya geçti. Onların devriyeleri Robespierre'i yasadışı ilan ederek, şehri kolaçan ediyorlardı. İki müfreze, Komün Konseyine doğru harekete geçtiğinde, onları beklenmedik bir başarı bekliyordu. Belediye binası korunmuyordu. Aydınlanmış salonlarda varoşların temsilcileri ve belediyenin hatipleri birbirlerini selamlarken, Robespierre bir arkadaş çevresi içinde ayaklanmayı örgütlemeye girişmiş ama geç kalmıştı. Ulusal Meclis'in askerleri ansızın belediye binasına girip, Jakoben liderlerin toplantı halinde bulunduğu salonun kapısını kırdılar; intihar eden Philippe Le Bas'nın silahının sesini, yaralı Robespierre'nin yere düşmesi, devrilmiş sandalyeler, ezilen ayaklar, Jakobenlere edilen küfürler ve muzaffer Thermidorcuların nidaları bastırdı. Robespierre'in kardeşi pencereden meydanın taş döşemelerine atlamıştı.
Robespiercilerin bozguna uğradığını bildiren trajik haber geldiğinde, Thermidor'un 9'unu, 10'una bağlayan sonsuz gecenin biteceği beklentisiyle Elisabeth tükenmişti. Haberi öğrenen Elisabeth bayıldı ve iki gün kendine gelemedi. Neyse ki, Robespierre ve fikirdaşlarını Duplay'in evinin yakınından geçerek giyotine götüren cellat arabasının tanıdık sesini duymamış, çıldırmış kalabalığın, daha dün taptıkları ''satın alınamayanı'' götüren ölüm arabasını marangozun evinin önünde durdurup, küstah bir çocuğun onun kanını evin kapısına ve kapalı pencerelerine sürdüğünü de görmemişti. Çenesi dağılmış hareketsiz yatan Robespierre, onların alaylarına karşılık veremezdi, gözleri kapanmıştı. Pencerenin aralığından her şeyi gören Maximilien'ın sadık dostu Eleonore ise bu işkenceden kendini kurtaramadı.
Elisabeth, kendini zorlukla toparladıktan sonra, Philippe'in mezarını boşuna aradı; Le Bas'yla birlikte Chillicem de ortadan kaybolmuştu. Köpek iki gün boyunca, Le Bas'nın mezarının bulunduğu berbat bir tepenin üzerinde yattı ve 12 Thermidor'da sahibinin, acı acı keskin çığlıklarla ağlayan eşinin yanına döndü.'' (Sayfa: 138-139)
*****
*****
''Pek çok kez denemelerine karşın Thermidorcular, Elisabeth Le Bas'yı satın almayı başaramadı. Elisabeth anılarında onların ısrarlı çabalarından yakasını nasıl silktiğini anlatır. Bir gün kurnazca, Philippe Le Bas'yı reddederse onu kurtaracaklarını söylerler. Elisabeth, elinin altında kalem ve mürekkep olmadığı için elini keser ve kanıyla, kocasının cellatlarından hiçbir yardım kabul etmeyeceğini yazar.
(..)
Philippe ve Elisabeth'in oğlu yetenekli bir bilim adamı oldu; tıpkı babasının devrim zamanlarında olduğu gibi tutku ve sadakatle kendini bilime verdi. Tarihin garip bir cilvesi olarak Ulusal Meclis'in üyesinin oğlu Profesör Philip Le Bas, restorasyon yıllarında bir süre genç bir adama eğitim vermesi için yurt dışına davet edildi. Dersleri görünüşe göre kendine özgüydü, çünkü bu gençten bir Jakoben çıkmamıştı.
Philip Le Bas'nın öğrencisi geleceğin 3. Napolyon'undan başkası değildi.'' (Sayfa: 140)
*****

Madam Tallien (Thérésa Cabarrus):

*

''Bordeaux'lu yurtseverler, eski aristokratlardan çekiniyordu, ama Theresa'nın büyüleyici güzelliği karşısında dayanamadılar. Bayan Cabarrus, devrim bayramları günlerinde sembolik olarak özgürlüğü tasvir eden giysiler giyiyordu. Ulusal Meclis Komiseri Tallien, beyaz tuniğinin içinde ağır ağır yürüyen, siyah, gevşek saç örgüleriyle kollarını devrimci kalabalığın önünde heyecanla kaldırmış eski Markiz'den gözlerini ayıramıyordu. Theresa Cabarrus, bu hayranlığı yakalamış ve kafasında değerlendirmişti. Tallien çok da ilgisini çekiyor değildi ama Bordeaux'da onun iktidarına ihtiyacı vardı ve bu Ulusal Meclis temsilcisinin yetkileri sınırsızdı. Herkes tarafından bilinen düşmanları ortaya çıkacak diye korku içinde ''kendi'' göçmenliğinden ve karşıdevrimciliğinden yakasını kurtarmaya çalışan Markiz Fontenay, nafile bir çabayla devrime sokulmaya ve gönlünü eğlendirmeye çalışırken şimdi bu terör çağında, tutuklanmaların olağan olduğu bir saatte, gece yarısı kapısı çalındığında, umulmadık bir şekilde ortaya çıkan bu âşığı sayesinde artık korkmayacaktı.
Bir ay bile geçmeden Bayan Cabarrus, kendine olan güvenini yeniden kazandı ve Tallien'le dostluğunu pekiştirdi. Theresa şanslıydı, Ulusal Meclis Komiseri'nin, büyük ya da küçük rezilliklerle devrime ihanet edenleri sezecek sağduyusu yoktu. Bu düşüncesiz kariyerist, haris şöhret düşkünü, başkalarının etkisiyle kolayca değişebilen, korkak, kindar, fakat ''iyi bir yaşam sürmek'' isteyen, devrimin sıradan bir memuruydu. Eyaletteki sınırsız güç onu bozmuştu. Theresa Cabarrus insanları tanıyor ve onların zayıflıklarından yararlanabiliyordu. Tallien'e istediği her şeyi yaptırdı. Öncelikle şüpheli tanıdıklarının hayatta kalmasını rica ederek, 'dostu'nun en önemli işlerine kolayca müdahale edebiliyordu.'' (Sayfa: 147)
*****
*****
''10 Thermidor günü Robespierre'in öldüğü saatte Theresa Cabarrus, La Force Hapishanesinden çıktı. 'Günün kahramanı' sevgilisi Tallien, nezik Barras ve yeraltından çıkmış ''yeni rejim'' taraftarları, hapishanenin kapısında eski Markiz Fontenay'yi selamlıyor, Theresa tarafından büyülenen Thermidorcular, birbirleriyle yarışırcasına, ona ülkelerini 'kurtardığı' için minnettarlıklarını sunuyorlardı. Tallien'e ilhamı veren Theresa'ydı. Theresa, bir tür sosyete hovardasıyken, 'Thermidorun Meryem Anası' ünvanını almıştı ve bu ünvan genç Bayan Tallien'in (Theresa Paris'te hemen Tallien'le evlenmişti) ayrılmaz bir parçası oldu.'' (Sayfa: 151)
*****
*****

''Markiz Fontenay'den, Jakoben Tallien'e; Direktuvar'ın başındaki Barras'dan, milyoner Ouvrar'a ve Ouvrar'dan Prens Chimay'ye. Bu aşamalar, büyük devrimin iniş eğrisini mükemmel bir şekilde yansıtır. Thérésa Cabarrus, yaşamını politik rüzgârın estiği yöne göre sürdürmeyi başarmıştır.'' (Sayfa: 156)

*****

Joséphine Bonaparte:

*

''Bonaparte'la Bayan Beauharnais tesadüfen tanıştılar. Rose'un oğlu Eugene Beauharnais, Ulusal Meclis'in babasının kılıcına el koyma kararının geri alınması ricasıyla Bonaparte'a başvurdu. Generalle özel bir görüşme yapmayı başardı ve Bonaparte, ricasını yerine getirdi. Böylece Bonaparte'a minnettarlığını gösterme fırsatı yakalamış olan Bayan Beauharnais bu fırsatı iyi değerlendirerek Bonaparte'la tanışmaya gitti. Rose, modanın ruhuna uygun hışırdayan bir ipekle Paris orduları komutanının odasına girdi. Kendini yetenekli bir yosma gibi gösterebilmek için, aynada dayanılmaz bakışını ve gülüşünü özenle nasıl prova ettiğini kolayca canlandırabilirsiniz.'' (..)
''Josephine ve Napoleon'un evlilik sözleşmesi bilinçli olarak yanlış bilgilerle doludur; Bonaparte'dan 6 yaş büyük Josephine için evlenme tarihleri hatalı gösterilmişti: Napolyon kendine iki yıl ekledi, Josephine dört yıl çıkardı, böylece aradaki yaş farkı ortadan kalmış oldu. Nikâh tanıkları Barras ve Tallien'di.'' (Sayfa: 162-163)
*****
*****
''1794 yılında 'Sans-Clotte Jakoben' diye çağırılan Bayan Beauharnais, General Bonaparte'ın maceraperest eşi, bencil ve açgözlü İmparatoriçe Josephine, elbette ulusal bir kahraman olmayı hiç hak etmedi.
Onun gibi kadınlar, renkli, zehirli, mantarlar gibi büyüdüler ve sadece çürümüşlüğün egemen olduğu tepki ve gerileme döneminde nüfuz sahibi oldular. Thermidor'un 'kahraman kadınları' Bayan Tallien'in öyküsü, Bayan de Custine'in yaşamı birçok açıdan Bayan Beauharnais'nin yazgısını hatırlatır.
Direktuvar tarafından beslenen ilkesiz ve inatçı Josephine, mükemmel bir şekilde tüm rejimlere adapte oldu. O, Fransa'nın eski kral ve soylularıyla, yeni burjuvazi ve plutokrasi arasındaki gerekli köprüleri nadir görülen bir hünerle kurmayı başarmıştı.'' (Sayfa: 167)

Felsefe Tarihi 2, Hellenizmden Augustinus'a (Editörler: Umberto Eco - Riccardo Fedriga) (Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı)

  HELLENİSTİK ÇAĞDA FELSEFE VE BİLİM * ''Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümünden tam olarak...